logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

Views 1604 Comments 37

KOREL EREZLİ'DEN...

Ateşi vücudunda hissetmenin acısını çok iyi biliyordum. İlk önce hiçbir şey hissedilmezdi ardından sanki soğuk bütün vücudunuzda yayılırdı ve en sonunda öyle yakıcı ve dayanılmaz bir hisle karşı karşıya kalırdınız ki o an bu acıya nasıl katlanabileceğinizi düşünmek, ölümle eş değer demekti.

Fakat bir ruhun hatta bir kalbin yanması, fiziksel olarak yanmakla eşit bile değildi. Çünkü elle tutulabilen her şey bir gün kül olabilirdi ama ruhun hissettiği ateş kalbiniz attığı sürece asla kül olmazdı. Hatta yandığınızı bile fark etmezdiniz, ne zaman ki o ateş artık size ölümün kaçış noktası olduğunu hissettirdi, o zaman gerçekten ruhunuzun işkenceler içinde kıvrandığını anlardınız.

Kaç dakikadır duşun altındaydım tahmin etmesi zordu hatta bir elim kalbimde, alnım fayansa dayalı hangi hissin, hangi ateşin ya da hangi güzel duygunun sönmesini istiyordum ondan da emin değildim.

Belki de gece gördüğüm kabusun etkisindeydim. Küçüktüm, belki dokuz belki de on yaşlarındaydım ve eski evimizde, ben Korhan annem ve babam yaşıyorduk. Aslında her şey oldukça sıradandı ama bu rüyayı kabusa dönüştüren içerideki odada yetişkin halimin çığlıklarıydı. Ve o odanın kapısını açtığımda kendimi günlerce tutulduğum Prometheus’un ininde bulmuştum. Çocukluğum ve muhtaç yetişkinliğim karşı karşıyaydı ve elini uzatsa kurtulurdum ama çocukluğum elini uzatmadı, aksine beni o odanın içinde yapayalnız bırakıp çıktı.

Ve ben o odanın içinde hapsoldum üstelik adım artık Korel Erezli değil, Prometheus’tu.

O odanın içinde kilitli kalan adam, Prometheus’tu.

Kim olduğumu bilmiyordum, bu hissi su geçirebilir miydi?
Ruhumda artık yanacak tek bir yer bile kalmadığını hissedebiliyordum, su yardımcı olur muydu?
Bütün bu işkencelere rağmen kalbim sadece Minel için atmaya devam etmek istiyordu, bu güzel duyguyu su alıp benden götürebilir miydi?

Çünkü artık katlanamıyordum. Sesli bir şekilde avazım çıktığı kadar bağırıp katlanamadığımı söylemek istiyordum, hiçbir çaresi olmazdı biliyordum ama belki bağırırsam benim de duygularım olabildiğini hissedebilecek birileri çıkabilirdi.

Kaşlarım çatıldığında öfkeyle suyu kapattım ve alnımı dayadığım fayanstan uzaklaştırdım. İnsanlardan medet ummayı ilkokuldayken bırakmıştım ve o günden beri insanlara şans vermeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim.

Tek bir kişi hariç.

Minel Karaer. Durmaksızın ondan medet umuyor ve her seferinde beni bu yangından kurtarması için ondan bir el bekliyordum. Bazı günler elini uzatıyordu, bazı günler ellerini bulamıyordum ama bazı günler de ben o ellerden kaçıyordum çünkü onun tarafından hayal kırıklığına uğrayıp onu da kendi ateşimle yakmak yerine kendi ateşimle yanıp ondan hiçbir beklentim yokmuş gibi davranmak artık daha iyi hissettiriyordu.

Çünkü farkındaydım, o zarar gördükçe ben de zarar görüyordum.

Belime bir havlu bağlayıp duştan çıktığımda ve yatağın olduğu yere doğru yürüdüğümde öfkem dindi ve kendimi binlerce kez kandırmama rağmen onu gördüğüm anda umudu hissettim.

Beklentiyi.

Ondan yüzünce kez değil belki de yüz birinci kez medet ummayı.

Kahverengi gözleri kocaman olmuş, elleriyle oynayarak bana bakıyordu. Eskiden ayaklarıyla yere bir şeyler çizerdi ve bunu fark ettiğimizde ikimiz de çok küçüktük. Büyümüştü ve şimdi de elleriyle oynamaya başlamıştı ama bu huyunun bile farkında değildi.

Ben farkındaydım çünkü onun her hareketini ezberleyecek kadar ona sığınmıştım. Bu sığınma bir acıma duygusu değildi. İnsanlar bir manzarayı izlediğinde, bir denize baktığında veya bir fotoğraf karesinde kendini huzurlu hissedebilir, yaşadıklarından uzaklaşabilirdi. Ben de onu izlediğimde bunu hissediyordum ama o yine bunu bilmiyordu, hiç bilmemişti ve belki de bilmeyecekti.

“Yere ne yazdın, Turuncu?” demiştim, yine bir deniz kenarındaydık ve kumsala bir şeyler yazıp hızlı bir şekilde siliyordu.

Şaşkınlıkla bana dönüp “Nasıl fark ettin?” diye sormuştu.

Gülümsediğimde onun yüzündeki gülümseme de benimle beraber genişlemişti. Bana nasıl fark ettin diye soracak cüreti vardı, ben onu korumak için canımı verebilirdim. “Söylemeyecek misin? Ne yazdın?”

Yeniden yere bakmıştı ve ayaklarıyla harfler çizmeye başlamıştı. Öyle ki her bir harfte yanımdan biraz daha uzaklaşmış ve kumsalın ilerisine kadar gitmişti. Son harfi çizmeden önce bakışları bana dönmüş, huzurlu bir şekilde gülümsemiş ardından son harfini de tamamlamıştı.

Esperanza.

İspanyolca, Umut demekti.

Bakışlarım ona döndüğünde bu kelimeyi bildiğimi biliyordu çünkü benim defterlerimin arasından bulmuştu.

“Bugün çok mutsuzdum ama senin defterinde bu kelimeyi gördüm, umut demekmiş, öyle yazmışsın ve altında da bir cümle yazıyordu ama onu anlayamadım. Onun tercümesi yoktu.”

Kaşlarım havalandığında yüzündeki merak beni yalan söylemeye itmişti çünkü eğer o cümlenin gerçekte ne olduğunu söylersem yüzündeki gülümseme silinecekti. “Vive con esperanza, yazıyordu, umutlu yaşa demek.” Yüzündeki gülümseme silinsin istemedim.

Minel’in kaşları çatılmış ardından “Böyle mi yazıyordu?” diye sordu. “Sanki daha farklı bir şey okumuştum.”

Gözlerimi devirip “Aksanlı söylediğim için anlamamış olabilirsin, Turuncu.”

Yüzünü buruşturdu ardından gözleri yeniden parlarken adeta zıplayarak yanıma geldi. “Peki bana İspanyolca öğretir misin?”

Derin bir nefes vermiştim ve sonrasında ona hiçbir zaman İspanyolca öğretemeyeceğimi bilmeyerek “Elbette, Turuncu, elbette,” demiştim. “O defterdeki cümle dışında her şeyi sana öğretirim.”

Ona hiçbir zaman İspanyolca öğretemedim ve hiçbir zaman da o cümlede aslında ne yazdığını bilemedi. Fakat şimdi bana bakarken o cümle sanki umutlu yaşa diyordu, gözlerinde hem tedirginlik hem de korku vardı.

Ve bu korku ilk kez bana karşı değil, beni kaybetmekten korktuğuna dairdi.

Bugün mahkemem vardı ve sonuçtan delicesine korkuyor ama her şeye rağmen yanımdan ayrılmıyordu. Bunun adı umuttu, Minel ilk kez bana umutlu hissettiriyordu ve bu mahkemeyle ilgili değildi, onun bana karşı olan inancıyla ilgiliydi.

Geriye kalan hiçbir şey de şu an umurumda değildi çünkü filmin sonunu çok iyi biliyordum.

İkimizin de ağzını bıçak açmadığında hızlı bir şekilde üzerime giyindim ve onun bakışları bir an bile olsun üzerimden ayrılmadı. Masanın üzerine bir tost, bir de meyve suyu bırakmıştı, dün yaşadığımız o güzel anlar, o Teoman konseri ve sonrası sanki hiç yaşanmamış gibiydi çünkü hayat bana sadece tek bir gün güzellik hakkı vermiş gibi hissediyordum.

Ve dünü unutmamak için bugünü hiç konuşmamayı diliyordum.

Gönlü olsun diye portakal suyundan bir yudum içtim ardından tosttan birkaç ısırık aldım. Göz ucuyla ona yeniden baktığımda yüzünde bir gülümseme oluştuğunu fark ettim, benim için çaba veriyordu. Benim için gerçekten çaba veriyordu, bunu nasıl görmezden gelebilirdim?

“Vive con esperanza,” dedim ağzımın içinde kendi kendime.

“Efendim?” diyerek ayağa kalktı.

“Vive con esperanza,” dedim yeniden ve bakışlarım ona döndü. “Umutlu yaşa, demek.”

Gözlerimin içine uzun uzun baktı ve sonrasında “Öyle mi?” diye sordu. “Nereden aklına geldi?”

Başımı çevirdiğimde gözlerim boşlukta dans etti. “Hiç,” dedim kısık bir sesle. “Sadece bir anı.”

Hatırlamıyordu ve hatırlamayacaktı ve o an yeniden ona dönüp baktığımda bütün konuşmayı aslında zihnimde gerçekleştirdiğimi fark ettim. O cümleyi hatırlamayacağını bilerek ona söylüyordum ve başka bir hayal kırıklığıyla sessizliğe gömülüyordum.

Ben artık zihnimin içinde sana sorular sorup cevaplarımı alıyorum, Minel. Ve ben kendi içimde sana kırılıp yine seni affediyorum.

Başımı iki yana salladım ve onu cevapsız bıraktım. Belki de onu alıp tam şu an kaçmalıydım her şeyden. İstesem öyle güzel kaybolurdum ki kimse izimi bile bulamazdı ama beni neyin durdurduğunu da çok iyi biliyordum.

Artık kaçtığım yerde yalnız kalmaya cesaretim yoktu, yalnız bırakılmak ise bu kez ölümle sonuçlanırdı. Onun beni yapayalnız bırakmayacağından tamamen emin olsaydım bir an bile düşünmez, bütün dünyayı karşıma alarak kaçardım.

Kapı çaldığında ve birkaç saniye içerisinde Korhan’ı kapının önünde gördüğümde gerçek dünyanın hemen orada olduğunu çok iyi biliyordum.

Ve her şey yeni başlıyordu, hiç olmadığı kadar gerçek üstelik.

Bu kez geri dönülemez bir yola girecektim ve bu yolun hiç olmadığı kadar karanlık olduğunu hissedebiliyordum.

Korhan benim yüzüme dahi bakmadı ama ben de zaten onunla göz göze gelmek bile istemiyordum. Son zamanlarda aramızdaki soğuk savaş büyük bir nefrete dönüşmüş, birbirimizden haz duymadığımızı çok açık bir şekilde belli etmeye başlamıştık. Artık ona baktığımda görebildiğim tek şey, düşmandı.

Onu düşmanım olarak görüyordum.

Araca bindiğimizde yakıcı güneş bana doğru vuruyordu, hemen yanımda Minel oturuyordu. Korhan bir şeylerden söz ediyor, Minel benden daha umutlu bir şekilde yanıtlar veriyordu ben ise konuşmalarının yarısını bile dinlemiyordum.

Çünkü biliyordum, kurtuluş benim için artık imkansızdı.

