Keyifli Okumalar!
Şarkı: BrunuhVille, Black Heart
Şu an dünyanın başka yerlerinde insanlar ne yapıyordu, bunu ilk kez bu kadar derinden merak ediyordum. Bir yerlerde yaşamın hâlâ sürdüğünü biliyordum; Elly, uzak yerlerden söz ettiğinde sanki bir masalı fısıldar gibi anlatırdı. Güneşli diyarlar vardı, meyvelerin dallardan koparıldığı bahçeler, incecik giysilerle sokaklarda dolaşan insanlar… Hatta yaşamı boyunca hiç kar görmemiş topraklar bile.
En çok da güneşin teni nasıl yaktığını merak ediyordum. Çünkü Svalbard’da güneş ya hiç görünmezdi ya da göründüğünde bile içimizi ısıtamayacak kadar güçsüzdü. İncecik elbiselerle, güneşin altında yürümek, rüzgârı değil sıcaklığı solumak nasıl bir histi, bunu ilk kez bu kadar çok düşünüyordum.
Hayatımdan hiçbir zaman nefret etmemiştim, ne yaşarsam yaşayayım, ama ilk kez, keşke bambaşka bir zamanda doğsaydım diye geçirdim içimden. Çünkü biliyordum: dünyanın başka köşelerinde de insanlar hâlâ savaşların küllerinde yaşamaya çalışıyordu. Bir yerlerde çocuklar açtı, bir yerlerde insanlar soğuktan ölüyor, belki de bir yerlerde sıcaktan kavruluyordu.
Ama hiçbir yerin Thalron kadar azabın kalbinde var olduğunu düşünmüyordum. Hiçbir yer burası kadar insanın ruhunu yavaş yavaş sömürmüyordu. Hiçbir diyar bu kadar soğuk, bu kadar renksiz, bu kadar boğucu değildi.
Yine de, hiçbir yerin burası kadar masaldan kopup gelmiş gibi göründüğüne de inanamıyordum. Masallardaki karanlık krallıklar vardı ya, kötü kralların, lanetli prenslerin hüküm sürdüğü o devasa diyarlar, işte Thalron tam olarak onlara benziyordu. Sanki her köşeden bir büyücü çıkabilirdi, her gölgede bir canavar saklanıyordu. Svalbard’da köklü bir büyü inancı olsa da, Elly bana her zaman gerçek dünyanın masallardan daha acımasız ama daha sıradan olduğunu söylerdi.
Ve eğer burası gerçekten bir masalsa, akla sığmayacak kadar büyük bir aşkın da burada bir yerlerde olması gerekirdi. Ama etrafıma baktığımda, Thalron’da aşkı geçtim, sevginin kırıntısına bile rastlamıyordum. Yine de içimde, hiç tanımadığım o aşka karşı derin bir açlık vardı.
Belki de bu topraklarda beni yok edecek olan şey tam olarak buydu.
Yeni gelen Köksüzleri ve Tüccarları geniş, karla boğulmuş bir alana topladılar. Thalron’un upuzun, gri kaleleri arkamızda kalmıştı; önümüzdeyse göğe doğru uzanan devasa bir yel değirmeni yükseliyordu. Uzun taş kulesinin kalbinde, soğuğun içinde donmuş bir çan asılıydı. Hayatım boyunca bir yel değirmeni görmemiştim. Bunun bir değirmen olduğunu, hemen yanımda duran orta yaşlı bir Köksüz kadın fısıltıyla söylemişti bana. O kadar büyüktü ki, başımı kaldırdığımda boynum sızladı.
Elli Köksüz, omuz omuza, önlü arkalı dizilmiştik. Tam karşımızda elli Tüccar vardı. Aramızda, yel değirmenine uzanan uzun, beyaz bir yol yatıyordu, sanki iki dünyanın arasına çekilmiş ince bir sınır gibiydi.
Tanya’yı ve Korven’i seçebiliyordum. Tam karşımdalardı. Aramızda yalnızca beş adım vardı ama o mesafe, dünyalar kadar uzundu. Ayaklarım çıplaktı; soğuktan çoktan morarmış, hislerini kaybetmeye başlamıştı. Üzerimdeki ince pelerin, beni korumak yerine soğuğu içime mühürlüyordu. Onlarsa kalın postalları ve ağır pardösüleriyle bana sadece uzaklığı değil, aramızdaki seviyeyi de gösterir gibiydiler.
Tanya’nın gözlerinde sessiz bir acı vardı. Korven ise bana her baktığında bu acı katlanıyor gibiydi; bu yüzden bakışlarını durmaksızın başka yöne kaçırıyordu.
Gecenin koyu karanlığında seçebildiğim tek renk, üzerlerindeki kan kırmızısı pardösüleriydi. O an, istemsizce Veyn aklıma düştü. Kalbimde, adı konmamış bir sancı kıpırdandı ve bakışlarım yeniden yel değirmenine kaydı.
Bana son söylediği cümle zihnimde çınladı: Hangimizin o hançeri ilk saplayacağı. Ardından, kapının ardından yükselen çan sesi gelmişti. Ve muhafız içeri girip tek bir cümle söylemişti: “Zamanı geldi.”
Neyin zamanı olduğunu bilmiyordum. Ama onun da bir yerlerde olduğundan emindim. Çünkü bizi topladıkları bu yer, sıradan bir meydan değil; Thalron’un soğuk, sessiz bir ayini gibi kokuyordu.
Bakışlarım göğe doğru yükseldiğinde, bembeyaz dolunayı gördüm ve içimden ağır bir nefes koptu. Bir insanın hiçbir rengi görememesi nasıl bir histi? Veyn, dünyayı renksiz yaşıyordu. Her şey onun için griydi: saçlarım, gökyüzündeki ay, hatta bir zamanlar kendi gözlerinin yeşilliği bile. Rüyalarında bile renk yoktu; anılarında dahi tonlar çoktan silinmişti.
Boğazım düğümlendiğinde başımı öne eğdim ve gözlerimi kapattım. Ona üzülüyor olamazdım. Üzülmemeliydim. Ne taraftan bakarsam bakayım, onun kim olduğunu asla unutmamam gerekiyordu. Beni buraya tutsak kılan oydu. Sadece beni değil, burada nefes alan pek çok insan onun dünyasında esirdi. O, Thalron’un çocuğuydu. Bu toprakların kurallarıyla büyümüş, hayatı bu taş ve kar diyarının duvarlarına örülmüştü.
Ama içimde kemiren bir his vardı: Sanki o da bu dünyanın tutsağıydı. Hiç mi merak etmiyordu, kıyının ötesinde uzanan gerçek dünyayı?
Ayak sesleri karın üzerinde kırıldığında gözlerimi araladım ve yana doğru baktım. Bordo pardösüsüyle, yakasında altın bir broş taşıyan orta yaşlı bir kadın bize doğru yürüyordu. Adımları sakindi, fazla sakindi. Bakışları ise insanın içini ürpertecek kadar keskindi. Açık kahverengi saçları omuzlarından dalga dalga beline dökülüyordu; gözleri altın sarısıydı. Yaşına rağmen öyle güzeldi ki, bakışlarımı ondan ayırmakta zorlandım.
Tüccarlar ile Köksüzlerin tam ortasında durduğunda, arkasındaki iki iri muhafız ellerindeki ağır sandıkları karın üzerine bıraktı. Kadın ellerini önünde kavuşturduğunda, pardösüsünün uzun kolları parmaklarını gizledi. Hareketleri yavaştı, rahatsız edici derecede yavaştı. Gözleri hepimizin üzerinde gezinirken, zamana hükmediyormuş gibi görünüyordu.
Bakışlarım kalbinin üzerinde taşıdığı altın broşa kaydığında, tek bir kelime gördüm: Veymora.
O, Veymor’un eşiydi.
Kelimenin anlamını bilmiyor olmamın bir önemi yoktu. Çünkü kudreti, anlamdan daha yüksek sesle konuşuyordu. Öyle bir duruşu vardı ki, sanki bu dünyanın kendisi onu yaratırken sadece ona yer açmıştı.
Bakışları en sonunda bulunduğum yöne kaydığında, etraftaki herkes başını yere eğdi. Ben eğmedim. Ona bakmaya devam ettim. Gözleri önce yanımdakine kaydı, sonra yeniden bana döndü. Ben hâlâ kımıldamıyordum. Başım dikti. Bakışım sabitti.
Dudaklarında silik bir tebessüm belirdiğinde bana doğru birkaç ağır adım attı ve tam karşımda durdu. Gözlerimi bile kırpmadım. Altın renkli harelerinde öyle bir ifade vardı ki… sanki üstünlüğünü sessizce haykırıyordu. Ama içimde bir ses, fısıltıyla bunun tersini söylüyordu: Asıl üstün olan bendim.
“Başlığını indir.” Sesi, ölüm gibi aktı havaya.
Yutkundum ve dudaklarımı ıslattım. Veymor’dan kaçışımın buraya kadar uzanacağını asla hesaplamamıştım. Şimdi saçlarımı görecekti ve sonra gidip ona söyleyecekti, cevap vermedim.
Eli yavaşça başlığıma uzandığında refleksle geri çekildim. Sırtım, arkamda duran bir Köksüz’e çarptı. Eli havada asılı kaldı. Tek kelime etmedi. Bu kez, iki elimle başlığımın iki yanını tuttum ve ağır ağır geriye indirdim.
Ateş kızılı saçlarım omuzlarımdan döküldüğünde etrafımdaki bütün bakışlar bana çevrildi. Gecenin karanlığında saçlarımın parladığından emindim. Ve bu saçlara korkuyla, dehşetle ya da büyülenmiş gibi bakmayan tek kişi Veyn olurdu. Bunu biliyordum. Bu düşünce garip bir şekilde hoşuma gitmişti.
Veymora yavaşça kaşlarını kaldırdı. “Sen o Köksüz kadınsın,” dedi fısıltıya yakın bir tonla. “Ve yok edilmen emredildi. Nasıl kurtuldun?”
Zihnim bir anda hızlandı. Fazla hızlandı. “Kaçtım” dersem, o an beni yeniden öldürme emrini vereceğini biliyordum. “Affedildim” dersem bu yalanın benden önce öleceğini de. Bazı gerçekler vardı ki, saklanınca daha ölümcül oluyordu. Dürüstlük bazen bir savunma değil, bir kalkan olurdu.
“Veyn, yok edilmeme izin vermedi,” dedim ve şaşırmasını bekledim. Belki de şaşırdı, bilmiyordum. Benim görebildiğim tek şey, yüzündeki mutlak ifadesizlikti. Thalron’un en büyük kuralı buydu belki de: Duygularını bir ölünün yüzüne emanet edilmiş gibi taşımak.
“Neden?” Bu tek kelimenin içinde bin soru gizliydi.
“Bilmiyorum,” dedim ve çenemi hafifçe kaldırdım. “Bunu ona sormalısınız.”
“Yok edilmen gerekirdi,” dedi ama sesi bana ait değildi sanki. Kendi düşüncelerine fısıldıyordu.
Dudaklarımda silik bir tebessüm yükseldiğinde kendimi durdurmadım. “Dilerseniz bu emri siz verin,” dedim, kaşlarımı çok hafif kaldırarak. “Eğer sizin emirleriniz, Veyn’inkilerin daha üstündeyse.”
Yüzüme düşündüğümden çok daha uzun bir süre baktı ve o süre boyunca gözlerimi ondan bir an bile ayırmadım; onlara boyun eğmeyecektim, bunu bilmeleri gerekiyordu. Neyime güvenip de böyle üstten konuştuğuma dair hiçbir fikrim yoktu fakat Veymora en sonunda bakışlarını benden çektiğinde ve geriye doğru ilerleyip sandıkların olduğu yere doğru yürüdüğünde tuttuğum nefesimi yavaşça verdim.
Veyn’in emirlerini çiğneyebilecek tek kişinin Veymor olduğunu artık anlamıştım.
