Korel E. Erezli
Mahkemeye beş gün kala...
Güçlü bir hafıza ağır bir cezadır, demiş ünlü bir şair. İyi anıları nadiren, kötü anıları sıklıkla hatırlatır.
Çok güçlü bir hafızam vardı. Hayatımdaki her anı, bayıldığım anlar hariç, her detayına kadar hatırlayabiliyordum. Hatırlamak da değil sadece; o yerin kokusunu alabiliyordum, o yerin sıcaklığını hatırlıyor, o yerdeki sesleri işitebiliyordum ve bunların hepsi birer cezaydı.
Ama tek ceza bundan da ibaret değildi.
Orhan Kemal bir konuda haksızdı. İyi anıları nadiren hatırlamazdım, iyi anılarım zaten azdı; bu yüzden sürekli kötü anılar dönüp dururdu.
Üç yaşımdan sonrası hep aklımdaydı. Babamın beni hiç kucağına almadığını hatırlayabiliyordum mesela ya da annemin mama yapmaya üşenip bakıcıların kollarına bıraktığını. O yaşlarımda Korhan yoktu, annemin sonradan söylediğine göre yatılı okula gitmişti ama şimdi anlıyordum ki Korhan bana olan nefretinden aslında o zamanlar evde bulunmak istememişti.
Altı yaşımdan sonra babam beni dövmeye başladı. Uyguladığı şiddet öyle hafif de değildi. Altı yaşındaki bir çocuğun kaldıramayacağı türdendi. Sokaktaki çocuklar bilyemi çalıp beni dövdükleri için eve gidince bir de babamdan dayak yemiştim, Korhan tek kalan bilyeme el koymuştu, o gün bir parmağım kırılmıştı. Annem kurtarmamıştı; zaten ben ne zaman yardım istesem kimse koşmazdı.
Biraz daha büyüdükten sonra okuldakiler tarafından dışlanmaya başladım, nedenini anlayamıyordum ama şimdi dönüp baktığımda, evde gördüğüm şiddetten ötürü onlara durmadan şiddet uyguladığımın farkına varmıştım. Sevginin dilini şiddet sanıyordum belki ya da konuşmak için bir adım attığımı, bilmiyordum.
Öndeki kızın saçını kesiyor, yan taraftaki çocuğun ayakkabılarını birbirine bağlıyor, diğerinin kolunu kalemtıraşla kesiyordum.
Şiddet arttıkça babam okula çağrıldı, eve döndüğümüzde ise çözüm yine şiddetle oldu.
"Değişeceksin, diyordu babam, "beni rezil etmekten vazgeçeceksin." Bunu yaparken bacaklarıma sopalarla vuruyordu. Korhan oradaydı, kapının köşesinde, omzunu yaslamış bizi izliyordu. "Kurtar," diyordum, kılını kıpırdatmıyordu. Babam gittikten sonra yanıma çöküp aptal olduğumu, uslu durmam gerektiğini söylüyordu.
Yaralarımı kendim sarıyordum, annem yine umursamıyordu ama onu çok seviyordum. Beni eğer o gün mutluysa sevebiliyordu, her şeye rağmen. Bazen saçlarımı okşuyordu, bazen sarılıyordu, bazen ödevlerime yardım ediyordu.
Bir keresinde, "Babalar çocuklarını bu şekilde mi sever, anne?" diye sormuştum ona.
"Babalar çocuklarını sevmez," diye saçma bir cevap vermişti ama aklıma öyle bir kazınmıştı ki sonradan gördüğüm her babanın çocuğunu sevmediğini düşünmeye başladım.
Bir süre sonra sakinleştim, değiştim, babamın istediği gibi oldum ama asıl zararı kendime vermeye başladım. Şiddetim kendimeydi. İlk önce kalemtıraşla görünmeyecek yerlerimi kesmeye başladım; bacaklarımı, karnımı, sonra umursamadım, görünen yerlere geçtim. Her kesikte haz aldım, sakinleştim ve sonra fark ettim ki sakinleşirken kendimi mahvetmiştim.