Avukat dönüp bana bir şeyler söylemeye başladı. Masum olduğumu söylememi istiyordu ama bakışlarında masum olduğuma dair inanç yoktu, gözlerim sadece bir saniye Korhan’a kaydı, o da masum olduğuma inanmıyordu. Aslında ikisinin de umurunda değilmiş gibi geliyordu sadece öylesine başlayan ve biten her şey gibi bu mahkeme de göstermelik bir şovdu.

Daha fazla katlanamadığımda “Konuşmaya da pek gerek yok,” dedim lafını yarıda keserek. Bütün bunların ortasında, bana masum olduğumu söylememi isterlerken açtıkları arabanın radyosunda benim adım ve Prometheus’un adı bangır bangır yan yana anılıyordu.

“Neden böyle yapıyorsun?” diye sordu Minel fısıldayarak. Gözlerim ona döndüğünde bakışlarında inancı görebiliyordum ama derinlerde çok derinlerde beni sorguladığını da anlayabiliyordum. Suçumu değil, beni. Hislerimi anlayamıyor muydu? Bütün dünya karşımda bir silah gibi dururken ne hissettiğimi göremiyor muydu? Ben olsam görürdüm, o görmüyordu. “Dün ne konuştuk?” dedi kaşlarını hafifçe çatarak. “Bu halin ne?”

Bu halin ne?

Bu halim mi ne?
Bir seri katil olmakla suçlanıyorum, Minel.
Abim kuyumu kazıyormuş gibi hissediyorum, Minel.
Bir hücreye kapatılmaktan ve orada çürümekten korkuyorum, Minel.
Ve lanet olsun ki, seni kaybetmekten korkuyorum, Minel.
Çünkü seni kaybedersem kendimi de kaybederim.

“Beni rahat bırak Minel,” dedim belki de düşüncelerimin arasından en kalbini acıtmayacak olanı seçerek. Bakışlarımı onun üzerinden çektiğimde hala beni izlediğini biliyordum ama şimdi değil, Minel.

Beni izlemen ve anlaman gereken zaman şimdi değil, öncesiydi Minel.
Belki o zamanlar beni anlasaydın, şimdi burada işkence çekiyor olmazdım.

*

“KOREL EREZLİ İDAM EDİLMELİ!”

“PROMETHEUS’A YAŞAMA HAKKI VERİLMEMELİ!”

“ADALET NEREDE?”

İnsanlar kapının önünde avazı çıktığı kadar bağırıyordu ve biz arka kapıdan girmemize rağmen onların bütün seslerini işitebiliyordum. Hepsi ama hepsi yargılanmamı, ölmemi hatta yakılmamı istiyordu. Bir kişi bile sorgulamıyordu, bir kişi bile acaba demiyordu.

Adliyeden içeri girdiğimizde keşmekeş kalabalıkla karşılaştım, herkes bu davayı izlemek için gelmişti ve başrol bendim ama hiçbir zaman iyi bir başrol olmayacağımı küçüklüğümden beri biliyordum. Bir kitabın ya da bir filmin içerisinde olsaydım, nefret edilen o karakter olurdum; bunu hayatım boyunca yaşamıştım. Herkesin gülümseyerek hatırlayacağı birisi olamazdım, lanetle anılacak o adamdım.

Herkesin bakışlarında bu vardı.

Yutkunduğumda elimde Minel’in elini hissettim ve gözlerim kocaman açılıp ona baktığımda çenesini kaldırarak insanların yüzüne baktığına gördüm. Ben buradayım, diyordu, ben bu adamın yanındayım hatta diyordu ki sanki her ne olursa olsun, onun yanında kalmaya devam edeceğim.

Ona güvenecektim, ona güvenmek üzereydim hatta belki de ona güveniyordum, bilmiyordum ama dayanamayarak elimi elinden kurtarmak istedim. Elbette ki gerçekten bunu istesem çoktan başarırdım ama bir yanım onun benim elimi bırakıp bırakmayacağını da merak ediyordu.

Çünkü Minel, Korel’i hep yarı yolda bırakırdı.

Ama o an elimi bırakmadı ve bu bile ruhumdaki yangının birkaç dakika da olsa sönmesine sebep oldu.

“Bunu yapmak istiyorum.” Öyle yürekten, öyle içten söyledi ki, ne dışarıdaki insanların düşünceleri umurundaydı, ne de inançsızlığı vardı. Ben belki ona güvenmekten kaçıyordum ama o bana gerçekten güveniyor gibi davranıyordu.

Minel, bana güvendiğine bile inanamıyorum, beni ne hale getirdin?

“Yeniden söylüyorum, Minel,” dedim içimdeki savaşı gizlemeye çalışarak. “Yanımda olmak zorunda değilsin, bunu yapmak zorunda değilsin.”

“Sus.” Bunun adı acıma mıydı? Çoktan gitmesi gerekirdi ama gitmiyordu, neredeyse bu hayatı sevmeme neden olacak kadar büyük bir güvenle bakıyordu bana. “Ben sadece pusulam neyi gösteriyorsa o yolda ilerliyorum,” dedi eli boynundaki kolyeye giderken. “Bunu sen öğrettin.”

Sanki bahsettiğim o ruhumdaki yangını söndürmeye çalışıyordu, hiçbir şey umurumda değildi ama onun inancı her şeyimdi, bunu bilmiyordu.

Bana acıyor muydu? Hayır, acısa sarılırdı, biliyordum.

“Minel!” Gürkan’ın sesiyle beraber ikimizin de bakışları arkamıza doğru döndü ve onu gördüğüm anda hem öfkeyi hem de dostluğu hissettim.

Gürkan. Bu hayatta güvenmeyi tercih ettiğim tek dostum.

“Korel,” dedi nefes nefese. “Geldim yetiştim neyse ki.”

Burada olmamalıydı, benim yanımda durarak kendi kariyerini ve belki de bir aile olma umudunu yok etmemeliydi ama onunla dostluğumuz ben bir alkol komasında ölmeyi beklerken başlamıştı ve hayata döndürmek için çaba vermiş ve hâlâ da vermeye devam ediyordu. Ona bu dostluğunu hak etmediğimi söylemek istiyordum ve belki de her şey son bulmadan önce ona teşekkür etmeliydim.

“Büge ne yapıyor?” diye sordu Minel. “Gelmemekte kararlı öyle değil mi?”

Gürkan’ın gözleri istemeyerek de olsa bana kaydı, bu bakışını tanıyordum, ne olursa olsun kendini suçlu hissediyordu. “Konunun Korel’le alakası yok, o benimle bile olmak istemiyor.”

“Açıklama yapmana gerek yok, Büge’ye kızmıyorum, Gürkan,” dedim rahat bir şekilde. En azından çevremden bir kişi kendisini benden kurtarmak için uzak durmayı tercih etmişti. Üstelik Büge’nin hiçbir zaman beni sevmediğini hissetsem de benim ona karşı son zamanlarda içimde merhamet oluşmaya başlamıştı. Her ne olursa olsun, bir aile kurmak, bir bebeği büyütmek ve sevmek istiyordu.

Büge benim başka bir dünyada çabalayan halim gibiydi ve vazgeçmeyen. Çünkü biliyordum ki eğer kalbim eskisi kadar güzel duygularla kaplı olsaydı bir aile olmak, bir çocuğu iyi bir baba olarak büyütmek en büyük hayallerimden birisi olurdu. Babasından korkmayan bir çocuk benim için hayaldi çünkü.

“Korel,” dedi avukat ciddi bir sesle. “Seninle önden konuşalım, benimle gelir misin?”

Dinleyeceğim hiçbir şey umurumda değildi aynı şekilde anlatacağım hiçbir şey de avukatın umurunda değildi, biliyordum ama oradan uzaklaşmayı da istiyordum çünkü çevredeki yabancı insanların bakışları bir an bile olsun benden ayrılmıyordu.

Başımı silik bir şekilde salladıktan sonra Minel’in elini ona bakmadan bıraktım ve yeniden onlara dönmeden avukatı takip etmeye başladım. Eğer bakarsam gidemezdim ve belki de eğer bakarsam kaçmayı daha çok isterdim.

Beni küçük, iki siyah sandalye, bir masa ve küçücük bir penceresi olan odanın içine götürdüğünde hemen arkamızdan kapıyı kapattı ve kilitlemeyi de ihmal etmedi. Sandalyelerden bir tanesini bana gösterdiğinde “Neden kapıyı kilitliyorsun?” diye sordum çünkü geçmişteki bambaşka anılar üzerime doğru gelmeye başlamıştı. Avukat ayakta birkaç saniye duraksadıktan sonra hiçbir cevap vermeden sandalyelerden bir tanesine oturdu. “Sana diyorum, kapıyı neden kilitledin?”

Avukat yarı alaylı, yarı ciddi “Bütün bunların ortasında kapının kilitlenmesinden mi korkuyorsun?” diye sordu. Kısa saçları geriye doğru taranmıştı, yaşı hemen hemen Korhan’la aynıydı ama gözlerinden tam bir şerefsiz olduğu çok net bir şekilde anlaşılıyordu.

Burnumdan nefesimi verdikten sonra “Kapıyı,” dedim üzerine basa basa. “Aç.” Gözleri oturduğu yerden bana doğru döndü ve yüzündeki alaycılık yavaş yavaş silindi. “Ve bunu bir daha söylemeyeceğim.”

Yutkunduğuna birebir şahit oldum ardından cebindeki anahtarı çıkarıp bana uzattı. “Tedbir için kilitledim, kimse girmesin diye ama istersen anahtarı sen al.”

Bir anahtara bir ona baktım ardından sertçe anahtarı elinden çektikten sonra “Demek ki cevap verebiliyormuşsun,” dedim karşısındaki sandalyeye oturup.

“Sen de aslında gösterdiğinden daha korkutucu biriymişsin, baş başa kalınca anlaşılıyor.”

“Hiçbir zaman korkutucu olmadığımı iddia etmedim,” dediğimde sırtımı yasladım ve derin bir nefes verdim. “Sigaran var mı?” Avukat ikiletmeden cebinden sigarasını çıkarıp bana uzattı. Bir tanesini kulağımın arkasına sıkıştırıp diğerini de ağzıma yerleştirdiğimde elindeki çakmakla ucunu alevlendirdi. “Biliyor musun, aylar önce bir cümle kurmuştum, şimdi o aklıma geldi.” Sigaradan çektiğim bir dumanın ardından tavana doğru baktım. “Şu sigaranın ucunu ateşe verdim diye şehri yaktın diyecekler, demiştim. Şimdi sahiden de böyle oluyor.”

Avukat bir kez boynunu çıtlattı. “Avukatın olmama rağmen seni doğru düzgün hiç tanıyamadım ve şimdi hemen mahkeme öncesi bu konuşmayı yapmak ikimiz açısından zor olacak.” Sigaradan çektiğim her dumanı saniye saniye izliyordu. “Korel Erezli,” dedi üzerine basa basa. “Prometheus olmakla suçlanıyorsun ve deliller oldukça kuvvetli görünüyor. Üstelik her türlü sürprizle de karşılaşabiliriz, bana söylemek istediğin bir şey var mı?”

“Ame con esperanza... Perdi con verdad.”

“Efendim?”

“Seneler önce defterime yazdığım bir cümle.”

“Anlamı nedir?”

Gülümsedim. “Önemli değil çünkü bir daha aynı hissetmeyeceğimi düşünüyorum. Hissetmem öyle değil mi?”

Avukat yüzüme delirmişim gibi baktı, bana genelde hep böyle bakarlardı. “Bütün her şeyi gerçeklerle bilmem gerekiyor, Korel bu yüzden bana son derece dürüst olmanı ve sorularıma o şekilde cevap vermeni istiyorum.”