Boğazını temizledi ve ellerini yeniden birleştirerek kalabalığa döndü. “Thalron’a hoş geldiniz,” dedi gür bir sesle; sesi karanlığın içinde yankılandı. Gözlerim tekrar Tanya’yla buluştuğunda göz kırptım. O da elini boğazına götürüp boğuluyormuş gibi bir hareket yaptı. Kendimi tutamayıp güldüğümde Veymora’nın bakışları bana döndü.
“Artık,” dedi tam gözlerimin içine bakarak, “Thalron’a ait ve adanmış insanlarsınız. Her adımınız, her kararınız, hatta aldığınız her nefes Thalron kurallarına göre şekillenecek. Aksi takdirde, ödülleriniz kadar cezalarınızın da ne kadar ağır olduğuyla yüzleşeceksiniz.”
Yüzümdeki gülümseme silindiğinde üst dudağım yukarı doğru kıvrıldı ve tiksinirmiş gibi nefesimi verdim. Veymora’nın bu hoşuna gitmiş olmalıydı ki gülümsedi ve gözlerini üzerimden çekti. “Seneler önce dünyayı yıkacak kadar büyük bir savaş çıktı ve sonrasında birçok ülke soysuz kaldı, kuraklık baş gösterdi, sular zehirlendi, kıtlık başladı. Radyasyon bütün dünyayı avucunun içine aldı ve insanlık açlıkla, acıyla ve merhametsizlikle sınandı. Bundan dolayı inançlar köreldi; kötülük artık savaştan daha büyük bir düşman hâline geldi.”
Nasıl bir kötülüğün içinde olduğunun farkında değilmiş gibi konuşuyordu.
“Thalron size su, yemek ve barınma veriyor. Thalron size merhamet gösteriyor. Thalron sizi hayatınız boyunca hiç görmediğiniz besinlerle ve güzelliklerle ödüllendiriyor ve bunun karşılığında tek bir şey istiyor: İnanç.” Ürperdiğimi hissettim. “Mutlak inanç. Gökyüzüne inanç. Yeryüzüne inanç. Rüzgâra inanç ve…” Gözleri bana döndü. “Yüce Veymor’a inanç.”
O an anlamıştım; onların yalnızca bir düzeni değil, kendi inanç sistemleri, kendi dinleri vardı. İnsanların zihinlerine böyle sızıyor, yavaş yavaş onları kendilerine bağlıyorlardı.
“Her gün inanç ve görgü dersleriniz olacak, ruhani rehberler size eşlik edecek. Thalron dilini, Thalron dinini, Thalron kültürünü öğreneceksiniz. Siz öğrendikçe ruhani rehberleriniz tarafından ödüllendirileceksiniz. Dünyanın birçok yerinde yaşama hakkı bile yokken Thalron size yaşama hakkı veriyor.”
“Peki ya inancı olmayanlar?” Tüccarlar sınıfından bir adamın sesi, gecenin ortasına balyoz gibi indi. Veymora başını yavaşça ona çevirdiğinde, kumral saçlı, kırklı yaşlarında bir adam olduğunu gördüm. Adam yutkundu, başını iki yana salladı. “Ben hiçbir şeye inanmıyorum ve bunu reddediyorum. Size saygım sonsuz ama inancınız her ne ise ben ona ayak uydurmayacağım.”
Veymora son derece sakin bir şekilde, “Son kararın mı?” diye sordu.
“Evet,” dedi adam hiç tereddüt etmeden. “Bunu reddediyorum.”
Kalbimin üzerine bir ağırlık çöktüğünde Veymora gülümsedi ve elini kaldırarak işaret parmağıyla adamı yanına çağırdı. “Yanıma gel.” Adam bir an duraksadı. Veymora öyle içten gülümsüyordu ki, bir anlığına merhamet göstereceğini sandım ama Thalron’da nasıl bir rüzgâr estiğini anlamamak imkânsızdı. Adam bulunduğu yerden ayrılıp yavaş adımlarla Veymora’nın önüne geçtiğinde hâlâ başını eğiyor, ona saygı sunuyordu. “Diz çök.”
Veymora’nın sesi keskin bir bıçak gibiydi. Yüzündeki gülümseme artık başka bir şeye dönüşmüştü: soğuk, ürpertici, bozuk.
Adam gözlerini yavaşça ona kaldırdığında muhafızlar bir an bile beklemedi. Arkasına geçtiler, omuzlarından bastırarak onu dizlerinin üzerine çökerttiler. Elim istemsizce göğsüme gitti. Herkesin gözlerinde tek bir duygu vardı: korku. Üçüncü muhafız sandıklardan birini açtığında, içerisinden parlak, keskin bir hançer çıkardı. Dizlerinin üzerinde duran adam çırpınmaya başladı.
“Hayır,” diye inledi. “Hayır… beni öldürecek misiniz?”
“Burada ölmek yasak,” dedi Veymora sakince ve üçüncü muhafıza başıyla işaret verdi.
Muhafız tereddüt etmeden adama doğru yürüdü. Diğer muhafız, adamın arkasına geçerek çenesini kavradı. Elimi boğazıma götürdüm. Muhafız, öyle bir güçle çenesini açtı ki kulaklarımda kemiklerin kırıldığına emin olduğum bir ses yankılandı. Neler olduğunu tam idrak edemeden muhafız adamın dilini dışarı çekti ve Veymora’nın ikinci baş hareketiyle, keskin hançer dile indi.
Topluluktan tiz bir çığlık koptu. İnsanlar geriye doğru sendeleyip kaçtı. Adamın haykırışı ise gecenin tam ortasına, ağır bir çekiç darbesi gibi indi. Çenesinden kanlar süzülürken muhafız koparılmış dili karın üzerine fırlattı. Ve Veymora, son derece sakin bir sesle cümlesini bitirdi: “Ve inançsız olanların konuşması da yasak.”
Muhafızlar adamı sürükleyerek oradan uzaklaştırırken hâlâ haykırıyor, bize bir şeyler söylemeye çalışıyordu ve sürüklendiği her adımda karların üzerinde kan lekeleri bırakıyordu. Gözlerim yerdeki o et parçasından ayrılmazken Köksüzlerden birkaç kişi kusmaya başladı ve Tanya’nın da kustuğunu gördüm. Ben ise öylesine donuktum ki, korkuyor muydum, nefret mi ediyordum yoksa Thalron’u yakmak mı istiyordum, çözemiyordum.
“Sizden iki isteğimiz var,” dedi Veymora baskın bir sesle ve gözlerim öfkeyle ona döndüğünde bana baktığını gördüm. “Saygı ve itaat. Bu ikisini gerçekleştirdiğiniz sürece Thalron size harika yollar açacaktır fakat eğer saygısızlık yaparsanız ya da itaatsizlik, işte o zaman Thalron’un en karanlık tarafını göreceksiniz.”
“Burada doğmanın ve ölmenin yasak olduğunu söylüyorsunuz fakat işkencelerle insanları yok ediyorsunuz, bu da bir çeşit ölüm demek, değil midir?” Soruyu sorarken bir an bile teklememiştim, saygısızlık mıydı soru sormak? Eğer öyleyse en büyük saygısız bendim.
Veymora, sanki bu soruyu bekliyormuşçasına “Birini öldürmek inancımıza göre suçtur, bazı dinlerde buna günah da denilebilir,” dedi. “Kimsenin canını biz alamayız fakat cezalandırma, doğru yolu bulmak için gerekli bir sistemdir.”
“Veymor bile kimseyi öldüremez mi?”
“Yüce Veymor,” dedi üzerine basa basa. “O da dahil kimseyi öldüremez.”
Yutkunduğumda “Peki ya doğmak?” diye sordum. “Bu neden yasak?”
“Köksüzlere ve Tüccarlara yasak,” dedi, sesindeki küçümseme saklanamazdı. “Fakat Din İnsanları ve Asiller için bu yasak farklı işler.” Kalabalığa baktı. Çoğu hâlâ biraz önceki sahnenin etkisindeydi. “Thalron’da yalnızca Asiller ve Din İnsanları evlenebilir ve çocuk sahibi olabilir. Çocuğun dünyaya getirilmesine karar verilen geceye Velruna denir. Velruna, ‘Işık Gecesi’ demektir.” Kısa bir duraksama. “Kuzey Işıkları’nın en parlak olduğu gecede, bir Din İnsanı ile bir Asil ya da iki Din İnsanı ruhani ve fiziksel birliktelik yaşar. Eğer o gece bir bebek anne karnına düşerse, doğum yasak sayılmaz. Ama o gecenin dışındaki her gün, yasaktır.” Veymora başını omzuna doğru yatırdı. “Radyasyon dünyada bu denli hakimken sadece kusursuz olanların bu dünyaya bebek getirmesi gerekiyor ve o kusursuzluğu kutsal bir günde dünyaya birleştirmek Thalron’a özgü bir gelenektir.”
“Ben,” dedim kekeleyerek ve yutkunduğumda etrafıma baktım. “Ben anlayamıyorum, sizin belirlediğiniz bir günde insanlar birbiriyle…” Sustuğumda cümleyi bile tamamlamak istemedim; delirmişlerdi. Deliydiler, akıllarını kaybetmişlerdi. Aşk diye bir duyguları yoktu, sevgi de öyle. Her şeyi kurallara göre ilerletiyorlardı, bir bebeğin dünyaya gelişi bile ritüellerine göre şekilleniyordu. “Peki,” dedim boğazımı temizleyerek. “Thalron’da daha önce hiçbir bebek bu şekilde doğdu mu?”
“Sadece bir tane,” dedi Veymora, işaret parmağını kaldırarak. “Bir tane bebek o kutsal günde anne karnına düştü ve o bebeğin de kim olduğunu aslında hepiniz biliyorsunuz.” Kaskatı kesildiğimde omuzlarımda çok büyük bir baskı vardı. “Veyn. Veyn, Thalron’un kutsal çocuğudur. Onun dışında hiçbir bebek o gün anne karnına düşmemiştir.”
Ve kutsal diyerek kusursuz sandıkları Veyn, aslında en büyük kusurlardan birisine sahipti; hiçbiri bunu bilmiyordu.
“Siz Veyn’in annesi misiniz?” dedim kendimi tutamayarak fakat bana bir cevap vermek yerine gözlerini direkt gözlerimden ayırdı ve başka tarafa baktı. O an anladım ki, Veyn’in annesi Veymora değildi.
“Daha öğreneceğiniz birçok kadim bilgi var fakat bunları ruhani rehberinizden öğreneceksiniz, dilediğiniz her şeyi onlara sorabilirsiniz; beş kişilik gruplar halinde bir rehber yarından itibaren sizinle olacak.” Veymora derin bir nefes verdi ve yel değirmenine doğru baktı. “Bugün günlerden Pazartesi, Kutsal Yemin Günü.” Muhafızlara bir baş hareketi yaptığında bu kez muhafız diğer sandığı açtı ve içinde küp şeklinde birçok buz parçaları olduğunu gördüm. “Bugün soğuğa karşı dayanıklılığınız ölçülecek ve acıya ne kadar sürede boyun eğdiğinizi göreceğiz. Siz hepiniz aslında bir savaşçısınız ve Thalron’a gelecek olan tehlikelere karşı asker gibi eğitiliyorsunuz. Soğuğa dayanmak kuzeyin damarlarında vardır.”
Ve o an sesinden anladım. Bu bir sınav değildi. Bu bir tövbe değildi.
Bu, bir ayindi.
Muhafızlar sandığın içinden buz küplerini çıkarıp bize doğru getirdiklerinde tek tek insanların avuçlarının içine bırakmaya başladılar. Şaşkınlıkla olanlara bakarken muhafız hemen karşıma geçti ve çenesiyle elimi işaret etti, hemen arkasındaki Veymora’nın da gözleri bana döndüğünde “Elbette bazılarınız dayanıksız olabilir,” dedi alaycı bir tonda. “Bunun bir cezası yok, en büyük ceza güçsüzlüğünüz.”
Veymora’dan bakışmalarımı ayırmayarak sağ avuç içimi açtığımda muhafız buz küpünü elimin üzerine koydu. Zaten dışarısı bu denli soğukken avcumdaki küp, dışarıdan çok daha soğuktu ve sanki tabanı tırtıklı gibi avcumun içini acıtmaya başlamıştı.