Bunu Korhan'ı odada, yerde kanlar içinde bulduğumda fark etmiştim. İlk gördüğümde sandım ki o da kendine zarar veriyor ama hiç hareket etmeyip kanın fazlalaştığını gördüğümde bunun intihar olduğunu anladım. Küçük de değildi, büyüktü ve intihar etmişti.
Doktor birkaç dakika geç kalsak öleceğini söylemişti. En mutlu olan bendim yaşamasına, annem umursamamıştı, babam ise neredeyse daha erken kurtarmadım diye orada beni dövecekti bile.
Korhan'ı oradan kurtarışımın ardından aramızdaki o duvarın incelmesi hatta kırılması gerekirken daha da kalınlaştı. Kendini âciz gördüğünden olsa gerek, bana üstünlük taslamaya başladı hatta kendime zarar verirken beni ilk yakalayan da o olmuştu.
Bir an bile düşünmeden anneme değil babama söylemişti beni. Küçüktüm, bir hastaneye kapattılar beni. Yedi gün boyunca bir odanın içinde kaldım, duvarlarla konuştum, bir yatak ve tuvaletten başka hiçbir şey yoktu ama çıktığımda ne kendime zarar vermekten vazgeçmiş o çocuktum ne de iyileşmiştim.
Sadece daha iyi rol yapmaya başlamıştım ve daha fazla mahvolmuştum.
Zamanla daha fazla içime kapandım, bu kez kimseye zarar vermemek bir yana, görünmezi oynadım. Ders çalıştım, kitaplar okudum, insanları görmezlikten geldim; birkaç sene de öyle geçti.
Bütün bunlar olurken ise tedavi olduğumu sandılar ama ben ilaçlarımın hiçbirini almadım. Ve o sırada Minel'le tanıştım.
Dönme dolabın vagonunda ben yine onu tanıyorken ama o beni "gerçekten" tanımıyorken karşılaştık. Benden küçüktü, acı içindeydi ve ölmek istiyordu.
Acı içindeydim ama ölmek istemiyordum, aksine tutunacak birini bulmuştum. Benden daha kötü haldeydi. O gün kendime bir söz verdim, Minel'i kurtarmak için ve hayatıma umut doğdu. İlk lunaparkıma onunla gittim, ilk dondurmamı onunla yedim, ilk denizime onunla girdim, ilk korku filmimi onunla izledim.
Onunla tanıştıktan sonra kendime zarar vermedim çünkü verseydim onu kurtaramazdım. Onun bana ihtiyacı vardı, benim de ona ve bu aşk değildi, hiç olmamıştı. O yaşımızda bunu aşk diye nitelendiremezdim.
Minel benim ailemdi, ben onun ailesiydim. En doğru tanım bu olurdu.
Orhan Kemal'in bahsettiği iyi anlar, Minel'le geçirdiğim anlardı çünkü onunla olan adamı çok seviyordum; hayata daha bağlıydı, daha hevesliydi. Fakat bu da çok uzun sürmedi.
Onu benim elimden aldılar, beni ise denek yaptılar. Tam altı ay bir hücrede tutuldum ve türlü işkencelere maruz kaldım, bu işkenceler ise fiziksel değil ruhsaldı.
Bir kadavrayı parçalamamı istediler, parçaladım. Bir kalbi çıkardım, bir beyni yerinden söktüm, bacakları kopardım, kolları kestim. Defalarca bunu tekrar ettirdiler, zamanla can çekişen insanları önüme getirdiler. Hissiz bir şekilde buna devam ettim.
Belki aileleri vardı, belki çocukları, belki de iyi insanlardı ama görevimdi; bunu yapmadan kurtulamazdım.
Ta ki Minel beni boğdurana, unutmak isteyene ve tamamen yok edene kadar.
Aynı binanın içinde olduğumuzu bile o an fark etmiştim, bizimle dalga geçiyor olmalılardı. Aramızda sadece iki kat vardı, ona iki kat altımda beni unutturmaya çalışıyorlardı, bana ise işkenceler çektiriyorlardı.
Benim gibi birçok denek zamanla ölüyordu, ölmeyenler ise istenen şekillere bürünüyordu.
Küçük çocuklar vardı, onları bile yönetiyorlardı. Öyle ki o yönettikleri insanlar büyüdü, kumarhanede Prometheus'a tapan insanlar halini aldı; bu bir tarikata dönüştü.