Kendimi tutamayıp gülmeye başladığımda “Sor,” dedim gelecek her soruyu tahmin ederek.

“Prometheus’la bir yakınlığın var mı?”

Sigaradan bir duman daha çektiğimde “Olduğunu düşünüyorum,” dedim. “Çünkü sürekli çevremde ve beni hedef gösteriyor.”

Avukat kaşlarını çattı. “Peki hiç ölüm tehdidi aldığın oldu mu?”

“Hayır.”

“Hiç takip edildiğini hissettin mi?”

“Hayır. Artık değil.”

“Peki Prometheus’un sence seninle derdi ne?”

“Bilmiyorum,” dedim sigaradan son dumanı çektikten sonra. “Tek bildiğim benden nefret ettiği.”

Avukat başını omzuna doğru yatırdı ardından öne doğru eğilerek “Korel,” dedi. “İlk ve son kez soracağım, tek bir yanıt istiyorum. Prometheus sen misin?”

İlk önce yüzüne dikkatli bir şekilde baktım ardından kahkaha atmaya başladım, öyle gür bir kahkahaydı ki neredeyse dışarıdaki insanların bile duyduğuna emindim. Avukat gözünü kırpmadan beni izlerken durmaksızın kahkahalar attım. Ve sonra zihnime bıçak gibi saplanan bir görüntüyle kahkaham yarıda kesildi. Ellerimde kan vardı, bir ormanın içinde duruyordum. Görüntü değiştiğinde çello çalıyordum, kulaklarımda ölüm marşı vardı ve yeniden görüntü değiştiğinde bir akıl hastanesinde kadavranın önünde onu parçalıyordum.

Gözlerimi kapattığımda ve her görüntü birbirine karıştığında avukatın bir şeyler söylediğini hatta bana seslendiğini işitebiliyordum ama bütün sesler, bütün görüntüler sanki üst üste geliyordu. Ateşi hissediyordum ardından ölümün verdiği hazzı ve sonrasında kaybolmuşluğu, bir tarafım çocuk gibi ağlıyordu sanki ve bir tarafım her şeyden habersiz beni iyileştirmek istiyordu. O kadar görüntü, o kadar çok ses vardı ki en son görüntü, Minel’in cansız bedeni olduğunda oturduğum yerden irkilerek kalktım ve sandalye yere düştü.

Bakışlarım ilk önce kapıya yöneldi ardından yeniden avukata baktığımda boğazımın kuruduğunu hissediyordum. Ellerimi yavaşça kulaklarıma götürdüğümde neredeyse yere çöküp saklanacaktım.

Avukat da ayağa kalktığında ve tam karşımda durduğunda gözlerimi bir an bile olsun ondan ayırmadan “Buradan nasıl kaçabilirim?” diye sordum.

“Ne?”

“Buradan nasıl kaçabileceğimi söyle bana.”

Avukatın düşüncelerini tahmin etmesi zor değildi, benim Prometheus olduğumdan artık emindi ama ben Prometheus olmadığımı çok iyi biliyordum. Hayır, değildim ama ellerim kanlıydı ve ateşi arzuluyordum. Parmaklarımda çellonun notaları vardı.

Beynimde korkunç bir savaş vardı ve o savaşı sadece ben biliyordum.

“Buradan kaçamazsın.” Avukat bir adım yaklaşmak yerine bir adım geriledi, başını iki yana salladı ve sonrasında gözleri elimdeki anahtara kaydı. Benden korkuyordu. “Mahkeme devam ettiği sürece ağzını açmamalısın ve sorulan her soruya masum olduğunu söyleyeceksin.” Elini öne doğru uzattı. “Anahtarı verirsen kapıyı açayım, çıkmamız gerekiyor.”

Öyle bir korkuyordu ki benden rengi atmıştı ve alnında minik minik terler oluşmaya başlamıştı. Ben anahtarı vermeden uzanıp anahtarı almak istediğinde elimi sertçe geriye doğru çektim ve bakışlarımı ondan ayırmadan “Bana buradan nasıl kaçabileceğimi söyleyeceksin,” dedim net bir sesle.

“Kaçamazsın çünkü bu…” Ona doğru bir adım attığımda geriye doğru sarsak bir adım attı ve yutkundu. “Mahkemeden kaçabilmek imkansız, tek yol pencereden atlamak, bunu daha önce tek bir kişi yapmıştı ama birkaç dakika sonra yakalandı çünkü aşağıda inanılmaz bir güvenlik önlemi var.”

Çok kısa bir an düşündükten sonra “O güvenlik önleminin dikkatini başka bir ihbarla dağıtabilir misin?” diye sordum. Avukat tam hayır diyecekken kaşlarımı kaldırdım. “Eğer Prometheus’un bir planı olduğunu ve bu planın diğer kapıdan gerçekleşeceğini söylersen ya da söyletirsen çok rahat bir şekilde kaçabilirim.”

“Sen,” dedi avukat tedirginlikle. “Seninle iş birliği yapmamı istiyorsun, öyle mi?”

Alayla güldüm. “Beni kurtarmayı canı gönülden istiyormuş gibi davranmayı bırak, Korhan’ın tek amacı, oynatabileceği bir kuklasının olması. O ne derse onu yapıyorsun ama şimdi Korel Erezli’yle tanıştın ve emin ol, Korhan’ın çok daha kötü bir yüzüyümdür ben.”

“Sen, Prometheus…” Sustu ve sonrasında büyük bir nefes verdi. “Eğer Prometheus olduğun kanıtlandığında kaçacaksan…”

“Hayır, o zaman kaçmayacağım.” Ona Prometheus olmadığımı iddia edecek kadar bile vakit kaybetmek istemiyordum.

“Ne zaman kaçacaksın?”

“Her şeyi kaldırabilirim, bir cani olmayı, nefret edilmeyi, insanların benden korkmasını hatta sevilmemeyi bile ama inançsızlık… Bir inançsızlığı daha kaldıramam ve bu inançsızlık size değil, Minel Karaer’e ait olursa artık her şey son bulmuş demektir.”

“O kız sana inanıyor gibi görünüyor,” dedi avukat rahat bir sesle.

“O kız, yani benim Minel’im daima bana inanıyor gibi görünür fakat bütün izlerim onun inançsızlığının armağanı.”

*

Sırtımın ardında bekleyen insanların yarısından fazlası benden nefret ediyordu, biliyordum. Bir kadının bedduasını işitmiştim, başka bir adamın küfürünü, bir kadının ağlayışları kulaklarımdaydı. Bütün öldürülen insanların yakınları mahkeme salonundaydı ve biz içeri gireli neredeyse beş dakika olmasına rağmen o insanları susturabilmek oldukça zor olmuştu.

İçeriye girdiğimde ve sanık kürsüsüne geçmeden önce karşılaştığım ilk yüz, Minel’e aitti. Bana büyük bir inançla ve güven vererek bakıyor, hemen yanında oturan Gürkan ise dostluğunu bana hissettiriyordu.

Korhan öylesine ifadesiz, öylesine hissiz görünüyordu ki, küçüklüğümden beri onun hislerini anlamakta zorlandığım gibi yine zorlanmıştım.

Mahkeme başlamıştı, hakim gerekli bütün prosedürleri yerine getiriyor, açılış konuşmasını yapıyordu. Bembeyaz duvarlar her an üzerime yıkılacakmış gibi görünüyordu ve biliyordum ki bu yıkım sadece benim için gerçekleşecekti.

Ne hissettiğimi ya da ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum, zihnim bozulmuş bir saat gibi durmaksızın hareket halindeydi. Sabah ne kadar durgun bir denizsem şimdi dalgalı bir okyanustum ve bu halime bir tek çok korktuğumda veya öfkelendiğimde gelirdim. Öfke? Hissedemiyordum ama korku derinlerde bir yerlerde nefes alıyordu. Hatta öylesine korkuyordum ki bazen kulaklarıma uğultular doluyor, sesleri işitemez hale geliyordum.

Prometheus’un işlediği cinayetler projeksiyon cihazıyla ekrana yansıtılmaya başlandığında ilk önce Müdür Doğan Yankı’nın görüntüsünü gördüm ve onu gördüğüm an, sanki bunu ben yapmışım gibi ellerimde ıslak kanı hissetmeye başladım. Prometheus’la empati mi kuruyordum? Doğan Yankı sanki odasındaydı, akşamdı, tam gitmek üzereydi ve sanki içeriye girmiş, gözünün yaşına bakmadan henüz canlıyken onun kalbini yerinden sökmüşüm gibi hissediyordum ve pişmanlık duygusu yoktu.

Ama böyle bir şey yapmadığıma çok emindim, öyle ki görüntüler silikti ve gerçekten akıl sağlığımı kaybetmeye başladığımı düşünüyordum. O kadar çok aynı konudan suçlanmıştım ki kendimi Prometheus’la empati kurarken bulmuştum.

Hemen ardından Kartal’ın ağaca bağlanan görüntüsünü gördüm, dişlerini sanki kendi ellerimle sökmüşüm gibi parmaklarım içe doğru kıvrıldı kalbim sanki yanmıyormuş gibi daha fazla yanmaya başladı. O an vardı ama sonrası yoktu, eğer bunu gerçekleştirmiş olsaydım bilirdim çünkü Kartal’ın ölüm haberini aldığımda yaşadığım şaşkınlığı hatırlıyordum.

Hayır, deliremezdim fakat kulaklarımda neden Kartal’ın sesi vardı? Neden bir çellonun sesini duyuyordum? Etrafıma baktım, sanki duvarlar kan kırmızısı rengine büründü ve birkaç saniye de olsa gözlerimi kapattım. Nefes almak istiyordum ama sanki boğazımda bir kılçık vardı, batıyordu, kanatıyordu, zihnimde bir ağırlık, bir gölge adım adım sanki beni takip ediyordu.

Kurtarın, diye bağırmak istiyordum ve bu bağırmak isteyen ses sanki küçük bir çocuğa aitti. Benim çocukluğuma. Belki de en masum tarafım, kurtuluş için haykırmak istiyordu.

Yeniden gözlerimi açtığımda asırlar geçmiş gibiydi halbuki sadece birkaç saniye olmuştu ve ekranda babam ve Minel’in amcası vardı, o günü çok net bir şekilde zaten hatırlıyordum. Bütün bu zihnimdeki savaşın büyüdüğü, kimliğimin zedelendiği o gündü. Bir kukla gibi asılan babamın karşısında benim çello çalarken görüntülerim hemen arkamızda yer almıştı ve belki de Minel’le geçirdiğimiz en güzel günlerden biriydi.

O gün, o görüntüde sandalyede çello çalan adam bendim ama o ana dair de hiçbir şey hatırlamıyordum.

Gözlerimi yeniden kapattığımda ve salonun içinden bir kez daha beddualar yükseldiğinde artık o görüntülere bakabilecek gibi hissetmiyordum. O görüntülerden korktuğum için değil, o görüntülerin bana hissettirdiklerinden kaçtığım için.

Hakim dakikalar sonra Göksel ve Azra’ya söz hakkı verdiğinde ve yemin ettirdiğinde hemen arkamda duran Minel’in ne hissettiğini bilmek istiyordum ama dönüp ona bakmıyordum. Bakamıyordum değil, bakmıyordum çünkü göreceklerimin beni dönüştüreceği kişiden korkuyordum.

Bir inançsızlık daha değil.
Hayır şimdi değil.
Bir kez daha değil.

Ben Prometheus değilim.