Herkese buz küplerini verdiklerinde ve herkes eli önde beklerken Veymora’nın bakışları insanların üzerinde gezindi. Hemen karşımda Tanya ve Korven vardı; bakışlarını bir an bile olsun benden ayırmıyorlardı ve ben de onlardan. Veymora’nın zaman başladı demesine bile gerek kalmadı çünkü zaman çoktan başlamıştı; Thalron’da zaman zaten hep akıyordu.
Parmak uçlarım hemen uyuşmadı; aksine canlı canlı yanmaya başladı. Ateş gibi bir yanış ama ironik olan şu ki, buz ateşi bana veriyordu. Nefesimi tuttuğumu fark ettim, elimi geri çekmem için bütün bedenim emir yağdırıyordu ama gururum daha yüksek bir sesle konuştu: “Bırakırsan güçsüz olursun.”
Bileğim titredi, titreme önce küçük, masum bir sarsıntıydı; sonra koluma doğru yayılan, hırsla karışık bir korku titreyişi haline geldi. Buz avcumun içinde erimesi gerekirken daha fazla ağırlaşmaya başladı, saniyeler dakikaya dönüştüğünde Köksüzlerden ve Tüccarlardan bazı insanların elindeki buz küplerini fırlattıklarını görebiliyordum ama ben bakışlarımı Tanya ve Korven’den ayırmıyordum. En sevdiklerimdi, onlara bakarken sevgiyi hissedersem acıyı unuturum diye düşünüyordum.
Tenimin içinden ince bir acı yükseldi; acıdan gözlerim dolmaya başlamıştı ama sabit bir şekilde durmaya devam ettim. Bu acıya sahip çıkmazsam kimse de bana sahip çıkmayacaktı, biliyordum. Dişlerimi sıktığımda acı göğüs kafesime kadar tırmanıyordu, içimdeki ses ise art arda aynı kelimeleri söylüyordu: “Dayan, dayan, dayan!”
O anda dayanmak sadece dayanmak değildi; bu kendi varlığıma, kendi değerlerime, kendi lanetli öyküme söylediğim bir başkaldırıydı. Ben korkak değildim, ben güçsüz hiç değildim.
Tanya da elindeki buzu fırlattığında acıyla inledi ve bileğini ovuşturmaya başladı. Onunla beraber başkaları da elindeki buzdan kurtulduğunda kaç dakikadır bu şekilde durduğumu bilmiyordum fakat karşımda artık tek bir kişi kalmıştı: Korven.
Kendimi tutamayarak öne doğru bir adım attığımda Korven de benimle beraber ilerledi. İkimiz karşı karşıya kaldığımızda benimle aynı şeyi düşündüğüne çok emindim: bu oyunu defalarca oynamıştık. Çocukken ikimiz de ellerimizi ve ayaklarımızı kara gömer, ilk hangimiz vazgeçecek ona bakardık; daima Korven ilk vazgeçen olurdu ve benim inadımın önüne geçemezdi. Şimdi işler artık oyun olmaktan çıkmıştı, gerçekten iki rakiptik ve herkesin gözü bizim üzerimizdeydi.
Parmak uçlarım yanıyor, bileğim titriyordu ama başımı kaldırdığımda tek gördüğüm Korven’in gözleriydi. O, titriyordu. Çenesindeki kas bir anlığına gevşiyor sonra tekrar kilitleniyor, nefesi hızlanıyor, elinin kenarı istemsizce seğiriyordu.
Benim acım büyürken onun gururu küçülüyordu; ben dayanıyordum ama o dayanmak için savaş veriyordu. Aramızdaki fark buydu. Acı avcumun içinde çığlık çığlığa bağırırken bile içimden şunlar geçti: “Kazansam ne olur, kaybetsem ne olur?”
Korven bana öyle bir ifadeyle baktı ki, bırakmamı istiyor gibiydi ve ben ise tuhaf bir şekilde onun kazanmasını istiyordum. Aklıma çocukken masallarımdaki o kahramanımın Korven olması geldi; şimdi karşımda bir masal kahramanı gibi duruyordu. Avcumun içi artık acımıyor, içim acıyordu. Çünkü Korven’in gözlerinde o eski bakışı gördüm: Her şeyden önce kaybetmekten korkan o çocuk bakışını.
Daima büyükbabası için yetersiz bir çocuktu ve bunun ağırlığı altında ezilmişti; ben kazanırsam o yine kaybeden olacaktı. Bir kez daha. Birilerinin gözünde yine yetersiz olarak nitelendirilecekti ve Korven bunu kaldırmakta zorlanıyordu, biliyordum.
Bileğim bir an boşaldı, buz daha ağır geldi ama hâlâ dayanabiliyordum hatta çok daha uzun dayanabilirdim. Korven, çok silik bir şekilde başını iki yana salladı ve gözlerinde çok büyük bir çaresizlik belirdi. Sanki bana bırak da yıkılmayayım diyordu ya da bırakıyorum, yine yetersizim, bilemiyordum.
Onun gözlerinin içine baktım: Bir saniye, iki saniye. Ve o an biliyordum, bu yarış benim yenebileceğim bir yarış değildi, kazansam kazanmış olacaktım ama Korven kazanırsa kendisini yetersiz hissetmeyecekti.
Nefes aldım, buz avcuma daha çok battı; hırsım, acım, gururum, hepsi o avuçta sıkışmışken bir karar verdim.
Parmaklarımı açtım ardından elimi ters çevirdim ve buz taş zemine düştü. Tok bir ses ama içimde yankısı çok daha sertti.
Ne kazandım, ne kaybettim; oyunu bıraktım, Korven için.
Kalabalık uğuldadı, kimisi kazandı dedi, kimisi kaybetti dedi; ben ise hiçbirini duymak istemedim.
Korven de elindeki buzu bıraktığında gözlerimin içine “Neden?” dermiş gibi baktı veya ben öyle algılamak istedim çünkü daha fazla dayanabileceğimi o da biliyordu.
“Her zafer aynı zamanda bir yara da bırakır,” dedim ağzımın içinde kısık bir sesle. Beni duyan tek kişi Korven’di. “Ben böyle bir yara istemiyorum ama sen bu zaferi çok istedin. Yarasına rağmen üstelik.”
Geriye doğru çekildiğimde ve Veymora’ya baktığımda onun da beni dikkatli bir şekilde incelediğini gördüm; avcumun içi hâlâ cayır cayır yanıyordu ve buz yanığı olduğuna çok emindim ama aklımla kalbim daha karmaşıktı. Veymora küçük adımlarla öne doğru geldiğinde bakışlarıyla beni adeta süzdü ve önüme geçerek gözlerini Korven’e çevirdi. “Bir ödülün var,” dedi Veymora dinginlikle. “Bugün senin sayende bütün Tüccarlar et ziyafeti çekecek ve Thalron’un en güzel içkisini içeceksiniz.” Korven’in gözleri hâlâ benim üzerimdeydi, mutlu olmasını bekledim ama o oldukça ifadesizdi. Tüccarlar hep bir ağızdan sevinç naraları attığında Veymora işaret parmağını kaldırdı. “Veya merhametli tarafını gösterecek, bu ödülü Köksüzlere hediye edeceksin, onlara bütün bunların yanında ısınma ve sıcak bir yerde barınma hakkı da tanıyacaksın. Yap tercihini.”
Korven’in dudakları yavaşça aralandığında ve bakışları Veymora’ya doğru döndüğünde gözlerinde çok büyük bir şaşkınlık vardı. Tüccarların sadece bir saniye sesi kesildi ardından hepsi bir ağızdan “Neyi düşünüyorsun?” diye söylenmeye başladılar. Aralarında tek sessiz kalan kişi Tanya’ydı ve onun bakışları benden ayrılmıyordu.
Korven eğer ki bu ziyafeti Köksüzlere verirse Tüccarlar tarafından dışlanacak, kendi bulunduğu sınıfta ötekileştirilecekti. Eğer ki Tüccarların ziyafeti çekmesini isterse beni yok saymış olacak, merhametini susturacaktı. Her şey bir yana Tüccarlar zaten Asiller kadar iyi olmasa da beslenebiliyorlardı fakat Köksüzlerin hâli ortadaydı.
“Hey!” diye bağırdı Tüccarlardan bir adam. “Sen neyi düşündüğünü sanıyorsun? Uzun zamandır et yemedim, burada hayatı boyunca et yememiş insanlar var! Elbette bizim tarafımızı tutacaksın!”
Korven’in gözleri yeniden bana döndüğünde yutkundu ve acıyla nefesini verdi. Ben olsaydım, diye bile içten içe düşünmek istemiyordum çünkü ne yapacağımı biliyordum ama onun bu hayatta en korktuğu şey ötekileştirilmekti, bunu da biliyordum.
“Bu ayinin amacı dayanıklılık değildi,” dedim tekdüze bir sesle. Korven’e bakıyordum ama konuştuğum kişi Veymora’ydı. İçimde, buzdan daha soğuk bir gerçek kıpırdandı.
Bu bir sınav değildi.
Bu bir birleşme değildi.
Bu bir arınma hiç değildi.
Bu bir ayrıştırma ritüeliydi.
Nefeslerimiz eşitlenmemiş parçalanmıştı. Ellerimiz yan yana değil, birbirine karşı uzatılmıştı. Acımız, bizi birleştirmiyor, bölüyordu.
“Bu ayinin amacı sınıflar arasındaki düşmanlığı büyütmekti,” diye devam ettim ve kelime ağzımdan çıkmadan önce bile bunun bir suç olduğunu biliyordum. “Ve tarafları tamamen belli etmekti.”
O an her şey durdu.Rüzgâr bile bir an tereddüt etti sanki.
Veymora, hiç şaşırmamıştı. Onun bakışlarında korku yoktu. Sarsıntı yoktu. Sadece yumuşak bir memnuniyet parıltısı. “Biz sadece bir tercih sunuyoruz,” dedi kadife gibi bir sesle. Sanki bir tehdit değil, bir davet sunuyormuş gibi. Ve o an anladım; bu kadın bağırmazdı. Bu kadın yakmazdı. Bu kadın fısıltıyla yok ederdi. “Hangisini seçeceğine o karar verecek, öyle değil mi?”
Ve ben, bu cümleyi duyduğumda şunu düşündüm: Biz seçmiyorduk. Bizden seçmek bekleniyordu.
Ve belki de seçmemek…
Bu topraklarda aslında hiçbir zaman bir seçenek olmamıştı.
“Eğer Köksüzleri tercih edersen her gece senin uykularını kaçırırım, beni duyuyor musun?” Tüccarlardan bir tanesi tükürür gibi konuşuyordu. “O aptal ucubeler umurumda bile değil, çok açım ve sen bizi düşünmek zorundasın!”
Köksüzlerden bir tanesi sert bir sesle “Kanın bizden farklı diye kendini bizden üstün mü görüyorsun?” diye sordu. “Günler öncesinde Svalbard’dayken benim tuvaletimi temizliyordun!”
Lanet olsun.
“Ödülü ben kazandım,” dedi Korven yavaşça Veymora’ya dönüp. “Ve ben bu ödülün bölüşülmesini istiyorum, her iki taraf da kazanabilir.”
Veymora gülümsediğinde sanki bir anne sıcaklığı vardı fakat şefkatin tek bir parçasının bile onda olmadığına çok emindim. “Bu imkansız Tüccar, hayatta hiçbir zaman ortada duramazsın. Her zaman bir tarafın olmak zorundadır.”
“Ama…” Veymora öyle bir bakış attı ki, Korven susmak zorunda kalmıştı. Nefesimin kesildiğini hissettiğimde bakışlarım Tanya’yla kesişti ve onun bana büyük bir acıyla baktığını gördüm sadece bana değil, Korven’e de bakıyordu. Bu ayin sanki bizim aramızdaki duyguların en büyük çatlağını oluşturacaktı.
“Karar ver.” Veymora sıkılmışa benziyordu. “Hemen.”
Korven, derin bir nefes verdi ve gözlerini kapattı; yüzündeki acıyı, çektiği vicdan azabını görebiliyordum ve artık cevabından da neredeyse emindim.
