logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 51. MAHKEME

Views 136 Comments 3

Prometheus'un dudaklarının arasında bir ıslık vardı; bu ıslık, "Cenaze Marşı"ndan başka hiçbir melodiye ait değildi.

Güneş açmak üzereydi; serin, güzel bir hava vardı. Keyfini yerine getiren, kalbinin üzerindeki karanlığın tamamen kaybolmasıydı. Hayır, karanlık vicdan ya da merhamet değildi; Promethues bu duyguları karanlık olarak nitelerdi ama başka bir duyguyla yeni tanıştığından beri o duyguya da karanlık demeye başlamıştı: inanç.

"Tanrı kendisine inanılmasını ister," diye mırıldandı ıslığını yarıda kestiğinde. Elindeki urganı tepesindeki demire sarıyordu, hemen yan tarafında kolları ve bacakları bağlı, ağzında bir mendille duran kişi inliyordu; Prometheus'a en çok keyif veren de bu inlemelerdi. "Fakat bunun için bir çaba göstermez, değil mi?" Kurbanına yönelttiği soruya elbette ki yanıt alamayacaktı, daha çok kendisiyle konuşuyor gibiydi. "Bütün şehir efsaneleri bir yana dursun, ona inanmamız için hiçbir neden yokken bunu istiyor ve kendisine inanmayanları cezalandırıyor."

Kolları bağlı kişi daha fazla çırpındı, bakışları Prometheus'tan ayrılmıyordu ve onu tanımak, en büyük cezalardan zaten bir tanesiydi. Onu tanıyordu, biliyordu, görmüştü; göz göze gelmişti ve şimdi karşında Prometheus olarak onun cenazesini hazırlıyordu.

"Bu bencilce," dedi Prometheus urganı daha sıkı hale getirirken. "Halbuki ben öyle değilim, kimseyi zorlamıyorum." Gülümsedi, gülümsediğinde gözleri kurbanına kaydı. "Bir kez seni zorladım mı?" diye sordu. "Biliyorsun beni, bir kez seni zorladım mı?"

Kurban başını iki yana sallayıp ağlamaya başladı; içindeki korkunun tarifi yoktu, şaşkınlık başka bir boyuttu ama bütün bunların yanında acı vardı. Prometheus inançtan söz ediyordu ve kurban inançları yüzünden şu an ölecekti.

"Ben bana inanmayı tercih etmeyen kimseyi cezalandırmam, diğerlerinin inandığı Tanrı gibi," dedi Prometheus soğuk bir sesle, ardından urganı çekiştirdiğinde sapasağlam olduğuna kanaat getirdi. "Fakat bana saygısızlık yapan kimseyi de affetmem; bir gülüşle, bir cümleyle, bir bakışla." Kurbanına üstün bakışlar gönderdi. "Ve sen beni aşağıladın."

Kurban haykırmak istedi ama ağzındaki mendil öyle sıkı bağlanmıştı ki neredeyse ağzı yırtılacaktı, bileklerindeki ipler o kadar sıkıydı ki neredeyse kangren olacaktı, bacaklarındakiler de öyle. Çırpınmaya devam ettiğinde oturduğu yer sallandı, oradan kurtuluş yoktu.

Bir çocuk parkındalardı; Prometheus salıncağın demirine urganı bağlamış ve kurbanını da salıncağa oturtmuştu. Her çırpınışta kurban, bir çocuk gibi öne arkaya sallanıyordu; çok uzaktan onları gören biri ikisinin eğlendiğini düşünebilirdi.

Prometheus bu kez sanatını çocuk parkında gerçekleştiriyordu.

"Bir noktada sizin Tanrı'nızla birbirimize benziyoruz," dedi net bir sesle. "O da kendisiyle dalga geçenleri cezalandırıyor, ben de ama kabul edin, en merhametli olan benim." Kurbanının arkasına geçti, başını eğip ona baktığında göz göze geldiler. Kurban yüzünü kaçırmak istedi ama Prometheus çenesinden öyle bir kavradı ki biraz daha zorlarsa kurbanının boynunu kıracaktı. "Fakat ne var, biliyor musun? Ben ne kadar merhametli olursam olayım, inandığım herkes bir şekilde beni küçümsüyor, aşağılıyor." Mutsuzmuş gibi dudaklarını büktü halbuki bu bir tiyatroydu. "Neden sizin Tanrı'nız kadar değerim yok gözünüzde?"

Kurban, Prometheus'a kafa atmak istedi ama Prometheus çevik bir hareketle kendini kurtardığında kısık sesle güldü, kurban ise daha yüksek sesle inledi. "Şş," dedi Prometheus. "Sana öğretmediler mi, çocuk parkları sadece çocukların kahkahalarıyla dolmalıdır; bu yüzden sen benim en sessiz cinayetim olacaksın."

Kurbanın gözleri kocaman açıldıktan sonra yaşlar akmaya başladı. Üzerinde atlet ile şort vardı. Buraya nasıl getirildiğini bile hatırlamıyordu ama gördüğü ilk şey Prometheus'un yüzü olmuştu.

Gerçek yüzü. Kim olduğu.

"Ben çocukken bir çocuk parkında yapayalnız bırakıldım," dedi Prometheus, ardından kurbanına yaklaştı. Kurban direnirken asla karşı gelemedi. Prometheus onu kucaklayarak salıncaktan çıkarıp başını urgana götürdü. Kurban elinden geldiğince çırpınmaya çalıştı ama öyle faydasızdı ki bir yerden sonra savaşmayı bırakıp ağlamaya başladı. "Hiçbir çocuk beni sevmiyordu, kimse benimle oynamıyordu; sadece bu kadar da değil, beni kandırıyorlardı. Oyun oynayacaklarını söylüyor, sonra dalga geçiyorlardı. Bir gün beni çocuk parkına çağırdılar, geldiğimde ise beni bir salıncağa bağlayıp gittiler. Geceye kadar öyle kaldım, kimse beni kurtarmadı. Kim kurtaracaktı ki? Kimse beni düşünmüyordu ama sabaha karşı belediye çalışanları beni bulduğunda soğuktan ölmek üzereydim çünkü kar yağıyordu."

Kurbanının başından urganı geçirdi, ayaklarını salıncağa koydu. O salıncağı altından aldığı an, kurban bir çocuk parkında salıncağın ortasında asılmış bir şekilde bulunacaktı.

Kurban artık inlemiyor, sadece ağlıyordu ve o an anlamıştı, bu çocuk parkında olmasının tek nedeninin Prometheus'un çocukluğundan gelmediğini.