“Anekdot Merkezinden önceydi,” diyen Göksel’in sesiyle zihnimdeki savaştan sıyrıldım. “Dergâh Merkezindeydik, sonra orası Anekdot Merkezi olarak değişti ama o zamanlar sadece Dergâh olarak geçiyordu. Korel de ben de oraya tedavi edilmek üzere yatırıldık. Belgem yok, kaydım da çünkü oradaki her şey yandı; Korel kendisini bu şekilde kurtaracağını sandı.” Bakışlarım ona döndüğünde nefretle beni izlediğini gördüm. “Herkes ondan korkuyordu; evet, hepimizin sorunları vardı ama o çok daha başkaydı. Ayrı odada tutuluyordu, çoğu zaman ilaçlarla uyutuluyordu.” Beni mahvediyorlardı, beni yok etmeye çalışıyorlardı ve siz benden korkuyordunuz. “Korel’i yanımıza getirmiyorlardı fakat bir gece onunla tanıştım.” Göksel ellerini saçlarına geçirip korkuyla nefesini verdi. “Odama girdi, ilk başta normal davrandı, gülümsedi hatta ondan neden korktuklarını anlamadığını söyledi. Neredeyse ona üzülmüştüm. Onunla arkadaş olmaya karar verdim, doktorlardan da bunu gizledim.”

“Arkadaş olmak isteyen ben değildim,” dedim dişlerimi sıkarak. “Benim yanıma gelen sendin.”

“Karşılıklı konuşmak yasak!” Hakimin sert uyarısıyla cümlem yarıda kaldı.

Göksel, korkudan titreyerek önündeki sudan birkaç yudum içti ardından hakime “Bana zarar vermez değil mi?” diye sordu. Öyle çok korkuyordu ki benimle üçüncü saniyeden sonra artık göz göze gelmemeye çalışıyordu.

“Devam edin lütfen.”

Neredeyse bir dakika sonra, “Korel’le arkadaş olduk,” diye devam etti Göksel. “Birkaç gece buluştuk, o benim odama geldi ya da ben onun odasına gittim ama bir gün...” Sadece bir anlık bakışlarının Korhan’a döndüğünü gördüm veya bu benim aklımın oyunuydu bilmiyordum. “Odasına gittiğimde bana hiç olmadığı kadar tuhaf bakmaya başladı, öyle bir bakıyordu ki yendiğim bütün korkular gün yüzüne çıktı. Yine bu benim kuruntumdur diye düşündüm çünkü Korel’in o birkaç günde anlattıkları benim canımı çok yakmıştı, her insana şans verilmesi gerektiğini düşünürüm ve Korel bu şansı hak ediyordu. Küçüklüğünden beri hep dışlanmıştı, babası onu sevmiyordu, abisi de öyle. Şiddet uyguluyorlardı. Bütün bunları bana anlatırken ağlamıştı bile.”

Bir damarımın attığını ve ellerimin karıncalanmaya başladığını hissettim çünkü yalan söylüyordu, ben ağlamazdım, ben ağlasam bile Göksel’in yanında ağlamazdım. Yalan söylüyordu ve hemen arkamda Minel vardı, o inanıyor muydu? Zihnim kapkaranlık bir yolda ışıkları patlayan bir otomobil gibi ilerlerken Dergah Merkezi’nde geçirdiğim her gün, çektiğim her acı diken gibi batmaya başlamıştı.

Aç bırakılmıştım, yüzlerce ölü görmüştüm, silik görüntülerde merhametimi yok etmeye çalışmışlardı ama bu kadardı. Bir arkadaşım yoktu, olduysa bile ona zarar vermezdim çünkü yapayalnızdım ve birine ihtiyacım vardı.

“Omzumda ağladı,” dedi Göksel. Onun omzunda. “Ona yardım etmemi dahi söylemişti. Bütün bunları hatırlayıp o tuhaf bakışlarını görmezlikten geldim o gece ama keşke gelmeseydim.” Ellerim titremeye başladığında bir siren sesi geliyor gibiydi, etrafıma bakındım ama o siren sesini sadece ben duyuyordum çünkü artık geçmişteydim, Dergah Merkezi’nde her birisi öldüğünde çalan o siren sesleriydi.

“Odanın kapısını ne zaman kilitledi, ne zaman ellerimi bağladı, tam hatırlamıyorum,” dediğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. “O günün görüntüleri silik çünkü travma olarak kaldı ama tek hatırladığım,” eli kalbine gitti, “beni piranalara yedirmeye çalıştığı ve bunu yaparken gerçekten Tanrı’nın kendisi olduğundan bahsetmesiydi. Ateşi çaldığını söylüyordu, Prometheus olduğunu ve piranaları da ceza için kullandığını.” Göksel ellerini sarı saçlarına geçirdi. “Yalvardım, haykırdım ama dinlemedi; gözü dönmüş gibiydi. Sabaha kadar piranalara canlı canlı beni yedirdi.”

“Hayır,” diye fısıldadım ama kimsenin beni duymadığından çok emindim. O piranaları aslında beni korkutmak için getirmişlerdi ve defalarca eğer istedikleri gibi olmazsam o piranalara yem olabileceğimi dile getirmişlerdi. Defalarca gözlerimin önünde piranaların karnını doyurmak için bazı insanların uzuvlarını vermişler, gözlerimin önünde bundan keyif almışlardı.

Fakat ben neden şimdi kendimi suçlu hissediyordum? Neden aklımın bir köşesinde o piranaların başında durup gülümseyen o adam bendim? Ve neden sonrasında bir çocuk gibi köşeye sinmiş ağlıyordum? Neden buz gibi bir yatağın içindeydim? Neden beni ateşle terbiye ediyorlardı ve neden ben sonrasında ateşi arzuluyordum?

Deliriyordum, tam şu an deliriyordum ve bu deliliğin ortasında bile Minel’in bütün bunlara inanıp inanmadığını düşünüyordum.

Bir kadın gür bir sesle bana beddua etmeye başladı ve mahkeme salonu karıştı fakat ben artık Prometheus’u değil, küçük bir çocuğu hissediyordum. Tam kalbimde. Yaşamak isteyen küçük bir çocuk oradaydı ve saklanacak yer arıyordu.

Hâkim tokmağa vurduktan sonra, “Bunların hepsi kanıtsız,” dedi ciddiyetle. “Öyle değil mi?”

“Kanıtsız çünkü o odada beni bulanlar da Korel’in çıkardığı yangında cayır cayır yandı, belgeler de öyle, kamera görüntüleri de. Ama o günden sonra ben oradan kendi rızamla ayrıldım, Korel’i ise tamamen gizli bir hücreye aldılar. Bu kez rahatsızlığı olan hiç kimseyle iletişime geçemedi çünkü o herkese zarar verebilirdi, bir katildi.”

Dayanamayıp “Ayrılmak mı?” diye haykırdığımda önümdeki küçük tahta hapishane titriyordu çünkü ellerim titriyordu. “Oradan ayrılmak mümkün değildi, hepimiz denektik, ne saçmalıyorsun? Oradan çıkmak mümkün bile değildi! Seni bilerek çıkardılar!”

Artık her şeyi çok net bir şekilde hatırlamaya başlamıştım, anlattığı her şey tam tersi şekilde ilerlemişti. Durmaksızın bana yaklaşan, ağlayan hatta kurtuluş arayan kişi Göksel’di. Ve öyle ki, bütün bunları yaptıktan sonra bana gelip ağladığımı, ona zarar vermeye çalıştığımı söyleyen de Göksel’di. Aklımla oynamak için gönderilen biriydi ve şimdi de görevini tamamlıyordu.

“Onun söylediği hiçbir şeye inanmayın,” dedi yapay bir ses tonuyla. Artık emindim, o sadece yalan söylüyordu ve şu an bile aklımla oynuyordu, benim ise hiçbir kanıtım yoktu. “O öyle biri ki kendisinin farkında olduğu için bile günlüklerini farklı bir dille tutuyor. Dünyanın en manipülatif
insanı!”

Hayır, o günlükleri kimse benim düşüncelerimi anlamasın diye o şekilde tutuyordum. Kendimi unutmamak için o günlük sayfaları vardı.

Hayır, ben Prometheus değilim.
Hayır, Minel, onlara inanma.

“Kendine ait bir dünyası var, alfabesi var; görüyorsunuz, Prometheus cinayetlerinin arkasında bir şekil bırakıyor. Aslında onlar alfabe, eğer Korel’in alfabesine ulaşırsanız Prometheus’un ne yapmaya çalıştığını da anlarsınız çünkü aynı kişi.”

Nefes alamadığımı hissettiğimde nefes alabilmek umuduyla Minel’e dönüp baktım, sadece birkaç saniye de olsa onu görmek istedim ve gözlerinde bana karşı duyduğu endişeyi ve derinlerde o sorgulamayı gördüm. Hayır, Minel, sorgulama, diye haykırmak istiyordum. Hayır, ufacık bir ihtimal bile verme benim için. Yapma bunu, vazgeçmeme neden olma, bir kez daha yok etme beni.

Çaresiz bir şekilde başımı iki yana salladığımda o da aynı şekilde karşılık verdi, her ne olursa olsun bana inandığını göstermeye çalışıyordu ama görüyordum, derinlerde yatan ve ne olursa olsun her ihtimalde beni bırakmanın bir yolunu bulan Minel’i o bakışlarında görebiliyordum.

Hayır, Minel. Ben Prometheus değilim.
Hayır, deliriyorum ama delirirken bile sana geliyorum çünkü sen inanırsan ben iyileşirim, bana bunu yapma.

“Söyleyeceklerin bu kadar mı?” diye sordu hâkim.

“Onu yeniden Anekdot Merkezinde gördüğümde gözlerime inanamadım,” dedi ruhsuz bir sesle. “Çünkü biz onun yandığını düşünüyorduk, aslında yanmıştı ama hâlâ yaşıyordu, o döndükten sonra cinayetler yeniden başladı. Merkezden Doğan Yankı’yı öldürdü, oranın müdürü. Öldürmesinin nedeni de Korel’in geçmişini bilmesiydi.”

Bir kez daha Minel’e dönüp baktım ve o artık bakışlarını benim üzerimden çekmiş, Göksel’i izliyordu. Kaşları çatık, ürkek ve bir yandan da düşünceli. Kafasının içinde labirentin parçalarını birleştiriyordu, bu bakışları bilirdim, bu bakışlar benim kıyametimdi.

“O gün ben kriz geçirdim, birazdan Korel’e şahitlik yapacak sevgilisi yüzünden.” Minel’i gösterdi. “O kız her şeyi bildiği halde susuyor. Söylesene, o gün Korel’in arkadaşım Azra’yı nasıl tehdit ettiğini söylesene! O günden sonra o merkeze bir daha gitmedim,” dedi Göksel, hâkime dönerek. “Fakat Korel beni değil Azra’yı buldu, onunla konuştu, bir süre onu kilitli tuttuğunda...”

“Bu Azra Dinçer’in konusu.” Hâkim en sonunda benim avukatıma söz verdiğinde ellerimin sıkmaktan dolayı kan topladığını gördüm.

“Sayın Hâkim. Bu söylenenlerin hiçbirinin kanıtı yoktur ve hepsi hayal ürününden ibarettir,” dedi avukatım. “Korel Erezli’nin bir yangından kurtulduğu doğrudur, Dergâh Merkezinde bulunduğu da; fakat orada yangın çıkarmadığı gibi, hiçbir yatan hastaya da zarar vermemiştir. Aksine, o merkezin bir süre incelemeye alındığı, doktorların hastaları her kötü şekilde kullandığı önünüzdeki dosyada mevcuttur. Bunun dışında o merkezden bir şahidimiz var, kendisi Korel Erezli’yle aynı dönemde bulunmuş küçük bir çocuktu ve şimdi reşit olmasa da yetiştirme yurdu onayıyla buraya getirildi, dilerseniz onu dinleyelim.”