Ağzının içinde bir şeyler söyledikten sonra gözleri kapalı bir şekilde “Tüccarlar,” diye fısıldadı. “Ödül Tüccarların olsun.”
Bütün Tüccarlardan mutluluk naraları yükselmeye başladığında Köksüzlerden acı dolu bir inilti döküldü; Korven ise kapalı gözlerini açmadan başını önüne doğru eğdi. Hiçbir şey söyleyemedim. Hiçbir şey. Sanki kelimeler düğümlenmişti ve nefesim sessizliğe karışmıştı. Bir kez daha beni kurtarabilmesi için eline bir fırsat geçmişti ve Korven beni yine kurtarmamıştı, o aptal masallar yalan söylüyordu, gerçekte aşk diye bir duygu yoktu.
Korven gözlerini açıp bana baktığında bakışlarımı ondan ayırdım ve Köksüzlerin bulunduğu tarafa doğru yürüdüm; kazanabilecekken kaybetmiştim, Korven için ve o bana kazandırabilecekken kaybettirmeyi seçmişti; içimde bir yerlerde ona hâlâ hak veriyor olmam bile canımı yakıyordu.
Ben olsaydım, onları seçerdim; bunu çok iyi biliyordum.
Tüccarlar tek tek Korven’e sarılırken bütün Köksüzler bana büyük bir nefretle bakıyordu; haklılardı da. Eğer ödülü kazansaydım onları doyuracak, barınma verecek ve belki de postallarının olmasını sağlayacaktım.
“Bugün Pazartesi,” dedi Veymora yeniden ve ellerini önünde birleştirip yel değirmenine doğru döndü. “Thalron’da pazartesi günleri kutsaldır ve her pazartesi, Thalron için bir ezgi dinlenir, başka dinlerde buna ilahi de denilebilir; bu ezginin adı Sennora’dır. Thalron sınırları içerisinde Sennora dışında başka hiçbir müzik duyamazsınız, söylenmesi, çalınması hatta dile getirilmesi bile yasaktır.” Veymora, yanındaki muhafıza emir verdiğinde, muhafız sandığın içinden bir şişe, bir kağıt ve bir kömürden yapılma kalem çıkardı. “Sennora bittikten sonra dileğinizi kağıda yazıyor, şişenin içine koyup okyanusa bırakıyorsunuz; su sizin dileğinizi duyacaktır.”
“Saçmalık,” diye fısıldadım dişlerimin arasından. “Bu insanlar kafayı yemiş.”
“Ve,” dedi Veymora gür bir sesle, sanki beni duymuş gibi. “Sennora başladığı andan bitene kadar konuşmak yasaktır!”
Tiksintiyle nefesimi verdiğimde Veymora, bakışlarını yel değirmenine doğru çevirdi ve tam o anda, yel değirmenin kulesinin olduğu yerde bir hareketlenme olduğunu gördüm; çan sesi üç kez gecenin ortasına ağır bir darbe indirdi, birkaç saniye sonra dolunayın gür ışığı gecenin karanlığına rağmen o yüze çarptığında adımlarca ötede olmasına rağmen onu tanıdım.
Veyn.
Elinde bir keman tutuyordu ve gözleri bizim olduğumuz tarafta değil, gökyüzündeydi. Yüzünün yarısına vuran ay ışığı, bütün gecenin karanlığını yutacak kadar güzel görünmesine sebep oluyordu ve bu çok tuhaftı. O an ne düşündüğünü öylesine merak ettim ki, öne doğru bir adım attığımı bile çok sonradan fark ettim.
Şarkı: Adagio in G minor for Strings and Organ, Albinoni
Başını çevirdi ve kemanın arka kısmını çenesinin altına yerleştirdi, omzunu hafifçe kaldırdı ve sağ eliyle kemanın salyangoz olduğu tarafını tuttu. Sol eliyle tuttuğu yayı kemana doğru yaklaştırdığında gözlerini yavaşça kapattı ve derin bir nefes verdi.
Hemen ardından hayatımda belki de daha önce duymadığım ve hayatım boyunca da daha güzelini duyamayacağım bir melodi çalmaya başladı. Ağır, oldukça ağır bir şekilde başladığında rüzgarın sesi bile sanki kesildi ve soğuk bile boyun eğdi. Kemandan yükselen her ezgi birkaç adım daha atmama sebep olurken gözlerimi o kuleden ayıramıyordum ve dudaklarımın aralıklı bir şekilde durduğunu yeni fark ediyordum. Çaldığı müzik sanki bir ölümü ve bir o kadar da yaşamı anımsatıyordu ama bütün bunların dışında, Veyn öyle güzel çalıyordu ki sanki hayatını buna adamış gibiydi.
Kalbim hızlanmaya başladığında sadece onu değil, hayatım boyunca hiç kimseyi böyle görmediğimi fark ettim ve ilk kez, belki de ilk kez kendimi bir masalın içinde hissettim. Evet, ben de o masalın içindeydim. Belki öylesine biriydim, belki de sadece bir köksüzdüm ve belki de hiçbir şeydim ama o masalda bir yerim vardı ve Veyn, o masalın baş karakteriydi, öylesine büyüleyiciydi ki, buradan bakınca o kibri yoktu, sertlik yoktu, Veyn yoktu.
Parmakları yayı nasıl tutuyorsa o tutuşu izlerken içimde bir yer sızladı. Güçlüydü ama nazikti de; bu ne zayıflıktı ve ne de kendini kaybedişti. Her hareketinin ucunda hem bir öfke, hem bir sabır vardı. Sanki yıllardır kimseye söyleyemediği her şeyi, şimdi bir telin üstünde açık ediyordu.
Melodi yükseldikçe içimdeki soğuk çözülmeye başladı ve kalbim bir anlığına tökezledi. Çünkü ona artık gerçekten bakıyordum. Çünkü ona gerçekten bakınca içimde bazı şeylerin yerleri değişmişti. Veyn oldukça tehlikeli bir adamdı ama bir o kadar da sırlarla doluydu ve bu Thalron cehennemi onu bir örümcek ağı gibi içine hapsetmişti. Tek kutsal çocuktu, Veymor’un varisiydi; kim olduğundan vazgeçemeyecek noktadaydı ve belki de vazgeçmek bile istemiyordu.
Bir yanı başkaldırıyı seviyor, itaatten hoşlanmıyordu; az önce bir adam sadece inanmak istemediğini söylediği için dilini koparmışlardı ama Veyn, bunu bana yapmamıştı. Merhametli bir adam olduğu için değil, bu itaatsizlik duygusuna yabancı olup o duyguyu kendisi de tatmak istediği içindi. Belki de bunlar sadece benim kuruntularımdı, belki de yine o aptal masalların etkisine girmiştim çünkü Thalron şu an bir masaldan fırlamış gibi görünüyordu ve Veyn, fazlasıyla etkileyiciydi.
Gözlerim yavaşça başkalarına döndüğünde herkesin benim gibi hipnoz olmuşçasına Veyn’i izlediğini gördüm: tek bir kişi dışında. Veymora. O beni izliyordu. Tek kaşını kaldırdığında sanki bana üstünlüğünü ve belki de Veyn’in üstünlüğünü göstermek istedi; belki de Thalron’dan etkilendiğimi düşündü, bilmiyordum.
Gözlerimi ondan ayırıp yeniden Veyn’e döndüğümde dudaklarımda farkına varmadan beliren silik bir tebessüm vardı. Sanki çok kısa bir an, sadece bir nefeslik zaman, rüyamda gördüğüm kızıl saçlı kadını anımsadım. Neden şimdi geldiğini bilmiyordum. Ama içimde bir yerde, onun da bu masalın bir parçası olduğuna emindim.
Ve ilk kez… hayatım boyunca ilk kez… doğru yerdeymişim gibi hissettim.
Bu, Thalron’a ait olmak değildi.
Bu… Thalron’un bana ait olmasıydı.
Kuzey halklarının kadim bir inancı vardı: Ruh, dünyanın yaratılışından bile önce vardı. Bedenden bedene sürüklenir, zamandan zamana geçerdi. Bazı insanlar önceki hayatlarını hatırlardı. Tanya, iki hayat önce bir prenses olduğunu söylerdi. Bir hayat önce, bir erkek.
Korven, yüzyıllar önce bir asker olduğunu anlatırdı. Bir başka hayatta, yanında sevdiği kadınla yaşlanarak öldüğünü söylerdi.
Ben kendimi hep başka bir yerde hissederdim fakat bunlar hep bir hayvanın bedenleri olurdu. Bir fare, bir tavşan, bazen bir balık… Bazen de yüzlerce yıl ayakta kalmış, kökleri derinlere uzanan bir ağaç gibi. Ve bununla alay ederlerdi. Sanki ruhum hiçbir zaman bir insanın bedeni için yaratılmamıştı.
Ta ki…
Şimdiye kadar. Şimdi, çok silik bir anı gibi bile olsa… İlk kez kendimi bir insan gibi hissedebiliyordum ve bu duygu öyle kuvvetli bir duyguydu ki, gözlerim dolduğunda hangi duygunun beni bu hale getirdiğini çözemiyordum. Zafer mi? Hayır. Mutluluk? Hayır. Kendini bulmak? Belki.
Yaşamak? Evet, gerçekten yaşamaktı bunun adı.
Melodi ağır ağır yavaşladı. Kemanın sesi, gecenin içine gömüldü. Son nota, rüzgârın içinde dağıldı.Ve sessizlik, bir hüküm gibi çöktü.
İşte o an kararımı verdim.
Güç omuzlarımdaydı.
Damarlarımdaydı.
Elllerimdeydi.
Bakışlarımdaydı.
Thalron’dan kaçmayacaktım.
Thalron’u bu insanlardan kurtaracaktım.
Thalron’u…
Yok edecektim.
Veyn’in gözleri aşağıdaki kalabalığa doğru döndüğünde beni görmesini bekledim ve bir anlık saçlarımdan tanıyabileceğini düşündüm ama sonra bunun artık bir hayalden ibaret olabileceğini anladım; o benim saçlarımı göremezdi.
Elimin tersiyle gözlerimden akmak üzere olan yaşları sildiğimde artık Sennora, beni eskisinden daha farklı bir kadına dönüştürmüştü; kalbimde hiç solmayacak bir his canlanmıştı.
“Veyn’in hizmetkarı mısın?” diye sordu Veymora ve bakışlarımın ona dönmesine sebep oldu. Gözleri bileğimdeki bileklikteydi; V harfinin olduğu bileklik.
Veyn’in olduğu tarafa doğru döndüm yeniden ve dudaklarımdan tek bir kelime döküldü: “Evet.”
Onun hizmetkarıydım.
Şimdilik.
Veymora nefessiz devam etti. “O halde senin hatalarının cezasını Veyn’in çektiğini de biliyorsundur,” diye mırıldandı. Gözlerim hızlıca ona döndüğünde kaşlarım çatıldı. “Bugün yaptığın bütün saygısızlıkların cezasını Veyn ödeyecek.” Hâlâ büyük bir şaşkınlıkla ona bakmaya devam ediyordum. “Eğer bir Asil ya da Din İnsanı kendine hizmetkar seçerse bu bilekliği takar ve onun bütün sorumluluğunu üstlenir. Senin hatalarının bütün cezası, Veymor tarafından Veyn’e kesilir.” Sırtını yel değirmenine doğru döndü ve yanımdan geçmeden önce omzunun üzerinden bana baktı. “Bir Köksüz olduğunu hiçbir zaman unutma, Veyn merhametli insan rolünü iyi oynar ama kaç Köksüzü yok ettiğini tahmin bile edemezsin, Radholl’a gidip bakman yeterli.”
Tam yanımdan geçip gidecekken kendimi tutamayıp “Beni neden bu kadar önemsediniz Veymora?” diye sordum. “Sadece bir Köksüzüm ama siz sanki bir tehditmişim gibi davranıyorsunuz.”
Gözleri ilk önce gözlerimi arşınladı ardından büyük bir imayla saçlarıma baktığında yüzünde iğrenirmiş gibi bir ifade belirdi. “Ben seni önemsemedim, senin kendini çok önemsediğini fark ettim, hepsi bu.”
