logo

4. OSTO EVİ

Views 113210 Comments 9270

Keyifli Okumalar!

Şarkı: Volvens Spadom, Myrkur

“Bugün burada düğün gününüze karar vermek için toplandık çünkü geç bile kaldık; Velruna vakti yaklaşıyor.”

Veymor’un kurduğu cümleyi idrak etmeye çalışırken bakışlarım masanın üzerinde geziniyordu ama tek bir kişiye asla odaklanamıyordum; belki de masada oturan insanlardan benim gibi bir şaşkınlık belirtisi bekliyordum ama bu oldukça yanlış olurdu, bunu da biliyordum. Çünkü bu odanın içinde Veyn’in evlenmek üzere olan bir adam olduğunu bilmeyen tek kişi bendim.

Neye bu kadar şaşırdığımı da bilmiyordum üstelik. Thalron, kendi inanışları, kendi dini, kendi ayinleri, kendi ritüelleri olan bir yerdi ve anladığım kadarıyla evlilik ve çocuk doğurmak onlar için başlıca inanışlardı. Veyn, Veymor’un oğluydu, kutsal çocuktu, Velruna zamanı anne karnına düşmüştü ve herkesin gözü onun üzerindeydi. Elbette herkes ama herkes onun çocuğunu merak edecek, yeni bir varis bekleyecekti.

Benim şaşırdığım bütün bunlar değildi, benim şaşırdığım Veyn’di.

Çünkü onu ister istemez diğerlerinden daha ayrı tuttuğumu şu an fark ediyordum. O Thalron’da doğmasına rağmen ve hatta Veyn olmasına rağmen bütün bunları reddetmese bile içinde olmayacak birisi gibi gelmişti çünkü beni dinliyor, bazen anlıyor gibi bakıyor ve bazen de kasabadan bir arkadaşım gibi benimle sohbet edebiliyordu. En azından edebildiği kadar.

Fakat yanıldığımı şu an Veymor’un yanındaki duruşundan anlayabiliyordum; Veyn tam olarak Thalron’un çocuğuydu, Thalron’un varisiydi, Thalron’un inancıydı ve hatta Thalron’un her şeyiydi. Onun da diğerlerinden hiçbir farkı yoktu.

Çünkü inanç, insana ne düşüneceğini değil, neyi sorgulamaması gerektiğini öğretirdi ve insanın başını eğdiği her an biraz daha güçlenirdi.

Maris’in babası olarak düşündüğüm adam ayağa kalktığında üzerine giydiği Din Adamı pardösüsü yeri süpürüyordu ve bakışları oldukça korkutucuydu. Elindeki çelik kadehi havaya kaldırdığında ve başını sallarken gülümsediğinde ne diyeceği gayet belliydi. “Güzeller güzeli kızım Maris’i, Veyn’den başka kimseyle yan yana düşünemezdim, Yüce Veymor. Bizi bu şerefe layık gördüğünüz için size minnettarız. Eğer dilerseniz size bir tarih sunmak isterim.” Adamın sesindeki korku, şaşkınlığıma şaşkınlık eklemişti. Veymor, başıyla silik bir şekilde izin verdiğinde adam gülümsedi. “1 Şubat, düğün günümüz için doğru bir tarih olacaktır çünkü bildiğiniz üzere Velruna vakti zifir gece bittiğinde ve alacakaranlık gökyüzüne geldiğinde gerçekleşiyor. 1 Şubat, alacakaranlık başlangıcı olacaktır, Kuzey’in harika ışıkları da o tarihte gökyüzünde yerini alır.” Dudaklarını ıslattı ve onay bekler gibi yanındaki eşine baktı, eşi de gülümsedi. “1 Şubat 2083 akşamı canım kızım Maris ve onun eşi Veyn’in düğününü gerçekleştirelim derim, akabinde aralıksız 10 gün boyunca kutlamalarımız devam etsin, ne dersiniz?”

Yutkunduğumda bakışlarım Veymor’a doğru döndü fakat tam o esnada, Veymora’nın bana olan keskin bakışlarını fark ettim; çenesini hafifçe kaldırdığında ve kaşları düz bir çizgi halini aldığında adeta meydan okuyormuş gibi bana bakıyordu. Neden? Neden beni bu denli bir tehdit gibi görüyordu?

Veymor sakince kadehini havaya kaldırdı ve soğuk bir şekilde gülümsedi. “1 Şubat çok doğru bir tarih Toldan.” Kadehini biraz daha havaya kaldırdı ve herkesin gözünün içine baktı. “O halde 1 Şubat kutlu olsun, Thalron halkına bu tarih duyurulsun, Velruna, harika bir varis torunumu bize getirmeyi bekliyor!”

Herkes de hızlı bir şekilde kadehlerini eline aldığında ve kaldırdıklarında elinde tek kadeh tutmayan kişi Veyn’di. Bardağı masanın diğer ucunda kaldığı için mi yoksa başka bir sebepten mi bilinmez, bu kutlamaya katılmadı ama benim dikkatimi çeken, onların hiçbir şekilde fikrinin bile alınmamasıydı.

Ve asıl önemli olan doğacak çocuktu; aşk değil, sevgi değil sadece doğacak o kutsal çocuk.

Masadaki herkesten tek bir cümle döküldü: “Velruna bizi kutsasın!”

Gerçek anlamda midem bulandığı için elim karnıma doğru gitti ve yüzümü buruşturdum. Bir kadın onlar için sadece doğurganlığıyla vardı ve bir erkek, varis bile olsa o çocuğu dünyaya getirmekle görevlendirilmişti.

Bakışlarım yeniden masaya doğru döndüğünde sanki her şey ağır çekimde ilerliyordu ve ağır çekim ilerleyişin ortasında Veyn’in yavaşça omzunun üzerinden bana doğru baktığını gördüm. Yemyeşil gözleri dikkatli bir şekilde beni incelediğinde yüzümdeki tiksinmeyi görmüş olacak ki, dudakları düz bir çizgi halini aldı.

Başımı silik bir şekilde iki yana salladığımda ve gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdiğimde geriye doğru biraz daha adımladım, duvara sürtünerek kapıya doğru ilerledim. Kayze ne yapmaya çalıştığımı anladığında benim önüme geçti ve masadakilerin görüş açısını kapattı. Odada konuşma sesleri artmaya başladığında herkes yerine oturdu; kapıdan hızlı bir şekilde dışarı çıktım ve merdivenleri öyle koşar adımlarla indim ki, merdivenin basamağında duran Liten’i bile neredeyse göremeyecektim.

Üzerinde muhafız kıyafetleri vardı, yüzünde yine o çelikten maskesi fakat bakışları bizzat benim üzerimdeydi. Son basamaktan aşağıya inerken ellerimi havaya kaldırdım ve Liten’e, yanındaki diğer muhafızı umursamadan “Bu insanlar delirmiş, Liten,” diye fısıldadım. “Bence buradan kaçıp gitmeliyiz.” Liten yüzüme hem hiçbir şey anlamıyormuş gibi hem de birçok şeyi anlıyormuş gibi baktığında “Buraya nasıl katlanıyorsun?” diye sordum, sesimde çaresizlik vardı. “Bana verebileceğin bir akıl var mı?”

Liten’in sessiz kalmasını bekledim ama o, “Aklım yok,” dedi adeta kendine hakaret ederek. Ona bunu öğretenler vardı ve bu bile daha çok öfkelenmeme sebep oldu.

“Liten,” dedim öne doğru bir adım atıp ona öfkeli bir şekilde bakarak. “Senin bir aklın var ve her şeyden önce senin cesur bir kalbin var, hissediyorum.” Elim kalbime doğru gittiğinde onun da eli yavaşça kalbine doğru gitti. “Seni bu şekilde susturmalarına izin vermemelisin.”
Liten eli kalbinde, gözleri kocaman açılmış bana bakarken elbette bir cevap vermedi ve aramızda neredeyse bir dakikalık bir sessizlik oluştu.

En sonunda pes edip arkamı döndüğümde bana ayrılan daireye doğru ilerledim fakat hemen arkamdan Liten’in sesini işittim. “Cesur bir kalbim var.” Bakışlarımı ona çevirdiğimde işaret parmağıyla beni gösterdi. “Ve cesur bir kalbin var, bu yeter.”

Kaşlarım çatıldığında ne demek istediğini ilk anda anlamakta zorlandım; fakat sonra, aklı olmadığı söylenen muhafızın aslında bana tek bir cümleyle buraya katlanmanın yolunu gösterdiğini fark ettim. Her ne olursa olsun, benim bir kalbim vardı ve bu gerçekten cesur bir kalpti. Kalbimin sesini dinlemekten vazgeçmezsem, doğru yolun er ya da geç beni bulacağına inanıyordum.

Ya da belki hiç bulmayacaktı. Bunu bilmiyordum. Ama bildiğim bir şey vardı: cesaretimi kaybetmeyecektim.

Liten’e buruk bir şekilde gülümsediğimde belli belirsiz bana sanki başıyla saygılı bir selam verdi veya bana öyle geldi, bilmiyordum. Arkamı dönüp bana ayrılan daireden içeriye girdiğimde ve kapıyı arkamdan kapattığımda sırtımı kapıya yasladım.

Derin bir nefes verdim ve dairenin içine baktığımda nefesim boğazıma takıldı, öksürmeye başladım.

Kocaman bir odaydı; öyle genişti ki, bizim Svalbard’da on kişi kaldığımız Mahzen’le hemen hemen aynı boyuttaydı. Zemin, siyaha çalan taş plakalarla kaplıydı; üzerlerinde havanın her nefesinde hafif titreşen gümüş damarlar vardı. Duvarlar koyu bazalttandı ama yüzeyleri pürüzsüz değil, el yordamıyla oyulmuş gibi vahşi çizikler taşıyordu; sanki her çizik, Thalron’un geçmişinden bir hikâye yontuyordu.

Hemen sağ tarafta kocaman çift kişilik bir yatak duruyordu; üzerindeki yumuşacık siyah battaniyenin dokusu bile gereksiz lüks hissettiriyordu. Yastıklar aynı koyu tondan, keskin hatlıydı. Yatağın tam karşısında, taş duvarın içine gömülü geniş bir şömine vardı; alevleri pembe ya da sarı değil, soğuk beyaz yanıyordu. Bu ateşin normal olmadığını anlıyordum; duman çıkmıyordu, sanki yalnızca ışık üretiyordu, içeriyi ise ısıtıyordu.

Yatağın yanında büyük vitray pencerelerden okyanusun sonsuz ve vahşi yüzü görünüyordu. Dışarıdaki dalgalar, camın üzerinde belli belirsiz gölgeler bırakıyordu, sanki Thalron bile okyanusa boyun eğiyordu. Pencerenin solunda küçük bir dolap ve masa vardı; masanın üzerindekileri gördüğümde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Hızlı adımlarla yaklaştıkça yüzümdeki mutsuzluk yavaşça çözülüp yerini şaşkın bir neşeye bıraktı.

Hayatımda asla görmeyeceğim kadar çok boya kalemi, küçük boya kutuları ve fırçalar vardı. Öyle çoklardı ki, Svalbard’dayken en fazla beş altı tanem olurdu; burada yüzlercesi önüme dizilmişti. Masanın yanında çeşitli boyutlarda tuvaller, arkadaki duvara yaslanmış halde duruyordu; bazıları o kadar büyüktü ki tek başıma taşımam mümkün olmayacak gibiydi.

Pencerenin önündeki sandalyenin hizasında bir şövale vardı; üzerinde hiç dokunulmamış boş bir tuval duruyordu. Sanki biri bana “buraya izini bırak” demişti. Bunu beklemediğim çok açıktı, özellikle az önce gördüğüm sert sahneden sonra. Üstelik bunların hepsinin yasak olduğunu biliyordum ama Veyn bana temin etmişti.

Gülümsemem dudağımdan düşmezken yanındaki dolabın kapağını açtım ve dudaklarımdan istemsizce bir “Hadi oradan,” döküldü.

Kalın yünlü siyah taytlar, yine yünlü siyah kazaklar ve içi kürklü iki çift çizmeyle doldurulmuş raflar… yanında yünlü çoraplar ve tertemiz iç çamaşırları. Çekmeceleri açtıkça aynı özenin devam ettiğini gördüm. Hepsi ama hepsi benim için ayrılmıştı.

Veyn’in hizmetkârı olmak, belli ki bazı kapıları da beraberinde açıyordu.

Bakışlarım sola kaydığında taş zemine gömülü geniş bir küvet gördüm; küvetin yanında sabunlar, tarak ve katlanmış havlular duruyordu.

Odanın içi tıpkı Veyn’in odası gibi öylesine aydınlıktı ki, tavandan sarkan avizenin mumları bile sıra sıra dizilmişti. Duvarlara dayalı kandillerin ışığı taş duvarlarda sert gölgeler oluşturuyordu.

Veyn’in kesin kuralı belliydi: Karanlığın buraya uğramaya hakkı yoktu.
Hatta hissediyordum, istesem de o ışıkları söndüremezdim.

Küvetin yanındaki çeşmeyi açtığımda ve elimi suya doğru tuttuğumda buz gibi su beklerken parmaklarımın ucunu yakacak kadar sıcak bir suyla karşılaştım, dudaklarımdan tiz bir çığlık döküldü ve gözlerim kocaman açıldı. Yirmi yedi yıllık hayatımda sadece iki kez sıcak suyla banyo yapmıştım, birincisi ben küçükken Elly’nin sürpriz olarak odun sıcağında ısıttığı suydu ve ikincisi de Tanya’yla üşenmeden birbirimizin sularını ateşte ısıttığımızdaydı. Bunun dışında hiç bu kadar sıcak bir suyla tanışmamıştım.

O an, üzerimdeki kıyafetlerden çok çabuk kurtulup küvetin içine girmeyi, sabunlarla harika bir banyo yapmayı düşündüm fakat bakışlarım yeniden yatağa döndüğünde kaç gündür doğru düzgün uyuyamadığımı düşündüm ve bunu düşünürken omuzlarıma öyle büyük bir yorgunluk çöktü ki ayaklarım benden izinsiz gibi yatağa doğru ilerledi.

Şarkı: Judah Earl, Before the Dawn

Yatağın sağ tarafına uzanıp kalın battaniyeyi üzerime çektim ve cenin pozisyonu aldığımda gözlerim pencereden dışarıya doğru kaydı. Zifiri gökyüzü hemen karşımdaydı ve ay görünmüyordu ama orada, uzaklarda bir yerlerde parlayan Kuzey Yıldızı olabilir miydi? Gözlerimi kapatıp uyumayı bekledim ama bütün yorgunluğuma rağmen, günlerdir ilk kez tek başıma kalmamın ağırlığı sırtıma yüklenmişti.

Tanya yoktu, Korven yoktu.
Ve Elly yoktu.