Bakışlarım, bahsedilen çocuğa doğru döndüğünde bütün sesleri bile susturan o şaşkınlığı hissettim. Sadece bir saniye göz göze geldiğimizde o çocuğu getirdikleri ve getirecekleri hali, yangını, yangından kurtuluşu ve her ne olursa olsun onun bir çocuk olduğunu hatırladım.

“Bebekken yetiştirme yurduna bırakıldım,” dedi çocuk boğuk bir sesle. Utangaç olduğu belliydi ama ne olursa olsun beni savunmaya gelmişti. “Ve altı yaşına kadar yetiştirme yurdunda kaldım, ardından bir aile beni evlat edindi, üç gün sonra ise Dergâh Merkezine yatırdılar.”

Çünkü o da bir denekti, çünkü o da Prometheus’un bir müridi olabilmek için eğitilecekti çünkü ne olursa olsun, onun da masum bir tarafı vardı. Üzerindeki tişört yırtılmıştı, konuşurken titriyordu ama çektiği her acıya rağmen benim yanımda olmak istemişti, şimdi nasıl olur da kendimden şüphe ederdim? Kendimden şüphe mi ediyordum?

Hayır, ben Prometheus değilim.

“Psikolojik rahatsızlığım olduğunu söylediler, orada birçok teste tabi tutuldum.” Uyuttular, diyemiyordu, işkenceler çektirdiler diyemiyordu çünkü korkuyordu. Hâlâ korkuyu hissediyordu çünkü ben de çok uzun zaman bu korkuyu hissetmiştim. “Herkes orada çok kötü durumdaydı ama en küçük olan bendim, bu yüzden beni kandırmaları çok daha kolaydı. Bir gün ölü bir fareyi kesmemi istediler, diğer gün ölü bir kediye bunu yapmamı söylediklerinde o merkezin korkunç bir yer olduğunu anladım. Bizi cani yapmaya çalışıyorlardı.”

Onlarca hayvanı o canilerin elinden kurtarmak için elimden geleni yaptığımı hatırlıyordum çünkü asla merhamet duyguları yoktu, nefes alan ve kalbi atan her şey onlar için bir denekti, bir araçtı.

“Zamanla psikolojik rahatsızlığım olmasa bile onu ortaya çıkardılar ve şimdi adını öğrendiğim zoofili yapmaya çalıştılar, hayvanlara ya zarar vermemi...” Nefesini verdiğinde bakışları bana döndü. Büyük bir minnetle. Gerçek bir minnetle. “O zamanlar bu abiyle tanıştım, berbat haldeydi fakat kötü bir adam değildi, bana kötü hiçbir şeyi yapmamam gerektiğini söyledi, sonra da beni kurtaracağını. ‘O zamana kadar sabırlı ol,’ dedi, ben de susup beni kurtaracağı zamanı bekledim. Ayrıca onun bulunduğu odadan bazen acı çığlıklar geliyordu; işkence çektiriyorlardı ya da olmaması gereken bir şeylere zorluyorlardı, bilmiyorum.”

Gözlerimi kapattığımda başka bir anının içindeydim ama bu kez silik değildi, her şey çok canlı bir şekilde karşımdaydı. Aç geçirdiğim dördüncü günün içindeydim, elime bir bıçak vermişlerdi ve karşımdaki orta yaşlı, elleri kolları bağlı, ağzı bantlanmış o adamı öldürmemi istiyorlardı. Öldürecektim ve karnımı doyuracaklardı, öldürecektim ve ödüllendireceklerdi.

Öldürecektim ve güzellikler beni bulacaktı.

Bunu istemediğimde o adamın sevdiğim herkese zarar verdiğini söylüyorlardı, adam çırpınsa da ve kaçmaya çalışsa da o adamın bu hayatta bir kıymeti olmadığını dile getiriyorlardı. Birinci gün inanmadım, ikinci gün inanmadım, üçüncü gün inanmadım ama dördüncü gün açlıkla beraber uykularımı da benden aldılar. Uyarıcı ilaçlarla gözlerimin daima açık kalmasını sağladılar, uyuşturucu maddelerle halüsinasyon görmeme neden oldular ve bunu yaparken günlerce o adamla beni baş başa bıraktılar.

Beşinci gün, nasıl olduğunu bilmediğim o beşinci gün hakkında hatırladığım tek detay, adamın yerde kanlar içinde yattığı ve ölü olduğuydu. Elimde bir bıçak tutuyordum; o bıçağı sıkıca tuttuğum yerde parmaklarımdan kanlar akıyordu. Nasıl öldürdüğümü hatırlamıyordum ama onu öldürdüğümü biliyordum.

Ve ben o adamı izlerken bir çello sesi odanın içini doldurmuştu, ölüm marşı çalıyordu. Ödüllendirildim, yemekler verdiler, alkol getirdiler ve uykularımı geri bana verdiler.

Bir katil olduğumdan artık eskisinden çok daha emindim çünkü geçmişin izleri, zihnimdeki bütün anıları canlandırmıştı. Belki de o adamın bir ailesi vardı, çocukları vardı, sevdiği bir eşi vardı fakat ben onun hayatına son vermiştim.

Ama hayır ben Prometheus değildim.

“Orası iğrenç bir yerdi, az önceki ablanın dediği yalan; kimsenin çıkışına izin verilmezdi. Deneklerden biri yangın çıkardı.” Gözlerimi açtığımda bakışları üzerimdeydi. Yangını benim çıkardığımı ikimiz de biliyorduk. “O yangında bütün alevlerin arasında bu abi beni gelip kurtardı, vücudunun bir kısmı da o esnada yandı.” Vücudumun sızladığını hissettim. “O zamanlar çok küçüktüm ama beni kurtaran kişiyi unutmam imkânsız. Bu
yüzden Prometheus olmadığına eminim.”

Yangının çıktığı gün, alevlerin arasında o çocuğun haykırışlarını duymuştum ve daha fazla yanma pahasına onu alevlerin arasından çıkarmıştım. Her yer cayır cayır yanarken bir çocuğu kurtarabilmek ruhumu temizlememiştim ama her şeye rağmen o çocuğun yaşadığını ve hemen karşımda olduğunu görmek beni iyi hissettirmişti.

“Elbette ki bunlar dosyalar yandığı için kayıtlı değil fakat çocuğun vücudundaki izlerin görüntüleri, doktor raporları hepsi elinizdeki dosyada mevcuttur sayın Hâkim. Bir çocuğun canını kurtaran adam, Prometheus olamaz.” Avukat kendinden oldukça emindi.

Gözlerim Minel’e doğru döndüğünde onun gülümseyerek bana baktığını gördüm, şüpheleri yok olmuştu, şimdi yeniden bana inanıyordu. Tamamen.

Fakat Minel, demek istiyordum, ben her şeye rağmen bütün dünyayı yaktığına gözlerimle şahit olsam dahi senin kalbinden şüphe etmezken sen benden nasıl bu kadar kolay şüphe duyabiliyorsun? Sen dünyayı yaksan bir sebebin olabileceğine inanırken sen neden bana hep inanmamayı tercih ediyorsun?

Göksel “Bu sadece bir manipülasyon!” diye bağırdı. “Orada hiçbir zaman denek olarak kullanılmadık; aksine, bizi iyileştiriyorlardı!”

Başımı önüme doğru eğdiğimde o an artık aklımdan geçen tek şey, hayatımın ve yaşadıklarımın bir kıymeti olmadığıydı. Azra Dinçer’e söz hakkı verilmiş, benim hakkımda bir şeyler anlatıyordu ama anlattıkları artık umurumda değildi.

Dün doğdum acı çektim, bugün yaşıyorum acı içindeyim ve belki de yarın acılar içinde ölecektim ve bu kimsenin umurunda değildi.

Kimse şu an Dergah Merkezi’nde yaşadıklarıma dikkat etmiyordu, sorgulanmasının tek nedeni ise masum olup olmadığım anlaşılsın diyeydi. Kimse beni bu hale getirenlerin hesabını sormuyordu, ellerim titriyordu, kalbim sıkışıyordu, nefesim kesiliyordu hatta vücudum sızlıyordu ama kimse bunları görmüyordu.

Avukat beni savunuyor, Azra Dinçer bağırıyordu. Avukat beni savunuyor, mahkeme salonundakilerle göz göze geldiğimde nefret eden bakışlarıyla karşılaşıyordum. Bu kadar insanın nefretini yeni kazanmamıştım, kendimi bildim bileli nefret edilen o kişiydim. Babam küçüklüğümden beri beni hiç sevmemişti, annemin sevdiğine inanırdım ama o yok olmayı tercih etmişti, arkadaşlarım hiç olmamıştı ve büyüdükçe yapayalnız kalmıştım.

Hiç sevilmemek bir süreden sonra alışkanlığa dönebiliyordu ama ilk kez, bu savaş meydanının ortasında kimsenin beni sevmediğinin ağırlığını omzumda taşıyordum ve o an fark ediyordum ki beni delirten aslında buydu. İnsanlara gülümsemiyordum çünkü insanlar bana gülümsememeyi öğretmişti, yere düşsem kimse kaldırmazdı, ben de kimseyi kaldırmamaya yemin etmiştim ama sonucunda yerde yatan bendim, herkes ayakta durmuş beni izliyordu.

Konuşulanlar artık umurumda değildi, insanların sevgisizliği beni ölüme itiyordu.

Bakışlarım Minel’e doğru döndüğünde onun hevesle avukata baktığını gördüm, Azra Dinçer’in söylediği her şeyi boşa çıkaracak bir savunmayla karşılık veriyordu ve bunları duyan Minel, gururla arkasında durduğu adamın aslında masum olduğuna inanıyordu.

Dakikalar sonra Gürkan, kürsüye çıktığında dikkatim tamamen ona yoğunlaştı. “Korel’le tıp fakültesinde tanıştık, o zamanlar sessiz bir adamdı ve ben de öyle olduğum için çok çabuk anlaştık fakat Korel bir süre ortadan kayboldu, geri döndüğünde ise vücudu yanık içindeydi, psikolojisi yerinde değildi. Bu kötü bir adam olmak değil, ben de bir doktorum. Gördüğüm kişi bitap düşmüştü. Tek istediği vücudundaki yanıkların geçmesiydi.” Çünkü insanlar benden korkuyordu, küçük çocuklar benden kaçıyordu ve insanların beni sevmeme nedenini yanıklarıma bağlıyordum. “Günlerce onu tedavi ettim, elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım fakat gördüğüm sadece yanık izleri de değildi, Dergâh Merkezinde ona işkenceler uygulamışlardı. Vücudunda kesikler vardı, o kesikler çok derindi. Ayrıca Korel büyük bir korku içindeydi, ufacık bir sesten bile irkilebiliyordu, küçük bir çocuk gibiydi.”

Bir keresinde Gürkan, karşısında çocuk gibi ağladığımı söylemişti. Bir keresinde de gece uyuyamadığım için Gürkan’ın odasına gidip koltukta uyuduğumu dile getirmişti. İkisini de hatırlamıyordum ama bir yanım, en kötü zamanlarımda Gürkan’a sığındığımı biliyordu.

Belki de onun dostluğu benim ölümümü geciktirmiş, hayata döndürmüştü. Kimsenin beni sevmediğine inandığım o zamanlarda sebepsiz, amasız ya da şüphesiz bir dostlukla Gürkan hep yanımda kalmıştı.

Ve ben, hiçbir zaman ona iyi bir dost olamamıştım, bunu da çok iyi biliyordum. Borcum vardı, minnetim vardı, Gürkan’a belki de hayatımı borçluydum ama bir kez olsun ona bunu hissettirmemiştim.