Sonrasında bir cevap vermemi bile beklemeden yanımdan yürüyüp geçtiğinde derin bir nefes verdim ve gözlerim yeniden kulenin olduğu tarafa yöneldi fakat tam o esnada, muhafızlar Veyn’in çıkışını beklerken Korven ve Tanya yanıma geldi. Korven, endişeli ve acı bir dolu bir sesle “Liora,” diye fısıldadı. “Bak, yapabileceğim hiçbir şey olmadığını biliyordun, o an eğer Köksüzleri seçseydim…”
Ona öyle bir baktım ki, cümleleri yarıda kesildi. “Beni şaşırtmadın Korven fakat bir daha karşı karşıya gelirsek bu kez kazanmak için gerekirse canımı bile vereceğimi bil.”
“Liora,” dedi Tanya endişeli bir sesle. “Neler oluyor, neler yapıyorsun anlamıyorum.”
Veyn’in Yel Değirmeni’nin kapısından çıktığını gördüğümde başımı aşağı yukarı salladım ve o tarafa gitmek için hamle yaptım fakat Korven, önüme geçip beni durdurdu. “Tehlikeli sularda yüzüyorsun, Liora. Veyn buradan kurtulmanı sağlamayacak, o adam buraya ait.”
Tek kaşımı kaldırıp ona baktım, bakışımda artık soru yoktu sadece karar vardı, “Kurtulmak isteyen kim, Korven?” dedim ve öne doğru eğilip ikisinin yüzünü dikkatle inceledim, göz bebeklerinin içinde korkuyu, şaşkınlığı ve kaçma isteğini görürken benim kaçacak hiçbir yerim olmadığını çoktan biliyordum. “Ben artık Thalron’dan kaçmak istemiyorum,” dedim, sesim alçaktı ama içimdeki karanlık saklanamazdı, “Ben Thalron’u istiyorum,” nefesim düzensizleşti çünkü artık ne istediğimi biliyordum. “Ben burada yanıyorsam bu yanış sadece bana ait olmayacak,” dedim, göğsümde yanık, küle dönmüş bir şeyin sıkıştığını hissediyordum. “Buradaki herkes benimle birlikte yanacak,” diye fısıldadım, kendimden korktuğumu ama geri dönemeyeceğimi de biliyordum. “Yok mu oluyorum?” sözleri dudaklarımdan neredeyse bir fısıltı gibi döküldü, “o zaman yalnız gitmeyeceğim,” dedim başımı çok hafif kaldırırken, artık gözlerimde suç da korku da yoktu, “Thalron benden hayatımı istiyorsa alacak,” dedim yavaşça, bir an durup ekledim, “ama benden almadan önce ben onlardan almış olacağım.”
“Ne?” diye inledi Tanya şaşkınlıkla. “Bu da ne demek?”
“Aklını kaçırmış,” dedi Korven öfkeyle. “Canıyla zar atıyor.”
İkisine de bir cevap vermeden yanlarından rüzgar gibi geçtim ve Veyn’e doğru ilerledim; hemen arkasında Liten duruyordu ve diğer muhafızı tanımıyordum. Adımlarım hızlandığında ve ayaklarım karlara bata çıka ona ulaştığımda gözleri yavaşça bana döndü. Kaşları hafifçe çatıldığında adımları duraksadı ve yeşil gözleri baştan aşağı beni süzdü, öyle ihtişamlı ve öyle heybetli görünüyordu ki sanki bu dünyaya gerçekten de Veyn olmak için gelmişti.
Tam karşısına geçtiğimde en son olan konuşmamızdan sonra istersem onu yok edebileceğimi biliyordu ve o da isterse beni yok ederdi; bunu biliyordum.
Şarkı: The Last Dance, Peter Gundry
Yüzümde belli belirsiz bir tebessüm oluştu, ellerimi önümde birleştirdim ve başımı itaat edermiş gibi öne doğru eğdim. Büyük bir bozguna uğradığına emindim, ne yazık şu an yüzünü göremiyordum. “Hizmetkarınız olarak emrinizdeyim, Veyn.” Bakışlarım Liten’e döndü ve göz kırptım. “Merhaba Liten, nasılsın?”
“Sen,” dedi Veyn yarı şaşkın yarı alaylı. “Bana itaat mi gösteriyorsun yoksa?”
“Elbette, Veyn,” dedim biraz daha başımı eğerek. “Ne isterseniz yaparım, sizin hizmetkarınızım artık.”
Başım önümde olduğu için ne yaptığını göremiyordum ama öne doğru bir adım attığında botları görüş açıma girdi ve sonrasında hafifçe eğildiğini hissettim. “Sana inanacağımı düşünmüyorsun, değil mi, Liora?” Fakat gülümsüyordu, bunu sesinden anlayabiliyordum. Kirpiklerimin arasından ona baktığımda sahiden de gülümsediğini gördüm. “Planın nedir?”
Ben de gülümsediğimde karlara batmış ayaklarıma baktım. “İlk planım sizin botlarınızdan bir tanesini çalmak.” Sonra da ellerimi gösterdim. “İkinci olarak da eldivenlerinizi çalsam hiç fena olmazdı.”
Kısa bir sessizlik oldu ve Veyn’in eğildiği yerden doğrulduğunu hissettim; kirpiklerimin arasından yeniden ona baktığımda bu gece daha açık renk gibi duran yeşil gözlerinin keyifle beni izlediğini gördüm. “Ve üçüncü olarak da elmalarımdan çalmak istiyorsun, öyle değil mi?” diye sordu. Dilini üç kez damağına vurdu ve başıyla arkasını gösterdi. “Hizmetkarlar arkamda yürür, arkama geç.”
Yüzümdeki gülümseme soluklaştı ve normalde ona sereceğim onlarca kelimem varken sadece başımla itaat gösterir gibi selam verdim ve sonra arkasına geçtim. Veyn, başını çevirip omzunun üzerinden bana baktığında iki muhafızın ortasına geçmiştim ve uzaktan oldukça komik göründüğümüzün de farkındaydım çünkü bakışlarım Korven ve Tanya’ya döndüğünde bizi izlediklerini fark ettim.
Veyn yeniden önüne döndüğünde ve yürümeye başladığında biz de onu takip ettik. Neredeyse on beşinci adımdan sonra daha fazla sessiz kalamadığımda “Liten,” diye fısıldadım muhafıza doğru. Bakışları bana döndüğünde yüzündeki çelikten maskesine rağmen bakışlarındaki merakını gördüm. “Hizmetkarlar tam olarak ne yapar, biliyor musun?”
Liten nefesini verdi ve sonrasında gür bir sesle “Temizlik,” dedi. Adeta bağırıyordu. “Yemek. Düzen. İhtiyaç.” Elimle ona sus işareti yaptım ama bağırarak konuşmaya devam etti. “Haberci. Her şey! Her şeyi yapar!”
“Neden bağırıyorsun ki?” diye fısıldadım. “Bu ikimizin arasındaydı, Svalbard halkı bile duydu şu an seni.”
“Öncelikle,” dedi Veyn sırtı dönük bir şekilde yürürken. Önünden geçtiğimiz her insan durup selam veriyor, başını eğiyor ya da gözlerini kaçırıyordu. “Onun adı yok, Rad9 diye hitap edilir. Liten demekten vazgeç.”
“Ama,” dedim öne doğru hızlı adımlar atıp hemen Veyn’in yanına geçerek. “Ben onun diğer muhafızlardan daha farklı olduğunu düşünüyorum. Diğerleri oldukça merhametsizken Liten’in kalbinde sanki hisler var. Onun bir ismi olmalı.” Veyn bana her baktığında artık onun dünyayı gri gördüğünü anımsıyordum ve kalbimde ona karşı yükselen merhameti ve bir yandan da büyük bir sırrı paylaşmanın verdiği bağlılığı aşamıyordum. Her ne olursa olsun, ikimiz için artık bir şeyler aynı ilerlemeyecekti.
Veyn, oldukça ciddi bir şekilde yürürken “Çünkü çocukluğumdan beri benimleydi,” dedi rahat bir sesle. “Beni hep o korudu. Diğerleri çok fazla acımasızlık gördü ama Lit-“ duraksadı ve nefesini verdi, “Rad9 bir çocuklukla büyüdüğü için onun zekasına sahip çoğu zaman. Emirleri yerine getirir, harika bir muhafızdır ama bazen onu oyun oynarken bile bulabiliyorum.”
Biraz daha yanına yaklaştım ve artık beraber yürüyorduk. “Çocukluğundan beri yanında ve ona bir isim vermedin, öyle mi?” Başımı iki yana salladım. “Bu bence fazlasıyla kırıcı.”
Veyn, bakışlarını bana çevirdi ve kaşlarını çattı. “Rad9’un kalbi kırılmaz.”
“Kırılır.”
“Kırılmaz.”
Bir anda arkamı döndüm ve geri geri yürümeye başladım. “Liten, bir ismin olmadığı için hiç kalbinin kırıldığı oldu mu?” Liten yüzüme boş boş baktı. “Pekala, şöyle soruyorum, bir ismin olduktan sonra mutlu oldun mu?” Bu kez Liten, başını olumlu anlamda salladığında gülümsedim ve Veyn’e döndüm. “Gördün mü? Eğer kalbi kırılmasaydı sonrasında mutlu olmazdı.”
Veyn ilk önce bana ardından Liten’e dönüp baktığında “Mutlu mu oldun?” diye sordu muhafızına. Bir kez daha başını olumlu anlamda salladığında Veyn, belli belirsiz tebessüm etti ve yeniden önüne döndü.
Thalron’un kalelerinin olduğu tarafa doğru çıktığımızda eski Tüccarların olduğu yerdeydik ve insanlar, Veyn’i gördüğü an, adeta el pençe duruyorlar, boyunları kırılacak kadar başlarını eğiyorlardı. “Bu hoşuna gidiyor mu?” diye sordum kendimi tutamayarak.
“Ne?”
“İtaat ve saygı. Bu kadarı hoşuna mı gidiyor?”
“Neden sordun?”
“Çünkü bana umurunda değilmiş gibi geliyor,” dedim omzumu indirip kaldırarak. “Hatta bazen senin burada doğup büyümüş olman çok tuhafıma gidiyor çünkü bugün o kadınla tanıştım, Veymora’yla. Senelerdir burada olduğu çok aşikar, konuşması, hareketleri hatta sesi bile senin tavırlarından o kadar farklı ki…”
“Beni tanımıyorsun,” dedi sadece.
“Tanımıyorum ama görüyorum,” dedim başımı sallayarak. “Thalron kurallarına göre sana çok büyük saygısızlıklar yaptım ve sonucunda…”
“Ben de görüyorum,” dedi ve cümlemi yarıda kesti. Bakışları bana döndüğünde üstten üstten bana baktı. “Bugün bilerek kaybettin.” Kasıldığımda ve bakışlarımı ondan kaçırdığımda Köksüzler kalesine doğru baktım. “O ve yanındaki sarışın senin kasabandan arkadaşların, bunu biliyorum fakat bilerek kaybetmene sebep olan neydi?” Kaşları havalandı ve adımları yavaşladı. “O senin kişin mi?” Afallayarak ona baktım. “Adamın mı yani?”
Kendimi tutamayarak güldüğümde “Adamın mı ne demek?” diye sordum.
“Adamın, kişin,” ellerini havaya doğru açtı ve yüzünü buruşturdu, “eşin?” dedi ve gözleri açıldı. “Eşin mi? Evet, doğru kelime bu.”
Gülmeye devam ederken “Adamın mı?” diye tekrar ettim. “Kuzeyliler barbar evet ama Thalron’dakiler daha barbar, şu an görüyorum.” Veyn ise yüzüme ciddiyetle bakmaya devam etti. “Ve oldukça açık sözlü bir soruydu, bu da Thalron’a özgü olmalı.”
“Liora,” dedi Veyn bir anda durup bana doğru dönerek. “O senin adamın mı?”
Kaşlarım havalandı. Thalron’da doğmuş, burada büyümüştü. Kelimeleri telaffuz ediş biçimi farklıydı ama farklı başka bir tarafı daha vardı, fazlasıyla açık sözlüydü. Aklına o an ne geliyorsa söylüyordu, cümleleri seçerek konuşmuyordu. “O benim adamım değil,” dedim tane tane. “Kişim de değil. Eşim de değil.”
