Keyifli Okumalar!
Şarkı: Natasha Blume, Black Sea
Kaderimizi biz mi belirlerdik, yoksa o kendi yolunu mu çizerdi bilmiyordum; fakat emin olduğum tek bir şey vardı: Kader, insanla oyun oynamayı ustalıkla bilen acımasız bir yazardı.
Kalemi ağırdı; yazdığını silmez, sadece üzerine biraz daha acı eklerdi ve belki de bazen mutluluğa giden yolu, acıyla süslemeyi severdi.
Kendimi bildim bileli Elly, doğumumun ve bu hayata gelişimin bir şans olduğunu söylerdi bana. Ama bu şans bana ait değildi; ona göre ben, başkalarının şansıydım. Beni hep yukarıda tutar, gülümsediğimde “Güneşi ben değil, sen açıyorsun,” derdi. Bunun sebebi beni çok sevmesi değildi yalnızca; gülüşümün, insanlık için verilmiş bir armağan olduğuna inanmasıydı. Sanki ben, benden önce gelenlerin borcunu ödemek için gönderilmiştim bu dünyaya.
“Henüz kaderinin en kötü ve en güzel günlerini görmedin,” derdi bana. O anlarda en güzelini düşünemez, en kötüsünü nasıl göreceğimi hayal edip ürperirdim. Bunu anlar gibi sesini yumuşatırdı: “Çünkü kaderinin en karanlık zamanlarının hemen ardından güzellikler gelir, güzel Liora’m.”
Şimdi Thalron’dayken, ya her şey tam tersiyse diye düşünüyordum. Ya kaderimin en güzel günleri kasabamda, geride bıraktığım o sıradan ama güvenli anlarda kaldıysa? Ya burası,
kaderimin en karanlık sayfasıysa ve ben çoktan o satırların içine sürüklendiysem?
Anlayamıyordum. Şu anımın bir adım ötesinde daha ne olabilirdi ki?
Buna rağmen içimde ağır bir his vardı: Kader, henüz en sert cümlesini yazmamıştı veya belki de en güzel cümlesini, bilemiyordum.
Gözlerimi hemen karşımda duran Veyn’den ayırmazken etrafımda kimsenin kalmadığının farkındaydım; herkes Otso’dan kaçmış, epey geriye doğru gitmişti. Orada sadece ben ve Veyn, karşılıklı duruyorduk.
Ve Otso hâlâ o Tüccar adamı parçalara ayırıyordu, kar zemin adamın kanıyla kıpkırmızı rengini almıştı ama Veyn, ona dönüp bakmak yerine bakışlarını benden ve hatta arkamdaki insanlardan ayırmıyordu.
Kaşları düz bir çizgiye dönüşmüş, dudaklarının arasındaki sus çizgisi belirginleşmişti. Kar hafiften yağdığı için saçları nemlenmiş, birkaç tel alnına düşmüştü; yüzüne vuran gölgeler çenesini olduğundan daha kemikli, daha sert gösteriyordu. Ama bakışları… Bakışları okunmuyordu. Sanki ne düşündüğünü anlamamı istemiyor, hatta buna izin vermiyordu.
Otso Evi ona aitti.
Otso Evi Veyn’e aitti.
Bu cümle, onlarca anlama açılabilirdi ama ben içlerinden en çok beni sersemletenine tutunuyordum: Veyn, Veymor’un emirlerinin ve yasaklarının üzerini çiziyordu. Bunu yapıyordu, üstelik gözünü kırpmadan. Nedenini ise anlayamıyordum. Bunun bir başkaldırı olduğunu düşünmüyordum; eğer öyle olsaydı, eline çoktan sayısız fırsat geçtiğini biliyordum.
Peki ya başka bir sebebi varsa?
Belki de sadece keyif alıyordu. Sınırları ihlal etmenin, yasakları çiğnemenin verdiği o sessiz, tehlikeli hazdan keyif alıyordu.
Veyn, bakışlarını üzerimden çekip bu kez dikkatle arkamı süzdüğünde ben de istemsizce başımı çevirdim. Gördüğüm manzara, dizlerimin titremesini durdurmak yerine daha da artırdı. Yirmiye yakın muhafız, ağır ve kararlı adımlarla bize doğru ilerliyordu.
Cezalandırma geliyordu.
Ve bu kez kaçacak hiçbir yerim yoktu.
Yeniden Veyn’e döndüğümde, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdiğini gördüm. Ardından bakışlarını Nord’a çevirip, keyiften uzak, ıslığı andıran bir gülüşle konuştu: “Haber verdiğin iyi oldu, Nord,” dedi. “Hem bana, hem muhafızlara.”
Dudaklarım aralandı. Bakışlarımı hızla Nord’a çevirdim ama onda da Veyn’inkiyle neredeyse aynı ifadeyle karşılandım. “Neden?” sözcüğü dudaklarımdan döküldü; kimsesiz, sessiz ve cevapsız. Kimse duymadı elbette.
Gözlerim Tanya ve Korven’e kaydı. İkisi de olan biteni büyük bir şaşkınlıkla izliyordu ama Tanya’nın bakışı başkaydı, Nord’a öyle bir nefretle bakıyordu ki, Nord başını çevirip ona baksaydı gözlerindeki ateşten cayır cayır yanardı.
Devasa muhafızlar bulunduğumuz yere ulaştığında, az önceki kalabalıktan bazılarının çoktan kaçtığını fark etmek zor olmadı. Olga yoktu. Köşede oturan Asillerden bazıları da… Sanki burada hiç bulunmamışlar gibi silinmişlerdi.
Kalanların ise kaçmaya niyeti yoktu ya da kaçabilecek cesareti. Muhafızlar aramıza girip bizi kıskıvrak sardıklarında, içlerinden ikisi doğruca Veyn’in olduğu tarafa yöneldi. Liten, gözlerini Veyn’den bir an bile ayırmadı; bakışı kilitlenmişti, nefesi bile kesilmiş gibiydi.
Arkamızdan bir adım sesi daha duyulduğunda, bakışlarımı çevirmemle Veymora’yı görmem bir oldu. Ve o an anladım. Bu, sıradan bir müdahale değildi.
Bu bizzat düzenin kendisiydi.
Uzun saçlarını kalın bir örgüyle toplamıştı. Üzerindeki Din İnsanı pardösüsü yeri süpürüyor, her adımında bulunduğu alanı sahiplenir gibi dalgalanıyordu. Bakışları öylesine nefretle doluydu ki, yüzlerimizin üzerinde gezindikçe ifadesi açık bir tiksintiye dönüşüyordu. Fakat sıra bana geldiğinde bakışı bir an duraksadı; önce şaşkınlığı, hemen ardından kendinden emin üstünlüğü gördüm. Çenesini hafifçe havaya kaldırdı, sanki beni değil, üzerimdeki kaderi tartıyordu.
Sonra bakışlarını Veyn’e çevirdi. O an, iki muhafız da Veyn’in önünde konumlanmıştı.
Ne olduğunu anlamakta zorlanırken Veyn’in gözleri bir kez daha bana döndü. O bakışta ne korku vardı ne de tereddüt; sadece karar. Ardından öne doğru iki ağır adım attı ve karşısındaki muhafızlara baktı. Çenesini indirdiğinde hareketleri neredeyse törenseldi. Son derece sakin bir şekilde, üzerinde Veyn yazılı yüzüğü parmağından çıkardı, avcunun içine koydu ve muhafızlara doğru uzattı. “Hizmetkârımın bütün suçlarını üstleniyorum,” dedi.
Bir an durdu. “Ve onu asla reddetmiyor, koruyorum.”
O an, şakağımdan kaç tane bıçağın saplandığını bile bilmiyordum, Veymora’nın daha önce söyledikleri kulaklarımda çınlamaya başladı. Hizmetkarın her suçunu, onu kabul eden Asil ya da Din İnsanı ödüyordu çünkü onların sorumluluğundaydık. Buradaydım, Otso Evi’ne gelmek yasaktı ve bu cezayı, Veyn benim yerime ödeyecekti.
“Yok edilmen gerekiyor.” İrkildiğimde, bedenimin titremeye ne zaman başladığını bile fark etmemiştim. Başımı hızla yana çevirdiğimde Veymora’nın durduğunu, bakışlarını doğrudan Veyn’e kilitlediğini gördüm. “Hem de hemen.”
Muhafızlardan biri Veyn’in yüzüğünü aldığında, ikisi de sessizce arkasına geçti. Liten, onların gerisinde kalmıştı. İçim paramparça olurken bakışlarımı Liten’den ayıramadım. Acıyla Veymora’ya döndüm; gözlerindeki nefreti görmezden gelerek konuştum: “Bunu benim ödemem gerekiyor,” dedim. “Bu saçma. Her şey benim sorumluluğumdaydı. Suçlu olan Veyn değildi.”
Veymora’nın alaycı bir kahkaha attığını işittim ama hâlâ Liten’e bakıyordum. O ise mutsuz, çaresiz bir ifadeyle Veyn’i izliyordu. “Sana bunu söylemiştim, Köksüz,” dedi Veymora, kelimeleri aşağılarcasına vurgulayarak. “Senin yaptığının bedelini Adanmış öder.” Anlamayarak ona baktım. “Thalron’da rütbeler vardır,” diye devam etti, sesi soğuk ve öğreticiydi. “O rütbeyi geçtiğin anda Adanmış olursun. Güzelliklerle birlikte bütün bedeller de sana ait olur. Çünkü Veymor der ki; insanın kararları, onun kaderidir.” Dudaklarında ince bir gülümseme belirdi. “Buraya gelmek senin kaderindi. Ama sen yalnızca bir Köksüz’sün. Senin buraya geleceğini bile bile seni hizmetkârı yapan Veyn, bunu göze aldı. Ve şimdi cezasını da o ödemek zorunda.”
Elim istemsizce boynuma gitti. Sesim kısık, boğazım düğümlüydü. “Peki ya yüzüğü neden çıkarıyor?” diye sordum.
“Çünkü cezalandırılırken kim olduğunun hiçbir önemi yoktur,” dedi Veymora. “O artık Veyn değil. Herhangi biri.” Gülümsemesi bu kez yapay değildi; keyifliydi. “Cezasını çekene kadar da öyle kalacak.” Bir an durdu. “Şu an,” diye ekledi, zevk alarak, “bir Köksüz’den bile daha önemsiz bir konumda.”
“Ben,” dedim dişlerimi sıkarak ardından öne doğru bir adım attım. “Ben ne yapacağım?”
Çok kısa bir sessizliğin ardından Veymora, “Hiçbir şey,” diye mırıldandı. “Yumuşak yatağına gidip uyuyabilirsin, Köksüz veya izleyici olabilirsin, sen bilirsin.”
Hızlı bir şekilde ona dönüp baktığımda muhafızlar Veyn’in iki yanında onunla yürümeye başlamışlardı; diğerlerinin koluna girerlerken ya da adeta sürüklerlerken yine de Veyn’e bunu yapmaya cesaret edemiyorlardı.
“Ceza ne?” diye sordum.
“Kim bilir,” dedi Veymora, omzunu indirip kaldırarak. “Buna Yüce Veymor karar verecek.”
Bakışlarım Tanya ve Korven’e döndüğünde onların da muhafızlar tarafından götürüldüğünü gördüm, kalbimdeki sancı gitgide artarken boğazım kuruyor, kaşımdaki acı gitgide katlanıyor ve arada sırada sanki gözlerime hem öfkeden hem de hırstan perde iniyordu.
Bir an bile düşünmedim, kendimi tutamadım ve Veymora’nın üzerine doğru yürüdüğümde aramızda yarım adımdan bile daha az bir mesafe kaldı. Boyu benden daha kısa olduğu için ona üstten üstten bakarken öyle bir öfkelendi ki, onu adamın dilini koparırken bile bu kadar öfkeli görmediğimi fark ettim. “Veymor’la konuşacağım.”