“Ölmek istiyordu, sayın Hâkim,” dedi Gürkan üzerine basa basa. “Çünkü çok yalnızdı ve kimse onu istemiyordu. Onu mahvetmişlerdi fakat bütün bunların ortasında bile benim canımı kurtardı.” Gürkan arkasını dönüp sırtını açtı, sol tarafındaki bıçak izi gözlerimin önündeydi. “Doktorluğumun ilk senesinde saldırıya uğradım, bir adam sadece randevusu beş dakika gecikti diye evime gelip beni bıçaklamaya çalıştı. İlk darbeyi gördüğünüz gibi sırtıma vurdu.” Gürkan sırtını kapatıp önüne döndü. “Sonraki darbe gelemedi çünkü Korel önüme geçip beni korudu ve benim yüzümden yaralandı. Eğer Korel olmasaydı canımdan olacaktım.”

“Önünüzdeki belgelerde o adamın itirafı mevcut,” dedi avukat. “Gerçekten Korel Erezli, Gürkan Birgöz’ü kurtarmaya çalıştı, bunu şu an hapishanede yatan o mahkûm da onaylıyor.”

“Bana karşı hiçbir zarar verme girişimini görmedim, senelerdir yanındayım ve onun arkadaşıyım.” Gürkan oldukça rahat bir şekilde konuşuyordu. “Ayrıca Azra Dinçer’le flört ettiğini de biliyorum, bundan bana bahsetmişti.”

Hayır, şu an yalan söylüyordu, ona hiçbir zaman Azra Dinçer’den söz etmemiştim, beni kurtarmak için yalana başvuruyordu. Her ne olursa olsun, benim o kötü adam olmadığıma inanıyordu.

“Prometheus’un işlediği bütün cinayetlerin gecesi ya da gündüzü Korel yanımdaydı,” dedi Gürkan ve yine yalan söylüyordu. “Yanımdan ayrılmadığı günler oldu, eğer Korel bin parçaya bölünmüyorsa o cinayetleri işlemesi de imkânsız.” Kaşlarım çatıldığında daha fazlasını yapmasını istemiyordum, bu kadarı yeterliydi çünkü kendi hayatı da artık tehlikeye giriyordu. “Bütün bunların dışında Korel de Prometheus’tan korkuyordu çünkü Prometheus’un direkt onunla savaşı olduğundan şüpheleniyordu. Bunu bizzat benimle paylaştı.”

Buradan çıkar çıkmaz, her ne şekilde olursa olsun, Gürkan’a bir dost gibi sarılacak ve ona her şey için teşekkür edecektim. Belki de ona tek dostum olduğunu söyleyecek, her şeye rağmen onun yanında olduğumu dile getirecektim.

Bir keresinde, alkolden gözümün önünü göremediğim ve kendimi sokaklara attığım o gün, Gürkan’a avazım çıktığı kadar beni öldürmesi için yalvardığımı hatırlıyordum. Elimde bir bıçak vardı, o bıçak bileğime yaslıydı, ya kendisi yapacak ya da bunu benim gerçekleştireceğimi söylemiştim.

O an, bir başkası belki kaçabilecekken yerdeki cam şişe parçasını almış ve o da bileğine yaslamıştı, eğer kendi canımdan vazgeçersem o da vazgeçeceğini söylemişti. Belki beni yaşatmak için bir blöftü belki de o an onun da gözü dönmüştü bilmiyordum ama yere dizlerimin üzerine çöküp bıçağı bırakmama neden olan da yine Gürkan olmuştu.

“Minel Karaer,” dedi hakim ve düşüncelerim bir baltayla kesilirken direkt gözlerim ona doğru döndü. Sıra ona geliyordu, ilk kez yanımda olacak, benim arkamda duracaktı. İlk kez bana inanacak, masum olduğumu dile getirecekti.

Oturduğu yerden kalkıp sakin adımlarla kürsünün olduğu yere doğru yürümeye başladığında gözlerindeki tedirginliği görebiliyordum. Elleriyle oynuyor arada sırada turuncu uzun saçlarını geriye doğru atıyordu. Kulağının arkasına sıkıştırıyor ve sonrasında nefesini verirken etrafı izliyordu. Tedirgindi çünkü korkuyordu, korkuyordu çünkü bütün gözler onun üzerindeydi.

Buradaydı çünkü benim içindi; burada olduğuna pişman olmaktan korkuyor muydu?

Turuncu uzun saçları, sayısını bildiğim çilleri, küçük boyu, gitgide zayıflayan vücudu, pembe dudakları, küçük burnu, kahverengi gözleri… Her şeyiyle benim hayatımın hem cenneti, hem de cehennemiydi.

“Size sorulan sorular hakkında, gerçeğe uygun cevap vereceğinize ve hiçbir şey saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz ve kutsal saydığınız bütün inanç ve değerler üzerine yemin eder misiniz?”

Yutkunduğunda bakışları salondaki herkesin üzerinde gezindi, babasının üzerinde ise daha fazla. Babasının bakışlarındaki anlamsız ifadeyi çözemiyordum ama onun buradaki varlığı beni rahatsız ediyordu. Minel, en sonunda derin bir nefes verip, “Bana sorulan sorular hakkında gerçeğe uygun cevap vereceğime ve hiçbir şey saklamayacağıma namusum, şerefim ve kutsal saydığım bütün inanç ve değerlerim üzerine yemin ediyorum,” dedi.

Onun bu cümleleri hem her şeyin başlangıcı, hem de sonu olacaktı bunu hissediyordum.

“Prometheus tarafından annemin kafası gövdesinden ayrıldı,” dediğinde en acımasız taraftan başlamıştı. Herkes kendi arasında konuşmaya başladığında onun benim yanımdaki varlığına şaşırdıklarını biliyordum. “Ablam da Prometheus tarafından katledildi, bir çocuk havuzunda bilekleri kesilerek.” Hâkim bile şaşkınlığını gizlemeyerek Minel’e bakıyordu. “Bütün bunların ardından şurada oturan adam, babam,” babasını işaret etti, “Prometheus tarafından esir alındı, ben öldü diye bildim.” Kurduğu her cümlenin ona ağır geldiğinin farkındaydım ama ne olursa olsun, benim için orada duruyordu.

Hayır, bu kez Minel benden vazgeçmeyecekti.
Vazgeçmeyecekti, öyle değil mi?

“Ve bütün bunlar olurken ben Korel’le çocukluk arkadaşıydım.”

Ve sen benim her şeyimdin, Minel. Her şeyimi kaybettiğimde bile her şeyim olarak kalmaya devam ettin üstelik.

Birçok ses geliyordu ama benim kulaklarım bir tek Minel’i duyuyor, bir tek onu dinlemek istiyordu.

“Kanıt var mı?” diye sordu hâkim, avukata.

“Yok,” diye cevap verdi Minel. “Çünkü tanışma hikâyemiz karmaşıktı fakat tek bildiğim, Korel’in o kadar cinayeti işleyemeyecek yaşta ve çeviklikte olduğu.”

“Tanıştığınızda Korel kaç yaşındaydı?”

“On altı, sayın hâkim,” dedi avukatım başını sallayarak. Minel bir cevap verememişti çünkü yaşımı bile hatırlamıyordu, emindim. Bana bakmıyor, benimle göz teması kurmuyordu.

“O yaşlarda ailemi katletmiş olamaz,” dedi Minel kendinden emin bir sesle. “Çünkü biz Korel’le tanıştığımızda henüz yanmamıştı, hep yanımda oluyordu, bana destekti.” Minel yutkunduğunda aklından her ne geçiyorsa ona ağır gelmeye başlamıştı, görebiliyordum. Kekeleyerek bir şeyler söyledi ardından önüne koyulan sudan birkaç yudum içti. Eli alnına doğru gittiğinde ve yavaşça ovuşturduğunda yüzünün buz kestiğini görebiliyordum.

Hayır, Minel, şimdi değil, şimdi beni yalnız bırakamazsın.

“Nasıl tanıştınız?” diye sordu hâkim.

“Dönme dolapta,” dediğinde kalabalıktan alaycı gülümsemeler işittim, Minel ise ellerini yumruk yapıp geri açıyor, bulunduğu konuma geri dönebilmek için sanki ekstra çaba sarf ediyordu.

Dönme dolapta.

“Sözü devralmak istiyorum, sayın Hâkim,” dedi hızlıca davacı taraftaki savcı fakat benim gözlerim Minel’den ayrılmıyordu, o ise hâlâ bana bakmıyordu; bir kez baksa belki de onu düştüğü çukurdan çıkarabilirdim ama o bana bakmıyorken ben çoktan kaybetmiş gibi hissediyordum, bunu bilmiyordu.

“Minel Karaer, psikolojik rahatsızlıkları olan bir kadındır,” dedi savcı hızlı bir şekilde. Sanki onun daha fazla konuşmasını engellemek istiyormuş gibiydi. “Önünüzdeki raporlarda Göksel’le olan tartışmasını görebilirsiniz ve o tartışmadaki şahitlerin ifadelerini de. Aleni şekilde Göksel’e arkadaşıyla beraber saldırmıştır.” Savcı nedeni belirsiz bi şekilde büyük bir imayla bana baktı. “Arkadaşı Büge şu an aramızda değil çünkü suçunu biliyor olmalı.”

“Yorum katmayın,” dedi hâkim.

“Minel Karaer’in Anekdot Merkezine gidiş nedeni, hayatının belirli bir kısmını hiçbir şekilde hatırlamıyor oluşu.” Gözlerim yeniden Minel’e döndü, bakışları bir noktaya kilitlenmiş sanki aramızda değil gibiydi.
“Korel Erezli de o hatırlamadığı kısımlarda Minel Karaer’in hayatına dahil olmuştur, ailesi de öyle. Tanışma hikâyelerini doğru söyleyip söylemediğini bilemeyiz ama Minel Karaer’e güvenmemiz imkânsız.”

Minel yavaşça öne arkaya hareket etmeye başladığında ve elleri yavaşça saçlarına gittiğinde konuşulan hiçbir şeyi duymadığını bile düşünüyordum. “Minel,” diye fısıldadım, belki de bu zamana kadar duyabileceği en büyük yardım çığlığımdı ve bir fısıldayış olarak ağzımdan çıkmıştı. O fısıldasa duyardım fakat o beni duymadı.

Oradaydık, seneler öncesiydi, elimi tutuyordu ve ona benim Prometheus olduğumu söylemişlerdi. Her zamanki gibi inanmak istememişti ama bir morga götürdüklerinde ve annesinin ölü bedenini gösterdiklerinde onun artık bana inanması için hiçbir nedeni kalmamış gibiydi. Sıkıca elini tutarken o elimi bırakabilmek için beni yaralamıştı, avcumun içinde hâlâ izi duruyordu fakat şimdi bırakacağı iz, sadece elimde olmayacaktı, bunu biliyordum.

Yapma bunu Minel, demek istiyordum ona. Bir kez daha yapma çünkü eskisinden daha güçsüzüm, daha yalnızım, köşeye sıkıştım; insanlar ölmemi istiyor, sen yaşamamı istediğin için yaşıyorum, bir kez daha vazgeçme benden. Onlara inanma.

“İmkânsız olmasının nedeni ise beşinci dosyada mevcut, sayın Hâkim,” dedi savcı. “Kendisi bir yandan epilepsi rahatsızlığıyla savaşması haricinde annesi gibi şizofreni rahatsızlığıyla da baş etmektedir. Elinizdeki dosyalarda bu mevcuttur, iki gün önce akli dengesi yerinde değil raporu Minel’in babasına iletilmiş ve vekili tamamen babası olmuştur.”