Veyn, doğru mu söylüyorum diye sanki beni inceledi ve sonra başını çevirip kaşlarını çatarak “Arkama geçmen gerekiyor,” dedi ciddiyetle.
Başımı sallayıp bir adım arkasına geçtim ve Liten’e bakıp gülümsedim, o da az önce benim ona kırptığım gözü taklit etmeye çalıştığında kendimi tutamayıp güldüm.
“Kaç yaşından beri keman çalıyorsun?” diye sordum merakla. “Oldukça iyisin ve etkileyiciydi.”
“Kendimi bildim bileli keman çalıyorum,” dedi Veyn rahat bir sesle.
“Peki başka melodiler de çalabiliyor musun?” diye sordum ve farkında olmadan yeniden yanına geçtiğimi fark ettim.
Veyn, hiç düşünmeden “Yasak,” dedi sadece.
“Ama çalabiliyor musun?” diye sordum bir kez daha.
“Bilmiyorum,” dedi dürüstçe ve gözlerini kıstı. “Küçükken sadece bir kez denedim.” Devam etmesini bekledim ama devamını getirmedi; bakışlarımı ona çevirdiğimde kısık gözlerle ileriye baktığını gördüm.
“Sonra?” dedim merakla. “Çalamadın mı? Senden başka melodiler dinlemeyi o kadar çok isterdim ki, belki bir gün çalarsın.”
Veyn, gözlerini kapattı ve geri açtığında bakışlarını bana çevirip “Yasak,” dedi harflerin üzerine basa basa. “Arkama geç, yanımda yürüyemezsin.”
Bir kez daha arkasına geçtim ve parmaklarımla oynamaya başladım. “Her şey yasak,” dedim kendi kendime. “Burada her şey yasak hatta iki insanın birbirini sevmesi ve birbirine istediği zaman dokunması bile yasak, o kadar garip ki.” Veyn’in adımları bıçak gibi kesildiğinde başım sırtına çarptı ve neredeyse yere düşüyordum. Elimle alnıma dokunduğumda Veyn, hızlıca bana döndü ve kaşlarını kaldırdı. “Ne oldu?”
“Ne demek istedin?” diye sordu merakla.
Küçük adımlarla yine yanına geçtim ve yürümeye başladığımızda bana ayak uydurdu. “Anladığım kadarıyla Din İnsanları ve Asiller sadece birbiriyle eş olabiliyor, bu çok saçma.”
“Neden?” diye sordu kaşlarını kaldırarak merakla. “Aynı ya da benzer sınıftan olanların birbiriyle eş olmasında nasıl bir engel var?”
“Engel burada değil, engel sınır koyulmasında. Neden bir Din İnsanıyla bir Tüccar eş olamıyor? Bir Asille bir Köksüz peki?” Veyn’in kaşları daha fazla çatıldı. “Neden?” dedim kelimenin üzerine basa basa. “Bunu hiç sorgulamadın mı? Eş demek biraz da aşk demektir, hiç masal dinlemedin mi, Veyn? Orada çok büyük aşklar var ve sınıflar neredeyse yok.”
Veyn, duraksadığında ilgisiz görünmeye çalıştı fakat sesindeki meraklı adamı gizleyemeyerek “Masal mı?” diye mırıldandı. O sesindeki çocuksu tını kalbimin teklemesine neden olmuştu. “O ne?”
Gülümsediğimde bu kez Veyn’e göz kırptım. “İstersen bir gün sana anlatırım, o zaman ne demek istediğimi anlarsın.”
Veyn’in yüzünde bir gülümseme oluştu ve beni taklit ederek o da göz kırptı ve sonra bir kez daha kırptı. “Bu ne demek peki?” diye sordu bu kez yeniden göz kırparken. Bir anda o kadar çocuksu bir heves içine girmişti ki, bambaşka dünyaları merak ettiğine artık emindim.
Kıkırdadığımda “Her anlama geliyor,” dedim gülüşümün arasından. “Ama istersen senle aramızda bir şifre olabilir bu. Sen bir Veyn’sin ve ben seninle başkalarının yanında bu şekilde konuşamam öyle değil mi?” Veyn beni merakla dinlemeye devam etti. “Öyle anlarda istersen göz kırparak anlaşabiliriz, sen ne anlama gelsin istersin?”
Yüzüme baktı, baktı ve baktı. En sonunda bir kez daha göz kırptığında bu kez oldukça etkileyiciydi ve bunun farkında bile değildi. “Bu, şu an arkama geç demekti, Liora.”
Büyük bir nefes verdim ve arkasına geçerken “Bu o anlama gelebilecek bir şey değil,” dedim hırsla. “Ve ne diyordum? Evet, insanların sevgilerinin bile önüne geçildiğini söylüyordum. Her şey ama her şey yasak ve kendilerince bir gün belirlemişler, o gün insanlar birbirine dokunabiliyor, Veyn. Bu çok tuhaf değil mi?”
Yeniden bıçak gibi kesildiğinde bu kez ona çarpmaktan son anda kurtuldum. “O gün, kutsal bir gün.”
“Aşık iki insan için, her gün güzeldir, Veyn. Düşünsene, birine aşık oldun ve onu öpmek istiyorsun.” Çenesini havaya kaldırdığında gözleriyle dikkatli bir şekilde beni inceledi. “O günü mü bekleyeceksin öpmek için? İnsan kendini durduramaz, durdurmamalı da.” Liten’e döndüm ve tek kaşımı kaldırdım. “Haksız mıyım, Liten?” Liten, beni onaylarmış gibi başını salladığında Veyn, Liten’e öyle bir baktı ki, muhafız başını önüne eğdi. “Teşekkür ederim.”
Bir cevap vermeyip yürümeye devam ettiğinde başta bu soruları sorma amacımın Thalron hakkındaki fikirlerini almak olduğunu biliyordum ama sonrasında sadece onunla sohbet etmek istemiştim çünkü konuştukça ne kadar da farklı birisi olduğunu görebiliyordum ve inkar edemezdi, onu da benim dünyam çekmişti.
“Veymora bugün beni gördü,” dedim birkaç dakika sonra. “Veymor’a söyleyecektir.”
“Biliyorum,” dedi Veyn.
“Yok edilmemi isteyecek, öyle değil mi?” diye sorduğumda yine yanındaydım ve beraber yürüyorduk.
Veyn, çok kısa bir an sessiz kaldı ve sonrasında “Beni tanımıyorsun, Liora,” dedi sakin bir sesle. “Masal ne demek, bilmiyorum, senin gibi aşk ne demek anlatamam, gözümü açıp kapattığımda ne anlama geliyor anlamıyorum fakat benim de kurallarım ve yasaklarım vardır. Thalron’da ben ne dersem o olur.” Onun kalesinin önüne geldiğimizi fark ettiğimde kapının önünde durdu ve bakışlarını bana doğru çevirdi. “Ben izin vermediğim sürece seni kimse yok edemez. Veymor bile.” Öne doğru eğildi ve gözlerimin içine baktı. “Ve ben buna izin vermeyeceğim. Yasak.” Kelimenin üzerine basarken gülümsedi. “Veyn’in hizmetkarı Liora Valenka’ya dokunmak bile yasak."
"Bu yasağı kim koydu?"
"Benim yasağımsın sen," dedi kendinden emin bir sesle. "Ve sadece bana yasağın yok.”
“Neden?” döküldü dudaklarımdan. “Seni bambaşka bir dünyadan gelmiş birisi olarak heyecanlandırdığım için mi yoksa…” yeşil gözlerine dikkatle baktım, “yoksa sırrını bildiğim için mi?” Çenemle onu işaret ettim. “Çünkü buna izin verirsen seni de benim yok edebileceğimi biliyorsun, bu yüzden mi?”
Veyn, uzun bir süre yüzüme baktı ve sonrasında “Peki ya sen?” dedi baskın bir sesle. “İstesen hizmetkarım olmayabilirdin bu sırla, neden hizmetkarım olmak istedin? Benden daha fazlasını almak için mi yoksa Thalron’un tam ortasında durabilmek için mi?” Yutkunduğumda geriye doğru çekildi ve kibirle bana baktı. “Barbar olabilirim, çoğu konuda bilgisiz de olabilirim ama asla aptal bir adam değilimdir, Işık Veren. Benimle oynamaya çalıştığın yerde köşeye sıkıştığının farkına bile varmazsın, dikkatli ol.”
Nefesimi tuttuğumu fark ettiğimde o an, bana bu kadar şeyi sorduran duygunun hangisi olduğunu ben de bilemedim; merak mıydı, Thalron’u öğrenmek miydi yoksa onu avcumun içine almak mıydı? İkimiz de ne olursa olsun birbirimize temkinliydik fakat az önce ikimizin de bunu düşünmediğine adım kadar emindim.
Muhafızlar kapıyı açtığında yine içerinin parlak ışıkları gözlerimi aldı; mumlar her yerdeydi ve yerler sıcacıktı. Ayaklarım sıcak zemini gördüğü anda parmaklarım içe doğru kıvrıldı ve bakışlarım avcumun içindeki buz yanığına doğru döndü. Yuvarlak bir kabarıklık vardı, kırmızıydı ve yarın su toplayacağına çok emindim. Sıcağı hissedince acısını da hissetmeye başlamıştım.
Bir anda Veyn’in avuç içi gözümün önüne geldiğinde onun da avcunun içinde bu tarz izler olduğunu gördüm. “Bir süreden sonra hissetmiyorsun, merak etme.”
Şaşkınlıkla ona baktım. “Bu ayin sadece Tüccarlara ve Köksüzlere özel sanıyordum.” Buz çukurunu biliyordu, radyasyona maruz kalmıştı, acı verici ayinlerde de yer alıyordu. Asiller için bunlar geçerli miydi?
Veyn, alayla gülümsedi ve başını iki yana sallayarak aşağı kapılardan bir tanesini gösterdi. “Şu daire senin, içeride küçük bir banyon da var. İki tarafındaki odanda diğer hizmetkarlarım var, onlarla tanış, sana yol gösterirler.”
Sıcak bir daire. Sıcak. Ferah. Aydınlık. Bir Veyn’e baktım, bir gösterdiği daireye baktım ve sonrasında Liten’e döndüm. “Sen nerede kalıyorsun?” Liten, hemen karşımda kalan daireyi işaret etti. “Harika, bir tek sana güveniyorum burada.”
Veyn ağzının içinde bir şeyler söylendi ve merdivenlere doğru yöneldiğinde “Akşam yemeği için hazırlığa yardım et,” dedi keskin bir sesle. Emir vermesi beni öfkelendiriyordu fakat bu yola adım atan da bendim ve az çok artık Thalron’dakilerin dilini öğrenmiştim, onlara göre bu bir emir vermek bile değildi, bir ricaydı. Merdivenin basamağında durdu ve bakışlarını bana çevirdi. “Adamın için oyunu kaybettin Liora ama ben sana sınırsız et veriyorum, istediğin kadar yiyebilirsin.”
İnatlaşabilirdim ama bunu yapmak yerine hızlı adımlarla yanına geçtim hatta merdivenin iki üst basamağına çıkıp ona baktım. “Peki bana renkli kalemler ve kağıt bulabilir misin?”
Kaşlarını çattı. “Dilek mi dileyeceksin?”
“Hayır,” dedim ve ilk kez utandığımı hissettim. Bana verilen şişeyi, kalemi ve kağıdı çoktan değirmenin orda bırakmıştım, onların inançlarına ihtiyacım yoktu. “Resim çizeceğim.” Veyn daha fazla kaşlarını çattı. “Çocukluğumdan beri resim çiziyorum ve bu bana iyi geliyor. Thalron’a geldiğimden beri hiç çizim yapamadım… Bu benim için bir parça etten daha kıymetli hatta istiyorsan takas bile yapabilirim.”
Veyn’in dikkatini çekmiş olacak ki kollarını önünde birleştirip merdivenin tırabzanına yaslandı. “Nasıl resimler çiziyorsun?”