Bunu idrak etmek düşündüğümden çok daha zordu. Günlerin kaç tane olduğunu bilmiyordum; zaman Thalron’da bir yerlerde kırılmış, akıp gitmeyi bırakmış gibiydi. Ama tek bir anı tüm netliğiyle hatırlıyordum: Elly’nin gözlerimin önünde öldürüldüğü o anı. Bedeni taş zemine yığılmıştı ve ben hiçbir şey yapamamıştım. Küllerini gökyüzüne bırakamamıştım, ona son kez dokunamamıştım, nefesinin bittiği yere kapanıp onu takip eden sessizliğe sarılamamıştım.

Belki de hâlâ orada yatıyordu.
Belki de rüzgâr bile ona dokunamamıştı.
Bilmiyordum. Bilmem de imkânsızdı.

Elly tarafından büyütülmüştüm; o olmasa nefes almayı bile öğrenemezdim. Yaşama sevinci taş duvarlara teğet geçmişti ama bana çarpmayı da başarmıştı; içimde küçücük bir yer açıp “Buradan ışık girer” demişti. O, her şeyin en doğrusunu bilen kişiydi benim için. Bana teyzem olduğunu söylerdi ama annemden bahsedildiğinde gözleri buğulanırdı, babamdan söz açıldığında ise her defasında konuyu değiştirirdi.

Bazı geceler onu ağlarken yakalardım ama beni gördüğü anda, yüzündeki o neşe, sanki hiç kırılmamış gibi olurdu.

Thalron benden teyzemi almıştı.
Thalron benden aslında her şeyimi almıştı.

Dizlerimi göğsüme çektiğimde, kapalı gözlerimin altından sıcak bir şey aktı. Sessizce ağladığımı o an fark ettim. Svalbard’da ağlamak güçsüzlüktü; birinin karşısında değil, kendi başınayken bile gözyaşı dökmek zayıflık sayılırdı. Böcek olmakla eş değerdi. Ben bir böcek değildim. Bunu biliyordum ama içimdeki şey, hüzün müydü, öfke miydi, yoksa ikisinin birbirine geçmiş hâli miydi, adını koyamadığım bir ağırlık beni içten büküyordu.

Ağlamam sessizdi ama içimde yankısı bir haykırıştı sanki ses çıkarmadan çığlık atıyordum.

Hangi aşamada uyuduğumu tam olarak kestiremiyordum ama bir rüyanın içinde olduğumdan emindim çünkü yine aynı ormanın içindeydim fakat bu kez bir farklılık vardı: ormanda binlerce insan karşımda dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde beni bekliyordu. Her yer kardı, karanlıktı, gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu ve benim üzerimde kırmızı bir elbise vardı, ne Din İnsanlarına aitti ne de Tüccarlara. Belimden sımsıkı kuşakla bağlanmış, altı kabarık, üstü göğüs hizamdan sıkıca sarılmış ve kolları tülden, adeta masallardan, hatta efsanelerden fırlamış gibi bir elbiseydi.

Ve elbisemin tam kalbime denk gelen tarafında bir broş taşıyordum, broşun üzerinde ise o kelime vardı: Veyna.

Tanıdık yüzleri gördüm, Korven’i, Tanya’yı, Kayze’yi, Liten’i, Veymora’yı… Hatta Veymor’u. O bile dizlerinin üzerine çökmüştü ve başı önündeydi; sanki gölgesi bile yere çökmüş, bir daha kalkamayacakmış gibiydi.

Veyn? O yoktu, onu göremiyordum.

Ensemde bir nefes hissettiğimde başımı çevirmek istedim ama o kadim ses, bakışlarımın tam karşıma doğru mıhlanmasına sebep oldu. “Gerçek Veyn’i sen doğuracaksın,” dedi kendinden emin, yaşlı ama sarsılmaz bir sesle. “Ve Thalron, senin ve senden doğan her şeyin önünde diz çökmeyi öğrenecek.”

Yavaşça omzumun üzerinden arkama döndüğümde o kızıl saçlı kadını gördüm. Yine.
Bakışları öylesine keskindi ki, bir anlığına yalnızca beni izlemiyor, beni okuyor gibiydi; sanki gözleriyle ruhumun harflerini yeniden diziyordu. Bir anlık, bakışlarıyla bile yeniden var olabilirmişim gibi hissettim.

Tam o esnada önümde bir hareketlenme olduğunda ve bakışlarım önüme döndüğünde onu gördüm. Veyn’i.

Onu gördüğüm an, her yer gri renkle kaplandı; bir tek onun yemyeşil gözleri canlı ve keskin kaldı. Zamana bile meydan okuyan bir sakinlikle önümde dizlerinin üzerine çöktüğünde başını önüne eğdi ve elini öne uzattı. Uzattığı avcunda yüzüğü vardı: Veyn yazılı yüzüğü bana veriyordu. Ve parmakları, o yüzüğü tutarken hiç titremiyordu ama gözleri gözlerime doğru tırmandığında sanki geleceğin hisleri oradaydı, bana gerçekten beni tanıyormuş gibi bakıyordu.

“Ben kimim?” diye fısıldadım kendi kendime. Bir fısıltıydı ama rüyanın içinde yankısı fazla büyüktü; sanki orman bile sorumu duyup beklemeye geçmişti.

Arkamdaki kızıl saçlı kadın bir eliyle gözlerimi kapattığında ilk önce karanlığı gördüm ardından kendimi hissettim, ilk kez kendimi hissettim. Çünkü herkes önceki kaderinde kendini birçok yerde hissedebiliyorken ben ya hayvan ya da bir bitki gibi kendimi hissetmiştim ve şu an insandım. Kim olduğumu bilmiyordum, nerede olduğumu bilmiyordum ama bir insandım. Öyle kısa bir andı ki, sanki dünyayı sadece bir anlığına görebilmiş ve sonra yeniden yok olmuştum. Bir ormanın içindeydim, hava soğuktu, nefesim buhar çıkarıyordu fakat sonrası yine karanlıktı.

Kızıl saçlı kadın elini gözümden çektiğinde derin bir nefes verdim ve bakışlarım Veyn’i görmek için aşağıya indiğinde şiş olan karnımla karşılaştım: bir bebek taşıyordum, Thalron’daydım ve ben hamileydim.

Gözlerim büyüdü, nefesim kesildi ve dudaklarımdan sadece “Gerçek değil,” kelimeleri döküldü. Sanki dünya bir anlığına üstüme kapandı, kulağıma ise rüyada değil sanki gerçekten birisi, bir cümle fısıldadı: “Liora Valenka, dünyaya gözlerini gerçekten açma vakti.”

Titreyerek gözlerimi açtığımda, elim refleksle yatağın boş tarafına gitti ve olduğum yerden doğruldum. Ardından karnıma dokundum; parmaklarım düzlükten başka hiçbir şeyle karşılaşmadığında derin bir nefes aldım.

Oda hâlâ bıraktığım gibiydi. Yalnızdım. Elbette hâlâ geceydi ve bunun bir süre daha böyle kalacağını biliyordum ama mumların erime düzeyine bakınca saatlerdir uyuduğumu anlayabiliyordum.

Elim karışmış saçlarıma gitti. Yüzümü buruşturup nefesimi hâlâ tam olarak kontrol edemezken yataktan çıktım. Bir yanım şaşırtıcı biçimde dinlenmiş hissediyordu; derin ve rahat bir uyku çekmiştim. Ama başka bir yanım, gördüğüm rüyanın ağırlığıyla bitkin düşmüştü. Rüya, saatler önce yukarıda gördüğüm sahnenin bir yansıması gibiydi. Bu kadar etkilendiğimi sanmıyordum ama düşüncelerimle birlikte rüyalarıma kadar sızmıştı.

Rüyamda hamileydim. Karnımda bir can taşıyordum.
Ve herkes dizlerinin üzerine çökmüş, bana itaat ediyordu.
Bu imkânsızdı.

Onların bana itaat etmeyecek olması yüzünden değil; Thalron’da, karnımda bir bebekle o insanların karşısında öylece duracak biri olmadığım için.

Üzerimde günlerdir duran pelerini ve iç çamaşırımı çıkarıp küvetin suyunu olabilecek en sıcak seviyeye getirdim. Su dolarken içine birkaç sabun attım; sıcaklıkla birlikte kokusu odaya yayıldığında dudaklarımda belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Su istediğim seviyeye ulaştığında, yakacağını bile bile kendimi küvetin içine bıraktım ve bir süre orada kestirdim.

Bunu yaparken kendi kendime gülmemi engelleyemiyordum. Bir yandan Thalron’dan nefret ederken bir yandan da onun sunduğu güzelliklerden faydalanmak öylesine gurursuzcaydı ki; kendi gurursuzluğuma gülerken yakalamıştım kendimi.

Dakikalar sonra saçlarımı yıkadım, ardından sabunla tüm bedenimi temizledim. Sıcak su odayı yoğun bir buharla doldurmuştu; bir adım ötesini göremiyordum ama küvetten çıkmaya da hiç niyetim yoktu.

Ta ki dairenin kapısı, olabilecek en sert şekilde açılana kadar.

Şarkı: Ophelia, Lena Fayre

Çığlık attığım anda küvetin içinde kaydım ve tamamen suya battım. Yeniden doğrulduğumda nefes nefeseydim ve Liten’in o yüksek sesi buharın içinden geldi: “Veyn seni emrediyor!”

“Liten!” diye haykırdım suyun içinden. Onu göremiyordum ve onun da buhardan beni göremediğine çok emindim.

“Göremiyorum!” diye haykırdı Liten bir anda. “Göremiyorum! Kör oldum!”

“Hayır,” diye inledim ve hızlı bir şekilde sağ tarafımda kalan havluyu vücuduma geçirip suyun içinde uyuşan bacaklarıma rağmen sarsak adımlarla kapıya doğru ilerledim. Neredeyse Liten’in önüne geçtiğimde beni gördü ve büyük bir korkuyla bana baktı. “Hayır, görüyorsun sadece içerisi buhar oldu, sakin ol.” Liten’in yüzünde muhafız maskesi yoktu ve yanakları soğuktan kızarmıştı; birçok insana göre korkutucu görünebilirdi ama bana sevimli geldiğini bile söyleyebilirdim. “Ve Veyn’in odasına girmeden önce çan çalınabiliyorken ben Köksüz’üm diye mi bu şekilde odaya giriyorsun? Barbarsın Thalron! Barbar!”

Liten’in yüzündeki korku silinirken yerini şaşkınlığa bıraktı ve sonra ciddiyetle “Veyn seni odasına çağırıyor,” dedi başını sallayarak.

“Tamam, birazdan çıkıyorum.”

“Hemen çağırıyor.”

“Liten,” dedim gözlerimi kapatıp. “Çıplak mı gideyim?”

Liten yutkundu ve utançla gözlerini kaçırdı. “Hayır, eminim ki Veyn sizi çıplak bir şekilde odasına çağırmıyor.”

“O halde,” dedim dışarıyı göstererek. “Çık, birkaç dakika sonra ben de geliyorum.”

Liten hiçbir cevap vermeden kapının dışına doğru bir adım attığında kapıyı ardımdan kapattım ve koşar adımlarla dolaba yöneldim. Önce içime giyeceğim kıyafetleri geçirdim; hepsi öylesine sıcak tutuyordu ki yüzümde istemsiz, keyifli bir ifade belirdi. Ardından Köksüz pelerinini tiksinerek üzerime aldım ve botlarımı çorapların ardından ayağıma geçirdim. Bana sunulan her güzelliği, yine gurursuzca omuzlanmıştım.

İnsan bazen hayatta kalmakla onurunu korumak arasında bir tercih yapamazdı; ikisi de aynı anda sırtına binerdi.

Küvetin yanındaki tarakla saçlarımı hızlıca taradım, olduğu gibi bırakıp köşedeki tuvaletin olduğu yere ilerledim. Aynanın önünde tuzla kül duruyordu. Bu dişlerimi fırçalamak içindi; Svalbard’da misvak kullanıyorduk ama burada, çok daha eski bir zamana dönülmüş gibiydi.

Parmağımla dişlerimi hızla fırçalayıp aynaya baktım. Gördüğüm görüntü hiç hoşuma gitmedi. Koyu kızıl saçlarım nemli bir şekilde başıma yapışmıştı ama mesele bu değildi. Mesele gözlerimdi. Ela gözlerimin çevresi, çok uyuduğumdan mı yoksa uyumadan önce ağladığımdan mı bilinmez, kızarmıştı. Dudaklarım sıcaktan pespembe olmuştu, yanaklarım da öyleydi.

Ama gözlerim… Hiç ruh yoktu. Hiç kader yoktu.
Sanki benden önce karar verilmiş bir hayat, gözlerimin içini çoktan terk etmişti.

Aynaya sırtımı dönüp tuvaletten çıktım, ardından odaya son bir kez baktım. Gurursuz Liora odasını terk ediyordu. Harika yatağıma kısa bir an baktım, gülümsedim ve kendime kızarak kapıdan dışarı çıktım.

Kapının önünde beni bekleyen Liten’e şöyle bir bakış attıktan sonra “Sana hiç yakıştıramadım,” dedim söylenerek. İkimiz de merdivenlere yürüyorduk. “Burada güvendiğim tek kişi sendin, içeriye savaş var gibi nasıl girebilirsin?”

Liten, tedirginlikle kafasını kaşıdı. “Bana kızdın.”

Kendimi tutamayıp güldüğümde merdivenlerin son basamağındaydık. “Çan çalmasan bile en azından kapıyı yumruklasan ya da bana seslensen olmaz mı?”

“Veyn dışında kimse bana emir veremez.”

“Emir vermiyorum, Liten, rica ediyorum,” dedim. “Ve bunun aramızda kalacağına söz veriyorum.”

Liten yine hiçbir şey anlamamış gibi yüzüme baktı ve sonrasında kapının yanındaki çanı çaldı. Gözlerimi devirdiğimde birkaç saniye sonra Liten, Veyn’in kapısını açtı ve gözlerim hemen yanındaki daireye doğru döndü. “Bu odada ne var?”

Liten sakin bir sesle “Veyn’in yatak odası, orada uyuyor,” dedi ve içeri geçip benim de geçmemi bekledi.

Ayağımdaki botlar ağırlık yapıyordu ama sıcak hissini sevmiştim. Liten’in hemen ardında içeri girdiğimde Veyn’i, diğerine kıyasla daha küçük masasında buldum. Sandalyesine oturmuştu; önündeki tüm eşyalar belirli bir düzene göre dizilmişti ve elinde tuttuğu keskin bıçakla bir şeyler oyuyordu. Gözleri bize dönmedi, bakışlarını elindeki işten ayırmadı. Bazı insanlar konuşmadan da bulunduğu yeri yönetirdi.

“Yüce Veyn!” dedi Liten yine bağıra bağıra. “Köksüz’ün odanıza çıplak bir şekilde gelmesi yasak mı?”