Tek bir kurşun. Tek bir kurşun şu an tam şakağımdan vurduğunda ayakta durmaya ve yaşamaya devam ediyordum ama her şeyin gerçekten son bulduğunu anlamak zor değildi. Gözlerim Minel’den babasına doğru kaydığında, bakışlarındaki o çaresizliği ve yenilgiyi gördüm.

Babası bizden vazgeçmişti ve ihanet etmişti.

“Ben şizofren değilim,” diye mırıldandı, Minel. Bütün o gürültülerin ortasında onun dudaklarını okuyarak ne demek istediğini anlamıştım. “Değilim,” dedi bir kez daha fakat şüphe içerisindeydi ve o an fark etmiştim ki Minel sadece benim konumda değil, her konuda şüpheye düşebiliyordu.

Konu kendisi olsa bile.

Çünkü hayat onunla öyle bir oynamış ve oynamaya devam etmişti ki yaşadığı her şeyin kendi hayal dünyasında olabileceğini bile düşünmeye başlamıştı.

Dakikalar sonra gözleri bana doğru döndüğünde bütün gürültüler sanki sustu, insanlar mahkeme salonunda değildi ve sadece ikimiz vardık. Bana ben gerçek miyim, diye sorguluyormuş gibi baktığında gözleri acıyla dolmuştu. Başını iki yana salladı artık şüpheleri benim için değil, kendisi içindi.

“Bazen annem gibi olmaktan korkuyorum, Korel,” demişti, yaşı bu cümleyi kuramayacak kadar küçüktü ama yaşadıkları onu büyütmek zorunda kalmıştı. “Bazen her şeyin bir hayalden ibaret olmasından çok korkuyorum. Biz küçükken bazı günler annemin ilaçlarını içtiğim bile olurdu çünkü kötü yaşadığım her şeyin bir hayal olabileceğini düşünürdüm ve bunu isterdim ama şu an artık korkuyorum.” Gözleri bana dönmüş, umutla bana bakmıştı, kolay kolay gözlerine umut dolmazdı ama o gün kalbinden taşan umudu bile hissetmiştim. “Çünkü seninle tanıştıktan sonra birçok şey güzelleşti, bütün bunlar hayal olursa çok üzülürüm.”

Gülümsemiş ve sonrasında “Ben bir hayal değilim ve hiç olmadım,” diye mırıldanmıştım.

“Beni kandırmıyorsun değil mi?”

“Asla.”

Derin bir nefes vermiş ve önüne dönmüştü. Bahçedeydik, yerlerde papatyalar vardı onlardan bir tanesini almış, yaprakları yavaşça koparıyordu. “Bir hayal olsaydın bile hiç gitmeni istemezdim sanırım,” demişti sessizce. “Çünkü sen benim tek arkadaşımsın.”

O an, kendimi tutamayarak “Ya bir gün hayal olmamı istersen?” diye sormuştum.

Minel’in parmakları son yaprağın üzerinde duraksadığında bakışları bana doğru döndü ve kaşları çatıldı. “Her ne olursa olsun, hayatım boyunca asla böyle bir şey istemeyeceğim.” Son yaprağı kopardı ve sapını bana uzattı. “Ve hayal değilmişsin, papatyalar öyle söylüyor.”

Gülümsediğimde bir papatyayı daha kopardım ve kulağının arkasına sıkıştırıp yüzüne baktım. “Bütün dünya hayal bile olsa sen ve ben gerçeğiz, Minel. Bir gün şüpheye düşersen eğer bu anı hatırla, bir hayal sana bir papatya hediye edemez.”

Sanki Minel de bu anıyı hatırlamış gibi “Korel Prometheus değil, o hep benimleydi, birini öldürmüş olamaz, buna inanmıyorum!” diye haykırdı. “Hayır!” Bakışları sert bir şekilde babasına döndü. “Bir şeyler söylesene! Ben annem gibi değilim!” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında bulunduğum yerden ayrılmak için öne doğru bir adım attım fakat polisler önüme geçtiğinde asla ona ulaşamayacağımın farkındaydım. “Benim akli dengem yerinde!” diye bir kez daha haykırdığında o da bana ulaşmak için adım attı fakat memurlar onu engellemek üzere önüne geçti ve sonrasında kollarına girdiler. Minel ağlayarak ve çırpınarak “Ben şizofren değilim!” diye bağırdığında vücudumun acıdan titrediğini hissediyordum.

Tekmeler savuruyor, kendini kurtarmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. İlk kez Minel’in bu savaşına şahit oluyordum.

“O Prometheus değil!” diye haykırdı bütün gücüyle. “O beni de yangından kurtardı, onu kullandılar, denek olarak kullandılar! Onu boğdular.” Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken, “O Prometheus
değil!” dedi bütün inancıyla. “Bu kez değil, hayır, Korel!” Onu şahit tarafına doğru çektiklerinde Minel’in vücudu titriyor, ayakta duramayacak kadar kötü bir halde bağırmaya devam ediyordu. Nefes alamıyor gibiydi ama hâlâ beni savunuyordu. “Bana hiçbir zarar vermedi! Ablama, anneme o zarar vermedi!” Bakışları acıyla babasına döndü ve sonrasında kendisine vurmaya başladı. “Baba!” diye bağırdı. “Söylesene!
Seni Prometheus’un elinden Korel’in kurtardığını söylesene!”

Herkesin büyük bir inançsızlıkla bana baktığı bu yerde, ilk kez senin gözlerinde inanç görüyorum, Minel. Beni yalnızca biz durdurabilir ve eğer bu kez senin için masumsam kendimi de artık affedebilirim. Suçum ne bilmeden üstelik.

Artık her şeyin farkındaydım, bu davadan ben suçlu çıkacaktım ve Prometheus olduğuma kanaat getirilecekti. Büyük bir tiyatro dönüyordu ve bu tiyatronun asıl sahibi, Prometheus’tu.

Sadece bir anlık gözlerim Korhan’a döndüğünde bakışlarını bir an bile olsun kaçırmadan beni izlediğini gördüm. Çenesi havada, bakışlarında o kibir, sakin ve bir o kadar da kendinden emin. Belki de burada yardım isteyebileceğim tek kişi oydu ama onun bana yardım etmeyeceğini çok iyi biliyordum çünkü hayatımız boyunca beni hiç sevmediğini şimdi bakışlarıyla asla gizlemiyordu.

Bu kez rol yoktu, o Korhan Erezli’ydi ve Korel Erezli’yi yenmişti, ne şekilde olursa olsun. Ama içimden bir ses, bir gün benim de onu yenebileceğimi söylüyordu.

Gözlerim bu kez de avukatıma döndüğünde benden bir hareket beklediğini biliyordum, tek bir hareketimle buradan kurtulabilir ve her şeyi geride bırakabilirdim ama o dakikalar içerisinde son kez başımı çevirip baktığım yüz Minel olduğunda köşede nefes nefese ve acıyla beni izlediğini gördüm. İnançla. Gözlerinde çok büyük bir inançla.

Onun bana inancı olduğu sürece ne kaçardım, ne ölürdüm ne de vazgeçerdim; savaşmak gerekiyorsa savaşırdım, Prometheus olmadığımı kanıtlamam gerekiyorsa kanıtlardım, iyi bir insan olmam gerekiyorsa bütün savaşları verir yine de iyi bir insan olurdum.

Artık kürsüye kimi çıkardıkları umurumda bile değildi, gözlerim Minel’den bir an bile olsun ayrılmıyordu. Evdeki yardımcı kadını çıkarmışlardı, yanmıştı ve onu benim yaktığımı söylüyordu. Umurumda değildi, Minel hâlâ bana büyük bir inançla bakıyordu.

Umurumda değildi, bütün dünyanın gözünde cani olabilirdim ama onun gözünde ilk kez Minel’in Korel’iydim, başka hiçbir şey sorun değildi.

Kürsüye doğru Minel’in babası ilerlediğinde, Minel’in gözlerinde neşe canlandı, hâlâ bir yerlerde babasına güveniyordu ve ne yazık ki çok pişman olacaktı.

“Ben Doğuş Karaer,” dedi yüksek sesle. “Ve senelerce Prometheus’un elinde esir tutuldum, onu en iyi tanıyan kişi benim.” Parmaklarım yeniden önümdeki kürsüye tutunduğunda bir kez olsun haksız çıkmak istiyordum, bir kez olsun Karaerlerden birisinin beni sırtımdan bıçaklamamasını istiyordum. “Vücudumdaki izleri ve psikiyatrist raporlarımı tarafınıza ilettim. Hepsi kanıt niteliğindedir.” Doğuş Karaer büyük bir nefes verdi. “Prometheus’un yüzünü gördüm, onun kim olduğunu en iyi ben biliyorum.”

Hâkim tek bir soru sordu: “Prometheus, Korel Erezli mi?”

Onu kurtardığım gün geldi aklıma. Eskişehir’de Prometheus’un inindeydik ve onu seneler sonra tutsak olduğu yerden kurtarmıştım. Hayatını, canını ve hatta kızının varlığını bile bana borçluydu, biliyordu.

Fakat yine şaşırtmadı. “Evet,” dedi tam gözlerimin içine bakarak. “Prometheus, Korel Erezli.”

Minel acıyla haykırdığında neredeyse tahta kürsü parmaklarımın ucunda unufak olacaktı, öfke, nefret ve kin bütün damarlarımda gezinmeye başlandığında yeniden o siren seslerini duydum, yeniden ellerime sanki kan bulaştı ve bu kez bütün o güzel duygular yok oldu. Zihnimin gerisinde çığlık çığlığa bağıran bir erkek çocuğu vardı fakat hemen yanında dimdik duran ve bütün insanlıktan intikam almak isteyen bir adam sanki onu koruyordu.

Hepsi bendim, hepsi aklımın içindeydi.

“Bu zamana kadar susmamın tek nedeni, kızımla beni tehdit etmesidir,” dedi Doğuş Karaer. Hayır, aksine kızını hep korumuştum, bunu çok iyi biliyordu. “Senelerce beni yanında tuttu ve bunu yaparken kendisi olmadığında bile bir adamını yanıma gönderdi. Sürekli karşımda gördüğüm maskeli adamlar değişti ama Prometheus’u sesinden, adımından hatta nefesinden bile tanıyacak duruma geldim. Prometheus’un Korel Erezli olduğuna adımın Doğuş Karaer olduğu kadar eminim.” Doğuş, Minel’i işaret etti. “Ayrıca kızımın akli dengesi uzun zamandır yerinde değil, Korel Erezli bunu da kullandı ve onun zihniyle oynamaya başladı. Geçirdiği bütün ataklar Korel’in yanında olmuştur.”

Korkuyla Minel’e döndüğümde o hâlâ büyük bir güvenle “Hayır!” diye bağırıyor, bana inanmayı tercih ediyordu.

Hayır, Minel, ben Prometheus değilim, hayır ne olursa olsun, sana zarar vermem.

“Prometheus’un bir tarikatı var,” diyen Doğuş, artık bazı noktalarda doğruları konuşmaya başlamıştı. “Ona inananlardan oluşturduğu bir topluluk ve çoğu aramızda. Korel’in en büyük tehdidi, eğer onun kim olduğunu bildiğimi söylersem tarikatıyla bile ailemi mahvedeceğiydi.” Doğuş’un nefret dolu bakışları bana döndüğünde başıma şiddetli bir ağrı girmişti. “Bir ailem kalmadı, yanımdaki tek kişi kızım ve ona zarar vermesinden hâlâ korkuyorum.”