Veymora öyle gür bir kahkaha attı ki sesi gecenin içine adeta şimşek gibi düştü, insanlar bile dönüp baktığında hemen sırtımın arkasında kalan Veyn’in bile bu kahkahayı duyduğuna emindim. “Köksüz,” dedi gülüşünün arasından büyük bir aşağılamayla. “Sen değil Veymor’la konuşmak, onun nefesinin olduğu bir yerde bulunamazsın bile.”
“Neden?” dedim gerçekten sorgulayarak.
Veymora boğazını temizledi ve sonra bana doğru yaklaştı o da. “Birincisi, sende Veymor’un karşısına çıkabilecek o cesaret yok çünkü olsaydı şimdiye kadar kaçmazdın.” Tek kaşını kaldırdı ve beni baştan aşağı süzdü. “İkincisi, seni gördüğü an zaten çoktan yok edilmişsin demektir, yerinde olsam kaçabildiğim kadar kaçardım.”
Nefretle soluduğumda “Sen neden beni söylemedin?” diye sordum. “Yoksa senin lafının da bir geçerliliği mi yok?”
Yanımızda bir hareketlenme olduğunda bakışlarımı o tarafa çevirdim. Veyn’i, iki muhafızın arasında yürürken gördüm. Göz göze geldiğimiz anda dudaklarım aralandı; bir şeyler söylemek istedim ama ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Herkes teker teker götürülüyordu ve burada ceza çekmeyecek tek kişi ben, Veymora ve… Nord. Nord hemen arkamızda durmuş, sessizce etrafı izliyordu. Onun ceza çekmemesinin sebebini anlayabiliyordum: Bizi ele veren oydu.
“Cezayı senin çekmenin tek bir yolu var,” dedi Veymora. Sesiyle irkildim, bakışlarım hızla ona döndü.“Veyn’in seni reddetmesi,” diye devam etti, “ve hizmetkârlığından vazgeçmesi gerekiyor.”
Hizmetkârımın bütün suçlarını üstleniyor ve onu reddetmiyorum.
O cümle zihnimde yankılanırken bir anda bağırdım: “Veyn!” Muhafızların adımları durdu. Veyn, omzunun üzerinden dönüp bana baktı. Yutkundum, derin bir nefes aldım ve yeşil gözlerine bakarak konuştum: “Bu cezayı benim üstlenmeme izin ver,” dedim, şaşırtıcı bir kararlılıkla. “Beni reddet.”
Veyn yüzüme bakarken, zamana bile meydan okuyan bir yavaşlıkla gülümsedi. O an, sanki bu cezadan keyif alıyormuş gibi görünüyordu. Ardından bakışlarını benim üzerimden çekip Veymora’ya çevirdi; yüzündeki gülümseme bu kez kibirli, keskin bir hâl aldı. “Parmağımdaki yüzüğün boşluğunu da seviyorum, Işık Veren,” dedi. “Bana kim olduğumu hatırlatıyor.” Bir an durdu; bakışlarını Veymora’nın yüzünde gezdirdi. “Neleri,” diye ekledi, sesi soğuk bir kararlılıkla, “yok etmem gerektiğini aklıma getiriyor.” Sonra gözleri yeniden bana döndü. “Ve nelerin,” dedi alçak ama sarsıcı bir tonla, “yok edilmemesi gerektiğini.”
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda Veymora, “Haklısın,” dedi ardından gözlerini kıstı, “isimsiz mi demeyelim? Ne demeliyim sana?” Veymora çenesini kaldırdı. “Bugün de bu cezadan kurtulacağına çok eminim, oğlum çünkü alışıksın, biliyoruz.”
Veyn, Veymora’nın iğneleyici cümlelerini görmezden geldi ve bakışlarını bana çevirdiğinde yüzündeki o çocuksu haylaz gülümseme Veymora’yı daha fazla öfkelendirecek türdendi. “Liora Valenka,” dedi ismimin üzerine baskı yapa yapa, adeta Veymora’yı çıldırtmak istermiş gibi. “Ateşi anımsatan saçların, ilk gördüğüm günden beri gözlerimi alıyor.” Ve bu cümlenin ardından hiç ummadığım anda göz kırptı. Tıpkı benim ona öğrettiğim gibi.
Veymora öyle keskin bir nefes verdi ve öyle keskin bir şekilde hızlı adımlarla yanımdan ayrıldı ki, Veyn’in bu yaptığı onu çıldırtmaya yetmişti. Ben ise boğazımda kocaman bir yumruyla Veyn’e bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım.
*
Saat kaçtı, bilmiyordum. Thalron’un tam olarak neresinde olduğumuzu da. Ama ilk kez, bu toprakların ruhunu bu kadar çıplak ve net hissediyordum.
Herkesi ama herkesi arena benzeri devasa bir alanda toplamışlardı. İnsanlar sınıflarına göre ayrılmıştı ve bu ayrım, yalnızca oturdukları yerlerle değil, üzerlerine çöken görünmez ağırlıkla da belliydi. Köksüzler arenanın en arka tarafındaydı; basamaklarca yukarıdaydık, sanki her bir basamak bizi biraz daha değersiz kılıyordu. Hemen önümüzde Tüccarlar oturuyordu; ne aşağıdaydılar ne de yukarıda, tam ortada, arada kalmış bir yerde. Onların önünde, en ön sıralarda Asiller vardı. Ve tam karşımızda yalnızca onlara ayrılmış bölümde Din İnsanları oturuyordu.
Herkes buradaydı.
Veymor dışında herkes.
Onun ve aile yakınlarının yeri, arenanın tam karşısında, merkezin kalbinde konumlanmıştı. Çevresi muhafızlarla sarılıydı; öyle bir korunuyordu ki, ona yaklaşmak imkânsız değil, hayal bile edilemezdi.
Arenanın bir tarafı siyah bayraklarla, diğer tarafı kırmızı bayraklarla süslenmişti. Fakat Veymor’un oturduğu yerin hemen arkasında, ilk kez Thalron’un bayrağını gördüm.
Siyah bir zemin üzerinde ürpertici bir karga vardı. Karga, bir kutup ayısının dişinin üzerine konmuştu. Dişin arasından kan damlıyordu; kırmızı ve siyah renk, gözleri bastıracak kadar yoğundu. O bayrak… bir simge değil, bir tehdit gibiydi ve öylesine korkutucu görünüyordu ki bir anlık neyden korktuğumu bile bilemedim.
Sanki ben değil, geçmişim o bayraktan korkuyordu.
Arenanın tepesi açıktı. Köşelerde yanan büyük meşaleler dışında ortalığı aydınlatan hiçbir şey yoktu. Hava keskin ve acımasızdı; üzerimdeki kalın giysilere rağmen soğuğun kemiklerime işlediğini hissediyordum. Havada ateşin kokusu vardı ve tuhaf bir şekilde, korkunun.
Korkunun kokusu olur muydu? Ben hissediyordum. Ve bu korku, başkasına değil, bana aitti.
Thalron’a ilk adım attığımda bile bu kadar korkmamıştım. Şimdi ise kalbim, göğsümün içinde sıkışacak kadar ağırlaşıyordu. Yanımda oturanlar fısıltıyla Veyn’i konuşuyordu. Seslerini bana duyurmamaya özen gösteriyorlardı; çünkü herkes, onun orada olmasının sebebinin ben olduğumu biliyordu. Yine de kimseyle göz göze gelecek ya da bir kavgaya tutuşacak hâlim yoktu.
Korven ve Tanya da cezalandırılanların arasındaydı. Tanya kendini savunmayı bilirdi ama diğerleri kadar güçlü olmadığından emindim. Bulunduğum yerden fırlayıp arenanın ortasına koşsam, bunun asla kabul edilmeyeceğini biliyordum. Yine de yerimde duramıyordum. Dizlerimin titremesini durduramıyordum.
Çünkü burası yalnızca bir arena değildi.
Burası kader çizgisi gibiydi.
“Bunun nasıl bir ceza olduğunu biliyor musun, Köksüz?” diye sordu yanımdaki orta yaşlardaki adam. Senelerini burada geçirmişçesine gözlerindeki his uzaklaşmıştı ve belki de bana hissiz bakıyordu, bilmiyordum.
“Hayır,” dedim net bir şekilde boş arenaya bakarak.
“Bütün cezalandırılanlar aynı anda ortaya çıkarılır,” dedi çenesiyle arenayı göstererek. “Ve herkesin eline kancalı hançer verilir.” Hızlı bir şekilde ona dönüp baktım. “Öldürmek yasaktır ama acı vermek Yüce Veymor’un hoşuna gider.” Yüzümü buruşturduğumda bunu gördü ama devam etti. “Hançeri düşürenin pes etme hakkı vardır ama eğer pes ederse iki saat buz çukurunda esir tutulur, eğer pes etmezse hançersiz şekilde devam eder, ta ki karşıdakinin hançerini alana kadar.” Adam şevkle gülümsedi. “Sona kalan üç kişi, üç sınıf temsili,” dedi nefesini verirken. “Buradan çıkarılır ve yaralı halde okyanusun kalbine götürülür. Orada ellerinden halatlarla bağlanır ve soğuk suya dayanıklılıkları ölçülür, hem yaralı hem de yorgun olan savaşçı…”
“Ölebilirler,” dedim solgun bir sesle. “Ve ölmek yasak deniliyor.”
Adam umursamaz bir şekilde omzunu indirip kaldırdı. “Evet, ölenler oluyor ama bunun adı kader, kendi vadeleri dolduğu için ölüyorlar.” İnanamıyormuş gibi ona baktığımda o heyecanla arenaya bakmaya devam ediyordu. “Yüce Veymor uzun zamandır bu cezalandırmayı yapmıyordu, kendi oğlunun sınırlarını yine zorluyor olmalı.”
“Yine derken?” diyerek atıldım ve vücudumu bile ona çevirdim.
Adam hevesle başını salladı. “Veyn, Thalron’un en güçlü savaşçısıdır çünkü çocukluğundan beri tek öğrendiği dövüşmektir.” Ardından hızlı bir şekilde düzeltti. “Tabii ki Yüce Veymor’dan sonra.” Sesindeki korkuyu hissetmiştim.
“Yüce Veymor’dan daha iyi bir dövüşçü olmadığını nereden biliyorsun?” diye sordum.
Adam bunu sesli dile getirdiğim için büyük bir dehşetle bana baktı ve eğildi. “Sakın bunu bir Asil’in ya da Din İnsanı’nın önünde dile getirme, yok edilirsin.” Kaşlarım çatıldı ve ona bakmaya devam ettim. Veymor da iyi bir dövüşçüydü, bunu anlamıştım ama Veyn’den neden daha üstte tutuyorlardı?
“İkisi hiç dövüştü mü?”
“Sadece bir kez,” dedi adam fısıldayarak. “Normalde Okyanusun Kalbinde kazanan Veymor’la dövüşür ve mutlak kazananı hep beraber kutlarız. Bundan seneler önce Veyn yine sona kaldı ve Veymor’la dövüştü.” Sessizlik oluştuğunda devam etmesini bekledim ama o susmaya devam etti.
“Ve?” dedim hırsla. “Devam etsene.”
Köksüz yutkundu ve etrafına baktı ardından yeniden bana doğru eğildi, fısıltısını artık kendisi bile zor duyuyordu. “Kazanan Veymor’du ama Thalron’da çok büyük bir dedikodu yayıldı, söylentilere göre Veyn, bilerek yenilmişti.” Dudaklarım aralandığında adam devam etti. “Bu yüzden herkes bugün bu kadar heyecanlı, eğer Veyn kazanırsa Veymor ile dövüşmek zorunda.”
Kısa bir sessizliğin ardından “Peki Veyn dövüşü kazanırsa?” diye sordum. “Veymor yok mu edilir?”