Kendimi tutamayıp Liten’e bir dirsek salladım ama elbette ona isabet etmedi. Veyn’in elleri duraksadığında ve kaşları çatıldığında, gözleri yavaşça Liten’e döndü. Ardından kaşlarını kaldırdı ve bakışları bana kaydı. Beni baştan aşağı öyle bir süzdü ki; botlarımın ucundan saçlarımın tepesine kadar. Banyo yaptığımı anlamıştı. Onun verdiklerini giydiğimi anlamıştı. Botlarını artık çalmayacağımı da.

Gülümsediğinde dudağının kenarında gamzesi belirdi. “Bu yasağı ben değil, sadece Köksüz belirleyebilir, Rad9,” dedi. “Eğer çıplak gelmek isterse onu engelleme.”

Dağınık kumral saçları taranmış gibiydi; daha derli toplu görünüyordu. Yüzüne düne kıyasla daha fazla renk gelmişti, gözleri keyifliydi, hatta keyifli bakıyor bile diyebilirdim. Yemyeşil gözleri en açık tonundaydı. Üzerindeki kalın, siyah keten gömleğin ilk üç düğmesi açıktı ve o altınlar bu kez yoktu. Göğüs kafesindeki izleri ve heybetli vücudunun bir kısmını net bir şekilde görebiliyordum.

Liten başıyla onayladığında ve geriye doğru çekilip odadan çıktığında ikimiz baş başa kaldık.

O an benden hiç beklemeyeceği bir şeyi yaptım ve ellerimi önümde birleştirip başımı önüme eğdim: “Beni çağırmışsınız, Yüce Veyn.”

Kısa bir sessizlik oldu, beni incelemeye devam ettiğine neredeyse emindim fakat inatla başımı eğdiğim yerden asla kaldırmadım. “Hizmetkarların bu kadar uyuması yasak.”

“Özür dilerim, Yüce Veyn,” dedim bu kez. “Bunu bilmiyordum.”

Yine sessizlik oldu, bu kez haddinden fazla uzun bir sessizlikti. “Senin için koyulan eşyaları da giyinmişsin.”

“Giyindim, Yüce Veyn, teşekkür ederim.”

Ellerinde uğraştığı işini bıraktı ve yavaşça ayağa kalktığında oturduğu sandalyeyi geriye doğru itekledi. Bana doğru ilerlerken botlarının zeminde bıraktığı tok sesi işitebiliyordum ve sadece bir anlık rüyamdaki o görüntüsü gözlerimin önüne geldi, kalbimin teklediğini hissettim. Rüyamda öylesine yakınımdı ki ve öylesine benimleydi ki, şimdi adımlarca uzağımdaki bir adam değilmiş gibiydi.

Tam karşıma geçtiğinde bakışlarım işaret parmağındaki Veyn yazılı yüzüğüne doğru kaydı fakat yine de başımı kaldırmadım. “Bana gerçekten itaat etmeye mi karar verdin, Işık Veren yoksa bu da başka bir planın mı?”

Ellerimi daha sıkı bir şekilde birbirine kenetledim ve derin bir nefes verip “Size itaat etmekten başka hiçbir çarem olmadığını fark ettim, Yüce Veyn,” diyerek başımı salladım. “Siz Thalron’un varisisiniz ve buradaki insanlardan hiçbir farkınız yok. Her an beni yok edebileceğinize inanıyorum ve bu yüzden size itaatimi sunuyorum.”

“Buna yeni mi karar verdin?” Sesi öylesine tok, kelimeleri telaffuz edişi öylesine güçlüydü ki, başka bir zaman olsa baskınlığı öfkelenmeme neden olabilirdi ama rüyamın ardından o baskınlık artık bana yabancı geliyordu. Bir yandan da tanıdık.

“Evet.” Tek bir kelime çıktı dudaklarımdan ve sonrasında hızlıca devam ettim. “Şimdi eğer izin verirseniz ruhsal rehberimin yanına gitmem gerekiyor, Thalron hakkında öğreneceğim çok şey var.” Geriye doğru çekilip bir adım attığımda öyle hızlı bir adım atıp önümde durdu ki, ben de durmak zorunda kaldım.

“Başını kaldır,” dedi yine baskın bir sesle.

Kendimi tutamadım ve hafif bir tebessümle “Yasak,” dedim heceleyerek. “Bir Köksüz, bir Asil ile göz göze gelemez, Yüce Veyn. Beni affedin.”

Hiç beklemiyordum ama eli çeneme doğru uzandı, bütün barbarlığına zıt bir yumuşaklıkla parmakları çenemi kavradığında irkildim. Başparmağı alt dudağıma dokundu. Elbette bunu bilerek yapmamıştı; amacı yalnızca başımı kaldırmaktı ama daha önce kimse bana bu şekilde temas etmemişti ve kalbimin teklediğini hissettim.

İnsan bazen bir dokunuşun niyetinden çok, onda bıraktığı izden korkardı.

Başımı yerden kaldırdığımda göz göze geldik. Elini hemen çekmesini bekledim. Sadece bekledim. Ama o an uzadı; birkaç nefeslik, fazlasıyla fark edilen bir an. Sonra elini yavaşça geri çekti. Göz temasınıysa hiç kesmedi.

“Daha net cümlelerle konuş,” dedi kendinden emin bir sesle. “Ben lafı dolandırmaktan hiç hoşlanmam, Liora.” Adımı söyleyiş biçimi ne buyurgandı ne de yumuşak.

“Lafı dolandırmak mı?” dediğimde kaşlarımı havaya kaldırıp çenemle onu işaret ettim. “Thalron kurallarına uymak ne zamandan beri lafı dolandırmak oluyor, Yüce Veyn?” Derin bir nefes verdim ve bir kez daha onu işaret ettim. “Daha açık konuşmak gerekirse Thalron’un nasıl bir yer olduğunun artık farkındayım ve ona göre davranıyorum. Herkese sonsuz itaat göstermem gerekmiyor mu, bunun nesi yanlış? Şu an karşınızda bu şekilde duruyor olmamın nesi yanlış? Yüzünüze bakmıyor olmamın nesi yanlış? Kurallar neyse onu yapıyorum; bundan neden rahatsızlık duydunuz?”

Veyn’in yüzündeki ifadeden ne düşündüğünü anlayamadım ama sabit bakışları gözlerimde gezinirken “O halde en başından beri neden böyle değildin?” diye sordu.

“Çünkü burada itaatsizliğin cezasını en kötü ödeyen insanlardan birisi ben oldum.”

“O halde,” dedi bu kez. “En başından beri bana neden böyle değildin?” Soruyu sorarken yanıtını gerçekten merak ediyor gibiydi.

Dürüst olmak ya da bu sorudan kaçmak, hangisini seçeceğime şu an vereceği yanıt karar verdirecekti. “Neden bunu merak ediyorsunuz, Yüce Veyn? Sizi heyecanlandıran ve eğlendiren başkaldırılarım artık yok diye üzüldünüz mü?”

Hiç düşünmeden gayet net bir sesle “Çünkü şu an yalan söylediğini düşünüyorum,” dedi ve başını iki yana salladı. “İtaat edecek olan en başından beri ederdi çünkü başkaldırı insanın ruhuna sonradan işlemez, Liora.”

Yeşil gözlerine bakarken zihnimde kelimeleri toparlamakta ilk önce zorlandım fakat sonrasında ona net olmam gerektiğini hissettim. “Çünkü sizin buradaki insanlardan daha farklı olabileceğinizi düşündüm,” duraksadım ve yeniden imayla “Yüce Veyn,” dedim. “Bu bana yardım edeceğinizi düşündüğüm için değildi, bu beni anlayabileceğinizi düşündüğüm içindi çünkü buradaki herkes itaatle, kurallarla ve yasaklarla öylesine delirmiş ki, siz onlardan daha farklıydınız.” Başımı yemek masasına çevirdim ve gözlerimi kıstım. “Fakat dün gördüm ki, siz aslında gerçekten Thalron’a aitmişsiniz, bir sözbağı yapıyor, Velruna vaktini bekliyor, doğacak çocuğunuz için heyecanlanıyorsunuz. Sizden beni anlamanızı beklemek aptallıktı, siz o kutsal çocuksunuz.”

Bakışlarımı ona çevirdim ve kaşlarımın çatıldığını fark ettim; Veyn de aynı şekilde bana baktığında sanki söylediklerimi tek tek idrak etmeye çalışıyor gibiydi. “Üstelik,” dedim yine kendimi durduramayarak. “Dün size bu konu hakkında düşüncelerimi söylediğimde yani eşin aşkla eşdeğer olduğunu söylediğimde ve bütün bunların bir saçmalıktan ibaret olduğunu dile getirdiğimde yine bana hiçbir şey söylemediniz.” Öne doğru kısa bir adım attım ve parmaklarımın ucuna yükselip inatla “Evleniyorsunuz, Yüce Veyn,” dedim. “Thalron için evleniyorsunuz, sizden beni anlamanızı artık nasıl bekleyebilirim ki? Şimdi olmasa bile bir gün beni yok edeceksiniz, bunu artık biliyorum.”

O an aklıma bambaşka düşünceler geldiğinde parmaklarımın ucuna yükseldiğim yerden geriye doğru çekildim ve sonrasında gözlerimi kıstım. “Tabii o kadına aşıksanız ve evlenmenizin tek sebebi bu ise işler değişir, o zaman bütün bu düşüncelerim bir hiçten ibaret olur.”

En sonunda sessizliğe gömüldüğümde beni izlemekten bir an bile olsun vazgeçmedi ve bakışlarından ne düşündüğünü asla anlayamıyordum. Düşündüğümden çok daha uzun bir süre sessiz kaldı ve en sonunda “Neye öfkelendiğini bile anlamayacak kadar senin dünyana uzak olduğumun farkında değil misin?” diye sordu ve bu soruyu sorarken gerçekten de beni anlayamadığını fark ettim. “Ben Veyn’im, bir varisim ve benim de varisim olmak zorunda. Bu şekilde soyumuz devam edecek, Thalron sonsuza dek ayakta kalacak. Bana bu öğretildi, ben bu şekilde büyütüldüm ve senin anlattığın dünya bana o kadar yabancı ki, hiçbir şey anlayamıyorum.”

“İşte bu,” dedim ellerimi iki yana açarak. “Senin için evlilik, çocuk, eş bu kadar basit şeyler olmamalı. Sadece senin için değil, kimse için olmamalı. Bir kalbimiz var Yüce Veyn ve kalbimiz bazen kuralları dinlemez. Bir kaderimiz var ve bazen bizi öyle yollardan yürütür ki bütün yasakları çiğneriz. Hiçbir şey bilmiyorsan bile tek bir şeyi bilmen gerekir çünkü,” işaret parmağımı ona doğru kaldırdım, “hâlâ kalbin atıyor ve o kadına baktığın zaman kalbin çok hızlı atmıyorsa bu seni sadece mutsuzluğa sürükleyecek, Thalron’un aptal yasaları da sadece seni içten içe çürütecektir. Bunları anlayabilmek için insan gibi hissetmen yeterli aslında ama sana insan gibi bile hissettirmemişler ya da sen öyle hissetmek istemiyorsun, bilmiyorum.”

Dudaklarımdan dökülen kelimelerin çok sert olduğunu noktayı koyduğumda fark etmiştim. Thalron’un kurallarıyla büyümüş birisiydi ve şu an benim söylediklerimi bile anlayabilmesi imkansızdı, henüz masal ne demek onu bile bilmiyordu ve ben aşktan söz ediyordum; bu büyük bir aptallıktı.

Bir şey söyleyecek gibi dudakları aralandı ve sonrasında bundan vazgeçip yüzümü izlemeye devam etti. Kaşı çatılıyor sonra gevşiyor ardından bir kez daha çatılıyordu. Düşüncelerinin içinde yılan gibi kıvrıldığının farkındaydım fakat ne derse desin öfkemin üzerine çıkamayacaktı, bunu anlaması gerekiyordu. “Kişine zarar vermeyeyim diye mi yalan söyledin?”

“Ne?”

Veyn, büyük bir nefes aldı ve göğsü kalkıp indiğinde göz bebekleri adeta büyüdü. “Korven Talisker,” dedi ismini söylerken baskı yaparak. “O senin kişin, bunu o söyledi ve sen bana aksini söyledin. Bu konuda bana neden yalan söyledin? Ben yalandan hoşlanmam.” Keskin bir nefes daha verdi. “Asla.”

Kaskatı kesildiğimde yutkundum ve kaşlarım çatıldı. “Onunla mı konuştun?” diye sordum hızlı bir şekilde. “Ne zaman? Neden?” Veyn, sessiz kalıp yüzüme bakmaya devam etti. “Beni sorguluyordun, değil mi?” diye sordum bu kez. Yine sessiz kaldı. “Bu çok yanlış, beni neden gidip ona…”

“Ben kimseyi kimseye sormam, özellikle bu bir alt köken ise,” dedi Veyn yüzünü buruşturarak. “Şimdi sen söyle, bana neden yalan söyledin? Doğrusunu söylediğinde ne olacağından korktun?”

Elim enseme doğru gittiğinde onu anlamakta zorlanıyordum fakat Korven, bunu söylediyse onun da amacını asla anlayamıyordum. Belki de beni korumak istemişti, belki de Veyn, bizim dilimize biraz daha uzak olduğu için yanlış anlamıştı. Dudaklarımı ıslattım ve parmaklarımla oynamaya başladığımda “Evet,” dedim kısık bir sesle. “Yalan söyledim çünkü onların bir zarar görmesini istemiyorum, ikisi de benim bu hayattaki en değerli varlıklarım.”

Veyn çok kısa bir an yüzüme baktı ve sonrasında öyle bir gülmeye başladı ki, kahkahası dairenin içini doldurdu; içten bir kahkahaydı ama bir yandan da gözlerindeki hırsı görebiliyordum. Başını önüne eğip gülmeye devam ettiğinde ben de aynı oranda öfkelendiğimi hissediyordum.

En sonunda gülüşü solduğunda “Liora Liora Liora,” dedi üç kez adımı tekrar ederek ve bu kez adım atıp bana doğru yaklaşma sırası ondaydı. Üstten üstten bana bakarken neredeyse göğüs kafesi göğsüme değecekti ama öyle bir bakıyordu ki, üstünlüğünü adeta bana haykırıyordu. “Az önce bahsettiğin duyguların hiçbirinden anlamıyorum, kalbin birisini gördüğünde hızlı atabileceğini bile az önce sende öğrendim,” eli kalbine doğru gitti ve kaşlarını çattı, “fakat benim de bildiğim bir şey var ki, o alt köken seni hak etmiyor ve sen o kalbini çok yanlış bir adama feda etmişsin, bu yüzden bana kendi dünyanı anlatırken o dünyada hissettiklerinin seni mahvedip mahvetmeyeceğinden emin ol.”

Tiksintiyle hatta tükürür gibi kısık bir sesle “Drak,” dediğimde kaşlarını kaldırdı, duymuştu. “Bana akıl verene de bakın siz, hepiniz delirmişsiniz.”