Kurtulmam, her şeyi yok etmem gerekiyordu, o kadar insanı mahvetmişken daha fazla devam edemezlerdi.
Hiç düşünmedim, şu an gibi yanmaktan da korkmadım ve bir ateş yaktım; ilk yaktığım, önümdeki kadavra oldu, ardından ateş odamı ve koridoru tamamen kapladı. İlk kucaklayıp çıktığım kişi, küçük bir erkek çocuğuydu çünkü ona kurtaracağıma dair için söz vermiştim.
Ve o ateşin içine geri döndüm, o binada yanmak ve yakmak için. Ben yanacaktım, diğerleri yanacaktı, Minel yanacaktı.
Minel yanacaktı.
Biz beraber yanacak, kurtulacaktık ama sonra onun çığlık seslerini işittim ve bu benim için yeterliydi. Ateşin beni yakmasına fırsat vere vere, sanki dakikalardır o ateşi arzulamıyormuş gibi, gidip onu kurtardım.
Gözlerime bir yabancı gibi baktı, ateştendir diye düşündüm; bir yabancı gibi konuştu, dumandandır diyerek kendimi kandırdım; bana dokundu, çeneme izini bıraktı, bilerek yaptığına inandım.
Ve o gün, onu kurtardıktan sonra, o kurtuldu diye kendimi de kurtardım ama günlerce tedavi edildim, vücudum yanıklarla kaplandı. Zamanla iyileşir dediler, zamanla daha kötü bir hal aldı.
Döndüğümde annem de yoktu, gitmişti, kimse yoktu, tek olan kişi babamdı. Korhan da yoktu.
O gün ateşten korktuğumu fark etmedim ama sonra bir seferinde babam ateşle bana yaklaştığında kalbimin nasıl korkuyla attığına şahit oldum. Bozuk olan bir kalp nasıl korkuyla atarsa öyle atıyordu.
Sudan korktuğumu fark etmemiştim ama bir küvet bile nefesimi kestiğinde bana ne yaptıklarını anladım.
Yanmanın en büyük acı olduğuna kendimi inandırmıştım ama Minel benimle o bankta bir yabancı gibi konuştuğunda asıl o zaman yandım, en büyük acının bu olduğunu anladım.
Seni kurtaran ve kurtardığın kişinin sana bir yabancı gibi bakması en büyük yangındı ve ben artık hem bedenen hem ruhen yanıyordum.
Sonrası ise silikti. İyi anılar ya da kötü anılar umurumda değildi. Kendimi kaybedecek kadar sarhoş olduğum her gece, birlikte olduğum bütün kadınlar, motosikletle yaptığım bütün intihar girişimi olan kazalar, doktor olmak için üniversiteye giderken okulu bile karıştırmalarım... Bazı günler kendimi yatakta buluyor, oraya nasıl geldiğimi anımsamıyordum. Bütün bu anılar o kadar silikti ki birini hatırlasam devamında kendimi göremiyordum.
Ölüyordum ve bu zevk vermiyordu.
İntikam istiyordum, acı çekmek değil çektirmek istiyordum, dönüştüğüm kişinin hesabını sormak istiyordum; bana yaptıklarının, verdikleri ilaçların, uyuttukları gecelerin, haberim olmadan bile bağlamalarının... Hepsinin hesabını sormak istiyordum ama en çok bir kişiden intikam almak arzusundaydım çünkü tek sorumlusu oydu: Minel Karaer.
Eğer o gün benim Prometheus olmadığıma inansaydı bütün bunlar yaşanmayacaktı fakat o bana güvenmemeyi seçmişti, bütün acılar işte o günden sonra başlamıştı.
Merkeze yeniden girmek için yaşımı küçülttüm çünkü o merkez yaktığım diğer merkezden ayrıydı. Bu merkez iyilik maskesi takıyordu, gençleri istiyordu.
Ve intikam için yola çıktım.
Yola çıktım çıkmasana da o yolda yine Minel'in önüne siper olurken buldum kendimi. Sadece bir kez morg odasına götürdüm onu, bana yaşattığını görsün diye fakat öyle çok acı çekti ki bunu kaldıramadım.
Aklıyla oynamak istedim, oynayamadım. Ağlar diye korktum, üzerini kapattım.