Köksüz gözlerini devirdi. “Veymor’u hiç kimse yok edemez fakat…” Derin bir nefes verdi, Köksüz’ün Thalron’a ait olduğu belliydi ama Veymor’dan daha çok Veyn’in tarafında gibiydi. “Öyle bir durumda artık Veyn’in, Veymor’un yerine geçmesi gerekir. Böyle bir kural yok ama Thalron’un yöneten kişi daima en güçlü kişi olmak zorundadır çünkü bizi koruyor.”
Bakışlarımı yeniden arenaya doğru çevirdiğimde kafam karmakarışık bir haldeydi. Her şeyi aynı anda düşünmeye çalışıyordum ama korku beni çepeçevre sarmıştı. Bakışlarım yeniden yanımdaki orta yaşlı adama doğru döndüğünde “Liora,” dedim kendimi tanıtarak. “Köksüz değil, benim adım Liora.”
Adam da bana baktı ve o an, ne kadar Thalron’a ait olsa da vicdani tarafının ölmediğini fark ettim. Dudakları aralandı, bir şeyler söyleyecek gibi oldu ve sonrasında sustuğunda adını yasak olduğu için söylemediğini düşündüm. Ama o, yine fısıldayarak “Adımı unuttum, Liora,” dedi kendini açıklayarak. “Sekiz senedir buradayım ve Thalron ruhuma öyle bir işledi ki ne geçmişimi hatırlıyorum, ne de adımı.”
Korku daha fazla büyüdü ve öfke. “Ne?” dedim öfkeyle. “Bu nasıl olabilir?”
“Sadece ben değil,” dedi. “Burada senelerini geçiren birçok insan adını hatırlamıyor, geçmişini bilmiyor, ne yaşadığından haberi yok.” Büyük bir nefes verdi ve iyimser bir şekilde başını salladı. “Burada insanları yemekle kandırıyorlar, Liora ama bilmen gerekir ki buradaki yemekler de güvenilir değil. Burada hiçbir şey güvenilir değil. Ve burada…” Arenayı işaret etti. “Hiç kimse güvenilir değil çünkü Thalron insanın ruhuna işliyor. Bir gün sen de bizim gibi olacaksın.”
“Asla,” dedim dişlerimi sıkarak gür bir sesle. Yanımızdaki birkaç kişi dönüp bize baktı ama aldırış etmedim. “Asla!”
Köksüz adam bir cevap vermedi ve cevap vermesine de gerek kalmadı çünkü Veymor’un ailesi için ayrılan yere Din İnsanları ve Asiller gelmeye başladı. Herkes bir anda büyük bir saygıyla ayağa kalktığında arenanın içini ürpertici bir sessizlik kapladı.
Şarkı: Wild Forest, Dmytro Somov
Daha önce masada gördüğüm herkes yavaş yavaş oturacakları koltuklara doğru ilerlerken ilk önce Asilleri gördüm; belki Veyn’in kuzenleriydi, belki de aralarında amcası bile vardı bilmiyordum ama Nord’u gördüğümde yüzünde yine o sersem gülümsemesiyle etrafı izliyordu.
Hemen ardından Din İnsanları içeri girmeye başladığında bakışlarım tek bir kişide sabitlendi: Maris.
Altın sarısı saçları, pardösüsünün başlığının altından iki yana dalga dalga dökülüyordu. Keskin gözleri bulunduğu alanı dikkatle tarıyor, sanki her şeyi ve herkesi önceden tartıyordu. Koltuğuna öylesine zarif bir hareketle oturdu ki, o an benimle arasındaki farkı büyük bir netlikle hissettim.
Onun yanında zarif değildim. Ben bir savaşçıydım; onu korumakla yükümlüymüş gibi hissediyordum. Bu his mantıklı değildi ama gerçekti.
Maris’in ardından aile üyeleri de yerlerine geçtiğinde, Veymor’un onlar için ayırdığı konumun yalnızca bir ayrıcalık değil, Thalron için ne kadar kıymetli olduklarının sessiz bir ilanı olduğunu anladım.
“Güzeller güzeli Maris,” dedi yanımdaki Köksüz adam fısıltıyla. “Veyn ne kadar şanslı.” Maris, oturduğu yerde başlığını yavaşça geriye itti. Ardından ellerini birleştirip çenesini hafifçe havaya kaldırdı. Bakışlarım çevreme kaydığında neredeyse herkesin ona baktığını fark ettim. Hemen yanında Veymora oturuyordu ama onu görmek bile istemiyordum; varlığı içimi kirletiyordu.
Birkaç dakika sonra Völva davullarının sesi duyulmaya başladı. Önce yavaş, neredeyse nabız gibi… İnsanlar dikleştiğinde gelen kişinin kim olduğunu anlamıştım.
Beş muhafız arenanın girişinde durdu ve başlarını öne eğdi. Ardından Veymor göründüğünde davullar sertleşti; ritim ağırlaştı. Aynı anda, tek bir ağızdan bağırdılar: “Vael Veymor! Veymor Vael!”
Veymor yaşasın. Yaşa Veymor.
İçeri girdiğinde Din İnsanları da ayağa kalktı. Sanki kargalar bile sesini kesmişti. Veymor ağır adımlarla yürürken kalabalık o sözleri haykırmaya devam etti. Kulaklarımı kapatıp bağırmak istedim avazım çıktığı kadar. Ama bunu yapamayacağımı biliyordum. Sadece Veyn’in hizmetkârı olduğum için bu, ona yazılacak bir ceza olurdu. Üstelik Veymor beni görürdü.
Koltuğuna yaklaşırken başlığını geriye itti. Beyaza çalan altın rengi saçları ortaya çıktı. Heybetliydi, bir hükümdar gibi. Ama beni asıl rahatsız eden, yüzünün derinlerinde saklanan o duygulardı. Ona baktığım her an gözlerimi kaçırmak istiyordum; sanki bakmak bile bir suçtu.
Oturmadan önce kalabalığın üzerinden bakışlarını gezdirdi. Ardından elindeki kanca biçimli hançeri havaya kaldırdı. İnsanlar aynı anda bağırmaya başladığında Veymor gülümsedi ve hançeri sert bir hareketle arenanın ortasına fırlattı. Hançer toprağa saplandığında alkışlar koptu; kahkahalar yükseldi.
Bu ceza, açıkça bir avlanmaydı. İlkel, acımasız ve utanmazdı. İnsanların bundan keyif alması midemi bulandırdı. Thalron, insanların duygularını törpülemek yerine onları bambaşka, karanlık bir noktaya sürüklemişti. Sanki zamanın çok gerisine düşmüşlerdi.
Veymor yerine oturduğunda muhafızlarına döndü ve kısa bir baş hareketi yaptı. Muhafızlar, altın işlemeli ağır demir kapıya yöneldi. Veymor eliyle oturmamızı işaret ettiğinde istemeyerek de olsa yerlerimize çöktük. Emirlere itaat ediyorduk ve bu, öfkemi daha da büyütüyordu.
İki muhafız kapıyı iki yandan sürükleyerek açtığında ilk olarak Köksüzleri gördüm. Ama bu kez üzerlerindeki kıyafetler farklıydı. Kadınlara siyah pantolon ve ağır, kolsuz siyah giysiler giydirilmişti. Erkeklerin ise yalnızca pantolonları vardı; üstleri çıplaktı.
O an anladım. Bunu, hissedebilecekleri her acıyı eksiksiz hissetsinler diye yapmışlardı.
Ve ceza… henüz başlamamıştı.
Burada bile insanlar ilk önce sınıflarına göre çıkardılar. Köksüzlerin hemen ardından Otso Evi’nde eğlenen Tüccarların bazılarının çıktığını gördüm, onlar da aynı kıyafetleydiler, tek fark açık kırmızı giyinmiş olmalarıydı. Tanya ve Korven’i gördüğümde bir anlık ayağa kalktım ve “Hayır,” diye fısıldadım. Tanya’nın bakışları korku doluydu ve çevredeki kalabalığa kaçamak bakışlar atıyordu, Korven ise dövüşmeyi sevdiğinden ötürü oldukça kendinden emindi hatta elinde tuttuğu hançeri öyle sıkı kavramıştı ki, o hançeri düşürebilmesi imkansız gibi gelmişti.
Hemen ardından Asiller çıkarılmaya başlandığında onların sayısı diğerlerine göre daha azdı. Tam üç Asil erkek, siyah kıyafetlerle çıkarıldı. Buradan bakıldığında toplam yirmi bir kişi var gibi görünüyordu, çoğu kaçmıştı ve kalan Asillerden bazıları arenaya katılmamıştı. Ayrıcalık mı vardı? Kaşlarım çatıldı.
Kapının eşiğinde son bir gölge belirdiğinde, gelenin kim olduğunu hepimiz biliyorduk. Daha yüzü görünmeden kalabalıktan alkışlar ve ıslıklar yükselmeye başladı. Gölge ağır ağır ilerledi ve kapının eşiğinde Veyn göründüğü anda bazıları ayağa fırladı, bazılarıysa hiç çekinmeden haykırdı: “Yüce Veyn!”
O an bakışlarımı doğrudan Veymor’a çevirdim. Rahatsız olup olmadığını anlamaya çalıştım. Yüzünde belirgin bir ifade yoktu; sakindi, neredeyse taş gibiydi. Ama tam o anda anladım: Thalron kendi içinde ikiye bölünmüştü. Kimileri hâlâ Veymor’un düzenine boyun eğiyordu, kimileri ise Veyn’i istiyor, onu yüce görüyordu.
Veyn ağır adımlarla içeri girdiğinde, üzerinde yalnızca siyah bir pantolon olduğunu fark ettim. Üstü çıplaktı. Bu görüntü nefesimi kesti ama beni asıl sarsan başka bir şeydi. Gövdesi yara izleriyle doluydu; sayılmayacak kadar çoktu. Hançer izleri, yanıklar… Ve tam sol göğsünde, kalbinin üzerinde kırmızı bir dövme vardı. Ne olduğunu seçemiyordum ama uzaktan bakıldığında kan izi gibi duracak kadar belirgindi.
Oradaki herkesten daha heybetliydi. Kaslıydı; sanki hayatını yalnızca savaşa ve dövüşmeye adamış bir asker gibi. Çıplak ayakları kum zemine sertçe basıyor, belinden düşecekmiş gibi duran pantolonuna kumlar yapışıyordu. Yüzü ifadesizdi ama keskin, elinde tuttuğu hançerden bile daha keskindi. İnsanların adını haykırdığını duymuyor gibiydi; ya da duyup umursamıyordu.
Gözleri ilk olarak Köksüzlerin bulunduğu tarafa kaydı. Bakışları kısıldı. Ardından arenanın ortasında bulunan herkes aynı anda Veymor’a döndü; ellerini önlerinde birleştirdiler. Korven ve Tanya da bu harekete katıldı.
Bunu yapmayan tek kişi Veyn’di. Herkes öne eğilip Veymor’u selamlarken, Veyn yalnızca çenesini indirip kaldırdı. Ne bir eğilme vardı ne de itaat. Sadece varlığıyla meydan okuyan, sessiz bir kabul. Bu sanki bir ceza alanı değildi, bu iki gücün göz göze geldiği yerdi.
Sırtını döndüğü için görebiliyordum, aynı izler arkasında da vardı. Kendimi tutamayıp yanımdaki Köksüz adama “Thalron’da hiç savaş çıktı mı?” diye sordum. “Veyn’in neden bu kadar izleri var?”
Gözlerini arenadan ayırmadan “Hayır,” dedi. “Ama bir savaşın geleceğini daima biliriz, ona göre çalışırız. Veyn’in izlerinin neden olduğunu da sadece o bilebilir.”
Bakışlarım yeniden bayrağa kaydığında, içimde tuhaf bir berraklık belirdi. Bu topraklarda bir gün savaş çıkarsa, savunmak için ufacık bir hamle bile yapmayacağımı fark ettim. Yok etmek mi istiyorlardı? Onlara yolu gösterebilirdim. Hatta hiç tereddüt etmezdim.