"Çocuklar geleceğin anneleri ve babaları," dedi Prometheus. "Doğru yetiştirmezsek bizim en büyük günahımız, öyle değil mi?

Biz bir günahız."

Kurban başını önüne eğip karnına baktı, sonra gözlerini gökyüzüne çevirip inanmasa bile ilk defa o an Tanrı'ya dua etti.

Cennette kendisine ve bebeğine bir yer olması için. Sadece kendisine değil bebeğine de.

"Dileklerini gerçekleştiremeyeceğim," dedi Prometheus salıncağa elini koyarken. "Çünkü sen bunu hak etmiyorsun." Kurbanın söyleyecek hiçbir şeyi yoktu, yalvaracak hali bile kalmamıştı, tek düşündüğü karnındaki bebekti. "Sana güzel bir ölüm veriyorum," diyen Prometheus gülümsedi. "Acısız, işkencesiz, sessiz bir ölüm. Gülümse çünkü bebeğin gülümseyecek, o bir çocuk parkında bu hayata veda edecek."

Salıncağı ayaklarının altından aldığında kurban havada boynundan asılı kaldı ve nefesi kesildi; bacakları çırpınırken gözleri kaymaya başladı, soluk borusunda bir ip vardı. Nefes almak imkânsızdı ama boğulmak, özellikle bir çocuk parkında oldukça acı vericiydi.

Çığlık bile atamadı, direnemedi, konuşamadı, son cümlelerini söyleyemedi; sadece kırk iki saniyede öldüğünde son hareketi önünde bağladığı elleriyle karnına dokunmak oldu, ardından tamamen hissiz kaldı.

Tıpkı çölde ağaca bağlı olan ve annesinin onu hediye olarak götürdüğü adam gibi.

Gözleri açıktı, başı öndeydi ama artık boş bakıyordu çünkü ölmüştü.

Prometheus geriye adım atıp karşısındaki tabloya baktı ve yüzünde yine o acımasız gülümseme oluştu. Bu gülümseme, uzun zamandır yüzüne uğramıyordu, artık damarlarından akan kanı daha net hissediyordu.

Sadece bu kadarla da sınırlı değildi, uzun zaman sonra ilk kez çellosunu böylesine çalmak istiyordu.

Geri geri gidip çellosunun yaslı olduğu banka oturdu ve çellosunu bacaklarının arasına aldı.

Bu kez kan yoktu; temiz ve bir o kadar da kirli bir ölümdü. Kendi intikamını almıştı, kendi intikamını alırken Tanrı'yla zar atmıştı ve şimdi herkesin inandığı o Tanrı varsa gökyüzünde öfkeyle onu izliyordu fakat ona dokunamıyordu.

Çellonun yayını eline alıp çenesini havaya kaldırdı, ardından hafifçe çellosuna dokundurup kısık sesle çalmaya başladı. Öyle kısık bir sesti ki bunu sadece kendisi ve karşısındaki kurbanı duyabilirdi. Kurbanının ruhu.

Prometheus gülümsediğinde melodi gitgide yükseldi, güneş bulutların arasından kendini daha fazla belli etti, ağaçlar rüzgârdan hareketlendi.

"İnanç seni yaşatıyor sanıyorsun," diye fısıldadı, ardından devam etti. "Cenaze Marşı"nı son notasına kadar çaldı. "Fakat bir gün sırtındaki hançerin adının inanç olduğunu fark ettiğinde pişman olacaksın."

***

Kasvetli bir sabahtı.

Güneş tepedeydi, hava sanki bugün daha sıcaktı; cehennem sıcağı demek doğru olabilirdi. Hatta öyle bir sıcak vardı ki şehrin bazı bölgelerinde orman yangınları başlamıştı; güneş ormanları yakıyordu, sıcaktan etrafı sis kaplamıştı.

Korhan bizi arabayla almaya gelmişti. Uyandığımda yanımda Korel'i bulamamış, duştaki sesi işitmiştim, yüzündeki maskeyi ilk temizleyen kişi Korel olmuştu, ardından ben de hemen duş almıştım.

Gürkan evde yoktu, aradığımızda Büge'nin yürüyüşe gittiğini, ona katılacağını ama mahkemeye de geleceğini söylemişti. Büge'nin mahkemeye katılmayacağına emindim ama en azından sabah bize destek olmak için bile evde bulunabilirdi, bu kadarını hak etmiştik.

Ön koltukta Korel'in avukatı oturuyordu, arka koltukta ise Korel'le ikimiz. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu, biz de Korel'le konuşma fırsatı bulamamıştık çünkü ben duştan çıktıktan sonra Korhan eve gelmişti. Üstünkörü birkaç tanışma cümlesinin ardından arabaya binmiştik.

Babamı aramıştım, hiçbir şekilde aramalarıma dönmemişti, bu beni tedirgin etse de Korel'e yansıtmamaya çalışıyordum.

"Arka kapıdan gireceğiz," dedi Korhan ciddi bir sesle. Bana konuşuyor gibiydi ama Korel'e de sesini duyurmaya çalıştığına emindim. "Çünkü ön kapıda insanlar bekliyor, hepsinin elinde pankartlar var, kalabalık gitgide büyüyor. Onların arasından geçersek sağ çıkamayız."

Korel pencereden dışarı bakarken gözlerini kıstı ama hiçbir cevap vermedi. "Mahkeme nasıl ilerleyecek?" diye sordum Korhan ile avukata. "Biz ne zaman şahitlik yapacağız?"

"Çağırılacaksınız," dedi Korhan. "İlk Korel'in aleyhine ifade verecek birkaç kişi dinlenecek, ardından sizler. Sonucun ne olacağı belirsiz fakat bütün şehir hatta bütün ülke şu an bu kararı bekliyor. Suçlu da çıksa suçsuz da çıksa ortalık fena karışacak." Korhan dikiz aynasından Korel'e baktı, Korel pencereden dışarıya bakmaya devam etti. Üzerindeki gerginliği sabah da hissetmiştim, bu çok normaldi ama neden hiçbirimizin yüzüne bakmadığını anlamıyordum.

Avukat, Korel'e dönüp, "Bütün bunların ardından sana söz hakkı verilecek," dedi. Korel başını yavaşça avukata çevirdiğinde gözlerinden uykusuzluk akıyordu, bense onun aksine derin bir uyku çekmiştim çünkü çok yorgundum. "Bütün suçlamaları reddedeceksin, masum olduğunu söyleyeceksin. Seninle dosya üzerine hiç konuşamadık fakat..."