Ve çok sonra kabullendim, ben Minel'i hiçbir zaman yenemiyordum; şimdi ise bir de ona eskisinden daha farklı şekilde çekiliyordum.
Minel izlerime dokunduğunda iyileşiyordum halbuki sorumlusu oydu. Minel gülümsediğinde gülümsüyordum halbuki gülüşlerimi de elimden alan oydu.
Yanmaktan korkuyordum ama yan dese yanardım çünkü o Minel'di. Ve ben Korel'dim; bütün acımasızlıklarına rağmen ona kıyamazdım.
Ellerim önümde titrerken Minel hemen yanımda, eli omzumdaydı. Korhan gitmişti, üstelik hiçbir şey söylemeden. Alayla bile bakmadan ama görmüştüm, Minel'e yaklaşmıştı. Hayatımdaki her şeyi çaldığı gibi, Minel'i de çalmaya çalışacaktı.
"Korel," dedi Minel belki onuncu kez. "Sakinleş, kötü bir niyeti yoktu."
Ellerimi yumruk yaptığımda kemiklerim hâlâ sızlıyordu. Bir adam elime basmıştı, bir adam karnımı tekmelemişti, başka bir adam bacağıma sopayla sertçe vurmuştu ama hiçbiri Minel'in Korhan'ı koruması kadar canımı yakmamıştı.
Bakışlarımı ona çevirdiğimde kahverengi gözlerinde tedirginliği ve suçluluğu gördüm; suçluluğunun nedenini de elbette biliyordum. "Korhan'la hakkımda neler konuştunuz?" diye sordum. Çenesi titredi, tedirginliği arttı. Uzun saçlarını geriye attığında elini omzumdan çekti.
"Gördün," dedi sadece. Evet görmüştüm, raporlarım Minel'in elindeydi.
"Neden bana sormadın?" dediğimde gözlerini kaçırdı, hızla çenesini kavrayıp yüzünü yüzüme çevirdim. Şaşkınlıkla bana baktı. "Ne konuştunuz?"
Minel kendini benden kurtarmak istedi, bu kez gözlerine korku doldu; bana karşı olan korkuydu, artık tanıyordum. Güveniyorum dese de güvenmiyordu, korkmuyorum dese de korkuyordu. Sık sık değil ama bazen bu düşünceler aklında dönüyordu.
"Gördüğün raporları konuştuk," dedi elimi itekleyip. "Ve bilmediğim şeyi sana soramazdım, Korel. Sen anlatabilirdin, değil mi?"
Alayla güldüm. "Kendime zarar verdiğimi mi anlatacaktım?" deyip kaşlarımı kaldırdım. "Neden? Ne için? Ne uğruna?"
"Benim için," diyerek net bir cevap verdi. "Çünkü seni tanımaya ihtiyacım vardı."
"Ve bunu öğrendiğinde tanımış mı olacaktın?"
"Of!" diyerek ayağa kalktı, kollarını önünde bağlayıp karşımda dikildi. "O zamanlar şüphelerim vardı ve Korhan bunları bana sundu ama direten bendim." İnanmayan gözlerle baktım. "Ayrıca önemli olan şu an değil mi? O şu an senin yanında olmak istiyor, farkında değil misin?"
"Ne saçmalıyorsun?" deyip ben de ayağa kalktım. Minel geriye çekilip ellerini havaya kaldırdı; nasıl olurdu da ona zarar verebileceğimi düşünürdü. "Minel," dedim şaşkınlıkla. "Ne yapıyorsun?"
"Öfkelisin," dedi, ardından hâlâ elimde duran cam parçasına baktı. "Bence sonra konuşmalıyız."
Elimdeki cam parçasını hızla sola fırlatıp ona doğru bir adım attım fakat yine geriye çekildi. "Sana bir şeyler söyledi," dedim başımı sallayarak. "Söyledi ve yine benden korkuyorsun."
"Söylemedi," dedi hemen. "Sadece Korel, normal bakmıyorsun, öfkelisin. Bu beni korkutuyor, ağzından çıkacaklar bile beni korkutuyor."