Veymor parmağını kaldırıp muhafızlardan birini çağırdı. Adam kulağına eğildi; Veymor alçak sesle bir şeyler söyledi. Muhafız itaatle başını salladı ve arenanın ortasına çıktığında sesi tüm alanı doldurdu: “Yüce Veymor’un emridir! Sadece kendi sınıfınızdan olanlarla karşı karşıya gelecek ve onu yıldırmaya çalışacaksınız!”
Yüzüm istemsizce buruştu. Burada bile, cezanın kalbinde bile, sınıflara ayrılıyor olmamız, Thalron’a duyduğum nefreti daha da büyüttü. Veymor, bakışlarını dikkatle Veyn’in yüzünde gezdirirken sanki çenesini kaldırma sırası onda değilmiş gibi davranıyordu. Dudaklarının kenarındaki tebessüm rahatsız ediciydi; bilerek uzatılmış, bilerek sergilenen bir keyif.
İlk anda ne olduğunu anlayamadım. Ama gözlerim Veyn’in sırtına kaydığı anda, zihnimdeki bütün çarklar aynı anda yerine oturdu.
Veyn renk körüydü. Ve sınıflar renklerle belirlenmişti. Kime saldıracağını, kime karşı duracağını ayırt edemezdi. Tanımadığı sürece bilemezdi. Ve emindim, hepsini tanımıyordu çünkü yeni gelenler de vardı.
“Hayır,” diye fısıldadım. Sesim bana bile yabancı geldi. Elim boğazıma gitti; nefesim sıkıştı. Ayağa kalkıp diğer tarafa doğru hamle yaptım ama yanımdaki Köksüz adam bileğimden yakaladı.Parmakları sertti. Ve ben, ilk kez gerçekten çaresizdim. “Gidemezsin, seni yakalarlarsa çok kötü olur.”
Bileğimi sert bir hareketle ondan kurtardım.“Bırak,” diye hırladım; sesim bana bile yabancıydı.
Kimseyi umursamadan Köksüzlerin arasına karışıp arenanın merdiven basamaklarını inmeye başladım. Her adımda sanki zamana meydan okuyordum ama Veymor’un başlangıç için muhafıza işaret verdiğini de görebiliyordum. Artık basamakları ikişer ikişer iniyordum; saklanmayı bırakmıştım. Başlığım geriye düşmüştü. İnsanlar bana bakıyordu ama umurumda değildi. Her şey benim yüzümden oluyordu ve bunu durdurmak zorundaydım.
Arenanın girişine yaklaştığımda adımlarımı hızlandırdım. İçeridekiler yani suçlular dağınık bir şekilde yerlerini almıştı. Bekliyorlardı.
Tam üç saniye.
Völva davulları da üç kez vurduğunda arena bir anda hareketlendi.
Kapının eşiğine ulaştığımda, “Veyn!” diye haykırıp kendimi alana atacağım sırada biri kolumdan sertçe kavradı. Bir el ağzımı kapattı; beni geriye doğru sürükledi. Ne olduğunu anlamaya çalışırken kapının hemen yanına itildim; kalabalıktan gizlenmiştik.
El ağzımdan çekildiğinde ve önümde duran kişiye baktığımda Liten’i gördüm.
Gözlerim kocaman açıldı. Yüzünde çelik muhafız maskesi yoktu. Üzerindeki kıyafetler de çelik değildi. Artık bir muhafız gibi görünmüyordu. Demek ki Veyn’in yüzüğü alındığında onun muhafızlığı da sona ermişti.
“Yasak,” dedi Liten, dişlerinin arasından. “Yok edilirsin. Girişin yasak.”
“Liten,” dedim nefesimi vererek. Ardından alana baktım. “Liten, bak…” Gözlerimi kapattım, nefes nefeseydim. “Bütün bunlar benim yüzümden oluyor. Önüne geçmem gerek.” Yüzü bomboştu. Canını yakabilecekmişim gibi kollarını kavradım, onu sarsmak istedim ama tüyü bile kıpırdamadı. “Anlamıyorsun,” dedim dişlerimi sıkarak. “Veyn bugün tamamen kaybedebilir.”
“Yüce Veyn çok iyi bir dövüşçüdür.”
“Hayır,” dedim. Nasıl anlatacağımı bilmiyordum, belki de anlatmamam gerektiğini çözemiyordum şu an, bilemiyorum. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Elimi kalbimin üzerine koydum. Bir güç bekledim. Bir el. Bir işaret. Birinin beni durdurmasını ya da aklımı çalıştırmasını.
Ve sonra sanki biri zihnimdeki her şeyi yerli yerine oturttu. Bakışlarım Liten’e döndü. “Veyn için her şeyi yapar mısın?” diye sordum.
“Her şeyi,” dedi hiç tereddüt etmeden.
“O halde benimle gel.” Kolundan tuttum. Bu kez direnmedi; benimle yürüdü. Arenanın köşesinde, benim görünmediğim ama Liten’in herkes tarafından net şekilde görülebileceği bir noktada durduk. Veymor ve ailesi buradan bizi göremiyordu ama geri kalan herkes Liten’i rahatlıkla seçebilirdi.
“Bak,” dedim onun arkasına saklanarak. “Ben sana emir verdiğimde Veyn’e ‘Yüce Veyn’ diye sesleneceksin. Tek yapacağın bu.”
“Ben,” dedi Liten kararlı bir sesle, “Yüce Veyn dışında kimseden emir almam.”
O anda gözlerim yeniden arenaya kaydı. Veyn çevresini dikkatle süzüyordu. Gelen tehlikeleri sezebiliyordu ama hamle yapamıyordu; çünkü kime yapacağını bilmiyordu. Tanya ve Korven, kendi Tüccarlarıyla sanki ölümcül bir dansın içindeydi—ikisi de şimdilik ayakta kalıyordu.
Kalabalıktan bazıları Veyn’i yuhalıyordu. Tepkisiz ve pasif duruşu korku sanılıyordu. Asiller kendi aralarında dövüşüyordu ve şu ana kadar kimse Veyn’e yaklaşamamıştı.
Ta ki… Veyn, bir anlık hırsla, arkası dönük bir Tüccar’a doğru yürümeye başlayana kadar.
“Liten,” dedim titreyen bir korkuyla. “Bu emri Veyn için veriyorum. Bana inan.” Liten’in bakışları Veyn’e kilitlenmişti; beni duymuyor gibiydi. Veyn, Tüccar’a yaklaşmaya devam ediyordu. Tam o sırada, arkasından bir Asil’in de sessizce ona yaklaştığını gördüm. İnsanlar ne olduğunu anlayamıyordu, bundan emindim. Liten de anlayamıyordu.
“Eğer…” dedim, sesim istemsizce yükseldi. “Eğer bunu yapmazsan Veyn’i yok edecekler.” O an Veyn, elindeki hançeri kaldırdı. Sırtı dönük Tüccar’a indirmek üzereydi. “Şimdi,” dedim dişlerimi sıkarak. “Lütfen, Liten. Şimdi!”
Şarkı: In Veins, A Tergo Lupi
Liten önce anlamsızca Veyn’e baktı. Sonra bakışları, onun arkasından yaklaşan Tüccar’dan Asil’e kaydı. Ne olduğunu tam olarak kavrayamıyordu ama bir şeylerin yanlış gittiğini o da sezmişti. Ve sonra hiç beklemediğim bir anda “Yüce Veyn!” diye haykırdı.
Sesi arenayı yardı. Ellerini alkışladı; sert, gür, dikkat dağıtan bir sesle. Veyn irkildi. Dikkati bir anda dağıldı ve başını Liten’in olduğu tarafa çevirdi. Tam o anda, Liten’in arkasından başımı uzattım. Ne diyeceğimi bilemediğim için en net bildiğim ikimizin ortak dilini kullandım. Göz kırptım.
Veyn her şeyi o anda anladı.
Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Kaldırdığı hançeri indirdi ve tam arkasına döndü. Yaklaşan Asil’i gördüğü an, her şey aynı anda oldu: Asil’in hançeri havaya kalktı, Veyn başını eğdi ve kendi hançeriyle Asil’in karnını bir çizgi gibi yardı.
Gür bir çığlık arenayı doldurdu.
Bazı insanlar ayağa fırladı ve alkışlamaya başladılar.
Karnı derin bir şekilde yarılan Asil yere düşmedi. Aksine, dişlerini sıkarak bir kez daha Veyn’e atıldı. Veyn, onu beklemedi. Bir adım yana kaydı, omzunun üzerinden sıyrıldı ve aynı hareketin devamında Asil’in arkasına geçti. Hançeri bu kez sırtında gezdirdi, derin, kontrolü elden bırakmayan bir çizikle. Asil sendeledi. Tam o anda başka bir Asil arkadan hamle yaptı. Hançer, Veyn’in sağ omzunu baştan aşağı yardı.
Dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu.
İki Asil şimdi aynı anda Veyn’in karşısındaydı. Veyn geri çekildi. Birkaç adım. Sonra durdu. Ellerini yavaşça havaya kaldırdı, ikisine birden baktı. Sanki dövüş değil, onları inceliyordu.
Asillerden biri bir şeyler söyledi. Kalabalığın uğultusunda kelimeleri seçemedim ama sesindeki ton açıktı: üstünlük, tehdit, kibir. Veyn’in çenesi kasıldı.
Gülümsedi. “İkiniz de,” dedi sakin bir sesle fakat onu duyabiliyordum, sanki herkes onu duysun istiyordu. “Yanlış yerdesiniz.”
Asiller birbirlerine baktı ve aynı anda saldırdı. Biri önden, biri arkadan.
Veyn artık saldırmıyor sadece savunuyordu. Geri geri ilerliyor, onları geniş arenanın çevresinde dolaştırıyordu. Yan yana dövüşen onlarca insanın arasında, bu üçlü öyle belirgindi ki sanki arena yalnızca onlara aitti.
Asillerden biri Veyn’le neredeyse aynı boydaydı; saçları kömür karasıydı. Diğeri koyu sarı saçlıydı. Yaşları yakındı ama kömür saçlı olan, Veyn’e saf bir nefretle bakıyordu.
Veyn sırtını arenanın taş duvarına verdiğinde ter içindeydi. Göğsü meşalelerin ışığında parlıyordu. Kömür saçlı Asil bir şey söyledi ve öne atıldı. Veyn, kolunun altından kayıp yana geçti. Ama bu kez kaçamadı. Diğer Asil sert bir hamleyle hançeri Veyn’in eline vurdu. Metalin sesi yankılandı ve maalesef Veyn’in hançeri yere düştü.
Veyn artık silahsız kalmıştı.
Liten’le göz göze geldik. İkimiz de biliyorduk. Ya silahsız devam edecekti ya da pes edip buz çukuruna gönderilecekti ama Veyn pes eden biri değildi, bunu fark etmiştim.
Yüzünde bir gülümseme belirdi. Ve o an ilk kez gözüme fazlasıyla çekici göründü.
Ürpertici. Korkunç. Ama güzel.
Thalron gibi.
Veyn, Thalron’a benziyordu.
Kömür saçlı Asil, yerdeki hançeri tekmeleyerek uzağa savurdu. Bilerek. Ulaşamasın diye.
Veyn ellerini kaldırdı. Korunma pozisyonu aldı. “Ah,” dedi hafifçe. “Şimdi eğlenceli oldu.”
İki Asil birlikte saldırdı. Veyn, çevik adımlarla kaçtı. Sağ. Sol. Geri. Gülümsemesi büyüyordu. O an anladım. Bu bir hayatta kalma çabası değildi. Bu gösteriydi.
İstese hançeri düşürmezdi. İstese silahlıyken de ikisini alt edebilirdi.
Ama Veyn, seyircinin gözünde büyümek istiyordu.