"Konuşmaya da pek gerek yok," dedi Korel yeniden pencereye başını çevirerek. Korhan ile avukat bakıştı, Korhan gözlerini devirdiğinde avukat yeniden önüne döndü. Genç bir avukattı fakat elindeki kalın dosyadan bile bu dava için tamamen hazır olduğunu anlayabiliyordum.

"Neden böyle yapıyorsun?" diye fısıldadım Korel'e eğilerek.

"Dün ne konuştuk? Bu halin ne?"

"Beni rahat bırak Minel." Korel gözlerini kapatıp başını koltuğa yasladı. Ondan sonra yol boyunca sessiz kalmaya devam etti, arabadan ise yükselen tek ses radyodan geliyordu. Bütün kanallar Prometheus davasını konuşuyordu.

***

Adliyenin arka kapısının oraya geldiğimizde, ön kapıdaki sesleri işitebiliyordum. İnsanlar tezahüratlarla resmen Prometheus'un idamını istiyorlardı, arada sırada Korel'in adını da duyabiliyordum hatta bazen kendi adımı bile fakat Korhan üç polis memuruyla adliye binasına bizi öyle hızlı soktu ki ne insanlar ne basın bizi gördü.

İçeriye girdiğimiz an bütün bakışlar bize döndü; avukatlar, hâkimler, savcılar, kendi davaları olan insanlar. Hepsinin yüzünde ise aynı ifade vardı: büyük bir nefret.

Kendime engel olamayıp Korel'in elini sıkıca tuttuğumda birkaç kadın avukatın şaşkınlıkla bana baktığını gördüm fakat aldırış bile etmedim, Korel ise elini elimden kurtarmak istermiş gibi bana baktı, bunu neden yaptığımı anladı ama hiç çaba göstermedi.

"Bunu yapmak istiyorum," diyerek içini rahatlattım, adımlarımı ona uyduruyordum ama davanın görüleceği odaya yaklaştıkça kalbim sıkışmaya başlamıştı.

"Yeniden söylüyorum Minel," dedi Korel yabancı bir sesle. "Yanımda olmak zorunda değilsin, bunu yapmak zorunda değilsin."

"Sus," deyip elini daha sıkı tuttum, başkalarının bakışlarını umursamadan. "Ben sadece pusulam neyi gösteriyorsa o yolda ilerliyorum." Elim boynumdaki kolyeye gitti, ona gösterdim. "Bunu sen öğrettin."

Korel'in gözleri kısıldığında davanın görüleceği odaya varmıştık, birkaç kat yukarıdaydı fakat buna rağmen dışarıdaki sesleri hâlâ az da olsa duyuyorduk. Bütün ülke Prometheus'tan kurtulmak istiyordu, buna ben de dahildim hatta en çok ben onlara katılıyordum çünkü Prometheus benim de ailemi katletmişti ama elbette ki o kalabalıktan kimse bunu bilmiyordu. Bu yüzden bugünkü şahitliğim çok önemliydi.

"Minel." Gürkan'ın sesiyle arkamı döndüğümde başındaki siyah şapkayı ve kısa kesilmiş saçlarını gördüm. İnsanlar onu tanımasın diye öyle bir hale gelmişti ki neredeyse ben bile onu tanımayacaktım. "Korel," dedi ona bakarak. "Geldim, yetiştim neyse ki."

Korhan kolundaki saate bakıp, "Birkaç dakika sonra başlayacak," dedi. "Tam zamanında geldin."

Korel ona da aynı konuşmayı yapmak için döndüğünde bakışlarımla onu susturdum, ardından Gürkan'a, "Büge ne yapıyor?" diye sordum. "Gelmemekte kararlı, öyle değil mi?"

Gürkan'ın bakışları Korel'e kaydı, ardından sakince, "Konunun Korel'le alakası yok," dedi mutsuz bir sesle. "O benimle bile olmak istemiyor."

"Açıklama yapmana gerek yok, Büge'ye kızmıyorum Gürkan." Korel bu cümleyi kurarken bile sanki kızıyormuş gibiydi fakat kızgın olduğu Büge miydi yoksa her şeye rağmen Korel için koşan Gürkan mıydı, anlayamıyordum.

Korel'in eli buz gibiydi, korkudan olmalıydı ya da tedirginlikten fakat onun elini ısıtacak ruh hali bende de yoktu.

Yanımızdan ilk ayrılan kişi avukat oldu, ardından Korel'i çağırdığında onların ikisi başka bir odaya geçmek için yanımızdan ayrılacaklardı. Korel'le göz göze geldik, ağzını bıçak açmıyordu, elini hemen elimden uzaklaştırıp yanımdan ayrıldı. Kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atıyordu. Giderken hiçbir şey söylememişti; bir kez daha bakmamıştı ya da bir şeyler ima edememişti.

Çünkü biz vedamızı dün yapmıştık, bugün artık vedaya zamanımız yoktu.

Bu ana şahitlik eden Korhan sessizce bekledi, ardından salondan adı anons edildiğinde o da hiçbir şey söylemeden yanımızdan ayrıldı.

İçimdeki sese kulak versem neler derdi, bilemiyordum ama o sese kulak vermemek için çaba göstermem gerekiyordu çünkü aksini iddia etsem de kötü bir his kalbimin üzerine çökmüştü. Sanki birazdan yaşanacaklar, bana o tiyatro salonundaki dans ettikten sonra patlayan bombayı bile hafife aldıracakmış gibiydi. O gün sanki dünyanın cenneti olacaktı ve birazdan yaşanacaklar gerçek cehennemi bana gösterecekti.

"Büge gitti." Bakışlarım Gürkan'a döndüğünde ikimiz de kapının dibindeki duvara yaslanmış, adımızın söylenmesini bekliyorduk.

"Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Bu da ne demek?"

Gürkan ellerini ceplerine yerleştirip omzunu silkti ve başındaki şapkayı yanındaki koltuğa fırlattı. "Sabah uyandığımda yanımda yoktu, eşyaları da öyle. Beni terk etti Minel." Ellerini yüzüne koyup ovuşturduğunda canının yandığını anlayabiliyordum. "Annesine bile sordum, oraya gitmemiş, telefonu kapalı." Başını iki yana salladı. "Bir mektup bile bırakmadan çekip gitti Minel, beni bıraktı." Gözlerimin içine acıyla baktı. "Halbuki ben kabullenmiştim; baba olmayı, aile olmayı. Bu davanın ardından onu da alıp çekip gidecektim. Bekleyemez miydi?"