Ellerimi teslim oluyormuş gibi havaya kaldırdığımda rahatlamasını bekledim ama rahatlamadı. "Ona güvenmiyorum," dedim dürüstçe. "Ne yapacağı hiç belli olmaz. Ayrıca şu an bana yardım etmiyor. Benimle bir anlaşma yaptı, bilekliğe karşılık beni kurtaracak ama ona bilekliği vermedim. Büyük ihtimalle sende olduğunu anladı, yaklaşmaya çalışıyor."
Minel kulaklarına inanamıyormuş gibi bana baktı. "Delirmişsin sen," dedi dehşetle. "Bileklik konusu bile geçmedi hatta sana yaptıkları için pişman olduğunu söyledi."
Gülmeye başladığımda Minel aynı ifadeyle bana bakmaya devam etti. "Sen de buna inandın mı?" diye sordum alayla. "Kendinden başkasını sevmeyen narsisistin teki o Minel. Bana yaptıklarını anlatsam..."
Yine sözümü kesti, eskiden olduğu gibi, beni dinlemedi. "Ona şans vermen gerekiyor," diyerek diretti. "Ve bu inatçılıktan da vazgeç. Canın için inatlaşıyorsun, abin için öyle hatta bazen bizimle de." Öfkelenmeye başlamıştı, Korhan için bana öfkeleniyordu. "Hepimiz el ele vermiş seni kurtarmaya çalışırken sen insanlara bıçak çekiyorsun, suçluyorsun, savaşıyorsun. Sence de yeterince problemimiz yok mu?" Bir adım atıp karşıma geçti, her nasıl bakıyorsam artık korkusu kalmamıştı. "Kendi hayatını önemsemiyorsun, bunun hepimiz farkındayız ama en azından bizim hayatımızı önemse ve inatçılıktan vazgeç."
"Minel," dedim dişlerimi sıkarak. "Korhan'ın bana yaptıkları..."
"Babamın bana yaptıklarını sineye çekmemi isteyen sen değil miydin?" diye sordu çenesini kaldırarak. "Ne farkı var?"
Başımı iki yana salladım. "Çünkü baban seni seviyor."
"Korhan da seni seviyor."
Hayır, anlamayacaktı, dinlemeyecekti, önemsediğini söylerken bile önemsemeyecekti. Sessizleştim, yine beni o sessizliğin içine itekledi. Koltuğa tekrar oturduğumda kalbimdeki öfke kül olmak yerine daha fazla büyüdü ama bu kez yansıtmadım, kendi içimde yaşadım.
"Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu yarı kızgın yarı meraklı.
"Hayır."
"Neden?"
"Çünkü dinlemiyorsun." Her zaman olduğu gibi Minel, her zaman olduğu gibi beni dinlemiyorsun. Zaten hayallerimi de dinlememiştin, ben suçlanırken beni de dinlememiştin, şu an da dinlemeyeceksin. Zaman değişiyor, sen değişmiyorsun Minel."Sorun değil." Sorun, Minel ama sorun değil dersem üzerine düşüneceksin.
Kaskatı kesildi, ona bakmıyordum ama nefes alışından bile kendini kötü hissettiğini anlayabiliyordum; bir insan bir insanı nefes alışından bile tanımamalıydı. Ben Minel'i o kadar iyi tanıyordum ama o beni, nefes alışımdan değil, bakışımdan bile tanıyamıyordu.
"Dinliyorum," dedi hiddetle. "Sadece ne yapmaya çalıştığın hakkında..."
"Sevginin dilini bilmediğimi sanıyorsun," dedim sesini bastırarak. Bu kez sustu. "Karşıma geçip bana sevgiyi anlatıyorsun, birinin beni sevdiğinden söz ediyorsun, bu konuda benimle iddialaşıyorsun." Gözlerimi odaklandığım yerden ayırıp gözlerinin içine baktım; orada gördüğüm tek duygu inançsızlıktı. "Ben sevgiyi, sevgisizliği tadarak öğrendim Minel; beni anlıyor musun?" Yine anlamıyorsun Minel, hiç anlamadın. "Bu yüzden sevildiğimden önce sevilmediğimi çok iyi anlıyorum ve bu hissin ne kadar kuvvetli olduğunu bilemezsin, anlayamazsın." Onu işaret ettim. "Çünkü sen sevgisizlikten daha çok sevgiyi hissetmiş birisin. Aksini istediğin kadar iddia et; çocukken seni seven, senin uğruna savaş veren bir baban vardı; psikolojik rahatsızlıklarla boğuşsa bile kendini iyi hissettiğinde yanında olan bir annen ve hatırlamasan da uğruna senin için savaşabilecek bir ablan." Yutkundu ve kendini arkasındaki koltuğa bıraktı. "Bütün bunların ortasında sevgisizliği nerede hissettin, söylesene."