Kömür saçlı Asil bir kez daha öne atıldığında Veyn aniden çöktü, denge kaybı gibi göründü. Kalabalık nefesini tuttu ama sonra Veyn, Asil’in dizine öyle sert bir tekme attı ki adam acıyla yere kapaklandı. Hançeri elinden kaydı.
Ben Veyn’in hançere atılmasını bekledim.
Ama o almadı. Sırıttı, ayağını kaldırdı ve hançeri tekmeleyerek daha da uzağa savurdu.
Dudaklarını okudum, tek bir cümle söyledi. “Benim için dövüş,” dedi, “silahsız olmaktır. Benimle silahsız dövüşün.”
Diğer Asil elindeki hançerle istemsizce geri çekildiğinde, Veyn’in ne yaptığını nihayet anlamıştı. Seyirciler çığlık atıyor, arena basamaklarından Veyn’in adı yankılanıyordu. O an Veymor’un yüzünü görebilmek için her şeyi verirdim ama bulunduğum yerden asla görünmüyordu.
Veyn, kömür saçlı adam ayağa kalktığında ona doğru elini kaldırdı ve adeta bir hayvanı çağırıyor gibi gel işareti yaptı gülümsemesi ise bir an bile yüzünden silinmedi. Kömür saçlı adam öfkeyle üzerine atıldığında Veyn yine kurtuldu. Bir adım yana, bir adım geriye, Ardından aniden Veyn arkasına geçti ve kolunu boynuna doladı. Kilidi sıktı ama öldürücü değildi—bilinçliydi. “Yavaş,” dedi gür bir sesle kulağına. “Henüz bitmedi.”
Tam o anda diğer Asil saldırdı. Hançerini Veyn’e doğru savurduğu anda Veyn, kömür saçlı adamı sert bir hareketle önüne çekti, darbe yön değiştirdi. Hançer, kömür saçlı adamın yüzünü yardı.
Acı dolu haykırış gökyüzünü ikiye böldü. Arena uğuldadı.
Ve ben gülümsediğimi fark ettim.
Veyn adamı yere itti. Üzerine yürümek üzereydi ki kömür saçlı Asil panikle elini kaldırdı. Pes ediyordu. Herkese göstererek. Seyirci koltuklarından yuhalamalar yükseldi. İki muhafız koşarak geldi, adamı zorlukla kaldırıp alandan sürüklediler.
Bakışlarım Tanya ve Korven’e kaydı. Tanya, kendisiyle aynı boylarda bir Tüccar kadınla dövüşüyordu. Korven ise yaşıtı bir Tüccarla. İkisi de hâlâ güçlüydü. Henüz düşmüyorlardı.
Sonra arenanın başka bir yerinden bir hareketlenme oldu. Bir muhafız öne çıktı ve gür sesiyle haykırdı: “Sınıflar artık birbiriyle savaşabilir!”
Bakışlarım sertçe Liten’e döndü. O an anladım. Veymor, Liten’i fark etmişti. Neden? Kendi oğlunu bile ateşe atmaktan çekinmeyecek kadar mı ileri gidiyordu?
Alandaki suçlular kısa bir an birbirlerine baktı. Ardından Korven ve Tanya da dâhil herkesin bakışları Veyn’e döndü.Çünkü en korkulan oydu. Ve aynı zamanda ilk avlanmak istenen. Seyircilerden yeniden Veyn’in adı yükselmeye başladı. İnsanlar onun sınırlarını görmek istiyor, Veyn’i bir insan gibi değil, test edilmesi gereken bir şey gibi izliyorlardı. Belki de bir hayvan gibi bilmiyordum.
Veyn bunu fark etti ve başını hafifçe yana eğip gülümsedi. “Güzel,” dedi kendi kendine, sesi arenaya yayıldı. “Şimdi gerçekten başlıyor.”
Bu artık bir ceza değildi.
Bu, Veyn’in sahnesiydi.
Veymor da bunu izliyordu.
Bir Tüccar Veyn’e doğru ilerlerken diğer Asil keyifli bir gülümsemeyle onu izliyordu, hemen ardından bir Köksüz de Veyn’in olduğu yöne kaydı. Tanya bir an duraksadı, başını çevirip başka tarafa yöneldiğinde derin bir nefes aldım ama Korven önündeki adamla dövüşürken bile gözlerini Veyn’den ayırmıyordu.
Alanda sekiz kişi kalmıştı, iki Asil, üç Tüccar, üç Köksüz, ardından Korven bir Köksüz’ü pes ettirdi ve sayı yediye düştü.
Veyn’in elinde hançer yoktu, iri yarı bir Tüccar’la savaşıyordu, adam ondan uzundu, ağırdı, kütlesiyle bile ezici görünüyordu. Tüccar hançeri defalarca savururken Veyn her seferinde sıyrılıyor, dar alanlarda yön değiştiriyor, adamı devirmeye çalışıyordu ama arkadan yaklaşan bir Köksüz yüzünden iki kişiye karşı silahsız kalıyordu.
Bir hamle yapmaya karar verdi, hedef Köksüz’dü ama tam o anda Tüccar hançeri savurdu, çelik Veyn’in sağ yanağını boydan boya yardı, kan bir anda yüzünden aşağı aktı.
Veyn dişlerinin arasından acı ve öfke dolu bir nefes verdi, sonra birden koştu, mesafeyi kapattı, Tüccar ne olduğunu anlayamadan dengesini kaybetti ve sırtüstü yere düştü, Veyn aynı anda adamın üzerine çöküp yumruklarını art arda indirmeye başladı. Öyle sert vuruyordu ki etrafında kim var kim yok görmüyor gibiydi, şu an hiçbir şey umurunda değildi. Gerçekten artık seyircilerin arzuladığı gibi yırtıcı bir hayvana benziyordu, gözü dönmüştü ve öylesine barbardı ki bir insanın nefesini kesmesi bir saniyesini bile almazdı.
Thalron, ona bu şekilde hükmediyordu; onu güçlü olmak zorunda bırakıyordu ve Veyn, en acı şekilde gücünü gösteriyordu.
Adamın başını şakaklarından kavrayıp yere sertçe vurdu, ardından başparmaklarını adamın gözlerine bastırdı, Tüccar çığlık atmaya başladığında Veyn durmadı, dişlerinden hayvansı sesler çıkararak baskıyı artırdı, kan gözlerinden akarken adam titreyerek pes ettiğini gösterdi ama Veyn hâlâ durmuyordu, onu kör edip gözlerini çıkarana kadar da durmayacak gibiydi.
Bunu izleyen herkes, onun fazlasıyla acımasız bir adam olduğunu düşünebilirdi ama benim için, dönüştürdükleri adam kalbimin acımasına neden olmuştu. Veymor, oğlunu kendi elleriyle bir canavara dönüştürüyordu.
Muhafızlar onu zorla üzerinden çektiğinde bu kez yerdeki hançeri kaptı, ilkel bir refleksle hançeri muhafızlara savurmaya başladı, öylesine çıldırmış görünüyordu ki alandaki herkes ondan uzaklaşıyor, seyirciler bile sessizliğe gömülüyordu, kalbim göğsümde duracak gibiydi.
Veyn bir kez daha haykırdı, kanlar içindeki yüzüyle alandaki herkesin gözlerinin içine baktı, tam o anda bir Köksüz’ün ve bir Tüccar’ın pes ettiğini gördüm, pes eden Tüccar Tanya’ydı.
Geriye bir Köksüz, Korven, bir Asil ve Veyn kalmıştı. Korven önündeki Asil’le sanki zaman kazanmaya çalışır gibi dövüşüyordu ama Veyn’in yırtıcı bakışlarının artık nerede olduğunu biliyordum, Korven’in üzerindeydi.
Korven Asil’i pes ettirdiğinde artık bir Tüccar, bir Köksüz ve Veyn kalmıştı.
Veyn elinin tersiyle gözlerini sildi, yüzü daha da kana bulandı, göğüs kafesi sertçe inip kalkarken Korven’e doğru yürüdü, öyle ki diğer Köksüz’ü tamamen görmezden geliyordu.
Korven’in tam karşısında durdu, dudaklarını okuyabildim, tek bir cümle söyledi: “Bana nasıl bir savaşçı olduğunu göster, alt köken.”
Korven yutkundu, hançerini kaldırdı, savaş pozisyonu aldı. “Hayır,” diye fısıldadım, Liten’in arkasından biraz öne çıktım. Korven iyi bir dövüşçüydü ama az önce görmüştüm, Veyn artık bir insan gibi dövüşmüyordu, birini nefessiz bırakırken bunun farkına bile varmayacak kadar kopmuştu.
Tam o anda bir muhafız öne çıktı ve haykırdı: “Yüce Veymor’un emridir, dövüş bitmiştir, geriye kalanlar Okyanus’un Kalbi’ne gidecektir!”
Veyn söylenenleri duymuyormuş gibi Korven’e bakmaya devam etti, gözlerinde hâlâ o karanlık vardı ama Korven hançerini çoktan indirmiş, geri adım atmıştı.
Muhafızın sözlerinden sonra seyirciler aynı anda ayağa kalktı ve tek bir ağızdan bağırdı:
“Vael Veyn! Veyn Vael!”
Veyn ise bakışlarını Korven’den hâlâ ayırmıyordu. Nefes nefese “Henüz değil,” dedi Korven’e. “Ama bir gün, benim karşıma çıkacaksın. Üstelik bu kez korkak olmanı istemiyorum.”
*
Şarkı: Runar, Danheim
Okyanusun Kalbi’ne vardığımızda, ilk hissettiğim şey korku olmadı.
Ağırlıktı.
Burası bir yer gibi durmuyordu; daha çok bastıkça içe çöken bir boşluk gibiydi. Kayalıklar yukarı doğru kapanıyor, gökyüzünü daraltıyordu. Işık buraya gelmekte zorlanıyordu; geldiğinde de tutunamayıp suyun üstünde kırılıyordu. Her şey griyle yeşil arasında sıkışmıştı. Ne canlıydı ne ölü.
Deniz burada farklıydı.
Dalgasızdı ama durgun da değildi. Sanki su yüzeyde değil, derinlerde hareket ediyordu. Bakınca dibi aranmıyordu; insan farkında olmadan kendi içini arıyordu. Okyanusun Kalbi denen şey, aşağı doğru açılan bir çukur değil, insanı içine çeken bir bakış gibiydi.
Ortada, yukarıdan sarkan kalın halatlar vardı. Taşa bağlanmış gibi durmuyorlardı; sanki bu boşluğun kendisine asılmışlardı. Tuzdan sertleşmişlerdi, dokundukları yeri yakan cinsten. Oraya asılan biri, yukarıyla olan bağını kaybeder, aşağıyla baş başa kalırdı. Ne tamamen suya ait olurdu ne de karaya.
İnsanlar her yerdeydi.
Kayaların üstünde, oyukların kenarında, dar çıkıntılarda… Kimse birbirine sokulmamıştı. Aralarında mesafe vardı. Bu, kalabalığın bilerek bıraktığı bir boşluktu. Herkes görmek istiyordu ama yaklaşmak istemiyordu.
Bakışlar sabitti.
Meraklı değildi.
Öfkeli hiç değildi. En kötüsü de buydu. İzliyorlardı çünkü burası izlenen bir yerdi. Çünkü burada bakmak, bir görev gibiydi. Bazıları başını hafif eğmişti, bazıları kollarını göğsünde birleştirmişti, kimse yüzünü çevirmiyordu. Burada bakmamak, sanki düzeni bozmak demekti.
Deniz yükselmeye başladığında kalabalık hareketlendi. Küçük bir dalgalanma oldu. Nefesler tutuldu ama ses çıkmadı. Sanki herkes aynı anda, aynı şeyin olmasını bekliyordu.
Su yavaş yavaş yukarı çıktıkça, kalabalık da içten içe yükseliyordu.
Ben orada dururken, boğazımda bir düğüm hissettim.