"Gürkan," diye fısıldadığımda elimi omzuna yerleştirdim. "Büge'den söz ediyoruz, geri dönecektir ayrıca öfke anında her kararı verebilir. Dayanamaz o."

Gürkan başını iki yana salladı. "Gerekirse bu çocuğu tek başına büyüteceğini söyledi, birkaç kez. Kararımı söylemek için bugünü bekliyordum ama büyük ihtimalle o beklemeden kendi hayatına yön vermeye başladı." Elini sertçe başına vurdu. "Aptalın tekiyim, ona söyleyeceklerim vardı hatta günlerce anlatacağım hayallerim. Yemin ederim sabahın köründe çıkıp bebeğimiz için bir şeyler aldım Minel. Bunları gösterecektim ama gitti."

Acıyla yutkundum, bir şeyler söylemek için ağzımı açtığımda içeriden benim ve Gürkan'ın adı söylendi. Bütün söyleyeceklerimi yuttuğumda, Gürkan dolan gözlerini hızla sildi ve dik bir duruşa geçip benden önce davanın görüleceği salona girdi.

Filmlerdekilerden daha küçük bir salondu. Hâkim o kadar da yukarıda değildi, kâtip de o kadar aşağıda değildi, içeride daha fazla izleyici beklerken daha az kişi vardı. Hâkimin tam karşısında bir projeksiyon cihazı, sağda arka bahçeyi gören pencereler, eski sandalyeler...

Sandalyeler ikiye ayrılmıştı, sol ve sağ taraf olarak. Tam ortada sanığın yeri vardı, sanığın sağ tarafında avukatın duracağı yer, sol tarafta ise davalının avukatı, onun yanında ise bu davayı açan Göksel ve Azra.

Sol taraftaki sandalyelere döndüğümde bir tanesinde Korhan oturuyordu, Korhan'ın arkasında bir aile vardı, onun yan tarafında yaşlı bir adam ile kadın. Birkaç genç de orada yerini almıştı ve o an, sol tarafın izleyicilerden ya da Prometheus'un kurbanlarının ailelerinden ibaret olduğunu anladım.

Sağ tarafta ise Azra ve Göksel dışında on üç-on dört yaşlarında bir çocuk oturuyordu; sarışın, uzun boyluydu. Onun yanında daha önce gördüğüme emin olduğum, vücudunda yanıklar bulunan bir kadın. Zihnimi zorladığımda ise bu kadının Korellerin evindeki hizmetçi olduğunu anladım. Bakışlarım en arka sandalyede oturan kişiye döndüğünde kısa süreli bir şaşkınlık yaşadım çünkü babam oradaydı, gözlerime sadece birkaç saniye bakıp yeniden önüne dönmüştü, bakışlarını benden kaçırıyordu.

Sakin adımlarla Gürkan'la ikimiz için ayrılan şahit sandalyelerine ilerlerken babamın yeniden bana bakmasını bekledim ama bunu asla yapmadı. Oturduğu yer bile şahit olduğunu gizlemek ya da unutulmak için dua eder gibiydi.

Sandalyelerimize yerleştiğimizde üzerimde bir çift göz hissettim ve çaprazımda oturan Göksel'in bakışlarıyla beni âdeta bıçakladığını fark ettim.

Göksel Korel'in Prometheus olduğunu söylüyordu, onu Anekdot Merkezinden tanıyordum, piranalar vücudunun bir kısmını yemişti ve bu onda fobi olarak kalmıştı. O zaman da Korel'le karşılaşmalarında yaşanan gerilimi hissetmiştim fakat bu Korel'in Prometheus olduğu anlamına elbette ki gelmezdi. Şimdi ise aylar sonra ortaya çıkmış, Korel'in Prometheus olduğu iddiasını ortaya atmıştı.

İçimdeki o kötü ses daha yüksek sesle haykırmaya başladığında ellerimi kulaklarıma bastırıp çığlık atmak istedim fakat bu öyle imkânsızdı ki özellikle şu durumdayken bir kriz geçirmemem gerekiyordu.

Bütün şahitler ve kurban yakınları yerlerini aldığında sıra Korel ile avukatındaydı. Hâkimin emriyle mübaşir Korel'in adını söyledi, birkaç saniye sonra avukat Korel'i nereye götürdüyse oradan dönmüş olacaklar ki içeri girdiler. Korel'in bileklerinde kelepçe yoktu ama içeri öyle bir girdi ki o an onun mahkûm olduğunu bile düşündüm.

"Allah belanı versin," diye fısıldadı yaşlı kadın. Bakışlarım o yöne döndüğünde gözlerinden yaşlar akmaya başladı, yanındaki yaşlı adam ise onun omzunu sıvazladı. "Volkan'ıma nasıl kıyarsın?" diye devam ettiğinde direkt bakışlarımı onun üzerinden ayırdım.

Barmenin annesi olmalıydı ama annesi olamayacak kadar da yaşlı görünüyordu, belki de anneannesi? Volkan'ın bir ailesi yok muydu? Elim boynuma gitti. Bakışlarımı diğer aileye çevirdim; onlar daha soğukkanlı görünüyordu, büyük ihtimalle Kartal'ın yani Erdem'in ailesiydi. Hatta baba olduğunu düşündüğüm kişi öyle rahat oturuyordu ki Kartal'ın ölümüne mutlu olmuş gibiydi.

Geriye kalan iki cinayet amcam ve Korel'in babasınındı. Onların yakınları ise bizdik; Korhan babası için mi izleyici sandalyesinde miydi yoksa Korel için mi, anlayamamıştım ama gözlerini bir an bile olsun Korel'den ayırmıyordu.

Hâkim dava dosyasından ve birkaç gereksiz bilgiden söz ettikten sonra asıl konuya girdi; duruşumu dikleştirdiğimde Korel'in sırtı bana dönüktü, ayakta bekliyordu, önünde bacaklarına kadar gelen tahtadan, minik bir hapishane vardı, avukatı yan tarafındaydı. Hâkim hemen Prometheus'un bu zamana kadar işlediği cinayetleri projeksiyonla yansıttı; ilk önce Doğan Yankı'nın bırakılan kalbi, ardından Erdem'in ağaca bağlanan görüntüsü. Sonrasında amcamın ve Cüneyt Erezli'nin yanmış görüntüleri. O ana şahitlik eden sadece bizlerdik, onlar kukla gibi asılmışlardı; sahne söndürüldükten sonra yüzleri tanınmaz haldeydi.