Veyn, alayla gülmeye devam ettiğinde “En son Yüce Veyn diyordun,” diyerek gözlerini kıstı. “Demek itaatin buraya kadarmış, ne güzel.”

Yüzümü buruşturdum ve bir süre daha ona baktım ardından aklıma gelen düşünceyle içimdeki öfke merakla beraber harmanlanmıştı. “Sen,” dedim kısık bir sesle ama devamında gelecek cümlenin ona zarar vereceği açıktı. “Velruna vakti için kusurlu sayılmıyor musun?” Veyn’in yüzündeki gülüş donuklaştı. “Radyasyona maruz kalmış birisinin çocuk yapması kesinlikle yasak ve sen bu yasağı çiğneyeceksin, o çocuğun ne şekilde doğacağını bile bilmiyorsun. Bir varis değil, mutasyona uğramış bir canlı bile dünyaya gelebilir.”

Kaskatı kesildiğinde ve bakışları donuklaştığında neredeyse nefes bile almıyor gibiydi. Korkuyor muydu, öfkeli miydi bilmiyordum ama ilk kez bakışlarını kaçırdığında hangi duygunun onu çepeçevre sardığını anlamıştım: Bunu istemiyordu. Bu çocuğu istemiyordu. Evlenmek istemiyordu. Buna zorunlu kalmak istemiyordu.

Veya bütün bunlar yine benim yanılsamamdı.

“Benden bir canavarmışım gibi söz etmekten vazgeç,” dedi; bakışları hâlâ bana dönük değildi. O an, gözlerindeki donukluğun isteksizlikten değil, kendini de bir canavar gibi görmesinden kaynaklandığını fark ettim. Bu bir savunma değildi; kabullenişti. Her şeyin farkındaydı ve ben, söylememem gereken bir gerçeği onun yüzüne tokat gibi çarpmıştım. Sessizliği, canını yakan şeyleri saklamak için değildi artık; onları taşımaya alışmış birinin sessizliğiydi. “Ve aksini iddia etsen de,” diye devam etti, sesi çok az çatlayarak, “insan olan bir tarafım var.” Bir an durdu. Sanki o tarafın gerçekten var olup olmadığından emin olmak ister gibi. “O tarafımı sen yanımdayken hissedebiliyorum. Çünkü sen farklısın.” Nefesi ağırlaştı. “Buradaki herkesten farklısın, sanki olduğum değil, olmam gereken dünyadan birisi gibisin ve bu yönün bana insan gibi hissettiriyor.”

O an anladım ki, bunu bir iltifat gibi söylemiyordu; aksine, beni de kendi karanlığının eşiğine kadar getirdiğinin farkındaydı ve o karanlıktan sadece benim dünyamla kurtulabiliyordu.

Çoktan söylediğim için pişman olmuştum. Sınırı aştığımı artık inkâr edemiyordum; Svalbard’da buna, birinin sırtına hançer saplamak derlerdi. Sözler bazen metalden daha keskindi ve ben, neyi kestiğimi anlayacak kadar geç kalmıştım. Belki de renk körü olması onun zaafıydı. Belki de herkesin görmemesi gereken bir yere dokunmuştum. Onu en savunmasız yerinden vurmuş olma ihtimali, içimde ağır bir taş gibi oturuyordu.

“Kastettiğim bir canavar olduğun değildi,” dedim ama ne söylersem söyleyeyim hiçbirisinin inandırıcı olmayacağını biliyordum. O da zaten bir cevap vermeden masanın olduğu tarafa doğru geçti ve masanın üzerine doğru eğildi. “Beni neden çağırmıştınız, Yüce Veyn?” diye sordum. “Ruhsal rehbere gitmem gerekiyor.”

Veyn, yüzüme bakmadan “Bugün ruhsal rehbere gitmeyeceksin,” dedi; sesi keskin, tartışmaya kapalıydı. “Rad9 seni, kendini korumak için çalıştıracak.” Şaşırdığımı fark edince bakışlarını bana çevirdi ve hiç duraksamadan devam etti. “Hizmetkârımsın. Sürekli yanımdasın. Olası bir durumda beni koruman gerekir.” Başını aşağı yukarı salladı; bu bir onaydan çok, çoktan verilmiş bir kararın mührü gibiydi. “Aynı şekilde kendini de koruman gerekir,” dedi bu kez daha yavaş. “Çünkü benden nefret edenler, senden de edecektir.” Bir anlık sessizlik oldu. “Thalron, birçok birliğin gözünün üzerinde olduğu bir yer. Olası bir savaşta savunmada olman gerekir.”

O an anladım ki, bana bir görev vermiyordu; beni, geri dönüşü olmayan bir yere dâhil ediyordu.

“Ben zaten iyi bir dövüşçüyüm,” dedim kendimi savunarak.

“Değilsin.” Öyle net cevap verdi ki, aksini iddia edemedim. “Bunu Karlin oynarken gördüm, seni yere sermem, bir dakikanın yarısını bile almaz.”

Aşağılayarak ona baktım ve ellerimi bu kez arkada birleştirdim. “Kendine çok güveniyorsun, Veyn fakat yaşadığım yerde senin kadar heybetli kaç adamı yere devirdiğimi görsen şaşkına dönerdin.”

Hafif bir tebessüm etti. Bu tebessüm, kazanacağını bilen birinin acele etmemesindendi. “O halde,” dedi sakin bir sesle, “bir oyuna daha var mısın?”

“Nasıl bir oyun?” diye sordum.

“Bir hafta boyunca Rad9’dan ders alacaksın,” dedi hiç düşünmeden. “Bir haftanın sonunda benim karşıma çıkacaksın. Eğer beni yenersen değil,” kısa bir duraksama oldu, “eğer bir dakikadan fazla bana meydan okuyabilirsen sen kazanmış olacaksın. Ama bir dakikadan kısa sürerse ben kazanırım.” Yine bir iddia. Kuzeyliler oyun oynamayı severdi ama Thalron’da oyunlar, eğlenceden çok sınav gibiydi; kazananın değil, dayananın hatırlandığı türden.

“Peki iddia ne?” diye sordum.

Veyn bu kez gerçekten duraksadı. Bakışları masaya kaydı; sanki kararını çoktan vermiş ama yüksek sesle söylemeden önce tartmak istemişti. Masanın üzerinden bir şey aldı, yeniden karşıma geçti ve avcunu açtı. İçinde çelikten yapılmış, altın detaylarla işlenmiş, kuzey yıldızı şeklinde bir saç tokası duruyordu. El işçiliği fazlasıyla belliydi. Uzandım, tokayı yavaşça parmaklarımın arasına aldım; sekiz ucunun hançer ucu kadar sivri olduğunu fark ettiğimde içimden bir ürperti geçti. Ucunda küçük bir charm vardı ve hareket ettikçe neredeyse masum sayılabilecek bir ses çıkarıyordu. Biraz daha incelediğimdeyse yıldızın tam ortasında kazınmış iki harfi gördüm: A.T.

Adının baş harfi A’ydı, T büyük ihtimal Thalron’dan geliyordu.

O an anladım ki, bu bir ödül değildi. Kazanırsam taşıyacağım, kaybedersem ağırlığını ömür boyu hissedeceğim bir şeydi.

“İddiayı kazanırsam, karanlığıma rağmen seni görüp tanıyabileceğim bu tokayı saçlarından hiç çıkarmamanı emredeceğim,” dedi, sesi sakin ama geri dönüşsüz bir yerden gelmişti. “Ve kızıl saçlarını gizlemeni sana, Veyn olarak, yasaklayacağım.” Bir anlık afallamıştım. “Bu toka daima ama daima saçlarında olacak; her nerede olursan ol seni bu şekilde tanıyacağım.” Gözlerim tokadan yeşil gözlerine doğru tırmandığında, bakışlarında yalnızca bir anlık, çok kısa ama inkâr edilemeyecek bir hüzün gördüm. “Çünkü,” dedi, sesi neredeyse fark edilmeyecek kadar alçalarak. “Saçlarından seni tanıyamadım ama saçlarındaki bu toka bana senin kim olduğunu söyleyecek, sırtın bana dönük olsa bile.”

Yeniden tokaya doğru baktığımda “Saçlarımı neden gizlememi istemiyorsun?” diye sordum. Toka öylesine güzel, öylesine eşsizdi ki, hayatım boyunca daha önce böyle bir şeyler görmediğime çok emindim.

“Çünkü senin saçların en büyük başkaldırı Liora ve ben o saçlarını göremesem de insanların sana baktığında hissettiklerini görmek bana keyif veriyor.” Yeniden ona baktığımda bakışları saçlarımdaydı. Sanki göremediği bir şeyi ezbere biliyormuş gibi. “Kırmızının hangi tonu olduğunu bilmiyorum, nasıl parlıyor bilmiyorum, bu kadar kişinin gördüğünü ben göremiyorum ama bütün Thalron senin saçlarını konuşuyor, ateş gibi olduğu kulaktan kulağa yayılıyor ve ben, sen yanımdayken veya yokken o saçlarınla herkese meydan oku istiyorum.”

Kalbimin bir yanı sızladığında “Neden?” diyebildim sadece. “Neden bunu istiyorsun?”

“Çünkü bir savaşta meydan okuma ilk önce korkuyla başlar, bırak senden korksunlar.”

Kaşlarımı kaldırdığımda “Veymor beni görecektir,” dedim. “Amacın Veymor’un önüne beni atmak mı?”

Veyn, alayla güldü fakat söylediğime hiçbir cevap vermeden “Sen ne isteyeceksin?” diye sordu.

Ne isteyeceğim konusunda henüz bir fikrim yoktu ama nasıl bir şey isteyeceğimden oldukça emindim: Onu köşeye sıkıştırmak istiyordum, tıpkı beni daha önce köşeye sıkıştırdığı gibi. Birbirimize sessiz bir şekilde bakmaya devam ederken yüzüne vuran mumun ışığı silik gölgeler bırakıyordu ve yeşil gözleri mumlardan daha parlaktı.

Yüzümde bir gülümseme oluştu, belki de hayatım boyunca yaptığım en acımasız gülümsemelerden birisiydi, kendimle aynada yüz yüze gelmek isterdim. O da gülüşümü fark ettiğinde tek kaşını kaldırıp imayla beni inceledi. “Eğer ben kazanırsam,” dedim sesim kulağa tehlikeli gelirken. “Keman çaldığın o kuleye çıkacaksın ve Thalron’un bir yasağını çiğneyerek kendi melodini herkese dinleteceksin.” Veyn’in bunu beklemediği çok açıktı çünkü bir anlık yüzündeki değişimden bu iddiaya girdiği için pişman olduğunu bile hisseder gibi oldum. “Ama eğer korkuyorsan,” dedim serçe parmağımı ona uzatıp iddiaya girmesini bekleyerek. “Bu oyunu iptal edebiliriz, Yüce Veyn.”

“Benden,” dedi Veyn tek kaşı havada. “Başkaldırı mı istiyorsun?”

“Tam olarak bunu istiyorum.”

Yüzüme baktı, gözlerime baktı, saçlarıma baktı; ardından ona uzattığım serçe parmağıma. Yüzündeki o kısa süreli afallama, kontrolü elinde tutmaya alışmış birinin nadiren yakalandığı türdendi. Sonra dudakları kıvrıldı, o ifade yerini sakin ama tehlikeli bir tebessüme bıraktı. Serçe parmağını serçe parmağıma doladı; bu temas bir anlaşmadan çok, bir mühür gibiydi. Ama hemen ardından, hiç beklemediğim bir anda parmağımdan tutup beni kendine çekti. Aramızdaki mesafe bir nefes kadar kaldı. “Bir de bana acımasız derler,” dedi alçak bir sesle, “oysa ki seni daha tanımıyorlar, Işık Veren.” Bakışları gözlerimde sabitlenmişti. “Beni ne kadar heyecanlandırdığını bilmiyorsun.”

Nefesi yüzümü okşadığında istemsizce yutkundum. Kalbimin bir anlığına hızlandığını, bu iddianın beni sandığımdan daha fazla sarstığını hissettim. Ama geri çekilmedim. “Ama tanıyacaklar, Yüce Veyn,” dedim sesim titremeden, kararlı bir sakinlikle. “Bana ne dediğini hatırlamıyor musun? Bir efsane olacağımı söylemiştin.” Kısa bir süre duraksadın. “Ama dinle, ben efsane olmayacağım.” Gözlerimi gözlerinden ayırmadan devam ettim. “Efsaneleri silip yeniden yazacağım.”

“Bunun için önce beni yenmen gerekir,” dedi gülümseyerek.

“Seni de yeneceğim,” dedim, sesim düşündüğümden daha baskın çıkarken; sonra onun az önce kurduğu cümleyi bilerek tersine çevirip sırıttım. “Çünkü bir savaşta meydan okuma korkuyla değil, cesaretle başlar. Senden daha cesur olduğum için seni yeneceğim.”

Gülümsedi. Bu kez yüzündeki gülümseme alıştığım türden değildi; içtendi ve sanki kendisini ele veriyordu. Onu ilk kez böyle gördüğümü fark ettim. O an, rüyamdaki o tanıdık adamın tam karşımda durduğunu hissettim; zamanın büküldüğü, insanın birini günlerdir değil de aylarca tanıyormuş gibi hissettiği o tuhaf anda.

Kalbimde ince bir sızı belirdi, çünkü bazı tanıdıklıklar güven vermekten çok, insanı yaklaşan bir şeye hazırlardı.

***

Şarkı: Valravn, Sjon

Veyn’in odasından çıktıktan sonra Liten beni karşılamış, Veyn’in kalesinin arka tarafındaki taş zeminli, üstü cam kubbeli bir alana götürmüştü. Veyn’den aldığı emirle bana kendimi savunmayı öğretecekti ama tam karşımda dururken elime hançer verip vermemek konusunda kararsız kaldığını anlamıştım. Dışarıda rüzgar vardı ve rüzgarın sesi camları dövüyordu, bütün bunlara rağmen Liten’in korku dolu derin nefesleri aramıza giriyordu.

Dakikalardır elinde hançer bana öylece bakıyor, ne yapacağını çözmeye çalışıyordu, benim ise bir yanım çılgıncasına Tüccarların binasına gidip Korven’le konuşmak istiyordu çünkü amacının ne olduğunu anlamam gerekiyordu.

En sonunda bıkkın bir şekilde ellerimi iki yanımda sallayıp “Liten,” dedim nefesimi vererek. “Sana zarar vermeyeceğimi söyledim, neden öyle bakıyorsun?”

Liten’de çelik maskesi yoktu ve üzerinde sadece siyah upuzun bir pelerini vardı; ayakları çıplaktı ve öylesine devasa büyüklükteydi ki, bazen ondan korkmam gerektiğini düşünüyordum ama korkunun zerresini hissetmiyordum.

“Nasıl öğreteceğimi bilmiyorum,” dedi Liten en sonunda. “Yüce Veyn bana öğret dedi ama ben öğretmeyi bilmiyorum.”

Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes verdim; geri açtığımda “Tamam,” dedim ellerimi kaldırarak. “Beni bir düşman gibi gör ve bana saldır, ben de kendimi korumaya çalışayım, olur mu?” Liten, olumlu anlamda başını salladı. “Ama lütfen boynumu, kolumu ya da bacağımı kırma.” Yeniden olumlu anlamda başını salladı. “Ve hançeri saplama.” Yine salladı. “Ve şimdi hançeri bırak.” Liten hançeri yere attı. “Tamam,” dedim ellerimi birbirine çarparak. “Şimdi bana saldır.”

Liten, hızlı adımlarla bana koşup saldırmak istedi ve kolunu kaldırdığı an altından geçip arkasına geçtim; tam bacağına tekme atacaktım ki, bana dönüp bakmadan eğildi ve ellerim omuzlarının önüne geçtiğinde kollarımı tutup beni öne doğru fırlattı. Sert zemine öyle ağır bir şekilde düştüm ki dudaklarımdan acı dolu bir çığlık koptu ve o an kolumu incittiğimi çok net bir şekilde anladım.

“Liten!” dedim gür bir sesle. “Beni fırlatma da!” Omzumun üzerinden ona baktığımda korkuyla beni izlediğini gördüm, yanlış bir şey yaptığını anlamıştı. Zorlukla ayağa kalktım ve ellerimi kaldırıp bileğimi ovuşturdum. “Bak,” dedim yeniden. “Sadece savunma yap, beni yerden yere vurma, tamam mı?” Liten, başını olumlu anlamda salladı. En sonunda dayanamayıp ona doğru yürüdüm ve dürüst oldum. “Veyn ile bir iddiaya girdik ve benim bu iddiayı kazanmam çok önemli, eğer beni onunla dövüşürken kazanabileceğim şekilde çalıştırırsan…” Ona ne sunacağımı bilmiyordum. “Ne istersen yaparım. Benden ne istersin?”

Liten duraksadı, boşluğa baktı ve sonrasında bana baktığında gözleri parladı. “Benim bir adım olduğumu herkese söyle. Ben Liten’im.” Omuzlarını kaldırdı ve çenesini havalandırdı. “Ben Liten’im.”

Benden neredeyse iki adım daha uzundu, birçok insana göre korkutucuydu fakat tek isteği bir adının olduğunu herkesin bilmesiydi, öylesine masum bir istekti ki... “Söz veriyorum,” dedim bir an bile şüpheye düşmeden. “Herkese senin adını ezberleteceğim.” Ve bu iddiayı kazanmamı sağlamasa bile yine de bu isteğini yerine getirecektim.

Dakikalar içerisinde defalarca beni yere sermiş olsa dahi Liten artık bana savunma ne demek öğretmeye başlamıştı ve Veyn’in hangi noktalardan beni hedef alacağını aslında dolaylı yoldan gösteriyordu. “Veyn böyle mi yapardı?” dediğimde masumiyetinden olsa gerek doğrusunu gösteriyordu ve ben, Veyn’le dövüştüğümde nerelerden onu gafil avlayacağımı görüyordum.

Çok uzun süre çalıştıktan sonra Liten’de birazcık bile yorgunluk yokken ben mahvolmuş şekilde yere sırtüstü uzanmış, cam kubbeden dışarıya doğru bakıyordum. Liten ise ayakta durmuş, kalkmamı bekliyordu. “Yeter,” dedim soluk soluğa. “Artık çok yoruldum.” Liten başını sallayıp geriye çekildi. Uzandığım yerde gökyüzüne bakarken çok kısa bir an sessiz kaldım ve sonrasında “Ne zamandan beri buradasın?” diye sordum.

“Bilmiyorum,” dedi Liten, sahiden de bilmediği çok açıktı.

“Kaç yaşındasın?”

“Elli sekiz sene yaşadım.” Şaşkınlıkla dirseklerimin üzerinde yükselip ona baktım; o ise gökyüzüne bakıyordu.

“Peki Thalron’a ne zaman geldin?”

“Bilmiyorum.”

“Buraya geldiğinde…” Duraksadım ve doğru kelimeyi bulmaya çalıştım. “Radyasyona maruz kalmış mıydın?”

Liten, başını olumsuz anlamda iki yana salladı. “Radholl benim gibilerle dolu.”

“Neden?”

Liten ilk önce ne diyeceğini bilemedi ve sonra üzerindeki görevi gururla taşıyormuş gibi “Hepimiz muhafızız,” dedi, öylesine zor konuşuyordu ki, çok az kelime öğretmişlerdi. “Amacımız Thalron’u korumak.”

“Kimden?” dediğimde bağdaş kurdum ve dikkatli bir şekilde onu dinlemeye devam ettim.

“Düşmanlardan,” dedi Liten hevesle. “Başka birlikler bizim yemek depomuzu istiyor. Radholl askerleri Thalron’u koruyacak.”

Yutkunduğumda “Radholl,” dedim endişeyle. “Radyasyonlu insanlarla mı dolu?” Liten olumlu anlamda başını aşağı yukarı salladı. Bu kez sorularımı başka yöne çevirerek “Veyn’i seviyor musun?” diye sordum. Liten bomboş bir şekilde yüzüme baktı, sevgi ne demek bilmiyordu. “Veyn sana kötü davranıyor mu?”

“Yüce Veyn, beni kurtardı,” dedi Liten, sevgi ne demek bilmiyordu ama gözlerinde sevgi vardı. “Beni Radholl’da tamamen yok edeceklerdi, diğerleri daha güçlüydü, bana aptal olduğumu söylediler.” Derin bir nefes verdi ve doğru kelimeleri bulmaya çalıştı. “Yüce Veyn beni yanına aldı.” Çocukken, bütün muhafızların arasından en güçsüz görüneni seçmesinin sebebi acaba neydi? “Yüce Veyn seni de kurtardı.”

Gözlerimi devirdim ve bakışlarımı yere doğru çevirdim. “Yüce Veyn’in ilk önce kendini kurtarmalı.”

“Kurtardı,” dedi Liten bir anda ve bakışlarım ona döndüğünde ne demek istediğini anlamadım. “Yüce Veymor onu Radholl’a sürgün ettiğinde kendini oradan kurtardı.”

Şaşkınlıkla gözlerim açıldı ve “Ne?” diye fısıldadım ardından oturduğum yerden kalkıp Liten’e doğru ilerledim. “Veymor bunu neden yaptı?”

Liten yanlış bir şey söylediğini fark ettiğinde başını art arda iki yana salladı ve kafasını kaşıdı. “Yüce Veyn bunu söylediğimi bilmemeli.” Bir kez daha tekrar etti. “Bilmemeli. Bilmemeli. Yüce Veymor bilmemeli.” Korkuyu sesinde işittiğimde ellerimi kaldırıp onu durdurdum, tam o sırada kapının önünde diğer muhafız göründü ve Liten’i yanına çağırdı. Liten, bana dönüp bir kez daha bakmadan o muhafıza doğru yürüdüğünde peşinden uzun uzun baktım.

Veymor, Veyn’i Radholl’a sürgün etmişti ve belki de renk körü olmasına sebep olmuştu; işler daha fazla içinden çıkılmaz bir hal alıyordu.

***

Tüccarlar binasının önüne geldiğimde, yol boyunca insanların bana, hatta saçlarıma, yönelttiği bakışları bilinçli bir inatla görmezden gelmiştim. Veyn bir konuda haklıydı; bir yandan başkaldırıdan söz ederken, saçlarımı Thalron’da gizlemek bana yakışmıyordu.

Bakışların altında yürürken omuzlarımı biraz daha dik tuttum. İnsan bazen kendini korumak için saklanmaz; tam tersine, görünür olurdu.

Kapının önü ve köşeler Tüccarlarla doluydu; sesler alçak, hesaplar gizliydi. Tanya’yla Korven’i nerede bulacağımı bilmiyordum ve bu belirsizlik içimde ince bir huzursuzluk yaratıyordu. Tam geri dönmeyi düşündüğüm anda, arkamdan biri omzuma dokundu. O küçük temas, yaklaşmakta olan şeyin sessiz bir habercisi gibiydi.

Bakışlarım arkama döndüğünde Tanya’yı gördüm; hemen yanında Korven, Korven’in yanında ise başka bir Tüccar adam duruyordu. O adamın bakışları bende oyalanmadı bile, sanki varlığım onu rahatsız ediyormuş gibi yüzünü buruşturdu. “Liora,” dedi Tanya, yanındaki Tüccar’ın varlığını umursamadan adımı açıkça söyleyerek. “Bugün ruhsal rehberde seni aradık ama yoktun.” Sesi sıradandı, ama cümlesinin içinde sanki bir şey eksikti; ben yokken hayatın devam etmiş olması gibi. Bir de arkadaş edinmişlerdi, öyle mi?

Bakışlarım istemsizce Korven’den yanındaki adama kaydı. Tanya bunu fark edince sarı saçlarını geriye atıp, neredeyse çocuksu bir saflıkla, “Tarin,” dedi. “Seni onunla tanıştırayım. Kendisi yaklaşık beş senedir burada ve Kanada diye bir yerden gelmiş.” Gülümsedi. “Anlattığı yerleri bir dinlesen, Liora… O kadar heyecanlı ki.”

Bakışlarım bu kez Korven’e döndüğünde, onun da beni dikkatle süzdüğünü fark ettim; ne savunmada ne de saldırıdaydı, daha çok ölçüyordu. “Sizinle yalnız konuşalım,” dedim ikisini de işaret ederek. “Bu tarafa gelin.” Sesim sakin çıkmıştı ama içimdeki acele, kelimelerin arasına gizlenmişti.

Yanlarından ayrılıp birkaç metre öteye geçtiğimde, Tüccar adam ağzının içinde ikisine bir şeyler mırıldandı; söyledikleri duyulmadı ama tonundaki rahatsızlık saklanacak gibi değildi. Oradan uzaklaşırken bile kahverengi gözlerindeki nefret dönüp bana çarpıyordu, sanki varlığımı aklının bir köşesine kazımak ister gibiydi. Tanya ve Korven yanıma geldiklerinde Tanya nefes almadan konuştu: “Ondan hoşlanmadın.” Bu bir soru değildi; çoktan verilmiş bir hüküm gibiydi.

“Burada birilerine bu kadar çabuk güvenemezsiniz,” diyerek ikisine çıkıştım. “Buraya bu kadar çabuk alışabilmenize şaşırıyorum, benim arkadaşlarıma ne oldu böyle?”

“Bunu sen mi söylüyorsun?” dedi Korven bana bakıp hemen ardından botlarımı işaret etti ve sonrasında kolumu tutup bileğimi açığa çıkardı. “Veyn’in hizmetkarı olmuşsun, biz sallanan bir köprüde yürüyoruz ama senin köprün bile yok, aşağı atladın, Liora.”

Tanya şaşkınlıkla, “Veyn’in hizmetkarı mı oldun?” diye sordu.

“Sen de Veyn ile konuşmuşsun,” dedim Korven’e öfkeyle.

“Sen Veyn’le mi konuştun?” dedi bu kez Tanya daha büyük bir şaşkınlıkla.

Korven’in yüzünün rengi değiştiğinde kollarımı önümde bağlayıp vücudumu tamamen ona doğru döndüm ve bir cevap vermesini bekledim; Korven ise savunmaya geçip “Veyn’in kalesinde mi kalıyorsun?” diye sordu.

“Ne?” dedi bu kez Tanya gür bir sesle bağırıp. “Sen Veyn’in kalesinde mi kalıyorsun?” Öfkeyle ellerini birbirine çarptı ve ikimize baktı. “Birileri bana burada neler döndüğünü anlatacak mı yoksa yine her şeyi en son ben mi duyacağım?”

Korven’le birbirimize karşılıklı öfkeyle bakarken “Anlatayım,” dedim bakışlarımı ondan ayırmayarak. “Ben Veyn’in hizmetkarı oldum ve onun kalesinde kalıyorum evet ama kendimce sebeplerim var.” Botlarımı işaret ettim ve sonrasında kendi etrafımda döndüm. “Bir Köksüz olmadığın için Korven, Köksüz olmak ne demek bilmiyorsun ama yemek yok, ısınma yok, kıyafet yok, hiçbir şey yok ve benim hayatta kalmam gerekiyordu. Önümdeki bu fırsatı elimin tersiyle itemezdim ve eğer Veyn’in hizmetkarı olmasaydım, buraya adım bile atamazdım. Şu an bile bu kadar bakışın ardından bana dönüp de yaklaşamamalarının tek sebebi bilekliğim.” İşaret parmağımı kaldırıp ona salladım. “Fakat sen Veyn’le ne konuştuğunu ve ne zaman konuştuğunu bana söyleyeceksin, söylemek zorundasın.”

Tanya derin bir nefes verdiğinde bilekliğimi kaldırıp baktı. “Veyn’in insan eti yediği doğru mu peki?”

“Bilmiyorum, Tanya,” dedim bileğimi ondan kurtararak. “Henüz beni yemedi.” Yeniden Korven’e döndüm ve öfkeyle bakmaya devam ettim. “Seni dinliyorum, Korven. Hem de hemen.”

Korven yutkundu ve bakışlarını kaçırdı; çevredeki herkesin gözü benim üzerimdeydi ve onlar da benim yanımdayken hedef haline geliyorlardı, biliyordum. Tanya için pek önemi yok gibiydi ama Korven’i kestiremiyordum.

“Bunu yapmam gerekiyordu,” dedi Korven bakışları en sonunda yeniden bana döndüğünde. “Çünkü sana zarar vermesinden korktum.” Anlamayarak ona baktım. “Liora,” diye fısıldadı Korven. “Veyn inanılmaz tehlikeli bir adam ve oldukça da akıllı. Kendisi beni buz ayininden bir gün sonra sorguya çekti ve neden senin benim kazanmama izin verdiğini sordu.” Veyn beni neden bu kadar sorguluyordu? “Ve senin hakkında daha birçok soru daha sordu. Ailen, arkadaşların, yaşadığın yer, Elly ve hatta bir büyücü olup olmadığını bile sordu.” Tanya kıkırdadığında karnına dirseğimle vurdum. “Ben de bütün bunlara cevap vermeyi reddettiğimi ve sana zarar verirse her şeye rağmen seni koruyacağımı söyledim. Bana sebebimi sordu, hiçbir sebep onun için geçerli sayılmayacak gibiydi.” Korven yutkundu ve bana doğru yaklaştığında gözlerinden gerçekten samimiyet geçti. “Ben de ona seninle benim eş olduğumuzu söyledim.”

“Ne?” diye haykırdı bu kez Tanya. “Eş olduğunuzu mu söyledin?”