İzleyenlerden biri olmama rağmen, orada asılı olanlardan daha güvende hissetmedim. Çünkü Okyanusun Kalbi, sadece aşağıdakileri cezalandırmıyordu. Yukarıdakilere de bir şey öğretiyordu. İnsanlara, bir başkasının çaresizliğini izleyebilme alışkanlığı kazandırıyordu.
İçimde bir yerde, bu anı unutmayacağımı biliyordum.
Buranın şeklini değil belki. Ama hissini. Soğuk bir bekleyişi. Suyun gelmeden önceki sessizliğini. Ve insanların, deniz kadar sessizce bakabilmesini.
Veymor ve ailesi en tepede, hiçbirimizin ulaşamayacağı bir noktadan üç suçluyu izliyordu, bakışları soğuk, mesafeli ve dokunulmazdı. En soldaki halatta Korven asılıydı, sağdaki halatta adını bilmediğim bir Köksüz, en ortadaysa Veyn vardı. Üçü de başlarının üzerindeki halatlara kendi güçleriyle tutunuyor, ayakları boşlukta sallanıyordu.
Hepsinin üstü başı kan içindeydi ama en kötü görünen kişi tartışmasız Veyn’di. Yüzündeki hançer yarasının iz bırakacağını biliyordum, kan durmuştu ama sağ yanağında kuruyup koyulaşan iz, derinin altına işlemiş gibiydi. Sanki yalnızca etini değil, onu hâlâ insan yapan son şeyi de kesip geçmişti.
Veyn’in başı hafifçe öne eğikti, nefesi düzensizdi ama bakışlarında bir çöküş yoktu, aksine tuhaf bir canlılık vardı. Asılı duruyordu ama teslim olmuş gibi değil, sanki birazdan halatı koparıp aşağı atlayacakmış gibi. O an fark ettim, Veymor yukarıdan izliyordu ama Veyn aşağıdan hâlâ meydan okuyordu.
Kayalıkların altındaki su arada sırada dalgalanıyor, onların bacaklarına çarpıyordu. Sessizlik, büyük bir yemin gibiydi ve hiçbirinden ses çıkmıyordu. Nereye kadar dayanabilecekleri test ediliyordu ama hepsi öyle çok güçten düşmüştü ki, bir insanın buna dayanabilmesi imkansızdı. Üstleri çıplaktı, hava buz gibiydi ve altlarındaki okyanus suyunun yarısı buzluydu.
Veyn’in hemen çaprazında kalıyordum ve arenaya zıt bir şekilde şu an ona yakındım; o ise gözlerini kapatmış, çenesi havada, başı koluna yaslı bekliyordu. Göğüs kafesindeki yara izlerinin bazıları hâlâ kanamaya devam ediyordu.
Tanya ortalarda yoktu çünkü büyük ihtimal onu buz çukuruna götürmüşlerdi. Aklımı kaçıracak gibi hissediyordum, artık Liten’i de göremiyordum ve nerede bilmiyordum, umuyordum ki o da Veymor tarafından bazı emirlerle cezalandırılmamıştı.
Veymor elini kaldırdı, ardından yavaşça geri indirdiğinde halatların başındaki iki muhafız ipleri gevşetmek için tüm güçleriyle asıldı. Üç suçlu ağır ağır suya doğru inmeye başladığında Köksüz’ün dudaklarından acı dolu bir çığlık koptu, ses havada asılı kaldı ve çok geçmeden adam pes ederek kendini suya bıraktı.
Tam o anda Veyn gözlerini açtı, başını zorlayarak yanına çevirdi ve Korven’e baktı. Korven de ona döndüğünde bakışları kilitlendi, ne korku vardı ne yalvarış, yalnızca sessiz bir kabulleniş ve inat. Halatlar biraz daha gevşedi, soğuk su bedenlerine ulaşırken ikisi de gözlerini ayırmadı, ta ki su onları tamamen yutana kadar.
Sonra ikisi birden karanlığın içine gömüldü.
Su onları yuttuğunda kalabalıktan tek bir ses bile çıkmadı. Ne şaşkınlık, ne rahatlama. Sanki herkes tam da olması gerekeni izliyormuş gibi duruyordu. Okyanusun Kalbi ağırlaştı ya da ağırlaşan sadece benim kalbimdi, bilemiyordum.
İlk birkaç saniye geçti.
Sonra birkaç tane daha.
İnsan, birinin suyun altında ne kadar kaldığını sayamaz, derdi Elly. Zaman orada uzamıyor; eriyor gibi olurmuş. Nefes alıp veremediğini bilmek, saniyeleri değil, düşünceleri parçalıyormuş.
Korven’i düşündüm.
Onun için bu su, teslimiyet değildi. Biliyordum. Korven acıyı içine alır, dışarı sızdırmazdı. Ciğerleri yanarken bile, öfkesini daha derine iterdi. Su göğsünü sıkıştırdıkça, o kendini değil, bir hesabı tutuyordu orada. Hayatta kalmayı değil, hatırlamayı seçerdi.
Ama Veyn…
Veyn’i düşünmemeye çalıştım.
Başaramadım.
Su onu içine aldığında, gözlerimi istemsizce kapattım. Onu tam olarak tanımıyordum ama anladığım kadarıyla acıya karşı koymazdı; içinden geçmesine izin verirdi. Su ciğerlerine doldukça, nefes değil, sabrını denerdi.
Bir an daha geçti.
Sonra bir an daha. Kalbim göğsümde ritmini kaybetti. Sanki suyun altında olan benmişim gibi, nefesim düzensizleşti. Elleri bağlı, ayakları boşlukta olmayan biri gibi izleyerek boğuluyordum.
Kalabalık kıpırdamadı.
Kimse “yeter” demedi çünkü burası yeterin olmadığı bir yerdi. Birinin dayanamayacağını düşündüm.Ama hangisi diye düşündüğümde, içim daha çok acıdı. Korven mi kırılırdı önce? Yoksa Veyn mi bırakırdı nefesini?
Bu soruyu kendime sorduğum an utandım. Çünkü cevabı bilmek istemiyordum. İkisinin de sudan çıkmasını istiyordum ama aynı sebeple değil.
Sadece şunu fark ettim: Bu ceza onları değil, beni biraz daha değiştiriyordu.
Okyanusun Kalbi, onların bedenini tutarken, benim içimde bir şeyleri söküyordu. Kim olduğumu, neye dayanabileceğimi, kime karşı susabileceğimi.
Ve o an, içimden sessizce şunu söyledim, tam da Veymor’un olduğu tarafa bakarak: “Seni yok edeceğim.”
Veymor eliyle emir verdiğinde muhafızlar tekrardan ellerine halatları aldılar ve onları yukarıya doğru çıkardılar. İkisinin de yüzü açığa çıktığında Korven öksürmeye ve derin nefesler almaya çalıştı, Veyn ise gözlerini sıkıca yummuş öksürüyordu.
Veymor’un yüzünde gülümseme oluştuğuna yemin edebilirdim, hemen ardından bir kez daha aynı hareketi yaptı ve muhafızlar bile şaşkınlıkla birbirine bakıp yeniden halatlarla aşağıya indirmeye başladılar. Ellerimi sıkı bir yumruk yaptığımda Korven henüz nefesini bile alamamışken yeniden batmışlardı.
Bu kez zamana daha fazla meydan okuyan bir sessizlik geçti; insanların bile birbirine baktığını gördüm çünkü bu kadarı herkese çok fazla gelmişti. Korven bir yana, Veymor, göz göre göre kendi oğlunu büyük bir işkenceye sürüklüyordu. Suyun soğukluğu, çektikleri acı, tuzlu suyun yaralarını acıtması ve nefessizlik… Hangi birine katlanabileceklerdi?
Gözlerim acıdan mı ya da öfkeden mi doldu bilmiyordum ama avazım çıktığı kadar bağırmama çok az kalmıştı.
Tam o esnada, Korven’in olduğu yerde çırpınışlar hissettim, nefesinden baloncuk çıkıyordu ve yüzeyi dalgalı bir hale getiriyordu. “O ölüyor,” diye fısıldadım ve öne doğru bir adım attım. Tam ağzımı bağırmak için açtığımda Veymor bir kez daha emir verdi ve ikisi yeniden su yüzeyine doğru çıktığında Korven kusmaya başladı ve su dışında hiçbir şey çıkaramadı.
Veyn ise nefes almakta zorlanıyor gibiydi fakat halatı öyle sıkı tutmuştu ki, sanki ellerini halata bağlamışlardı.
Veymor’a doğru yeniden baktığımda hemen arkasındaki Maris’in oldukça ifadesiz bir şekilde yaşananları izlediğini gördüm: Ne korkusu vardı, ne de öfkesi. Sadece sabit bakışlarla yaşananları izliyordu.
Veyn öksürüklerinin arasından gülerek “Bir kez daha!” haykırdı gür bir sesle. Sesi çatlak çıkıyordu ama yine de ben buradayım diyordu. “Bir kez daha Yüce Veymor, bu yeterli değil!”
İnsanların sessizliği, Veyn’in cümlelerinin ardından bölündüğünde birkaç kişiden alkış sesleri yükseldi ve sonrasında birisi “Veyn!” diye haykırdı.
Korven öksürerek başını iki yana sallamaya başladığında Veymor, dişlerini sıkarak bir kez daha emir verdi ve yeniden suyun içine doğru gömülmeye başladılar. Veyn kahkaha atmaya başladığında nefesini tuttu ve gözlerini kapattı. İkisi yeniden suyun içine gömüldüğünde artık Korven direkt nefes alamadığını belli ediyor, çırpınıyordu.
Öyle ki sadece saniyeler sonra Korven’in tuttuğu halat yukarıya doğru fırladı ve Korven’in bıraktığı anladık. Herkesten alkış sesleri kopmaya başladığında ve kalabalıktan “Yüce Veyn!” sesleri yükselmeye başladığında Korven zorlukla su yüzeyine çıktı ve tutunacak bir kayalık aradı. Kendimi daha fazla durduramadım ve başlığımı başıma geçirip onun olduğu tarafa doğru yürümeye başladım; insanlar bana büyük bir şaşkınlıkla baksa da umursamadım.
İnsandım hâlâ. Kalbim atıyordu hâlâ. Ve yok edilmeyecekti asla.
Kayalığın en köşesine gittiğimde ve elimi öne doğru uzattığımda “Korven!” diye fısıldadım. “Tutun bana!”
Korven zorlukla yüzerek bana doğru geldi ve eli, elimi kavradığında buradan Veymor beni görüyordu, biliyordum ama umurumda da değildi. Fakat o anda, aslında Veymor’un umurunda bile olmadığımı fark ettim çünkü Korven pes etmişti ve Veyn tek kalmıştı. Artık onu yukarıya çekmeleri gerekiyordu fakat Veymor, hiçbir şekilde muhafızlarına emir vermedi, Veyn, suyun içinde kalmaya devam etti.
Birkaç Tüccar da arkamdan gelip Korven’e yardım ettiklerinde Korven kendini sert kayalığa sırtüstü bıraktı ve öksürmeye devam etti; bir yandan ona bakarken bir yandan da su yüzeyine bakıyordum. Öyle ki insanlar da artık alkışlamayı bırakmıştı ve Veymor’a bakmaya başlamıştı çünkü bu, hep yaptığı bir şey olmamalıydı.
En sonunda Veyn’in olduğu yerden nefes almakta zorlandığını gösteren baloncuklar çıkmaya başladığında kaskatı kesilmiş bir vaziyette Veymor’un emri vermesini bekledim.
Veymor’un yüzünde en ufak bir tereddüt yoktu. Ne bir kaş kıpırtısı ne de merhamete benzeyen bir gölge… Sanki boğulan bir insanı değil, sabrını ölçen bir saati izliyordu. Elini kaldırmadı. Sesini yükseltmedi. Emri geciktirerek verdiği her saniye, Veyn’in ciğerlerinden bir parça daha koparıyordu ve bunu bilerek yapıyordu.