“Her şeyi,” dedim gözlerimi açarak. “Ama en çok hayallerimi ve rüyalarımı. Onları çizmeyi çok seviyorum.”
Yeşil gözlerinden tuhaf bir ifade geçti ve sonrasında “Anladım,” diyerek bakışlarını kaçırdı, merdivenin bir basamak yukarısına çıktı ardından bir basamak daha ve bir basamak daha. Gittiğini fark edince yeniden önüne geçtim.
“Bu tamam demek mi?” diye sordum merakla. “Eğer öyleyse…” yüzümü buruşturdum ve kısık bir sesle “senin dairendeki o çirkin resimleri kaldırıp kendi çizimlerimi koyabilirim çünkü oraya hiç yakışmıyor,” diye devam ettim.
Veyn, gülümsediğinde iki basamak yukarıda olduğum için neredeyse aynı boya gelmiştik ve bu kadar aydınlıkta yüzü öylesine yakındı ki onu yakından inceleme fırsatı bulmuştum. Upuzun kirpikleri vardı ve dalgalı koyu kumral saçlarının bir tutamı alnına dökülüyordu. Yüzü yeni tıraş olmuşçasına pürüzsüzdü ama bazı izleri olduğunu görebiliyordum ve bu izlerin nasıl oluştuğu merak edilesiydi. Sağ gözünün hemen altında derin bir bıçak izi vardı, uzaktan belli olmuyordu ama yakından derinliği ortadaydı.
Daha geniş bir şekilde gülümsediğinde “Liora,” dedi heceleyerek. “O resimleri ben çizdim.” Bir anlık ne demek istediğini anlamadım fakat sonra tam gözlerinin içine baktığımda ne söylemeye çalıştığını kavradım. Veyn renk körüydü ve o çizimleri yaparken hangi rengi, nereye kullandığını bile bilmiyordu. “Ben de çocukken resim çizmeyi çok severdim,” dedi kısık bir sesle. “Fakat sonra…” Duraksadı ve sonrasını ikimizin de bildiğini adeta bakışlarıyla haykırdı. “Vazgeçmeden devam ettim, bütün resimlerin berbat göründüğünü ben de biliyorum ama sevdiğim bir şeyden vazgeçmem imkansızdır, bu rengarenk boya kalemlerim bile olsa.”
Kalbimin acıdığını hissettiğimde başımı ağır ağır aşağı yukarı salladım ve hiçbir şey söylemeden önünden çekildim. Veyn de birkaç saniye durduktan sonra odasına gitmek için basamakları tırmanmaya devam etti. Yavaş yavaş basamakları inmeye başladım ve sonra gözlerimi kapattım. Bir basamak daha indim ve sonra çıktım ardından “Ne oluyorsa olsun,” diyerek dişlerimin arasından mırıldandım ve yeniden Veyn’e dönüp onun basamağına doğru hızlı adımlarla çıktım.
Tam eli kapının topuzundayken “Hey,” dedim arkasından ve yanına gittim. “O halde sana başka bir anlaşmayla gelsem olur mu?” Veyn, tek kaşını kaldırıp bana baktı. “Resimlerini birlikte yapalım, ne dersin?” Ellerimi birleştirdim ve çenemin altına koydum. “Sen resimleri çizersin, ben de hangi renklerle boyaman gerektiğini söylerim. Bu şekilde hem sana hizmet etmiş olurum, hem odandaki resimler daha güzel görünür, hem de sen bana kağıt ve boya kalemleri verirsin ödül olarak. Nasıl fikir? Bu şekilde Veyn öylesine bir iyilik de yapmamış olur.”
Veyn, yüzüme uzun uzun baktı ardından gülmeye başladığında bembeyaz dişleri gözlerimin önüne serildi. Başını iki yana sallayıp gülmeye devam ederken “Liora Liora Liora,” dedi adımı üç kez tekrar ederek. “Thalron senin gibisini daha önce görmedi, bambaşka birisin.”
“Bu tamam demek mi?” diye sordum aynı şekilde durup ona bakarken. Veyn, çok kısa bir an bekledi ve sonra gözünü az önceki gibi kırptığında parmaklarımı kaldırıp onu hevesle işaret ettim. “İşte şimdi anladım, bu tamam demekti.”
Veyn, gülümseyerek kapıyı açtığında ve içeriye girdiğinde ben de onun peşinden ilerlemek için adım attım fakat adımlarım bıçak gibi kesildi ve yüzümdeki gülümseme dondu kaldı çünkü içeride tanımadığım birisi vardı.
Veyn benim kadar şaşkın değildi, o da gülmeyi bırakmıştı fakat daha çok öfkeleniyor gibi başını diğer tarafa çevirip derin bir nefes verdi.
Gür gri saçları omuzlarının biraz üstünde, Veyn’den belki birkaç yaş küçük bir adam, Veyn’nin yemek yediği masanın üzerine bacaklarını uzatmış, kırmızı bir elmayı yiyordu. Gözleri cam kadar parlak maviydi ve keskin bakışlarına zıt bir şekilde yumuşak yüz hatlarına sahipti. Kalın kaşları ve kalın dudakları vardı; burnu yüzüne göre orantılıydı ve çenesi kemikliydi. Omuzları o kadar genişti ki, onun muhafız olduğunu bile düşündüm ama gülümseyerek ayağa kalktığında Veyn’den birkaç santim daha kısa olduğunu fark ettim. Üzerinde Asil kıyafetleri vardı fakat altınlar her yerindeydi; gözlerimi alacak kadar fazlaydı.
“Veyn,” dedi hevesle elmayı ona doğru atarak. Veyn, elmayı havada kaptığında öfkeyle ona bakmaya devam etti. “Benim varis abiciğim, nasılsın?” Ve konuşmasından anlamıştım, R harflerini söyleyemiyordu. Abartılı hareketlerle Veyn’in karşısına geçti ve ona öyle bir sarıldı ki, şaşkınlıktan gözlerim kocaman açıldı. Geriye çekildi ve Veyn’in omuzlarını kavradı. “Görmeyeli daha çok değişmişsin, Veymor babamızın daha suratsız haline dönüşmüşsün, tebrik ederim seni.”
“Nord,” dedi Veyn gözlerini kapatıp başını iki yana sallarken. “Ne zaman geldin?”
“Sabah,” dedi gözlerini kısıp. “Fakat ayine katılamadım çünkü gece gelirken yol üzerinde bir Ten Evi’ne rastladım ve alkolü fazla kaçırmışım, bilirsin, kızlar beni asla rahat bırakmazlar.” Ten Evi dediği yer, insanların içip eğlendiği ve çoğu zaman seviştiği yerlere verilen genel addı. “Kız kardeşimi göremedim, o da mı uyuyor yoksa? Peki ya kuzenlerim?” Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında kaç kardeş olduklarını düşünüyordum hatta kuzenler? Bilmediğim daha neler vardı?
“Tamam,” dedi Veyn ve omzunun üzerinden bana baktı. “Sen çıkabilirsin.”
“Hey hey hey,” dedi Nord bir anda Veyn’in yanından ayrılıp benim yanıma gelerek. “Yeni hizmetkarın mı? Diğerleri Azrail’in unutup gittiği kadar yaşlılarken bu hizmetkarının gençliğini ve güzelliğini neye borçluyuz?” Elini öne doğru uzattı ve selamlaşmak istedi, ben de elimi uzattığımda yavaşça parmaklarımdan tutup elimin tersini kibarca öptü. “Fransa gezimde bu öpücüğü öğrenmiştim, Madame. Tam size layık.”
Veyn, Nord’u omzundan tutup öyle bir çekti ki, elim havada kaldı. “Sen her gidip geldikten sonra daha da aklını kaçırıyor olabilir misin?”
Nord, gözlerini benden ayırmadan “Bir Köksüz demek,” dedi ve sonra bakışları saçlarıma doğru kaydığında kaşları havalandı. “Üstelik ateş kızılı saçları var. Veymor onu gördü mü?”
“Evet,” dedi Veyn.
“Ve yok edilmesini istedi, öyle değil mi?”
“Evet,” dedi bir kez daha.
Nord, bakışlarını merakla Veyn’e çevirdi. “Ve hâlâ burada?” dedi sorgular gibi ardından şaşkınlıkla ellerini ağzına götürdü. “Sen,” dedi kekeleyerek. “Veymor’un sözünden mi çıktın? Üstelik bir Köksüz için.”
Veyn, omzunun üzerinden bana öyle bir baktı ki, adımlarım geriledi. “Dışarı,” dedi kelimenin üzerine basarak. “Dışarı çık.”
Başımı aşağı yukarı sallayıp kapının dışına doğru ilerlerken Nord bana doğru “Benim kim olduğumu merak ediyorsun, değil mi?” diye sordu keyifli bir sesle. “Ben Veymor’un gezgin deli oğluyum ve bil diye söylüyorum, seninle çok eğleneceğiz, Köksüz çünkü kuralları sen de yıkıyorsun.”
Bu duyduğum son cümlelerdi. Kapıyı arkamdan kapattıktan sonra ağzımdan büyük bir nefes verdim ve kaşlarımı çatarak aşağıya doğru baktım. “Bu da neyin nesiydi böyle?” Sadece Thalron değil sanki kuzeye de hiç ait olmamış bir adam gibiydi.
Merdivenleri yavaş yavaş inerken ortalıkta ne Liten’i ne de diğer muhafızı gördüm, bakışlarım ilk önce kendi odama doğru yöneldi fakat sonra mutfağa doğru ilerledim çünkü aç karnım her ne olursa olsun gururumun üzerinde tepiniyordu ve diğer Köksüzlerle tanışmak için oldukça hevesliydim.
*
Diğer Köksüzlerle tanışmak için bu kadar hevesli olmamam gerekirdi çünkü buradakilerin Thalron’un etkisinde kaldığını unutmamalıydım. Nord’un söylediği gibi -onun kadar kaba bir şekilde Azrail’in unuttuğu diyemezdim- yaşlı insanlar mutfakta çalışıyordu. Birisi altmışlarında, birisi de ellilerinde iki kadındı ve beni gördüklerinde selam vermek bir yana dursun, hiçbir işe elimi sürmemi bile istememişlerdi. Odama gitmek istediğimde ise odamın henüz hazır olmadığını söylemişlerdi.
Bu kadardı. Benimle tek iletişimleri buydu. Neden böylesine benden nefret ediyorlardı, anlayamamıştım ama saatlerdir mutfaktan dışarı çıkmamış sadece onları izlemiştim; en azından yemek yememe bir şey söylememişlerdi ve ben de çok pişmiş harika bir et, yanında Korven’in bahsettiği o harika domateslerden ve meyve olarak da üzüm yemiştim.
Mutfak oldukça geniş ve renksizdi. Dolaplar bembeyazdı, yer bembeyazdı, duvarlar bembeyazdı, ortada kocaman bir masa vardı ve o da beyazdı. Köşede mutfaktakilerin yemek yemesi için bir masa koyulmuştu ve iki sandalye. Bana yer yoktu. İlk defa Thalron’da bir yer sanki bana Svalbard’daymışım gibi hissettirmişti, bu yüzden buradan çıkasım hiç gelmiyordu.
Başımı masaya yaslamış, merdaneyle oynuyordum. Tepeden bırakıyor, kayarak aşağı inişini izliyor, düşmeden tutuyor ve tekrar aynı noktaya götürüyordum. Belki bunu beş yüzüncü yapışımdı. Beş yüz birinciye geldiğimde kalenin içinde hareketlenme olduğunun farkındaydım çünkü merdivenlerden sürekli ses geliyordu fakat mutfaktaki Köksüzler benim dışarıya çıkmama bile izin vermiyordu.
Kapı açıldığında başımı kaldırmadan kapıya doğru baktım ve adının Kayze olduğunu öğrendiğim altmış yaşlarındaki Köksüz hızlı adımlarla içeriye girip içi meyvelerle dolu tabakları aldı.
En sonunda dayanamayıp ayağa kalktığımda “Ben götürürüm,” dedim ve ortadaki masaya doğru ilerledim.
“Hayır,” dedi Kayze net bir sesle. “Sen otur.”