“Evet,” dedi Korven Tanya’ya dönüp. “Ben bunu söyledikten sonra hiçbir şey söylemedi ve bir daha da onu görmedim.” Yeniden bana baktığında gözlerinde tamamen merhamet vardı ve gerçekten oldukça mutsuz bakıyordu hatta onu uzun zamandır bu kadar mutsuz görmemiştim. “Bak, buraya geldiğimden beri sana çok fazla hata yaptığımın farkındayım, kalbini buz parçası gibi parçaladığımın da ama Liora,” ellerini çevredeki insanlardan çekinmeden omuzlarıma yerleştirdi ve buz mavisi gözleriyle beni adeta kapana kıstırdı, “en sevdiğim her şey üzerine ant içerim ki, sen zarar görme diye her şeyi yaparım ve yaptım da. Belki de yapacağım. O buz ayinin ardından uyuyamıyorum bile, yemekler umurumda değil. Tek düşündüğüm sensin.”

Derin bir nefes verdim ve Korven’in bakışlarındaki acıyı benim de sırtlandığımı fark ettim. Her ne olursa olsun o benim senelerimi geçirdiğim insandı, bütün yolları beraber aşmıştık ve ondan vazgeçemezdim. Üstelik ilk kez beni koruyor, ilk kez beni düşündüğünü bu kadar net hissettiriyordu. Cümlelere inanmaktan ziyade hislere inanan biriydim ve Korven’in şu an yaşadığı pişmanlık, benim bile dengemi sarsıyordu.

“Bence artık savaşmayı bırakmalıyız,” dedi Tanya mutsuz bir sesle ve başını eğip benim görüş açıma girdi. “Buradayız, Liora, çıkış noktamız artık yok ve zaten Thalron’la bir savaş içerisindeyiz kendi içimizde. Bir de birbirimizle savaşırsak burası dayanılmaz bir yer olur, biz birbirimizi kollayacağız ki hiçbir şey bize dokunmayacak, öyle değil mi?”

İkisinin yüzüne baktım ve sonrasında gözlerimi kapatıp büyük bir yenilgiyle “Sizi çok özledim,” dedim kendimi tutamayarak. “Ve kasabayı çok özledim, Mahzen’i özledim, kayalıkları özledim, gizli çadırımızı özledim, sizinle balık avlamayı özledim, rahatça nefes alabildiğimiz o zamanları çok özledim.” Gözlerimi geri açtığımda Tanya’nın dolu gözlerle bana baktığını gördüm; ben de ona büyük bir sevgiyle baktığımda acıyla nefesimi verdim. “Ve köşeye sıkıştım, burası o kadar tuhaf bir yer ki sanki bana kim olduğumu unutturmaya çalışıyorlarmış gibi.”

“Hey,” dedi Tanya kaşlarını çatıp elinin tersiyle gözünü silerek. “Hayır, buna asla izin vermeyeceğiz, hiçbirimiz.” Korven’e baktı ve başını salladı ardından hevesle gülümsedi ve etrafını kolaçan ettikten sonra bana doğru eğildi. “Bak ne diyeceğim, biraz kafa dağıtmak ister misin? Tıpkı kasabadaki gibi.”

“Nasıl yapacağız ki bunu?”

Korven, Tanya’nın neyi kastettiğini anladığında “Tanya,” dedi fakat onun da heveslendiğini fark ettim.

“Thalron yasaklarla dolu olan bir yer olabilir fakat elbette ki bu yasakları gizli saklı çiğneyen insanlar da var.” Merakla ona baktım, Tanya biraz daha bana eğildi. “Thalron’da Otso Evi diye bir yer varmış, Tarin anlattı. Alkol ve yemeklerin sınırsız olduğu, müziklerin çalındığı,” işaret parmağıyla ileriyi gösterdi, “şuradaki tepenin arkasında bir yerde. Bazen bazı zamanlar Tarin oraya gidiyor ve eğleniyor. Bizi de çağırdı ama ben sensiz gitmek istemiyorum.” Tanya ellerini birleştirdi ve heyecanla bana baktı. “Eğer isterseniz şimdi oraya gidebiliriz, kökünü kazımamıza gerek yok sadece bir bakıp çıkarız, ne dersiniz? Hem eğleniriz hem de gözden uzak bir yerlerde sohbet etmiş oluruz.”

Hem şaşkınlıkla hem de merakla “Burayı Veymor bilmiyor mu?” diye sordum. “Nasıl izin veriyorlar?”

“Veymor bilmiyor ama Veyn hakkında kimse kesin bir bilgiye sahip değil. Anladığım tek şey, birileri bir şekilde buna göz yumuyor.”

“Peki ya gittiğimiz ortaya çıkarsa?”

Tanya yutkundu ve sözü Korven devraldı. “Elbette ki ağır bir cezası var.”

İlk önce Tanya’ya baktım ve sonrasında Korven’e. Hemen ardından yüzümde bir gülümseme oluştu ve “Gidelim,” diye mırıldandım. “Gidelim ve Thalron’a asıl eğlence nasıl olurmuş gösterelim.”

***

Şarkı: Blackmore’s Night, Loreley

Neredeyse bir saattir yürüyorduk. Tepeyi tırmanırken kar yüzünden kaç kez kaydığımı saymayı bırakmıştım; dizlerim sızlıyor, nefesim kesiliyor ama durmayı da istemiyordum. En sonunda tepenin diğer tarafına geçtiğimizde, hemen ileride yanan bir ateşi gördüm. Ateşin arkasında, Thalron’un o alışıldık heybetine tamamen zıt bir manzara vardı: tahtadan masalar ortalığa rastgele yerleştirilmiş, küçük taburelerin neredeyse tamamı doluydu. Yirmiye yakın masa olmasına rağmen kalabalık uzaktan fark edilmiyordu; sanki bu yer, bilerek saklanmıştı. Völva davullarının sesi kulaklarıma doldu ama bu ses ürkütücü değildi, aksine insanın içini kıpırdatan, bedeni harekete çağıran bir ritmi vardı.

Üçümüz de birbirimize baktık ve aynı anda gülümsedik. O gülümsemenin içinde yorgunluk yoktu; merak vardı, biraz da çocukça bir heves. Adımlarımız kendiliğinden hızlandı. Dört tahta direk dikmişlerdi; üzerlerine yalnızca sarı bir bez gerilmişti. Hepsi bu kadardı. Ama yaklaştıkça kahkaha sesleri belirginleşti, Völvaların ritmi yükseldi ve insanlar netleştiğinde dudaklarım farkında olmadan aralandı.

Köksüzler vardı. Ama sadece Köksüzler değil, Tüccarlar da oradaydı. Hatta Asiller bile.

Ortada ateşin çevresinde dönen insanlar dans ediyordu; kimileri müziğe eşlik ediyor, kimileri kahkahalar arasında kadeh tokuşturuyordu. Birkaç kişinin kucağında bir kadın vardı; dudakları dudaklara değiyor, eller kimseyi sakınmadan dolaşıyordu. Yasak olan ne varsa ama gerçekten ne varsa burada çiğnenmişti. Ve kimse bunun için özür dilemiyordu.

Masaların önüne geldiğimizde kimse bize dönüp bakmadı bile. O an bakışlarım köşedeki tabelaya takıldı ve olduğum yerde duraksadım. Tahtanın üzerinde, kazınmış harflerle yazıyordu: OTSO EVİ.
Hemen altında bir kutup ayısının pençesi vardı.

O an içimde tuhaf bir his belirdi; sanki burası bir yer değil, Thalron’un sakladığı bir sırdı.

Otso, efsanelere göre kutsal bir kutup ayısıydı. Öylesine kutsaldı ki adını doğrudan söylemek bile bazı zamanlar yasak sayılırdı. İnanışa göre insanla akrabaydı; atalarımızın ruhunu taşırdı ve Otso’nun adı anıldığında, ruhunun çağrıldığına inanılırdı. Gökte yaratıldığı söylenirdi; hatta Büyük Ayı Takımyıldızı’nda doğduğuna inanılır, bu yüzden ona gökyüzünün çocuğu da denirdi. Rivayetlere göre Tanrılar, Otso’yu altın zincirlerle yeryüzüne indirmişti, hem kutsal hem de yeryüzüne ait olmanın bedelini taşısın diye.

Bu yüzden Otso’yu ve onun akrabalarını öldürmek kesinlikle yasaktı. Eğer bir Otso ölürse, bir insan cenazesi gibi uğurlanırdı. Svalbard’da bir Otso’nun öldüğüne inanıldığında, kafatası bir ağaca asılır; ruhunun yeniden göğe dönebilmesi için şarkılar söylenirdi. Söylenen her sözün altında tek bir anlam vardı: Seni öldürmedik, seni kendine geri gönderdik, seni gökyüzüne gönderdik.

Svalbard’da kutup ayılarına birkaç kez rastlamıştım. Yerleşkeden uzak dururlar, bize yaklaşmazlardı ama yaklaştıkları anlarda tereddüt olmazdı; biz öldürmezdik, onlar öldürürdü. Kutsallık, hayatta kalmanın önüne geçiyordu. Bu çelişkiyle büyümüştük.

İşte bu yüzden buraya neden Otso adının verildiğini ilk anda anlayamamıştım.
Ta ki gözlerim ateşin çevresinde döne döne dans eden Köksüz kadına takılana kadar.

Elindeki kadehi öyle hızlı içiyordu ki içkinin çenesinden süzülüp yere damladığını fark etmiyor gibiydi. Pelerinini omuzlarından yukarı sıyırmıştı; onu izleyen bir Tüccar, ellerini çırparak kahkaha atıyordu. Ateşin ışığı yüzlerinde titriyor, gölgeler birbirine karışıyordu.
Bir yanım bu sahneyi fazlasıyla eğlenceli bulurken, başka bir yanımda ince bir tedirginlik dolaşıyordu.

Burası özgürlüğün kutlandığı bir yer değilmiş gibi hissettirdi.
Daha çok, kutsal olanın sınandığı bir yer gibiydi.

“Heyecanlandım,” dedi Tanya hevesle ve ellerini birbirine çarpıp boş bulduğu bir masaya doğru ilerledi. Korven’le birbirimize bakıp sırıttığımızda ikimizin de heyecanlandığı her halimizden belliydi.

Tam ortada olan bir masaya oturduğumuzda çevremdeki hiçbir Asil dönüp de bize bakmadı, Tüccarlar da öyle.

Bir anda önümüze üç tane çelikten kadeh bırakıldığında başımı çevirip arkama baktım ve bir Tüccar kadının içkileri getirdiğini fark ettim. “Siz yenisiniz,” dedi orta yaşlı kadın. Bembeyaz saçları beline kadar geliyordu, üzerindeki pelerininin göğüs dekoltesi vardı ve nefesi alkol kokuyordu ama sesi ve bakışları oldukça güven vericiydi. “Ben Olga,” dedi elini bize sallayarak. “Ne isterseniz bana söyleyin ve sadece eğlenmenize bakın.” Korven’e baktı ve yanağını hafifçe okşadığında göz kırptı. “Senin için de geçerli genç adam, emrine amadeyim.”

Gittiğinde ilk önce içkilere baktım sonra arkadaşlarıma ve üçümüz aynı anda gülmeye başladığımızda içkileri elimize aldık ve havaya kaldırdık. Aynı anda tokuşturduk ve aynı anda kafaya diktiğimizde ikisi de yarıda kesti ama ben son damlasına kadar içtim. Hemen sonrasında kadehi tahta masaya bırakırken öksürmeye hatta öğürmeye başladım. Hayatımda sadece bir kez içki içmiştim, o da Korven’in büyükbabasının saklı viskilerinden birisiydi ama bu kadar acı olmadığına kanım üzerine yemin edebilirdim.

Korven ve Tanya da öksürdüğünde sanki beynimin içine bir bıçak saplanmıştı ve dünya öyle bir dönmeye başladı ki, bu kadar çabuk etki etmesini beklemiyordum. “Hey,” dedi Olga köşeden bana doğru. “Cesursun kızım ama burası Otso, kendine dikkat etmen gerekiyor.”

Gözlerimi kıstım ve boş kadehi havaya kaldırdım. “O halde bir tane daha getirmeye ne dersin, Olga?” Olga alkışladığında bu kez diğer insanların da dikkatini çektim ve birkaçı alkışlamaya başladı.

Olga bana alkol getirmek için oradan uzaklaştığında arkamda bir hareketlenme hissettim ve sonra tanıdık bir ses, “Şu Köksüz’e bakın siz,” dedi hevesle. “Ateş kızılı saçlarına rağmen hala yok edilmemiş ve üzerine bütün kuralları çiğnemiş.” Bakışlarım hızlı bir şekilde arkama doğru döndüğünde Nord’la göz göze geldim ve karnıma öyle bir ağrı girdi ki dudaklarımdan tiz bir inleme çıktı. Nord, gülmeye başladığında ellerini kaldırıp masaya doğru baktı. “Merak etme, Köksüz, ben Veyn kadar korkutucu birisi değilimdir, ben de buraya eğlenmeye geldim.”

Olga masaya alkolü getirdiğinde “Bunu da tek dikişte bitirebilecek misin acaba ateş kadın?” dedi hevesle ve o sırada Nord’u görüp gözleri kocaman açıldı ve onu kendine çekip sarıldı. Bir Tüccar, bir Asil’e sarıldı… “Nord,” dedi omzundan itekleyerek. “Yine nerelerdeydin, uzun zamandır buraya uğramıyordun?”

Nord, gülümsediğinde beyaz saçı ateşin renginde daha parlak görünüyordu ve mavi gözleri buz gibiydi. “Bilirsin, Olga, dünyanın her yerine ayak basmadan rahat etmeyeceğim.”

Olga sırıttı ve başını hevesle salladı. “Hikayelerini merakla bekliyorum ama ilk önce şu genç kadının içkisini tek dikişte bitirip bitirmeyeceğine bakacağım.”

Nord’un bakışları bana döndüğünde Tanya ve Korven sanki yapma dermiş gibi kaşlarını kaldırdılar. Tam o esnada Nord, hemen arkasındaki boş tabureyi çekip yanımıza oturdu ve Olga’ya içki kadehini işaret etti; Olga emrini aldığında yanımızdan uzaklaştı. Nord’un bakışları masadaki Korven’e döndüğünde baştan aşağı onu süzdü fakat Tanya’ya döndüğünde bakışlarından öyle bir ifade geçti ki, Tanya’yı ondan gizlemek istedim.

Hiç çekinmeden, bir an bile şüpheye düşmeden direkt taburesini Tanya’ya doğru çevirdi ve sonrasında elini uzattı. “Bana hemen adını söylemezsen Thalron’u ateşe vereceğim,” dedi yarı alaylı yarı ciddi. “Üç saniyen var.” Tanya, kaşlarını çattı ve yanaklarının kızardığını gördüm. “Üç,” dedi Nord bir anda. “İki…” Tanya’nın gözleri açıldı. Nord bir anda ayağa kalktı ve ateşe yürüyecek gibi davrandı. “Bir!”

“Tanya!” dedi ellerini kaldırıp. “Tanya Darkona.”