Gözlerimi hemen ekrandan ayırdığımda bu kez Volkan'ın görüntüsü yansıtıldı. Elleri bağlanmış, durmadan alkışlıyormuş gibi dururken, bakışlarında ölü bir adam yatıyordu.

Yaşlı kadın daha şiddetli ağlamaya başladığında, hâkim bu hatırlatma görüntülerini kapatıp Prometheus'un cinayetlerinden söz etti; kurbanların isimlerinden, ne şekilde işlendiğinden ve sonuçlarından.

Ürperdiğimi hissediyordum ama bütün bunların dışında, Prometheus her neredeyse bu dava hakkında bilgi sahibiymiş gibi geliyordu.

"Davacı Azra Dinçer," dedi hâkim net bir sesle, Prometheus hakkındaki açıklamalarının ardından. "Davacı Göksel Okur." İkisi de ayağa kalktıklarında Korel'in kasıldığını hissettim. Avukat da ayaklandı. "Açılan Prometheus davasına ek olarak, Azra Dinçer ve Göksel Okur'un Korel Erezli'nin Prometheus olduğuna dair şikâyetiyle burada toplandık. Şimdi Avukat Yunus Harput'u, ardından davacıları dinleyeceğiz."

Ellerimi yüzüme geçirdiğimde ensemden aşağıya bir ter damlasının aktığını hissettim ve bakışlarım parmaklarıma takıldığında duş almama rağmen maskenin izlerinin geçmediğini gördüm.

Birinin beni izlediği hissine kapılarak başımı çevirdiğimde Korhan'la göz göze geldim; ellerime bakıyordu, ben ona döndüğümde ise gözlerimin içine baktı. O neden şahit olmuyordu? Kardeşine bir savcı olarak şahitlik yapsa sözü geçerdi diye düşünüyordum ama o izleyici olmayı seçmişti.

Kaşlarımı çattığımda bakışlarım hâkimin olduğu tarafa döndü.

Göksel ve Azra'nın avukatı bildiğim davadan söz ettikten sonra konuşma sırası Göksel'e verildi.

"Göksel Okur," dedi hâkim, ardından herkesle beraber ben de ayağa kalktım. "Korel Erezli'nin Prometheus olma şüphesiyle dava açtığınız, bize belgelerle ve kayıtlarla iletildi. Bir de şimdi sanığın ve şahitlerin huzurunda soruyorum: Size sorulan sorular hakkında, gerçeğe uygun cevap vereceğinize ve hiçbir şey saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz ve kutsal saydığınız bütün inanç ve değerler üzerine yemin eder misiniz?"

Göksel çenesini havaya kaldırdı. "Bana sorulan sorular hakkında gerçeğe uygun cevap vereceğime ve hiçbir şey saklamayacağıma namusum, şerefim ve kutsal saydığım bütün inanç ve değerlerim üzerine yemin ediyorum."

Orta yaşlı hâkim sakince başını salladı. "Korel Erezli'nin Prometheus olduğundan ilk ne zaman şüphelendiniz?"

"Şüphe değil, Korel Erezli Prometheus," dedi Göksel net bir sesle. "Şüphe yok." Hâkim önündeki kâğıtlara bakıp başını salladı.

"Buna nasıl emin oluyorsunuz? Elimdeki kâğıtlarda yazanları bir de sözlü olarak dile getirir misiniz?" Korel gözlerini önündeki boşluktan ayırmıyordu, hemen solunda Göksel vardı fakat onunla göz teması bile kurmuyordu. Kâtip ise arada sırada korku dolu bakışlarını Korel'e çevirmeyi ihmal etmiyordu.

"Anekdot Merkezinden önceydi," dedi Göksel düz bir sesle. "Dergâh Merkezindeydik, sonra orası Anekdot Merkezi olarak değişti ama o zamanlar sadece Dergâh olarak geçiyordu. Korel de ben de oraya tedavi edilmek üzere yatırıldık." Hâkim önündeki belgelere baktı. "Belgem yok, kaydım da çünkü oradaki her şey yandı; Korel kendisini bu şekilde kurtaracağını sandı." Nefretle Korel'e baktı. "Herkes ondan korkuyordu; evet, hepimizin sorunları vardı ama o çok daha başkaydı. Ayrı odada tutuluyordu, çoğu zaman ilaçlarla uyutuluyordu." Korel'in daha fazla kasıldığını hissettim. "Korel'i yanımıza getirmiyorlardı fakat bir gece onunla tanıştım." Göksel ellerini saçlarına geçirip korkuyla nefesini verdi. "Odama girdi, ilk başta normal davrandı, gülümsedi hatta ondan neden korktuklarını anlamadığını söyledi. Neredeyse ona üzülmüştüm. Onunla arkadaş olmaya karar verdim, doktorlardan da bunu gizledim."

"Arkadaş olmak isteyen ben değildim." Korel'in baskın sesiyle bakışları Göksel'e döndü. "Benim yanıma gelen sendin!"

Hâkim sertçe tokmağı masaya vurdu. "Karşılıklı konuşmak yasak," dedi otoriter bir sesle. Avukatı Korel'i bakışlarıyla susturdu.

Göksel, Korel konuştuğu dakika korkudan titremeye başladı, konuşmasına devam etmeden önce önündeki bardaktan birkaç yudum su içti. "Bana zarar vermez, değil mi?" diye sorduğunda korkusunu hissedebiliyordum, bu beni fazlasıyla germişti.

Hâkim, Göksel'in bu sorusunun ardından, "Devam edin lütfen," deyip eliyle işaret verdi. Bu, zarar veremez demekti ama bu kez Korel boşluğa değil sadece Göksel'in yüzüne bakıyordu.

"Korel'le arkadaş olduk," dedi Göksel yutkunarak. "Birkaç gece buluştuk, o benim odama geldi ya da ben onun odasına gittim ama bir gün..." Göksel yeniden su içtiğinde eli titriyordu. "Odasına gittiğimde bana hiç olmadığı kadar tuhaf bakmaya başladı, öyle bir bakıyordu ki yendiğim bütün korkular gün yüzüne çıktı." Ellerini koyacak yer bulamadı, Azra'ya döndüğünde Azra cesaret vermek istermiş gibi başını salladı. "Yine bu benim kuruntumdur diye düşündüm çünkü Korel'in o birkaç günde anlattıkları benim canımı çok yakmıştı, her insana şans verilmesi gerektiğini düşünürüm ve Korel bu şansı hak ediyordu. Küçüklüğünden beri hep dışlanmıştı, babası onu sevmiyordu, abisi de öyle. Şiddet uyguluyorlardı. Bütün bunları bana anlatırken ağlamıştı bile." Gözlerini kocaman açtı. "Omzumda ağladı, ona yardım etmemi dahi söylemişti. Bütün bunları hatırlayıp o tuhaf bakışlarını görmezlikten geldim o gece ama keşke gelmeseydim."