“Hayır.” Öyle net bir sesle yanıt vermiştim ki, Kayze’nin adımları yavaşladı ve bakışları bana döndü. Kaşlarım çatılırken hemen karşısına geçtim ve elinde tuttuğu meyve dolu tabağı çekip aldım. Aramızda nereden baksak üç karışlık mesafe vardı ve beni zor kullanmak zorunda bırakırsa çok rahat kullanacağımı artık o da biliyordu. “Burada durmaktan hatta kilitli kalmaktan çok sıkıldım, yukarıda neler oluyor, merak ediyorum.”
Kayze dudaklarını ıslattığında kır ve örgülü saçını arkaya doğru attı. O sırada diğer Köksüz de içeriye girdi ve bizim halimizi gördü. “Neler oluyor?”
“Yukarıya çıkmak istiyor,” dedi Kayze hem öfkeyle hem de tedirginlikle. “Onu sen durdur.”
“Beni kimse durduramaz,” dediğimde ikisine de dik dik baktım. “Sizin gibi ben de Köksüz’üm, burada da mı sınıf farkı var? Neden bana böyle davranıyorsunuz?”
Kayze, en sonunda pes etmiş gibi derin bir nefes vererek “Yukarı çıkman yasak,” dedi açıkça. “Veyn yasakladı ve biz onun sözünü çiğneyemeyiz.”
Kaşlarım çatıldığında “Neden yasak?” diye sordum.
“Bilmiyorum,” dedi Kayze. “Aile yemeği yenecek, her pazartesi akşamı bütün aile toplanıp yemek yerler. Sen yeni olduğun için bir hata yapabileceğini düşünüyor olabilir çünkü Yüce Veymor da gelecek.”
“Yüce Veymor,” diyerek onu taklit ettim ve sonra gözlerimi devirip tavana doğru baktım. Zaten Veymora, Veymor’a benim yok edilmediğimi söyleyecekti, neyi gizliyordu? Hizmetkarı olduğumu mu? “Veymor henüz gelmedi değil mi?” diye sordum. Kayze’nin bir cevap vermesini beklemeden yeniden meyve dolu tabağı elime aldım ve arkamdan seslenip koşmalarını umursamadan mutfağın kapısından koşar adımlarla çıkıp merdivenlere doğru ilerledim.
“Seni aptal kız,” dedi Kayze arkamdan ve beni takip ettiklerini anladım ama onlara dönüp bakmadım bile ve Veyn’in yemek masasının olduğu dairenin önüne geldiğimde kapının açık olduğunu gördüm. Eğer düşünürsem girmeye çekinirdim, biliyordum, bu yüzden kendime düşünme payı bile vermeden içeriye girdim ve masaya doğru ilerledim fakat şaşkınlığımı gizleyebilmem imkansızdı.
Şarkı: Tony Anderson, Darkest Night
Masada tam on bir kişi vardı, on bir! Neredeyse bütün sandalyeler dolmuştu, birisi hariç. O da Veymor’un sandalyesiydi. En baş köşe ona ayrılmıştı, diğer baş köşede Veyn oturuyordu ve ben masaya yürürken, Veyn’in bakışları bana doğru döndü, kaşları çatıldı fakat direkt gözlerimi ondan kaçırdım; şu an onun baskın bakışları altında ezilebilecek gibi hissetmiyordum.
Veyn’in hemen sol tarafında Nord oturuyordu, Nord’un yanında açık kumral saçları olan genç bir kız vardı; Nord’a öylesine çok benziyordu ki, cam gibi mavi gözleri onların kardeş olduklarını adeta haykırıyordu. Ve yalan söyleyemezdim, Veyn de dahil üç kardeş oldukça çekiciydi.
Kız kardeşi olduğunu düşündüğüm kumral saçlı kızın yanında Nord yaşlarında sarışın bir adam oturuyordu; Veyn’den belki de birkaç yaş büyüktü ve saçları omuzlarından dökülüyordu. Sakalları ise upuzundu, yüzünde ise kocaman bir bıçak darbesi vardı. Hemen onun yanında ise orta yaşlarda bir kadın ve hemen onun yanında ise Veymora oturuyordu; Veymora’nın yeri elbette ki Veymor’un hemen sağındaki sandalyeydi ve Veymora hariç hepsi Asil’di.
Veyn’in diğer tarafında ise sapsarı saçları beline kadar uzanan, Veyn’in gözlerinden daha yeşil gözlere sahip bir kadın oturuyordu. Yaşı hemen hemen Veyn ile aynıydı ama o bir Din İnsanı’ydı, üzerine giydiği Bordo pardesüsü ve boynundaki büyük zümrüt taşlı gerdanlığıyla adeta sınıfını bangır bangır bağırıyordu. Bakışlarında hiç kimsede görmediğim bir kibir vardı fakat öylesine güzel bir kadındı ki, kibrinin güzelliğinden geldiğini bile düşündüm. Masada herkes birbiriyle sohbet ederken o oldukça sessiz bir şekilde elindeki kadehinden yudumlar içiyordu.
Sarışın kadının yanında onun yaşlarında bir adam ve kadın vardı; adamın onun eşi olabileceğini bile düşündüm. İkisi de Din İnsanı’ydı. Onların yanında ise orta yaşlı bir adam ve kadın oturuyordu, onlar da Din İnsan’ydı. Masadaki Asiller sadece Veymor’un ailesindeydi.
Oldukça geniş bir aileleri vardı ve hepsinin kuzeni olduğuna inanamıyordum.
Geriye doğru adım atıp odadan çıkmak istediğimde bir anda kulaklarıma çan sesi doldu ve muhafızın “Yüce Veymor!” diyen sesini işittim. Dudaklarımın arasından ince tiz bir küfür çıktığında hızlı bir şekilde geriye doğru adımladım ve odanın en karanlık köşesine gidip pelerinimin başlığını taktım fakat herkes beni çoktan görmüştü, özellikle Veymora. Kimden neyi gizliyordum?
Kapının hemen yanındaki çalışma masasının arkasına doğru gittiğimde başımı önüme eğdim ve ellerimi önümde birleştirdim; kirpiklerimin arasından masaya doğru baktığımda herkesin ayağa kalktığını ve benim gibi durduğunu gördüm; bir kişi hariç. Veyn, ellerini önünde birleştirmemişti. Yine.
“Yüce Veymor,” dedi Nord alayla. “Her seferinde savaşa gidiyormuş gibi seremoniyle kendisini selamlatmaktan ne zaman vazgeçecek? Bir gün sandalyesinde oturup bekleyeceğim ve benim için kaç saniyede “Yok edin” diyeceğine bahis açacağım.”
“Nord,” dedi Veymora öfkeyle. “Kapa çeneni.” O an anlamıştım, Nord ve yanındaki kız kardeşi Veymora’nın çocuklarıydı, Veyn ise başka annedendi, babaları ise ortaktı.
“Beş saniyede yok eder,” dedi Nord’un yanındaki kız.
Nord gülmeye başladı. “Üç saniye.”
“İki,” dedi uzun saçlı adam gülerek.
Veyn kendimi tutamayarak “Konuşma zahmetine bile girmez,” dedi ve ağız ucuyla gülümsedi. “Başıyla emir verir ve sen çoktan yok olmuşsundur.”
Hepsi birden gülmeye başladığında “Bunu bir gün yapacağım,” dedi ve yanındaki kıza omzuyla vurdu. “Bütün altınları yine hepimizden daha zengin olan Veyn A. Thalron alacak.”
“Abi,” dedi kız kardeşi, Nord’a bakarak. “Bir o kadar senin de Veyn’den çaldıkların var.”
Veymora o an onlara dönüp öyle bir baktı ki, Nord ve yanındaki kız da sessizliğe gömüldü. Merdivendeki adım seslerini işitiyordum ve her ne olursa olsun, ürperdiğimi hissediyordum. Öyle ki az önce şaka yapan Nord’un bile yüzünde korku dolu bir ifade oluşmuştu ve alnının boncuk boncuk terlediğini görebiliyordum.
En sonunda kapının önünde bir gölge belirdiğinde ve hemen ardından hiç görmediğim kadar devasa büyüklükte iki muhafız içeriye girdiğinde ister istemez şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. Liten, bu muhafızların yanında gerçekten de cüce kalıyordu. Boyları 2.60 olabilirdi ve elleri, kafaları, ayakları öylesine büyüktü ki, sanki her adım attıklarında yer sarsılıyordu.
Muhafızlar Veymor’un oturacağı sandalyenin arkasına geçtiğinde onun muhafızları dışında başka hiçbir muhafız yoktu; kime güvenmiyordu, ailesine mi?
En sonunda Veymor da içeriye girdiğinde ilk önce bordo pardösüsünü gördüm ve sonrasında başındaki başlığı yavaşça indirdi. Uzun boyluydu, sahiden uzun boyluydu ve heybetliydi ama bunun dışında içeriyi girdiği anda bütün odanın duygusunu değiştirecek kadar baskın bir enerjisi vardı. Ürperdiğim yerde kasıldım ve o an, bu odada olduğum için çok pişman hissettim.
Veymor, ellerini iki yana açtığında ailesindeki herkese tek tek baktı ve profilinden gülümsediğini anladım. Küçük adımlarla sandalyesine doğru ilerlerken Veymora’nın başını eğmekten neredeyse boynu kopacaktı, çenesi havada tek kişi Veyn’di ve gözleri Veymor’a değil, bana bakıyordu.
Sandalyesinin önüne gittiğinde “Bugünü çok sevdiğimi herkes bilir,” dedi ve sesi öylesine baskın, öylesine gür çıkıyordu ki, bakışlarım kapıya doğru döndü. Hemen önümdeki Kayze ve diğer Köksüz adeta beni kapatıyorlardı, onlara minnettardım. “Pazartesiler benim en sevdiğim günlerden birisidir fakat bugünü daha özel kılan başka bir şey daha var.” Bakışları Veyn’in diğer tarafındaki aileye doğru döndü. “Güzeller güzeli Maris ve ailesi, hoş geldiniz bu yemeğe.”
O sarışın güzel kızın adı, Maris’ti ve Veymor’un onu çok sevdiği her halinden belliydi.
Maris, en sonunda birleştirdiği ellerini ayırdı ve bulunduğu yerden hızlıca ayrılarak uzanıp Veymor’un ellerini tuttu. “Veymor,” dedi heyecanla. Gerçekten Veymor’u seviyor mu yoksa rol mü yapıyor anlamıyordum ama genel anlamda donuk bir kadındı. “Uzun zamandır birlikte yemek yememiştik, harika bir akşam olacak.”
Sırtı bana dönük olan Veymor, Maris’in elinin tersini şefkatle öptü ve sonra Veyn’e dönüp baktı. “Oğlum, buraya, söz bağının yanına gel. Sizi uzun zamandır yan yana görmedim.” Ağzımın içinden belli belirsiz bir ses çıktığında şaşkınlıkla dudaklarımı örttüm. Kuzeylilere göre söz bağı demek, evlilikten bir önceki aşamaydı; kuzeni değildi.
Maris, Veyn’in eşi olacaktı.
Şaşkınlık vücudumu ele geçirirken gözlerim yavaşça Veyn’e döndü ve tam o anda, onun ben de olan bakışlarını kaçırdığını gördüm. Bulunduğu yerden ayrılıp babasının yanına giderken sırtımı arkamdaki duvara yasladım ve bugün ona kurduğum bütün cümleler tokat gibi yüzüme çarpmaya başladı. Yanlış ve hata olduğunu düşündüğüm her şeyin tam ortasındaydı.
Veymor’un iki yanında Maris ve Veyn dururken beni bu kadar bozguna uğratan duygunun ne olduğunu asla anlayamıyordum. Maris ve Veyn birbirine baktı; onlar için sevgi var mıydı yoksa bu sadece bir ritüelden mi ibaretti? Kalpleri atıyor muydu? Burada aşk bile kurallara göre mi ilerliyordu? “Bugün,” dedi Veymor baskın bir sesle. “Burada düğün gününüze karar vermek için toplandık çünkü geç bile kaldık; Velruna vakti yaklaşıyor.”
…
Instagram: Thalronserisiofficial, asliarslaan
Paragraf Yorumları