Dudakları aralandı, bir şey söyleyecek gibi olsa da sustu. "Hissetmedin." Gülümsemeye çalıştım ama başaramıyordum. "Ve insan en iyi çocukken hisseder sevgiyi de sevgisizliği de. Ben çocukken sevilmediğimi yeterince hissettim, sevginin dilini bu sandım ama sonra senle tanıştım; gördüm ki sevgi şefkatsiz bir baba değilmiş, ilgisiz bir anne, umursamaz bir abi değilmiş." Parmaklarıyla oynamaya başladı, gerilmişti, parmak hareketlerinden bile onu tanıyordum ama o beni şu an acımla göremiyordu. "Ben sevgisizliğin ne olduğunu seni sevip korumaya çalışırken öğrendim," dedim; gözleri açıldı, eli duraksadı ve korkuyla bana baktı. "Hayır, korkma; bu aşk değil, sevgi." Sana âşık olduğumu hissedip söylesem kaçacak mısın Minel?
Hissetmeyi bile kendime yasakladığım bu dönemde benden bu kadar korkuyormuş gibi bakman hiç akıl kârı değil Minel ama bunu sana söylemeyeceğim çünkü söylersem aksini iddia edeceksin, ben yalan söylediğini bildiğim halde sana kanacağım.
"Beni şu an anlıyor musun bilmiyorum Minel ama bir insan beni sevmediğinde anlarım; işte bu yüzden hayatımın büyük kısmını insanlardan uzak geçirdim çünkü beni sevmiyorlardı." Gözleri doldu, hayır, ağlamamalıydı, ağlarsa devam edemezdim. "Abim de beni sevmiyor, aksini kanıtlayacağı birçok cümlesi olabilir hatta sen bunu da iddia edebilirsin ama biliyorum sevmediğini." Kollarımı iki yana açtım. "Ama ne yazık ki ben onu ne olursa olsun seviyorum, bunu biliyor."
"Korel," diye mırıldandı acıyla ya da acıyarak.
"Ondan uzak duracaksın," dedim kesin bir dille. "Ne olursa olsun, ondan uzak duracaksın."
Onaylamadı ya da reddetmedi, aksine konuyu değiştirip bir anda, "Bende affedemediğin şeyler var," dedi, halbuki gizlediğimi düşünüyordum. "Söylesene, üçüncü tanışmamızın ilk günlerinde yaptıkların içindeki ateşi söndürmedi mi?" Alayla güldüm, kaşları çatıldı. Ben sana ne yaptım ki Minel? Ben senden intikam almak için bir yola çıktım, sonra da sana ihanet edenlerle savaştım, farkında değil misin? "Yine boş boş bakıyorsun," dedi öfkeyle. Boş bakmıyorum, hiç bakmadım, iç sesimi duysan mahvolursun, sen mahvolma istiyorum. "Sevilmediğini anlayabilirsin, buna da tamam ama Korel, değer verdiğin biri varsa bunu göstersen keşke." Senin için bir yangının ortasına dalmak değer vermemek miydi? "Bu boş bakışlarla insanlara bakarsan o insanlar da seni sevmez elbet." Bu çok kırıcıydı Minel. Ben sana şimdi boş bakıyorum da daha önce öyle bakmadım. Beni bu hale sen getirdin, şimdi beni mi suçluyorsun? "Of," dedi öfkeyle kalkıp. "Seni tanıdığımdan beri anlamaya çalışıyorum, bir labirentin içindeyim. Soruların cevapları yok, önüme getirdiklerinin bazıları yalan, gerçekler desen ortada değil. Ne yapayım, sen susarken gittim abinden seni öğrenmek istedim, konuşsaydın seni dinlerdim Korel." Konuştuğumda hiç dinlemedin Minel.