Korel'in dişlerini sıktığını gördüm, tahtaya tutundu. Sımsıkı. Öfkesini dizginlemeye çalışıyordu.

"Odanın kapısını ne zaman kilitledi, ne zaman ellerimi bağladı, tam hatırlamıyorum," dediğinde Göksel ağlamaya başladı, korkudan titremeye devam ediyordu. "O günün görüntüleri silik çünkü travma olarak kaldı ama tek hatırladığım," eli kalbine gitti, "beni piranalara yedirmeye çalıştığı ve bunu yaparken gerçekten Tanrı'nın kendisi olduğundan bahsetmesiydi. Ateşi çaldığını söylüyordu, Prometheus olduğunu ve piranaları da ceza için kullandığını." Göksel ellerini sarı saçlarına geçirdi. "Yalvardım, haykırdım ama dinlemedi; gözü dönmüş gibiydi. Sabaha kadar piranalara canlı canlı beni yedirdi."

Korel'in elleri titremeye başladı ve ben nefesimi tutmuş vaziyette izlemeye devam ettim.

"Allah belanı versin!" diye haykırdı yaşlı kadın, ardından ayaklanıp Korel'in üzerine atılmak istedi fakat eşi onu sımsıkı tuttu. "Oğlumu benden aldın! Allah belanı versin!"

Hâkim tokmağa vurduktan sonra Göksel'e döndü. "Bunların hepsi kanıtsız," dedi kaşlarını kaldırarak. "Öyle değil mi?"

"Kanıtsız çünkü o odada beni bulanlar da Korel'in çıkardığı yangında cayır cayır yandı, belgeler de öyle, kamera görüntüleri de. Ama o günden sonra ben oradan kendi rızamla ayrıldım, Korel'i ise tamamen gizli bir hücreye aldılar. Bu kez rahatsızlığı olan hiç kimseyle iletişime geçemedi çünkü o herkese zarar verebilirdi, bir katildi."

"Ayrılmak mı?" Korel'in gür sesi salonda yankılandı. "Oradan ayrılmak mümkün değildi, hepimiz denektik, ne saçmalıyorsun?" Öyle bir bağırıyordu ki kulaklarımı kapatmak zorunda kalmıştım. "Oradan çıkmak mümkün bile değildi! Seni bilerek çıkardılar!"

Hâkim tokmağa vurdu fakat yaşlı kadın bela okumaya devam etti ve ortalık birkaç dakika da olsa karıştı. Zar zor sakinleştildiğinde Göksel, "Onun söylediği hiçbir şeye inanmayın," dedi acıyla. "O öyle biri ki kendisinin farkında olduğu için bile günlüklerini farklı bir dille tutuyor. Dünyanın en manipülatif insanı!" İşte bu noktada ürpermiştim hatta boğazıma bir yumru oturmuştu çünkü o dili görmüştüm, o mektupla yüzleşmiştim. Babamın ve Prometheus'un imzasının olduğu farklı dildeki mektup, Korel'in daktilonun başına geçip yazdıklarıyla aynıydı. "Kendine ait bir dünyası var, alfabesi var; görüyorsunuz, Prometheus cinayetlerinin arkasında bir şekil bırakıyor. Aslında onlar alfabe, eğer Korel'in alfabesine ulaşırsanız Prometheus'un ne yapmaya çalıştığını da anlarsınız çünkü aynı kişi."

Korel ellerini saçlarına geçirdiğinde bakışları bana döndü ve yüzümde her ne gördüyse başını yavaş yavaş iki yana salladı. İnanma dermiş gibi, öyle değil dermiş gibi. Başımı aşağı yukarı salladım, inanmadığımı ona göstermeye çalıştım ama sorular yeniden gün yüzüne çıkmıştı.

"Söyleyeceklerin bu kadar mı?" diye sordu hâkim.

Göksel derin bir nefes verdikten sonra, "Onu yeniden Anekdot Merkezinde gördüğümde gözlerime inanamadım," dedi acıyla. "Çünkü biz onun yandığını düşünüyorduk, aslında yanmıştı ama hâlâ yaşıyordu, o döndükten sonra cinayetler yeniden başladı. Merkezden Doğan Yankı'yı öldürdü, oranın müdürü. Öldürmesinin nedeni de Korel'in geçmişini bilmesiydi." Hayır, Korel o adamı öldürmemişti ama o odadaki bakışları...

Başımı iki yana sallayıp düşünceleri tamamen aklımdan kovdum. Bunlar imkânsızdı, kanıtsız cümlelerdi, Göksel sadece suç atıyordu.

Doğan Yankı'nın ailesinin şu an burada olmaması bile onun iğrenç bir adam olduğunu gösteriyordu.

"O gün ben kriz geçirdim, birazdan Korel'e şahitlik yapacak sevgilisi yüzünden." Beni işaret ettiğinde kaskatı kesildim. "O kız her şeyi bildiği halde susuyor. Söylesene," bıçakları bana doğrulttu, "o gün Korel'in arkadaşım Azra'yı nasıl tehdit ettiğini söylesene!"

O gün, Azra Dinçer beni boğmaya çalıştığında Korel onun elinden beni kurtarmıştı ardından Azra'nın kulağına eğilip bir şeyler söylemişti ve Azra'nın korkuyla kaçmasına neden olmuştu.

"O günden sonra o merkeze bir daha gitmedim," dedi Göksel, hâkime dönerek. "Fakat Korel beni değil Azra'yı buldu, onunla konuştu, bir süre onu kilitli tuttuğunda..."

"Bu Azra Dinçer'in konusu." Hâkim sözünü kesti ve benim aklıma Azra'nın ortada olmayışı, Korel'e sorduklarında onunla yattığını söylemesi geldi. Azra ise şu an yan tarafımda korkuyla titriyordu.

Hâkim Korel'in avukatına söz hakkı verdi.