Mahkemenin içinden küfür sesleri yükseliyor, sandalyelerde oturan insanları durdurabilmek artık zorlaşıyordu. Hepsinin tek istediği benim canımı almaktı fakat ben artık gitgide bütün duygulardan uzaklaşmaya başlamıştım; tek bir duygu vardı, Minel’e duyduğum o güven. Eğer onu da kaybedersem kendimi bir daha asla bulamayacağımı düşünüyordum.

“Size sunabileceğim çok sayıda kanıt elinizdeki dosyalarda mevcuttur sayın Hâkim ve tüm sorularınıza yanıt vereceğime emin olabilirsiniz. Geçmişte ailem gazetelere manşet oldu, Prometheus tarafından katledilen kızım kayıtlarda var. Ben kanıtsız değilim, ben tamamen bütün kanıtlarımla karşınızdayım. Bu çocuk, Korel Erezli, kendini Tanrı sanan bir seri katil.”

Zihnimin içi sanki kanla dolu bir havuzdu ve güzel kalan iki şey vardı, birisi zihnimin gerisinde kurtarılmayı bekleyen o erkek çocuğu ve ikincisi her şeye rağmen bana inanmaya devam eden Minel Karaer.

Bir keresinde çocukken annemden bana bir kez olsun sarılmasını istemiştim ve o an bana sarılmak yerine saçlarımı okşayıp kulağıma doğru “Böyle istekler güçsüzlüktür, Korel,” demişti. Şimdi zihnimde yardım bekleyen o çocuk, benim çocukluğumdu ve tek istediği birinin ona gerçekten sarılmasıydı.

Bir keresinde çocukken babama beni neden sevmediğini sormuştum ve o da bana “Sevilmek için o sevgiyi hak etmen gerekir,” demişti. O günün ardından babam beni sevsin diye her yolu denemiştim ama beni kandırdığını çok başarılı olmama rağmen yine de ona yetemediğimde fark etmiştim. Şimdi zihnimin gerisindeki erkek çocuğu sevilmeyi istiyordu, her şeye rağmen.

Bir keresinde abim Korhan’a beni neden korumadığını sormuştum, o ise aşağılayarak bana bakıp “Muhtaç olduğun kişi ben olduğum için çok pişman olacaksın,” demişti. Şimdi o erkek çocuğu korunmayı bekliyordu ama kimse onu korumuyordu.

Ve şimdi zihnimin gerisinde bütün kötülüklerden beni koruyan erkek çocuğunu canlı tutabilen tek kişi Minel Karaer ve onun gözlerindeki inançtı.

Babama, anneme ve Korhana başka şanslar vermemiştim ama Minel’e binlerce daha şans verebilirdim.

Hâkim’in olduğu yerde hareketlenme gerçekleşti ve birisi gelip acil bir şekilde onun kulağına bir şeyler fısıldadı.

Hakimin yüzünde ciddi bir ifade oluştuktan sonra boğazını temizledi ve yanındaki memura bir CD uzattı ardından avukatıma dönüp, “Dün sabaha karşı müvekkilinizin nerede olduğu hakkında bilginiz var mı?” diye sordu.

“Benimleydi!” diye bağırdı Minel gür bir sesle fakat onu kimse umursamamıştı çünkü söylediği hiçbir cümlenin yasal olarak bir geçerliliği olmayacaktı, akli dengesinin yerinde olmadığı düşünülüyordu.

“Bir bilgim yok sayın Hâkim,” dedi avukat bana dönüp. “Kendisine sormamız daha doğru olacaktır.” Hâkim başıyla izin verdi. “Dün sabaha karşı neredeydin?” diye sordu avukat bana. “Ve kanıtların var mı?”

Vereceğim hiçbir cevabın onların nezdinde bir geçerliliği olmayacağından çok emindim ve artık bir cevap verecek halim bile yoktu. Sesleri, zihnimi, kargaşayı hatta çığlıkları susturamıyordum.

“Korel,” dedi avukat bir kez daha. “Dün sabaha karşı neredeydin?” Sustum ve belki de vereceğim her cevap, Minel’e de zarar verecek diye susmaya devam ettim. Onunlaydım, konserdeydim. Biz birlikteydik ama o benimleyken yeterince zarar görüyordu, daha fazlasını da istemiyordum. “Şu an susma hakkını kullanıyor, sayın Hâkim.”

Hakimin gözlerindeki öfkeyi çok net bir şekilde gördüğümde eline projeksiyon cihazının kumandasını aldı. “Sabaha karşı Prometheus bir cinayet daha işledi.” Mahkeme salonundaki herkes ayaklandı ve şiddetle bağırmaya başladılar. “Ve kurbanın bir kadın olduğu söyleniyor.”

Oyunun sonu, zihnimdeki labirentin başlangıcı. Şimdi her şey yeniden başlıyordu, bunu biliyordum.

“Görüntülerin sadece bir kısmını izleyebileceğiz,” dedi hâkim. “Çünkü Prometheus ilk defa bir video görüntüsünde kendini belli ediyor.” Salondaki projeksiyon cihazı yeniden açıldığında hangi görüntülerin beni karşılayacağını bilmiyordum ama son bir kez, Korhan’ın yüzüne dönüp baktığımda yüzünde silik bir tebessümle beni izlediğini gördüm.

Görüntülerde bir çocuk parkı vardı, sabaha karşıydı, MOBESE kayıtlarından alınmış olmalıydı ki görüntüler karıncalıydı fakat neyin ne olduğu açıkça görünüyordu. Çocukların oynadığı kaydıraklar, parkın yanındaki ağaçlar, minik oyuncaklar…

Görüntüler yavaşça sağa doğru kaydığında ve salıncak göründüğünde salonun içinden korku dolu çığlıklar yükselmeye başladı. Bir kadın salıncağın ortasında boynundan asılmış, üzerinde pijamalarıylaydı. Öldüğü çok açık bir şekilde belliydi ama dengemi sarsan o tanıdığım yüzdü.

Bu yüz Büge’ye aitti.

Gürkan’ın acı dolu haykırışı, zihnimdeki sesleri susturacak kadar yüksekti ve Minel’in acı dolu çığlığı olduğum yerde sarsılmama neden olmuştu.

Benim bu hayattaki çabalayan ve vazgeçmeyen tarafım, hayallerini gerçekleştirmek isteyen Büge ölmüştü, hem de en acı verici şekilde ve şu an bu kürsüde duran sadece bendim. Büge ölmüştü, öldürülmüştü; dönüp Gürkan’a bakamadım bile çünkü haykırışları yüzüne bakamayacağım kadar kötü bir durumda olduğunu gösteriyordu.

Ben aşık oldum, Korel, demişti Gürkan çok içtiğimiz bir gün keyifle. Maalesef Büge’ye aşık oldum, ya o beni delirtecek ya da ben onu akıllandıracağım, bilmiyorum ama onunla delirmek bile güzel olur diye düşünüyorum, bu hissin adı aşktır değil mi?

Hayatında ilk kez aşık olmuştu, ilk kez baba olma duygusunu tadacaktı fakat Büge ölmüştü.

Kamera yavaşça banklara doğru döndüğünde orada oturan adamı gördüm, sırtı dönüktü ve çello çalıyordu. Ölüm Marşı çaldığından çok emindim, kulaklarımda sadece o ritim vardı.

Fakat başka bir kamera açısıyla adam göründüğünde sanki son kez kalbimi attıran o görüntüyle karşılaştım. Yüzünde Joker makyajı vardı ve kendini gizliyordu fakat ben de Minel de biliyorduk ki dün Joker makyajını konsere giderken yapan bendim.

O an bir an bile şüpheye düşmeden, bütün çığlıkların acıların ve korkuların ortasında Minel’in gözlerinin içine baktım ve onun da bakışları bana doğru döndü.

Ve o an gördüm; gördüklerim zihnimdeki o erkek çocuğunu öyle bir susturdu ki öldüğünü bile düşündüm. Öldüğümü bile düşündüm. O çocuğun Minel tarafından öldürüldüğünü hissettim; ateş değil, su değil, bıçaklar değil, silahlar değil. Onu öldüren Minel olmuştu. Bir kez daha yaşarken öldüğümü hissettim çünkü Minel’in gözlerinde sadece ve sadece inançsızlık vardı. Ve o inançsızlık benim çocukluğumun katiliydi. Başını iki yana salladığında bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha onun tarafından terk edilmiştim.

Tam o anda zihnimde öyle büyük bir yangın çıktı ki, dün gece neredeydim unuttum, ben kimdim unuttum, bu insanlar kimdi unuttum; tek istediğim acımasızlıktı, tek istediğim ölümdü ve tek istediğim intikamdı. İçimdeki o karanlık öyle bir çepeçevre beni sardı ki, belki de inançla bakmaya başlasa bile asla bana ulaşamayacaktı.

Sanki yerde çocukluğum ölü bir şekilde yatıyordu ve ben de onu bir mezarın altına gömüyordum veya kan dolu havuza atıyordum belki de cayır cayır yakıyordum bilmiyordum ama tek istediğim bütün bunlardan kurtulmaktı.

Minel Karaer bir kez daha beni yüzüstü bırakmış, bana inanmamıştı. Eğer o bana inansaydı o çocuk yaşardı, biliyordum. Eğer o benim ellerimden tutmaya devam etseydi ben her şekilde yoluma devam ederdim, biliyordum.

Minel, eğer sen bana inansaydın, ben ölmeyi bu kadar arzulamazdım.
Ve Minel, eğer sen bana inansaydın, yemin ederim ki masumiyet için savaşırdım.
Ama şimdi masumiyet çok uzak, hissediyorum, boğuluyorum, ellerim karıncalanıyor, kendimi kaybediyorum.
Minel ben yok oluyorum.
Ben kendimi kaybediyorum, karanlığın beni hapsettiğini hissediyorum.
Ben kör oluyorum, ben duymuyorum.
Minel, ben ne seni, ne de kendimi artık affedemiyorum.

“Vive con esperanza,” dedim kendi kendime. Umutlu yaşa demekti, bu kendimi kaybetmeden önce kurduğum son cümleydi. Bu Korel Erezli kaybolmadan önceki son cümlesiydi.

Sonrasında mahkeme salonunda arbede yaşandı ve sandalyeler havada uçuştu fakat tek hatırladığım pencereye doğru koştuğumdu. Kimse umurumda değildi, önüme çıkan herkesi yıkıp geçebilirdim çünkü çoktan yıkılmıştım. Gözlerim kararmış sanki ruhum ateşiyle başkalarını yakmak istiyordu.

Kaç saniye ya da kaç dakika sonra kendimi o pencereden aşağıya atmıştım bilmiyordum ama karanlık beni tamamen içine hapsetmeden ve kan dolu havuza atlamadan birkaç saniye önce bile hatırladığım tek yüz, Minel Karaer’e aitti.

“Ame con esperanza... Perdi con verdad,” diye fısıldadım bu kez. Bu fısıldayış bana ait değildi, bu kişi ben değildim, ellerimdeki kan bana ait değildi. “Ame con esperanza,” dedim bir kez daha. “Perdi con verdad.” Gülümsediğimde gökyüzüne doğru baktım, güneş oradaydı ve onu ben yaratmıştım. Onun ateşi, benim ruhumun ateşiydi. “Umutla sevdim,” dedim cümlenin Türkçesini söyleyerek. “Gerçekle kaybettim.”

İçimde ne olursa olsun beni daima korumaya ve kurtarmaya çalışan erkek çocuğunu tamamen öldüren cümle de buydu çünkü o cümleyi yine çocukluğum yazmıştı ve bu cümleyi yazdığında bir gün aynı hisleri yaşayacağını bilmiyordum.

Hayır, ben Korel Erezli değildim.
Evet, ben Prometheus’tum.