“Tanya,” dedi dilini damağına vurarak. “Ben de Nord Thalron.” Tanya anlayamıyormuş gibi ona baktı. Nord, göz ucuyla bana baktı ve yeniden Tanya’ya döndü. “Genelde beni gören herkes benden bahseder ama görüyorum ki ateş kızılı benden sana bahsetmemiş, ne büyük bir kayıp öyle değil mi? Senden de bana bahsetmedi, işte bu çok daha büyük bir kayıp.”

Korven yanımdan eğilip bana doğru “Liora,” diye fısıldadı. “Bu kim?”

Tam ağzımı açıp cevap vereceğim sırada Nord, “Veymor’un ikinci eşinden doğma, deli oğlu, yamuk varis, Nord Thalron’um,” diye açıklamada bulundu. “Genelde buralarda çok bulunmam.” Tanya’ya baktı yeniden. “Şu ana kadar, şu andan sonra Thalron’dan bir adım ileriye asla gitmem.”

Tanya’nın eli kıvırcık saçlarına doğru gittiğinde Olga, iki kadeh içkiyle yeniden aramıza döndü ve Nord’un omuzlarına ellerini koydu. “Seni bekliyorum, ateş kızılı. Beni heyecanlandırdın.”

“Benim heyecanlandırmalarım burada meşhur olacak galiba,” diyerek ağzımın içinde geveledim ve kadehi elime aldım. Neden böyle bir inada girdiğimi bilmiyordum, istesem içmeyebilirdim ama bir yanım, bütün yasakları çiğnerken dibini sıyırmak, her şeyin en kötüsünü yapmak istiyordu.

Nord da eline kadehini aldı ve bana doğru kaldırdı. “Birlikte,” dedi gülümseyerek. “Bakalım beni geçebilecek misin?”

Yine bir iddia ve yine ben… Tabii ki de buna hayır diyemezdim. Ben de kadehimi havaya kaldırdım ve kadehine vurdum ardından kafama diktiğimde Nord da benimle beraber içmeye başladı. Lanet olsun ki bu içtiğim az öncekinden çok daha sertti ve yarısındayken bile midem bulanmıştı ama Nord’un masaya kadehi sertçe bıraktığını duyduğumda inadıma yenik düştüm ve ben de sonuna kadar içtim. Kadeh elimden düşerken Nord’un yüzünde ufacık bir değişim bile olmamıştı ama ben öksürerek öne doğru eğildiğimde yere tükürmeye başladım.

Nord kahkaha attığında Olga’ya bir tane daha işareti yaptı ve sonrasında bakışlarını Korven’e çevirip onu inceledi. Ben ise artık dünyayı tersten görüyor gibiydim, masa dönüyor, ateş dönüyor, insanlar dönüyordu. Konuşmalar bazen bir uğultudan ibaret gibiydi bazen ise oldukça netti.

“Neden buralarda değilsin?” diye sordu Korven, Nord’a.

Nord sırıttığında elim karnımdaydı, Tanya ise kıvırcık saçlarına parmağını doluyor, Nord’a nefret dolu bakışlarını gönderiyordu. Eğer içkiden yanlış görmüyorsam Tanya, Nord’dan nefret etmişti ve onu tanıdığım kadarıyla nefret ettiği kişinin yakasından asla düşmezdi.

“Neden buralarda olayım?” dedi Nord, Korven’e net bir sesle. “Dünya üzerinde, savaştan sonra kaç tane birlik oluşturuldu, biliyor musunuz?” Üçümüz de boş boş ona baktık. “Sadece Thalron yok, insanlar yaşamak için kendi kendilerine dünyalar yaratmaya başladılar.” Olga içkisini getirdiğinde bir yudum aldı ve konuşmaya devam etti; sesi kulağa oldukça rahatlatıcı geliyordu ve bizimle konuşurken hiçbir şekilde yabancılık çekmiyordu. “Thalash diye bir yer var, otuz sekiz sene önce bir volkan patlamış ve yanındaki arazilerde yeni bir enerji çıkmaya başlamış. Onlar orada yaşıyorlar, ateşe duyarlı değiller ve ellerini ateşe tuttuklarında yanmıyorlar bile. Thalforest diye bir yer var, insanlar ormanın içinde yaşam alanı kurmuşlar ve radyasyondan sonra toprakta yetişen bitkilerle hayatlarına devam ediyorlar; her an kafaları güzel geziyorlar ve vücutları bize göre çok farklı.” Üçümüz de heyecanla onu dinliyorduk. “Ve daha birçok yer var.” Bir anda üzerindeki Asil tuniğinin düğmelerini açmaya başladı ve sonrasında göğüs kafesini ortaya çıkardığında fazlasıyla büyük bir yanıkla karşılaştık. “Bu Thalash’ta oldu.” Sırıttı ve düğmelerini yeniden kapattı. “Ama keyifliydi.”

Üçümüzde de derin bir sessizlik oldu ve sonrasında Tanya yüzünü buruşturarak “Canınla zar atmak bu,” dedi gözlerini devirip. “Çok sıkıcı.”

Nord bakışlarını Tanya’ya çevirdi ve gözlerindeki nefreti gördüğünde bu hoşuna gitmiş gibi “Bir daha gittiğimde seni de götüreceğim,” dedi keskin bir sesle. “Ve bundan adım kadar eminim.”

“Asla,” dedi Tanya hiddetle. “Rüyanda bile göremezsin.”

“Rüyama girmeyeceğin konusunda sana söz veremem,” dedi bu kez Nord. Az önce sanki eğlencesine Tanya’yla konuşurken şimdi gerçekten dikkatini çekmiş gibiydi. “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sordu ama sorusu daha çok Tanya’ya gibiydi.

Tanya bir cevap vermek yerine kadehindeki içkisinden küçük bir yudum içti ve bakışlarını başka tarafa çevirdi. Boğazımı temizleyip “Son gelen gemideydik biz,” dedim ve konuşmakta zorlandığımı fark ettim.

“Svalbard’dan mı geldiniz?”

“Evet.”

Nord kaşlarını kaldırdı ve yeniden Tanya’ya döndü. “Buraya alıştınız mı?”

“Hayır.” Tanya öyle net bir cevap verdi ki, Nord’un lafını ağzına tıktı. “Çünkü üçümüz ayrı düştük, biz ikimiz Tüccar’ız ama Liora, Köksüz.”

Nord, bakışlarını bana çevirdiğinde gülümsedi. “Adın Liora demek,” dedi kaşlarını kaldırarak ve sonrasında Tanya’ya döndü. “Buraya zamanla alışırsınız, ilk önce fazlasıyla zor geldiğine eminim ama sonrasında her şeyi kurallarına göre ilerlettiğiniz sürece yok edilmezsiniz.” Yeniden bana döndüğünde çenesiyle işaret etti. “Zaten senin yok edilebileceğine inanmıyorum.”

Kaşlarımı kaldırdım. “Neden?”

“Çünkü çoktan yok edilmen gerekiyordu.” Daha büyük bir merakla ona baktığımda bakışları saçlarıma kaydı. “Saçların, Köksüz,” dedi imayla. “Saçların zaten çok büyük bir lanet Thalron için ama Yüce Veymor için çok daha fazlası ve Veyn tarafından korunuyorsun. İkisinin bir kez bile karşı karşıya geldiğini görmedim ama Veyn, senin için karşı karşıya gelmeyi göze alıyorsa asla yok edilmene izin vermez.” Sonrasında hızlı bir şekilde devam etti. “Tabii kendisi seni yok etmeyecekse.”

Tanya ve Korven bakışlarını bana çevirdiklerinde artık neyin içine düştüğümü tam olarak anlayabiliyorlardı, ben ise Nord’a bakarken iyi bir insan mı yoksa sadece eğlencesine bakan gerçek bir deli mi, onu çözmeye çalışıyordum.

Kendimi tutamayıp “Peki ya sen?” diye mırıldandım. “Sen Veymor’la karşı karşıya geldin mi?”

Nord kaşlarını heyecanla kaldırdı. “Eğer öldürmek yasak olmasaydı Yüce Veymor ilk beni öldürürdü.”

“Ama…” dedim devamının geleceğinden emin olarak.

“Ama beni öldüremiyor ve yok edemiyor çünkü Veymor’un kendi kanından birisini yok etmesi de yasak. Sadece başına bela olmuş bir oğluyum.” Kadehinden birkaç yudum içti ve masaya bıraktıktan sırıttı. “Ve bilmenizi isterim ki ben güvenilmez bir adamımdır, şimdi sizinle konuşurum ama yarın siz yok edilirken görmezden gelirim.” Bakışları Tanya’ya döndü ve imayla “Sen hariç, Solhar,” dediğinde sesinde bir anlık ciddiyeti hissettim. Solhar, güneş saçlı demekti. “Seni yok etmelerine asla izin vermem.”

“Genelde böyle misindir?” dedi Tanya da ciddiyetle.

“Nasıl?” diye sordu Nord.

“Gevrek ağızlı.” Tanya’nın söylediğinin ardından gözlerim kocaman açıldı, Korven’in de öyle.

Nord bile büyük bir şaşkınlıkla dönüp Tanya’ya baktığında her ne olursa olsun karşısında bir Asil vardı ve Veymor’un oğluydu ama Tanya’nın da huyu buydu, birinden nefret ediyorsa kim olduğu önemli değildi, korkularını bile yok ederdi.

Nord bir anda gülmeye başladığında “Kanım üzerine ant içerim,” dedi Tanya’ya. “Senin benden gerçekten nefret ettiğine inanana kadar senin peşini bırakmayacağım.”

Korven’le birbirimize baktığımızda Korven, neler oluyor, dermiş gibi kaşlarını kaldırdı, ben ise dudaklarımı birbirine bastırıp yeniden etrafıma baktım. Völva davullarının sesi öyle neşeli geliyordu ki, kalkıp dans bile edebilirdim ama zihnimin bir tarafı bunu yapmamam gerektiğini adeta bana haykırıyordu.

Sağa doğru baktığımda ise bir çift gözün dikkatli bir şekilde beni incelediğini gördüm; bu az önce Tanya ve Korven’in yanında duran Tüccar adamdı. Öyle bir beni izliyordu ki, asıl sorunun saçlarım mı, ben mi olduğuma asla karar veremedim.

Bakışlarımı ondan kaçırıp yeniden Korven’e döndüğümde, “Biliyor musun,” dedim, sesim kendimden bile sakladığım bir yerden gelerek, “gece ilk kez önceki kaderimde bir insan olduğumu hissettim.” Korven’in yüzündeki şaşkınlık bir anlığına donup kaldı, sonra istemsizce gülmeye başladı. Omzundan hafifçe itekledim. “Gülme,” diye inledim. “Bu kez bir papağan değildim, yıllardır kıpırdamadan duran bir ağaç ya da toprağın altında öylece sürünen bir solucan da.” Nefesim titredi. “Bu kez gerçekten insandım. Acıyı, korkuyu, cesareti… hepsini aynı anda hissettim.”

Bazı anlar vardır ya, insanın başına bir şey gelmez ama içindeki bir şey uyanır; işte o gece, bende uyanan buydu.

“Peki neydin?” diye sordu Korven merakla.

Duraksadım ve “Bilmiyorum,” dedim sadece. “Bir insandım işte. Sadece bu kadar.”

“Lily,” dedi Korven gözlerini devirerek. “Yanlış hissetmiş olmalısın.”

“Hayır,” diyerek çıkıştım. “Gerçekten insandım, neden inanmıyorsun? Dünyayı bir insanın gözlerinden gördüm, önceki yaşamlarımdan birisinde insan olmuşum.”

“Üçüncü içkimiz!” Olga önüme bir kadeh koyduğunda hevesle başını eğip bana baktı. “Bunu da bitireceğini düşünüyorum, hadi bana kendini göster bakalım.”

Bir yanım yeter demek istiyordu ama buradaki herkes ama gerçekten herkes öylesine çok içiyordu ki, inadımın önüne geçmeleri mümkün değildi. Derin bir nefes aldım ve nefesimi vermeden içkiyi yeniden kafama diktim; bu kez de kendimi kandırabileceğimi sandım. Ama olmadı. Daha kadehin yarısına bile gelmeden ağzımdaki içkiyi yere tükürdüm, ardından bardak elimden kayıp zemine çarptı. Olga gülmeye başladığında kulaklarım yandı. Tanya’nın sesi sertti. “İnatlaşma, Liora,” dedi öfkeyle. “Şu huyundan artık vazgeçmelisin.”

Nord’un kahkahası yükselirken hemen ardından bir Asil yaklaştı, onunla konuşmaya başladılar; ben ise ateşi işaret edip utançla, “Ben…” diyebildim. “Biraz soğuğu hissetsem iyi olacak. Çok kötüyüm.”

“Kanından sadece inat akıyor,” dedi Korven; ayağa kalkıp koluma girdi. “Gel, biraz hava alalım.”

“Ben hallederim,” dedim ağzımı elimle kapatarak. “Siz oturun.” Korven bir şeyler daha söyledi ama onu durdurup geri çekildim; geldiğimiz yöne değil, Otso Evi’nin arka tarafına doğru yürümeye başladım. Sesler arkamda yavaş yavaş silindi, ateşin sıcaklığı bedenimden çekildi. Soğuk hava yüzüme çarptığında bu bir serinlik değil, tokat gibiydi. Dizlerimin bağı çözüldü; taş zemine çöktüm ve midemden gelen her şeyi kusarken, ilk kez o gecenin beni yendiğini kabul ettim.

Şarkı: A Tergo Lupi, Hun tor be hunted

İçtiğim alkolün son damlasını da çıkardığımda boğazımda ateş gibi bir yanma başladı; midem boş olmasına rağmen bir kez daha öğürdüm, sanki bedenimden değil de içimde biriken bir şeyden kurtulmaya çalışıyordum. Ne içirmişlerdi bilmiyordum ama kim içerse içsin aynı etkiyi göstereceğinden neredeyse emindim. Bu, sarhoşluk değildi; bu, insanı savunmasız bırakan bir şeydi.
Tam o sırada arkamda, karın üzerinde boğuk adım sesleri duydum. Bir an bunun alkolden ibaret bir hayal olabileceğini düşündüm. Ama ses yaklaştıkça içimdeki huzursuzluk büyüdü. Elimle ağzımı silip, sesim titreyerek, “Ben iyiyim,” dedim. “Sadece birkaç dakikaya…” Cümleyi bitiremedim.

Omzumdan öyle sert itildim ki yüzüm karın içine gömüldü; soğuğu değil, şoku hissettim. Başımı çevirmeye fırsat bulamadan sırtıma bir ağırlık çöktü. Nefesim kesildi. Çığlık atmak için ağzımı açtığım anda bir el ağzımı kapattı, diğer eli saçlarıma dolanıp başımı acımasızca geriye çekti. Boynumdan geçen acı, korkunun önüne geçti.

“Seni büyücü fahişe,” dedi bir adamın sesi, nefesi kulağımın dibinde. Sesi öfkeliydi ama öfkeden daha tehlikeli bir şey taşıyordu: inanç. “Morna’nın ruhunu yaşatamayacaksın. Seni öldüreceğim.”