"Sayın Hâkim," diye söze başladı avukat. "Bu söylenenlerin hiçbirinin kanıtı yoktur ve hepsi hayal ürününden ibarettir. Korel Erezli'nin bir yangından kurtulduğu doğrudur, Dergâh Merkezinde bulunduğu da; fakat orada yangın çıkarmadığı gibi, hiçbir yatan hastaya da zarar vermemiştir. Aksine, o merkezin bir süre incelemeye alındığı, doktorların hastaları her kötü şekilde kullandığı önünüzdeki dosyada mevcuttur. Bunun dışında o merkezden bir şahidimiz var, kendisi Korel Erezli'yle aynı dönemde bulunmuş küçük bir çocuktu ve şimdi reşit olmasa da yetiştirme yurdu onayıyla buraya getirildi, dilerseniz onu dinleyelim."

Korel şaşkınlıkla gözlerini açtığında bunu beklemediği aşikârdı, davasının seyrinden bile haberi yoktu ama hâkim izin verip arkamdaki sandalyelerden on üç-on dört yaşındaki, sarışın, uzun boylu çocuk kalktığında taşlar yerine oturdu.

Çocuk sakin adımlarla konuşacağı kürsüye yürürken hâkim Göksel'e başka diyeceği bir şey olup olmadığını sormuş, olumsuz yanıtının ardından yerine oturabileceğini söylemişti. Çocuk kürsüye geçtiğinde herkesten önce Korel'e baktı, Korel ise büyük bir şaşkınlıkla onu inceliyordu.

Hâkim davanın sürecinden bahsedip çocuğa da yemin ettirdi, ardından sorusunu bu kez ona yöneltti. Çocuk boğazını temizledikten sonra, "Bebekken yetiştirme yurduna bırakıldım," diye açıklamaya başladı. "Ve altı yaşına kadar yetiştirme yurdunda kaldım, ardından bir aile beni evlat edindi, üç gün sonra ise Dergâh Merkezine yatırdılar." Çocuk kelimeleri zor telaffuz ediyordu, korkudan değil çekingenliktendi. Üzerindeki beyaz tişörtünde yırtıklar vardı, altındaki şort eskiydi ama ne olursa olsun Korel'i korumaya gelmişti. "Psikolojik rahatsızlığım olduğunu söylediler, orada birçok teste tabi tutuldum." Çocuk yutkunduğunda artık korkmaya başladığını hissettim. "Herkes orada çok kötü durumdaydı ama en küçük olan bendim, bu yüzden beni kandırmaları çok daha kolaydı. Bir gün ölü bir fareyi kesmemi istediler, diğer gün ölü bir kediye bunu yapmamı söylediklerinde o merkezin korkunç bir yer olduğunu anladım. Bizi cani yapmaya çalışıyorlardı."

Korel'in yüzündeki şaşkınlık minnete ve beraberinde acıya dönüştüğünde elleri artık sıkı değildi ama çocuğu çekip sarılmak istediğini anlayabiliyordum.

"Zamanla psikolojik rahatsızlığım olmasa bile onu ortaya çıkardılar ve şimdi adını öğrendiğim zoofili yapmaya çalıştılar, hayvanlara ya zarar vermemi ya da..." Başını önüne eğdi, ardından Korel'e baktı. "O zamanlar bu abiyle tanıştım, berbat haldeydi fakat kötü bir adam değildi, bana kötü hiçbir şeyi yapmamam gerektiğini söyledi, sonra da beni kurtaracağını. 'O zamana kadar sabırlı ol,' dedi, ben de susup beni kurtaracağı zamanı bekledim. Ayrıca onun bulunduğu odadan bazen acı çığlıklar geliyordu; işkence çektiriyorlardı ya da olmaması gereken bir şeylere zorluyorlardı, bilmiyorum." Korel başını eğip gözlerini kapattı, benimse canım yanmaya başladı. "Orası iğrenç bir yerdi, az önceki ablanın dediği yalan; kimsenin çıkışına izin verilmezdi." Göksel küfürler savurdu ama onu bir tek biz duyduk. "Deneklerden biri yangın çıkardı." Çocuk Korel'e baktı ama yangını onun çıkardığını söylemedi. "O yangında bütün alevlerin arasında bu abi beni gelip kurtardı, vücudunun bir kısmı da o esnada yandı." Bakışları hâkime döndü. "O zamanlar çok küçüktüm ama beni kurtaran kişiyi unutmam imkânsız. Bu yüzden Prometheus olmadığına eminim."

Salonu büyük bir sessizlik kapladı, yaşlı kadın bile ikileme düşmüştü.

Avukat sözü devraldı. "Elbette ki bunlar dosyalar yandığı için kayıtlı değil fakat çocuğun vücudundaki izlerin görüntüleri, doktor raporları hepsi elinizdeki dosyada mevcuttur sayın Hâkim. Bir çocuğun canını kurtaran adam, Prometheus olamaz."

Gülümsediğimde Korel'in bakışları yeniden bana döndü. Göksel hiddetle ayağa kalkıp, "Bu sadece bir manipülasyon!" diye haykırdı. "Orada hiçbir zaman denek olarak kullanılmadık; aksine, bizi iyileştiriyorlardı!"

Hâkim tokmakla vurduktan sonra çocuğu yerine geri gönderip Azra Dinçer'i çağırdı. Azra Dinçer yemininin ardından Göksel'in verdiği psikolojik savaşlardan söz etti, raporlarla birlikte ve beni boğazladığı günü anlattı. Büge'yle ikimizin Göksel'in damarına bastığımızdan söz etti ama kesinlikle beni boğmaya çalıştığını söylemedi. Korel'in gelişini ise ikimiz tartışırken bir anda konuya dahil olması şeklinde anlattı. "Biz Minel Karaer'le konuşuyorduk," dedi yalan söylemekten utanmadan. "Korel gelip beni duvara yapıştırdı, beni de piranalara yem edeceğini kulağıma söyledi." Azra korkuyla Korel'e baktı. "Ve gerçekten de sonra peşime takıldı, beni Bursa'da bir otelde yirmi gün esir tuttu. Dört gün aç kaldım, su istediğimde vermedi bile ve benimle oynadı. O anlarda bana da defalarca Prometheus olduğundan, ateşi çaldığından, asıl Tanrı'nın kendisi olduğundan söz etti." Oturuşumu düzelttim. "Benimle oynadı, ardından her ne olduysa tehdit edip serbest bıraktı. Elinizdeki dosyada o otelde kaldığım günler var, Korel'le görüntülerimizle birlikte."