"Ondan uzak duracaksın," dedim bir kez daha.
Elini öfkeyle saçlarına geçirip, "Nasıl istersen," dedi imayla. "Başka bir emrin var mı?"
Beni bir kez daha unutmaman. Bunu bin kez daha isterim çünkü senden en büyük dileğim bu. "Yok," dememin ardından gözlerini kaçırmadan beni izlediğini fark ettim. O hep benden nefret ederken böyle bakardı ve şu an benden nefret ediyordu.
"Büge'yle konuştun mu?" diye sordu gözlerini ayırmadan.
"Evet," dedim düz bir sesle. "Sanırım bebeği aldırmak istiyor, Gürkan ise şaşkın. O baba olmaktan çok korkuyor." Kendimi işaret ettim. "Konuşmak istediğimde izin vermedi, sanırım konuşmayı denediğimde de kimse beni dinlemek istemiyor."
Minel gözlerini devirip ayağa kalktı, yerdeki cam parçalarına dikkat ederek soldaki içki dolabına uzandı. Gitgide onu kendime benzetmem, onun da yavaş bir intihara sürüklendiği anlamına mı geliyordu? Kaşlarımı çatarak, "İçki mi içeceksin?" diye sordum.
"Evet," dedi dolaptan bir viski şişesi aldığında. "Uyutuyor."
"Bana benziyorsun Minel, bu çok yanlış." Ayağa kalktığımda yürümekte zorlandım, bacağımdaki ağrı inanılmaz acı vericiydi, tekmelerin etkisini hâlâ hissediyordum fakat aldırış etmeden onun yanına gidip elinden şişeyi aldım. Kaşlarını çatarak bana dönüp geri almak istedi ama şişeyi havaya kaldırdım. Kısa boyuyla ona ulaşması imkânsızdı. "İçkiye bu denli alışmayacaksın."
"Neden?" dedi öfkeyle. "Sen alıştın ama."
"Çünkü ben alıştığımda sen yoktun ama sen alışırken ben varım ve buna izin vermeyeceğim." Geriye gidip şişeyi diğer tarafa koydum.
"O halde bu yüzden senin de alkolü bırakman gerekecek," dedi kollarını önünde bağlayıp.
Derin bir nefes verip, "Yine çocuk gibi inatlaşmaya başladın," dedim. "Aynı şey olmadığını..."
"Kalp yetmezliğin var," dedi dişlerini sıkarak; bunu söylerken sanki tek problemimmiş gibi bir tavrı vardı. Halbuki benim için kalp yetmezliği son duraktı. "Ve sen uyuşturucu kullanıyor, alkolü bırakmıyorsun. İntiharlar yavaş yavaş da gerçekleşir, Korel. Sen beni aptal mı sanıyorsun?" İşaretparmağını bana doğru salladı. "Eğer bir savaş vereceksen bunları da bırakacaksın, anladın mı?"
İstiyordu ki her şey yoluna girsin, problemler çözülsün, hayatımıza güneş doğsun, biz mutlu bir hayata devam edelim fakat bunları dilerken ne durumda olduğumuzun da tam anlamıyla farkındaydı. Eskiden hep bütün bunlara inanan kişi ben olurdum, umuttan ziyade hayatı yaşamak için güzel bir yer gibi görürdüm fakat şimdi bu his benden uzaklaşalı çok uzun zaman olmuştu. Bu his Minel'le beraber gitmişti.
Şimdi onunlaydım ama bu hissin bana gelmesi imkânsıza yakın görünüyordu; en acısı da buydu.
Yine de ona verdiğim sözü hatırladım. Kendim için değil, başkaları için de değil sadece onun için savaşacaktım.
"Tek istediğin iki normal insan olmamız, değil mi?" diye sordum kısık sesle.
"Tek istediğim," dediğinde az önceki öfkesi toz olup uçtu ve yanıma heyecanla oturup ellerini birbirine çarptı. "Evet, şu an bu imkânsız, biliyorum ama mahkeme sonuçlandıktan sonra normal bir hayat yaşamak için adımlar atsak ne olur ki? Tek ben çabalamasam, beraber gerçekleştirsek bunu. Tek benim çabamla..."