Göğsümde bir şey yandı. Öfke değildi bu; daha koyu, daha ağır bir şeydi. Eğer o an bakışımla öldürebilseydim, Veymor’un cesedi çoktan okyanusun dibine çökmüştü. Dişlerimi sıktım, tırnaklarım avuçlarımı kesti ama yerimden kıpırdayamadım.
Veyn bu kez çırpınmaya başladı fakat halatları asla bırakmadı. Hemen ardından hepimizi bozguna uğrattı ve halatın uzun ipi sarsılmaya başladı, saniyeler sonra Veyn’in halatın uzun ipine tırmandığını gördüm ve sonrasında yüzü, suyun yüzeyine çıktığında nefes nefese öksürmeye devam etti.
Veymor onu kurtarmadı, Veyn kendi kendini kurtardı.
Veymor sanki bunu beklemiş gibi eliyle işaret verdiğinde halatlar yukarıya doğru çıktı ve Veyn durmakta zorlanarak titremeye başladı. En sonunda bir muhafız halattan tutup Veyn’i kendi olduğu tarafa doğru çektiğinde o da karşı kayalığa doğru alındı. Yere oturduğunda ve öne doğru eğilip öksürmeye başladığında Korven’in de nefesi artık düzene giriyor gibiydi.
İnsanlar yeniden alkışladığında ve herkesin ağzından “Yüce Veyn!” sesleri yükselmeye başladığında Veyn, yavaşça başını kaldırdı ve yeşil gözleri direkt olarak benimle kesişti. İlk başta yüzümün her zerresine baktı ve sonrasında yanımda uzanan Korven’e bakışları takıldı; ne düşündüğünü kestiremiyordum ama gözlerinde öyle büyük bir öfke vardı ki.
O an bütün bunların dışında Veyn’in yapayalnız olduğuyla bir kez daha yüzleştim; yalnızdı, herkes onun gücü için yanındaydı ve babası bile onu işkencelerle terbiye ediyordu.
Veyn, elini kaldırdı ve bir süre nefesini düzene sokmaya çalıştı. Yüzündeki o yara izindeki kanlar çekilmiş, tuzun verdiği kuvvetle kabarmıştı. Yanağından dudağına doğru ince kabarık bir çizgi vardı ve izlerine yenisi eklenmişti.
Dakikalar sonra Veyn, titreyen bedenini yerden aldığı destekle ayağa kaldırdı. Bakışları ağır ağır, ama sarsılmaz bir sakinlikle Veymor’un bulunduğu noktaya döndü. Öyle bir kendinden eminlikle onu işaret etti ki, meydandaki herkes istemsizce aynı yöne baktı. Son gücünü sesine yükledi; ciğerlerini yakan acıya aldırmadan, yankılanan bir haykırışla konuştu: “Yüce Veymor!” Bir an durdu, sonra kelimeleri bıçak gibi fırlattı. “Sizi benimle dövüşmeye davet ediyorum.”
Veymor, Veyn’e baktı. Bir an değil, gereğinden fazla uzun bir an. Bakışları kaçmadı, sertleşmedi de. Aksine, orada asılı kaldı; ölçen, tartan, ihtimalleri tek tek yoklayan bir sessizlikle. Sanki Veyn’i değil de kendi sonunu inceliyordu.
O bakış uzadıkça içimde bir şey netleşti. Bu bir üstünlük bakışı değildi. Bu, emin olmak isteyen bir bakıştı. Gücünden değil, sonucundan emin olmak isteyen birinin bakışı.
Veymor hiçbir şey söylemeden arkasını döndü, bu reddetmek demekti.
Göğsümdeki hava bir anda çekildi. Çünkü o an anladım: Bu bir geri adım değildi, bilinçli bir kaçıştı. Veymor dövüşmüyordu çünkü Veyn’in karşısında yenilmeyi değil, yenilebilir olduğunu görmekten korkuyordu.
Adımları uzaklaştıkça, içimdeki öfke büyüdü.
O an Veymor’un değil, efsanesinin titrediğini gördüm. Yüce olanlar kaçmazdı ama Veymor, kaçıyordu ve emindim, bunu fark eden tek kişi ben değildim.
**
Şarkı: Monastery, Turenheim
Ayın solgun ışığı yüzüme vuruyordu, yatakta doğrulmuş hâlde pencereden dışarıyı ne zamandır izlediğimi bilmiyordum. Kuzeylilere göre ayın bu rengi sabaha karşıya işaretti ve ben odaya girdiğimden beri gözümü bile kırpmamıştım, zaman durmuş gibiydi.
Herkesi alandan uzaklaştırmışlardı, ben de Veyn’in kalesine getirilip daireme yerleştirilmiştim ama göğsümdeki sıkışmaya artık tahammül edemiyordum. Thalron’da her gün başka bir sabaha uyanıyordum ama bugün yaşananları zihnimden silmek mümkün değildi, etkisi hâlâ bedenimdeydi, kemiklerime işlemişti.
Veyn benim düşmanım olmalıydı, bunu biliyordum ama onu anlayamıyordum. Bir yanı baştan aşağı bizden biri gibiydi, acıyı bilen, bedel ödeyen, kanayan; diğer yanıysa Thalron’a aitti ve ne olursa olsun, kalbinde buraya duyduğu bağlılığın çok büyük olduğunu hissediyordum.
Peki neden, ona karşı zaman zaman düşmanca hisler beslesem de bugün gözümü karartıp kendimi neredeyse arenanın ortasına atacaktım? Normalde düşünmeden hareket etmezdim, en sevdiklerimin canı söz konusu olmadıkça kendimi riske atmazdım ama bugün kendimi tutamamıştım. Arenaya koşarken önümü arkamı düşünmemiştim. Beni bu noktaya getiren sadece benim yüzümden işkence çekiyor olması mıydı?
İstese beni reddedebilirdi.
Ama yapmamıştı.
O işkenceyi, sonuna kadar çekmişti. Hem de öyle bir işkenceydi ki, düşündükçe içim daha fazla ürperiyor, nefesim daralıyordu. Bir insan bunu neden göze alırdı, neden kendini böyle bir bedelin içine bırakırdı, bilmiyordum.
Tanya nasıldı?
Korven’i en son gördüğümde hâlâ nefesini toparlamaya çalışıyordu, bedeni ayaktaydı ama yenilginin ağırlığı omuzlarına çökmüştü, bunu açıkça görmüştüm.
Uyumalıydım.
Belki bir şeyler yemeliydim. Ama yerimden kıpırdayamıyordum, ağzımda metalik bir acı vardı, sanki kan tadı gibi.
Veyn neredeydi?
Bir yanım onu görmek istiyordu, onunla konuşmak, ne hissettiğini öğrenmek. Ne söyleyeceğimi bilmiyordum ama onunla konuşmalıydım, bunu hissediyordum. Göğsümdeki baskıyı bastırmaya çalışarak yataktan kalktım, pencerenin yanına gidip soğuğa rağmen camın önünde durdum.
Burası Veyn’i canavara dönüştürmüştü. Arenada saldırırken yüzüne yerleşen o haz, ona ait değildi; bunu hissedebiliyordum. O ifade, bir zaferin değil, öğretilmiş bir vahşetin yansımasıydı. Ya Veymor, ya bu çürümüş sistem ya da içine kazınan, eğitilerek keskinleştirilen güdüler… hangisi olduğunu bilmiyordum ama hepsi birlikte onun duygularını söküp almıştı. Geriye yalnızca itaat eden bir beden, reflekslerle yaşayan bir gölge bırakmışlardı, bazen bir canavardan daha çok, tanıdık bir yabancıya dönüşüyordu ve onun gözlerine baktığımda o tanıdık yabancıya güvendiğimi hissediyordum.
“Elly,” diye fısıldadım, sesim neredeyse yoktu. “Keşke burada olsaydın.” Bir an durdum, kelimeler boğazımda düğümlendi. “Bana yol gösterseydin,” dedim, kalbimi tutarak. “Bu içimi sıkan şeyin adı ne?” Ay ışığı yüzümü daha da solgun gösterirken, cevabı kendimden bekler gibi ekledim: “Vicdan azabı mı?”
Veyn, ne olursa olsun, Thalron’a aitti ve ben, bugün onu korumak istemiştim. Bunu düşündükçe çıldıracak gibi oluyordum çünkü bana o kadar uzak bir histi ki, kendime öfkelenerek sırtımı pencereye doğru çevirdim ve hızlı adımlarla kapıdan dışarı çıktım. Tam o an, Kayze’yi, odasına giderken yakaladım. Bakışlarını bana çevirdi ve sonra yüzünü buruşturup odasına doğru ilerledi. “Hey,” diye seslendim yüzsüzce. Bakışlarını bana çevirdiğinde kaşlarını kaldırdı. “Liten’i gördün mü?”
“Hayır,” dedi Kayze. “Büyük ihtimal Veymor tarafından cezalandırılmış olmalı.”
Bu da benim yüzümdendi.
“Peki ya Veyn?” dedim kırık bir sesle. “Uyuyor mu?”
Kayze, imalı imalı bana bakıp “Veymor’la yukarıdalar,” dedi ve alayla gülümsedi. “Yanlarına çıkmalısın, bu geceye çok yakışırsın, Köksüz.”
Bana karşı öfkesini anlayamadığım için “Ben sana ne yaptım?” diye sordum. “Benden neden bu kadar nefret ediyorsun?”
Kayze hiçbir cevap vermedi ama gözleri saçlarıma doğru kaydığında imasını anlamıştım; saçlarımdan dolayı Kayze de benden nefret ediyordu. Sonrasında hiçbir şey söylemeden odasına doğru gitti ve kapıyı sertçe kapattı.
Derin bir nefes alıp yeniden daireme dönmek için hamle yaptım ama içimde bir şey, ince bir fitil gibi sessizce yanmaya devam ediyordu. Bastırdıkça büyüyen, sustukça keskinleşen bir ateşti bu. Bir an sonra bakışlarım istemsizce merdivenlere kaydı. Yukarıda iki oda vardı, biri yatak odası, diğeri yemek odasıydı ve ben o an, hangisine gideceğimi çoktan biliyordum.
Bunu yapacaktım.
Ne olursa olsun.
Merdivenleri hızlı hızlı çıktım, elim ilk olarak yemek odasının kapısına uzandı ama içeriden gelen alçak mırıldanmaları duyduğum anda elim topuzun üzerinde donup kaldı. Çenem sıkıldı. Yönümü sertçe değiştirip yatak odasının kapısına uzandım, kilitli olabileceğini düşünerek topuzu çevirdim ve tam o sırada kapı açıldığında gözlerim kocaman açıldı. Bir anlığına arkama baktım, geri dönmeyi düşündüm mü bilmiyorum ama düşünmeye fırsat bulamadan kendimi yatak odasının içine attım.
Kapıyı arkamdan yavaşça kapattığımda, artık Veyn’in odasındaydım.
Duvara yaslanmış, odanın tam ortasında kocaman bir yatak duruyordu, derli topluydu, fazla derli toplu. Üzerinde siyah, kaygan bir çarşaf vardı, yastıklar dokunmaya cesaret edemeyecek kadar yumuşak görünüyordu. Yatağın iki yanında çekmeceli dolaplar, vitray pencerenin hemen yanında büyük bir gardırop vardı. Tam çaprazda küçük bir masa ve karşılıklı iki sandalye duruyordu, yerdeki halı eskimişti ama bilinçli bir eskimeydi, sanki ayak izlerini saklıyordu.
Tavan yüksekti, her yerde mumlar ve kandiller vardı, ışık duvarlara yumuşak ama kararsız gölgeler düşürüyordu. Pencereyse okyanusa bakıyordu, karanlık, uçsuz bucaksız ve huzursuz.
Yatağın hemen karşısında büyük bir boy aynası duruyordu. O kadar düzenli bir odanın içinde, o ayna bana fazla geldi. Sanki bu düzenin ortasında bir çatlak gibiydi. Sanki buraya ait olmayan tek şey oydu.