O an anladım ki, bu bir kavga değildi.
Bu, bir infazdı.

Saçlarımı kökünden öyle bir çekiyordu, ağzımı öyle sert kapatıyordu ki nefes almanın ne demek olduğunu unuttuğumu hissettim. Ciğerlerim havayı arıyor ama bulamıyordu. Çırpınmak istedim; bedenim refleksle kıpırdandı ama sırtıma çöken ağırlık yüzünden hareket etmek neredeyse imkânsızdı. Taş gibi bastırıyordu. İnsan, kendi bedeninin bu kadar kolay etkisiz hâle getirilebildiğini ancak o an öğreniyordu.

Başımı sertçe yere çarptı. Kar vardı ama kar hiçbir şeyi yumuşatmıyordu; altındaki sert zemin alnıma vurduğunda metalik bir koku yayıldı. Kan. Kendi kanımın kokusunu aldım. Gözümün kenarından sıcak bir akış aşağıya doğru süzüldü; inlemek istedim ama sesim çıkmadı çünkü yeniden saçlarımdan kavrayıp başımı geriye çekmişti. Yüzüm kanla kaplandığında kaşımın patladığını anladım. Ama bu koku… Daha önce kendi kanımdan hiç böyle bir koku almamıştım; keskin, yabancı ve fazlasıyla gerçekti.

“Morna bir daha bu dünyaya gelmeyecek,” dedi adam dişlerinin arasından; sesi nefretle değil, inançla doluydu. “Ve sen de ölüp gideceksin.”

Morna kimdi? Benden ne istiyordu? Hiçbir şey bilmiyordum. Sormaya gücüm yoktu. Bir kez daha başımı yere vurdu; bu kez kaldırmadı. Tüm ağırlığıyla bastırdı. Elleri acımasızdı, kararlıydı. Nefesim boğazımda yarım kaldı. Her yanım kan ve karla kaplanmışken hava artık bir ihtimal değil, kayıp bir şeydi. Ölümün bu kadar ucuz, bu kadar yanlış bir anda gelmesi içimde kısa bir öfke kıvılcımı yaktı, hayata değil, ana.

Gözlerimi kapattım. Çırpınmayı bıraktığımda, karanlığın içinde Elly’i görmeyi diledim; son gördüğüm yüz o olsun istedim. Ama kapalı göz kapaklarımın ardında rüyamdaki o kızıl saçlı kadın belirdi. Dudakları kıpırdadı: “Ben Morna Valenka.” Fısıltı kulağımın dibindeydi; sanki bu bir hayal değil, zihnimin içinden geçen bir hakikatti.

Kalbimden derin bir ürperti geçti. Son nefesimi vermeden hemen önce, hırslı bir hırlama sesi duydum; hayvana aitmiş gibi, ama insandan çıkan bir ses. Ardından üzerimdeki ağırlık aniden çekildi. Göğsüm boşluğa düşmüş gibi oldu. Öksürük boğazımı yırtarak geldi; hava içeri dolduğunda canımı yakacak kadar soğuktu. Başımı güçlükle kaldırmaya çalıştığımda, hemen önümde yuvarlanmış bir beden gördüm. Yüzünü tanımam birkaç saniye sürdü.

Korven ve Tanya’nın yanındaki Tüccar adamdı. Gözleri açık, bakışları boştu; az önce bana ait olan şiddet şimdi onun üzerinde sessizce duruyordu.

Arkamda bir hareketlenme hissettim. Nefes almak hâlâ zordu; elim istemsizce boynuma gitti. Dizlerimin üzerinde doğrulmaya çalıştım, kar zeminde sürünerek arkama döndüm. Gördüğüm üç yüz, olduğum yere mıhlanmama yetti.

Veyn ve Liten, yanlarında ise diğer muhafız.

Zihnim yavaş yavaş bulanıklaşıyordu; içkinin ağırlığı, bedenimde hâlâ yankılanan acı ve bu manzara üst üste binmişti. Veyn buradaydı. Bu düşünce, yaşadıklarımın hepsinden daha gerçekti. Bakışlarım istemsizce Otso Evi’ne kaydı; ateş hâlâ yanıyor, insanlar hâlâ dans ediyor, kahkahalar karanlığı deliyordu. Sanki biraz önce ben işkenceye uğramamıştım. Sanki ben neredeyse ölmemiştim. Dünya yerinde duruyor, sadece ben devrilmiş gibi hissediyordum. Veyn Otso Evi’ni görecekti, onlar içinde her şey sona ermişti.

Her şey mahvolmuştu. Ya da belki de her şey, olması gereken yere yeni gelmişti.

Bakışlarımı yeniden Veyn’e çevirdim. Gözleri yüzümün her zerresinde gezindi; kanı, karı, titreyen bedenimi tek tek kaydediyordu. Çenesi öyle bir kasıldı ki, daha önce onu bu kadar ürkütücü gördüğümü hatırlamıyordum. Bu öfke bağırmıyordu. Bu öfke acele etmiyordu.
Ve ben, o an anladım ki, biraz önce ölümden dönmüştüm ama asıl fırtına şimdi başlıyordu.

“Yüce Veyn,” dedi Tüccar adam, sesi titreyerek. “Yüce Veyn, sizin hizmetkârınız olduğunu biliyorum. Yalvarıyorum beni affedin ama o Morna’nın ruhunu taşıyor. Eminim. Onu yok etmeliyiz. Onu öldürmeliyiz. Onu yakmalıyız.”

Veyn gözlerini bir an bile üzerimden ayırmadı ve o an beklemediğim bir şey yaptı; ağır, kontrollü bir hareketle yere çöktü ve dizlerinin üzerine inerek benimle aynı hizaya geldi. Bu hareket, bağırılmış bir emirden daha güçlüydü. Üzerindeki Asillere ait altın kemerden hançerini çıkardı; siyah pardösüsünden bir parça koparıp karlara bastırdı, soğuğu içine hapsedip küçük bir top hâline getirdi. Ardından, sanki acele ederse bir şeyi kaçıracakmış gibi sakin davranarak elini kaşıma doğru uzattı.

“Ben…” diyebildim yalnızca. Kelime boğazımda kırıldı. Dişlerimi acıyla sıktım. “Ben sadece eğlenmek istemiştim.”

Gözlerinden bir anlığına geçen ifade beni daha çok yaraladı; masumiyete benzeyen ama masum olmayan bir şeydi bu. Yüzünde beliren gülümsemenin içinde hem acıma vardı hem merhamet, ama ikisi de tehlikeliydi. Hâlâ bir eli kaşımdaki soğuğu tutuyor, gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. O sırada Liten, Tüccar adama doğru bir hamle yaptığında Veyn eliyle onu durdurdu, bakışları ise benden hiç kopmadı.

“Sen sadece beni heyecanlandırmıyorsun,” dedi kısık bir sesle. “Yasakları görmezden gelmeme de sebep oluyorsun, Işık Veren.”

O an anladım ki, diz çöken Veyn değildi.
Dünya, ilk kez bana doğru eğilmişti.

Bu cümlelerin ardından ayağa kalktığında bakışlarını adama çevirdi; çenesini hafifçe havaya kaldırıp dik bir duruşla o yöne yürümeye başladı. Ben çöktüğüm yerden yavaşça doğrulup peşinden giderken, kaşıma bastırdığım soğuğu aşağı indirdim. Kanın akışı kesilmiş gibiydi ama alnımdaki sızı hâlâ keskinliğini koruyordu; sanki acı, bedenimden çok zihnime tutunmuştu.

Veyn adamın tam karşısında durduğunda iki muhafız da hemen arkasındaydı. Normalde kimseyle bu kadar doğrudan yüzleşmez, muhafızları her şeyi hallederdi; bunu biliyordum. Ama şimdi, adamla göz göze gelmeyi özellikle seçmişti.

“Yüce Veyn,” dedi adam, yerden doğrulup büyük bir yalvarışla bakarak. “Sizi çiğnemek istemezdim. Bunun cezasının ne kadar ağır olduğunu biliyordum ama o kadın Morna’nın ruhunu taşıyor ve…”
Cümle tamamlanmadı.

Bir anlık bir hareket oldu; saniyeler değil, bir nefes kadar kısa. Veyn elindeki hançeri sert ve kararlı bir hamleyle adamın çenesinin altına soktu. Adamın sesi boğazında yarım kaldı. Şaşkınlıkla nefesimi bıraktım; zaman, olduğu yerde kilitlenmiş gibiydi. Adam acıyla kıpırdanmaya çalışırken Veyn hançeri yavaşça döndürdü; bu acele eden bir öfke değil, öğretilmiş bir ceza biçimiydi. Adamın ağzı açıktı ve hançerin keskin yüzeyini ağzının içinde görebiliyordum.

“Sana,” dedi dişlerini sıkarak, sesi alçak ama keskin, “Veyn’in cezalarının Veymor’unkilerden daha öldürücü olduğunu söyleyen olmadı mı?” Bir an durdu. Sonra kelimeleri tane tane bıraktı. “Benim yasağıma dokunamazsın ve kurallarımı çiğneyemezsin.” Yasağım dediği ben miydim?

O an anladım:Bu bir öfke anı değildi. Bu, herkesin bilmesi için yapılan bir hatırlatmaydı.

Elini hançerden ayırmadı. Başını Otso’daki kalabalığa doğru çevirdi ve adamı o hâliyle yanında sürükleyerek yürümeye başladı. Peşinden ilerlerken kalbim göğsümün içinde hem korkuyla hem de tarif edemediğim bir şaşkınlıkla çarpıyordu. Adamın ayakları artık ona ait değilmiş gibiydi; dizleri boşalıyor, bedeninin ağırlığı yere doğru çekiliyordu ama Veyn, sapladığı hançerle onu ayakta tutuyor, sanki bu yürüyüşü özellikle uzatıyordu. Bu bir acele değildi. Bu, herkesin görmesi gereken bir şeydi.

Otso’nun içinden birkaç kişi Veyn’i fark ettiği anda müzik aniden sustu. Davullar sustuğunda gece de sustu sanki. Kahkahalar yarım kaldı, kadehler havada asılı kaldı. Herkes ayağa kalktı; eller öne birleşti, başlar aynı anda eğildi. Bu bir refleks değildi, bu bir ezberdi.

Nord ayakta, yüzünde keyifli bir gülümsemeyle Veyn’e bakıyordu; sanki bir oyunun en sevdiği kısmını izliyormuş gibiydi. Hemen arkasında Tanya ve Korven beni fark ettiklerinde yanıma gelmekle gelmemek arasında tereddüt ettiler ama hançere saplanmış adamı gördükleri an, herkes gibi oldukları yere mıhlanıp kaldılar. Kimse adım atmadı. Kimse nefesini yükseltmedi.

Veyn, Otso’nun tam ortasından, herkesin yüzüne tek tek bakarak yürüdü. Bakışlarını kaçıran olmadı; kaçıranlar bile başlarını yeterince eğmedikleri için fark ediliyordu. Her adımında adamın kanı karlara bir iz daha bıraktı; kırmızı, karın üzerinde yolunu unutmayan tek şeydi. Sonra, bir anda, bakışlar yön değiştirdi.

Hepsi bana döndü.

Alnımdaki yarığa, kurumuş kana, yüzümdeki solgunluğa. O an, sadece bir anlık bütün bunların benim yüzümden gerçekleştiğini düşündüm fakat benden daha ayrıydı, o adam Veyn’in yasaklarını çiğnemişti, hizmetkarına dokunmuştu. Bu çok ağır bir bedeldi.

Sadece benimle ilgisi yoktu, bunu düşünmek sadece kendini kandırmak olurdu.

Otso Evi’nin orayı geçtiğimizde adamın yalnızca elleri hafifçe seğiriyordu; bedeninin geri kalanı çoktan vazgeçmişti ve ölmek üzere olduğu her hâlinden belliydi. Tepeye doğru çıkan bir noktada Veyn onunla birlikte durduğunda, arkamdan Tanya’nın sesi geldi. Fısıltı değildi ama bağırmaya da cesaret edemiyordu. “Veyn, Otso Evi’ni öğrendi.”

Nord’un cevabıysa gecenin içinden bir hakikat gibi düştü. “Otso Evi zaten Veyn’e ait.”

Dudaklarım aralandı. O anda Veyn başını kaldırdı ve yüksek bir sesle, tek bir kelimeyi gecenin karanlığına savurdu: “Otso!” Ses dağlara çarpıp geri döndü; sanki yalnızca bir ad değil, çağrılan bir ruhtu. Ardından bir kez daha bağırdı: “Otso!”

Birkaç dakika sonra karların ardında bir hareketlenme oldu. Önce bir gölge, sonra küt bir siluet belirdi. Ardından kocaman, bembeyaz bir kutup ayısı karanlığın içinden çıktı. Kalabalıktan korku dolu sesler yükseldi; birkaç kişi istemsizce geriye kaçtı. Veyn yerinden bir adım bile kıpırdamadı.

Ben de kıpırdamadım. Korku hissetmiyordum. Bu daha kötüydü ve belki de daha iyi bilmiyordum çünkü normalde kutup ayılarından korkarken şimdi içimde ufacık bir korku kırıntısı bile yoktu.

Otso, öylesine devasa bir varlıktı ki daha önce gördüğüm hiçbir ayıya benzemiyordu. Her adımında yerin altından bir şeyler yer değiştiriyor gibiydi. Ama bakışları… Bakışları yalnızca Veyn’deydi. Aralarında birkaç adım kala durdu. Evcil değildi; asla olamazdı. Ama aralarında, adını koyamadığım bir bağ vardı. Bir anlaşma mıydı, bir tanıma mı, bilmiyordum. Bildiğim tek şey, Otso’nun adını değil, hükmü beklediğiydi.

Veyn, hançeri adamın çenesinden sertçe çekip çıkardı ve ikisinin ortasına fırlattı.
Her şey birkaç saniyede oldu. Otso öyle bir hamleyle ileri atıldı, öyle bir vahşetle adama saldırdı ki yüzünü ve bedenini parçalaması bir an bile sürmedi. Kimse bağırmadı. Kimse nefes almadı. Ben dönüp bakamadım. Bakışlarım Veyn’nin sırtından ayrılmadı.

En sonunda Veyn sırtını arkasındaki kutup ayısına döndüğünde, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Dudaklarından sakin, neredeyse öğretici bir tonla o kelimeler döküldü: “Ben öldürmedim. Otso öldürdü.”

O an anladım.Veyn, yalnızca bir varis değildi ve Veymor’dan bile daha tehlikeliydi; çünkü kanını ellerine bulaştırmadan hüküm verebiliyordu; ben ise artık geri dönüşü olmayan bir eşiği geçtiğimi biliyordum.

İleri bölümlerde okuyacaklarınız için daha şimdiden heyecanlanıyorum :):)):):):):)):)

Instagram: asliarslaan, thalronserisiofficial