"Ben de çabalıyorum," dediğimde inanmayan gözlerle bana baktı. "Çabalıyorum, Minel," dedim bir kez daha, ardından dayanamayıp, "Bize dört kişilik Teoman bileti almıştım," diye mırıldandım. "Mahkemeden bir gece öncesine denk geliyor." Hayal kırıklığıyla başımı iki yana salladım. "İstedim ki biz normal insanlar gibi bir konsere gidelim, seninle eskiden gittiğimiz gibi ama bu kez Gürkan'la Büge de bize eşlik etsin." Gözlerinde ışıklar parladı, her ışık umut demekti ve onun gözlerinde umut görmek, yetmeyen kalbime bile heyecanın dolmasına neden oldu. Dayanamayıp yüzünü ellerimin arasına aldığımda teninin avuçlarımda bıraktığı his yine yetmeyen kalbimi attırmıştı. "Ama hayatımız o konsere izin vermiyor, Minel. Bunu istemiyor. Özür dilerim, hayatımız için."
"Dileme," dedi heyecanla, ardından elleri yüzündeki ellerimi buldu, dudaklarını ıslattı. "Ne olur gidelim Korel."
"Gidemeyiz ki," dedim başımı iki yana sallayıp. "Mahkeme bir yana insanlar beni tanıyor, öldürürler." Öldürülmek umurumda değildi. "Döverler." Dövülmek de umurumda değildi. "Yakarlar beni, Minel." Yanmaktan ölesiye korkuyordum. "Beni geç, sizi tanıyorlar. Bunu nasıl yapacağız?"
Mutsuz bir çocuk gibi dudağını büküp gözlerini kaçırdı, ardından yeniden bana baktığında yine heyecanla nefesini verip, "Yüzümüzü boyarız!" diye şakıdı. "Yani absürt görünebilir ama konsere giderken Cadılar Bayramı makyajıyla yüzünü boyayan dört çılgın genç gibi görünürüz, olmaz mı? Tanınmayız da." Kaşlarım havalandı. "Ne olur Korel," dedi, parmakları parmaklarımı daha sıkı kavradı. "Bunu bizim için yapmalıyız, ne olursa olsun o konsere gitmeyi, o şarkıları dinlemeyi ve o fotoğrafı çekilmeyi hak ediyoruz." Korktuğumu nadiren de olsa anlayıp yüzüme dokundu, parmağı yüzümdeki yanık izine şöyle bir değip geçti ama ben yine iyileştiğimi hissettim. "Hayır, o fotoğraf bize zarar vermeyecek, sadece geçmiş tekrar edecek ve her şey güzelleşecek."
Sesine uğrayan o çocuksu mutluluğu reddetmek o kadar imkânsızdı ki acaba bunun farkında mı diye düşünmeden edemedim. Gülümsüyordu, sesi heyecanlıydı.
"Tamam," dedim ona yine karşı gelemeyen tarafımla. "Gidelim o konsere Minel, gidelim ve iki normal insan olalım." Öyle içten gülümsedi, öyle inançla baktı ki gözlerime o an parçalanacağımı düşündüm çünkü uzun zamandır güneşin bir de onun yüzünde doğduğunu görememiştim.
Güldü, inançla baktı, umutlandı, şefkat gösterdi fakat ne olursa olsun sarılmadı.
Minel her şeyi yaptı; benimle sevişti, öpüştü, gözlerime inançla baktı, yüzümü okşadı, izlerimden öptü ama ne olursa olsun bir kez içten sarılmadı bana.
Ve ben, o anı bozmamak için sarılmasını dileyemedim çünkü anlamıştım, bana sarılmak Minel'e o kırgın tarafını hatırlatıyordu; gittiğim gün aklına geliyordu.
"Teşekkür ederim," dedi âdeta çığlık atarak. "Çok teşekkür ederim."
"Ben teşekkür ederim," deyip burnunun ucundan öptüm. "Benim gibi bir adamın bile normal bir insan olacağına inandırdığın için."
Ben teşekkür ederim Minel, henüz gitmediğin, beni unutmadığın ya da mahvetmediğin için.
Ve umarım bana sarılmadığın için hiç pişman olmazsın.
Paragraf Yorumları