Ya da ben.
Şarkı: Everything is Romantic, Orchestra Club
Dişlerimi sıktım. Göğsümdeki öfke artık bastırılacak bir şey olmaktan çıkmıştı. Beni buraya getiren şey merak değildi, korku hiç değildi. Bu, cevap istemekten daha fazlasıydı. Bu, suskunluğa duyulan bir öfkeydi. Görmezden gelinmeye, bedel ödemeye, başkalarının kararlarıyla sürüklenmeye karşı bir isyandı.
Veyn burada yoktu ama her şey onundu.
Ve ben, ilk kez bununla yetinmeye niyetli değildim.
“Nord’un bunu da bilerek yaptığını biliyorum.” Veymor’un baskın sesi kulağıma dolduğunda istemsizce irkildim, şaşkınlıkla odanın içindeki kapıya doğru döndüm ve adımlarım beni oraya çekti. Bu kapı yemek odasına açılıyordu, sesler o kadar yakındı ki sanki aynı odadaydık. “Nord, Otso Evi’nin açığa çıkmasını istedi çünkü bu senin planındı.”
Gözlerim istemsizce açıldı. Veyn’in reddetmesini, inkâr etmesini bekledim ama o yalnızca “Evet,” dedi kendinden emin bir sesle. “Nord’a bunu yapmasını ben söyledim.”
O an içimde bir şey sertçe yer değiştirdi.
Veyn… Nord’a… Bunu anlamakta zorlanıyordum, bilerek kendini büyük bir işkencenin içine sürüklemişti.
“Çünkü,” dedi Veymor ve ardından birkaç ağır adım sesi işittim, “herkesin gözü önünde benimle dövüşmek istedin ve bunun için elindeki tek yolu denedin, oğlum. Bu yaptığın da yüzünde büyük bir izden başka bir şey bırakmadı, öyle değil mi?”
Veyn sessiz kaldı. Bu sessizlik uzadıkça göğsüm daraldı. Sonra konuştuğunda sesi gülümser gibiydi. “Benim yüzümde bir iz kaldı, evet ve umurumda bile değil ama insanların kalbinde kalan ize ne diyeceksin baba?” Nefesim boğazımda takıldı. “İnsanlar senin benimle,” dedi kelimeleri özellikle tane tane seçerek, “neden dövüşmediğini de merak ediyor.”
O an odanın içi boşaldı sanki. Sessizlik çöktü. Düşündüğümden çok daha uzun, çok daha ağır bir sessizlikti bu. Ardından sert bir çarpma sesi duyuldu ve dizlerimin bağı çözüldü, kapının önünde yere çöküp aralıktan içeri baktım.
Veymor, Veyn’i boğazından kavramış, sırtını duvara bastırmıştı. Parmakları öyle bir baskı uyguluyordu ki, Veyn’in suyun içinde bile daha rahat nefes alabileceğini düşündüm. Veyn’in elleri aşağıda yumruk hâlindeydi ama hareket etmiyordu, direnmek istemiyor gibiydi.
“Bana meydan mı okuyorsun, oğlum?” diye sordu Veymor, dişlerinin arasından öfkeyle. “Eğer öyleyse bana açıkça söyle.”
Kapının arkasında dizlerimin üzerinde kalmıştım. Bu konuşmayı ilk kez duyuyordum ve artık biliyordum; burada söylenen hiçbir şey, bu odada kalmayacaktı.
Veyn’in bakışlarından anlayamadığım bir ifade geçti, sanki düşündükleri çok daha başka bir yerdeydi, hatta belki de planları ama babasına baktığında ilk kez gözlerinde bir şeyin çatladığını gördüm. Bu korkuydu. Gerçek, çıplak bir korku.
Veyn, Veymor’dan korkuyordu.
Hem de delicesine.
Veymor en sonunda elini Veyn’in boğazından çektiğinde Veyn öne doğru eğildi, sert bir öksürükle nefesini toparlamaya çalıştı ve ardından öksürüklerinin arasından “Hayır,” dedi, sesi kısık ama kontrollüydü. “Hayır baba, sana meydan okumuyorum.”
“Bunu neden yaptığını biliyorum,” dedi Veymor inanmaz bir tonla. Veyn hâlâ eğilmiş hâlde yavaşça başını kaldırıp ona baktığında Veymor sözünü sürdürdü, “annen için,” dedi ve o tek kelimeyle Veyn’in yüzündeki her şey değişti. “Bunu annen için yapıyorsun.”
Veyn gözlerini kaçırdı. Göğsü hızla inip kalkarken dişlerinin arasından hırsla bir nefes verdi ve “Annemi görmem gerekiyor,” dedi, sesi bastırılmış ama kesindi. “Buna ihtiyacım var, anneme ihtiyacım var.”
Veymor aşağılayıcı bir kahkaha attı. “Herkesin korktuğu, kaçtığı ve belki de benden bile güçlü sandığı Veyn, annesinin pelerinine sarılmak istiyor.” Öfkeyle kaşlarımı çattım ama Veyn’in de aynı anda kaşlarını çatmasını görmek içimi daha çok yaktı. “Onu bir kez daha görmek için ne yapman gerektiğini biliyorsun,” diye ekledi Veymor, sesi zehir gibi sakindi.
Veyn göz ucuyla ona baktı. Sonra büyük bir nefes verdi.
Ve dizlerinin üzerine çöktü.
Elim ağzıma gitti. Bu bir düşüş değildi, bu bilerek yapılan bir eğilişti. Başını önüne eğdi, omuzları gerildi ve nefesini tutar gibi oldu. “Son kez,” dedi, sesi istemeden de olsa yalvarmaya yakın çıkmıştı. “Son kez annemi görmemi sağla, baba.”
O an içimde bir şey koptu. Bu sahnede yanlış olan tek şey Veyn’in diz çökmesi değildi.
Yanlış olan, bunu ona yaptıran dünyaydı. Ve ben, bunu unutmayacaktım.
Veymor’un sırtı bana dönüktü ama yüzünde keyif alıyormuş gibi bir ifade olduğuna neredeyse emindim, omuzlarının rahatlığından, adımlarının ağır ağır geri çekilişinden bunu hissediyordum. Bir adım attı, sonra bir adım daha ve ardından, içimi parçalayan o cümle dudaklarından döküldü: “Liora Valenka’yı neden hâlâ yok etmedin?”
Kalbim göğsüme sığmadı.
Veyn’in irkilmesini, bir anlık şaşkınlık göstermesini bekledim ama yüzünde hiçbir şey yoktu, öylesine düz, öylesine sakin bakıyordu ki o an her şey yerli yerine oturdu. Veymor benim yaşadığımı biliyordu. Ve Veyn de bunu biliyordu.
Veyn dudaklarını yavaşça ıslattı, hâlâ dizlerinin üzerindeyken başını çok az kaldırıp “Vakti var,” dedi kısık, duygusuz bir sesle. “Henüz değil.”
Thalron sanki üzerime yıkıldı.
Gerçekten yıkıldı.
Sarsıldığımı hissettim, dizlerim kilitlendi, nefesim boğazımda kaldı. Veyn’in bakışlarındaki kararlılık, sesindeki o soğuk ifadesizlik… o kadar açıktı ki bu zamana kadar ona inanmayı seçtiğim için kendime öfkelendim. Elbette ihtimalleri düşünüyordum, aptal değildim, belki Veymor’u oyalıyordu ama en belirgin olan tek şey vardı: Veymor benim yok edilmemi bekliyordu ve Veyn, bunu söylerken hiç olmadığı kadar hissizdi.
Bakışlarım kapıya kaydı, kaçmayı düşündüm, ardından zihnim bir anda başka bir yöne savruldu; bir plan, onu mahvetmek, burada taş üstünde taş bırakmamak ama o an anladım ki benim için hiçbir şey ertelenemezdi. Hiçbir hesap, hiçbir intikam “sonra”ya kalamazdı.
Veymor cevap vermedi. Sadece biraz daha geriye çekildi ve yemek odasından çıkmadan önce tek bir cümle söyledi: “Dikkat et de verdiğin zaman senin yok olmana sebep olmasın, oğlum çünkü Liora Valenka hepimizi yok etmek için geldi, bunu çok iyi biliyorsun.”
Veyn cevap vermedi ve kapı sertçe kapandı; uzun bir süre dizlerinin üzerinde kaldı. Ben buraya gelmeden önce neler konuşulduğunu bilmiyordum ama duyduklarım bile fazlasıyla yetmişti.
Bilerek, isteyerek Otso Evi’nin varlığını Veymor’a Nord dolasıyla söyletmişti. Kendisiyle birlikte herkesi cezaya sürüklemişti. Veymor, Otso Evi’nin ona ait olduğunu biliyor muydu bilmiyorum ama Veyn’in aklının ne kadar derin ve karanlık çalıştığını o an fark ettim. Artık düşüncelerini tahmin edemeyeceğimi anladım; o fazlasıyla kurnazdı.
Geriye doğru sendeledim, sırtımı duvara yasladım. Göğsüm hırsla, öfkeyle kalkıp iniyordu, gözlerim yanıyor, görüşüm buğulanıyordu. Bu öfkeydi. Öyle olmak zorundaydı. Bunun adı hayal kırıklığı olamazdı. O aptal duyguya yer yoktu. Ben buna alışık değildim.
Yan odadan adım sesleri geldi. Dinlediğim kapının yavaşça açıldığını fark ettiğimde içgüdüyle kenara çekildim. Veyn içeri girdi, sakin adımlarla, hiçbir şey olmamış gibi. Yatağa doğru ilerlerken içimdeki son sınır da koptu. Benim için hesaplaşma hiçbir zaman sonra değildi. Vakit hep şimdi olurdu.
Arkadan hızla yaklaştım, omuzlarımı ileri verip bütün ağırlığımı ona doğru savurdum. Tepki vermeye fırsat bulamadan yatağa doğru sendeledi, sırtüstü düştüğünde nefesi göğsünden sertçe boşaldı. Aynı anda üzerine kapandım. Dizlerim yatağa bastı, bedenimi bilerek aşağıya indirdim ve karnının tam üzerine oturdum. Ağırlığımı karnına verince nefesi bir an kesildi, göğsü düzensiz bir ritimle inip kalkmaya başladı. Kıpırdamaya çalıştığında baskıyı artırdım; kaçacak alanı yoktu, hareket edecek boşluğu kalmamıştı. Göğüs kafesimde sakladığım hançeri çıkardım. Soğuk metal avucuma değdiğinde bileğim kilitlendi. Hançeri yavaşça, bilinçli bir tehdit gibi boynuna yaklaştırdım; ucu derisine değmiyordu ama nefesini hissedebilecek kadar yakındı. Bir adım değil, bir nefes mesafesindeydi.
O an aklımda tek bir şey vardı:
Bu iş burada bitecekti.
Büyük bir dehşetle bana bakarken dişlerimi sıktım ve sesim düşündüğümden daha sakin hatta ölümcül çıktı, yüzümü yüzüne yaklaştırdım. “Sizin dünyanızda ölüm yasaklanmış olabilir,” dedim, hançeri boynuna biraz daha yaklaştırarak, “ama benim inancımda hâlâ yasak değil ve son çaredir.” Korku yoktu, korkunun ufacık bir duygusu bile kalbime uğramıyordu. “Ve sen beni yok etmeye karar vermeden önce,” dedim gözlerinin içine bakarak, “ben seni öldürmüş olacağım.”
…
Bölümü şarkılarla dinlediyseniz geçmiş olsun, çok yorulmuşsunuzdur hahahdıjs biraz dinlenin...
Gelecek bölümlerde görüşmek üzere, bilirsiniz, ben sihirli kutuyu daima yavaş yavaş açarım.
Ha bu arada…
Kadere boyun eğemezsiniz. :)
Paragraf Yorumları