Korel'in avukatı sözü devraldı. "Korel Erezli'nin o otele girip çıktığı doğrudur sayın Hâkim fakat bu Azra Dinçer'in söz ettiği gibi gerçekleşmemiştir; aksine, karşılıklı rızayla kısa bir süre beraber takılmışlardır. Bunun ardından da yollarını ayırmışlardır. Yirmi gün değil, on iki gün sürmüştür, otelden ayrılma görüntülerinde Azra Dinçer'in yüzünde herhangi bir korku olmadığını göreceksiniz."

"Beni tehdit ediyordu," diye fısıldadı Azra şaşkınlıkla. "O an korktuğumu bile belli edersem kollarımı kesip piranalara yem edeceğini söylüyordu, ne yapabilirdim?"

Avukat duymazlıktan geldi. "Bunlar sadece iftiradan ibarettir, ayrıca hiçbir otel çalışanı da rahatsız olmamıştır; aksine, her gün otel odasına yemek geldiğinin kanıtları da var."

"Kendisi yiyordu," dedi Azra gözlerini açarak ve hâkime döndü. "İnanamıyorum, bütün bunlar yalan."

"Korel Erezli'nin bahsedilen tarihlerde İstanbul'da olduğunun kanıtları da elinizdeki dosyada mevcuttur, sayın Hâkim," dedi onun tezini çürüterek. "Artı olarak sonradan Azra Dinçer müvekkilim Korel Erezli'ye ulaşmaya çalışmıştır, telefon kayıtları durmaktadır, mesajları da öyle."

"Çünkü Göksel'e ulaşamıyordum," dedi bu kez Azra, saçlarını çekiştirdi, dudakları aralandı. "Bütün bunlar bir şaka mı? Şaka olmalı. Beni o otel odasında tuttu, korkuttu, sindirdi ve en sonunda şimdi konuşabiliyorum. Nasıl bana inanmazsınız? Kadın olduğum için mi? Onunla cinsel birlikteliğim olmadı, birbirimize yaklaşmadık fakat beni psikolojik olarak yıprattı. Her gün bana Prometheus'un ateşi çaldığı hikâyesini anlattı, bazı günler sadece çello dinledik. Yanıma geldiği her an korkudan öleceğimi hissediyordum."

"İddiadaki gün aralığına bakıldığında o günlerin bazılarında müvekkilimin İstanbul'da olduğu, iki arkadaşının şahitliğiyle birazdan kanıtlanacaktır, sayın Hâkim. Ayrıca son derece sağlıklı olduğu ve kimseye zarar vermediği de öyle. Sayın Azra Dinçer'in elleri, kolları hatta ağzı bile bağlı değildi. Tek bir çığlıkla bütün otel çalışanlarını o odaya toplayabilirdi ama hiçbir otel çalışanı böyle bir ses duymadığını söylüyor. Hatta aksine, o otelden ayrılırlarken Azra'nın keyifli olduğunu dile getiriyorlar." Avukat tekrar yerine oturduğunda Korel omuzlarını dikleştirdi ve çenesini havaya kaldırdı. "Şimdi dilerseniz Gürkan Birgöz'ü dinleyelim, o Azra'yla ilişkisine şahit."

Azra acıyla inlediğinde, "Bu korkunç," dedi fakat artık onu kimse ciddiye almıyordu. "Bu korkunç, o beni esir aldı, tehdit etti, bu korkunç."

İlk defa kalbime bu kadar net bir umut tohumu ekildiğinde Hâkim, Gürkan'ı çağırdı ve aleyhine ifade vereceğinin rahatlığıyla sırtımı sandalyeye daha rahat bir şekilde yasladım.

Yemininin ardından Gürkan konuşmaya başladı. "Korel'le tıp fakültesinde tanıştık, o zamanlar sessiz bir adamdı ve ben de öyle olduğum için çok çabuk anlaştık fakat Korel bir süre ortadan kayboldu, geri döndüğünde ise vücudu yanık içindeydi, psikolojisi yerinde değildi. Bu kötü bir adam olmak değil, ben de bir doktorum. Gördüğüm kişi bitap düşmüştü. Tek istediği vücudundaki yanıkların geçmesiydi." Korel'e dikkatle baktı. "Günlerce onu tedavi ettim, elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım fakat gördüğüm sadece yanık izleri de değildi, Dergâh Merkezinde ona işkenceler uygulamışlardı. Vücudunda kesikler vardı, o kesikler çok derindi. Ayrıca Korel büyük bir korku içindeydi, ufacık bir sesten bile irkilebiliyordu, küçük bir çocuk gibiydi." Kederle nefesimi verdim, Korel bütün bunları herkesin duymasından elbette ki rahatsızdı. "Ölmek istiyordu, sayın Hâkim çünkü çok yalnızdı ve kimse onu istemiyordu," dedi Gürkan acıyla. "Onu mahvetmişlerdi fakat bütün bunların ortasında bile beni canımı kurtardı." Gürkan arkasını dönüp sırtını açtığında sol tarafındaki bıçak izini gördüm. "Doktorluğumun ilk senesinde saldırıya uğradım, bir adam sadece randevusu beş dakika gecikti diye evime gelip beni bıçaklamaya çalıştı. İlk darbeyi gördüğünüz gibi sırtıma vurdu." Gürkan sırtını kapatıp önüne döndü. "Sonraki darbe gelemedi çünkü Korel önüme geçip beni korudu ve benim yüzümden yaralandı. Eğer Korel olmasaydı canımdan olacaktım."

"Önünüzdeki belgelerde o adamın itirafı mevcut," dedi avukat diğer taraftan. "Gerçekten Korel Erezli, Gürkan Birgöz'ü kurtarmaya çalıştı, bunu şu an hapishanede yatan o mahkûm da onaylıyor."

Salonu yine sessizlik kapladı fakat bu kez az önceki gibi değildi, daha az korkutucuydu. "Bana karşı hiçbir zarar verme girişimini görmedim, senelerdir yanındayım ve onun arkadaşıyım." Gürkan kendinden emin bir şekilde başını salladı. "Ayrıca Azra Dinçer'le flört ettiğini de biliyorum, bundan bana bahsetmişti."

Korel başını çevirip Gürkan'a baktığında aralarındaki sözsüz bakışmadan ne olduğunu anladım. Gürkan yalan söylüyordu. Korel Azra'dan bahsetmemişti.

"Prometheus'un işlediği bütün cinayetlerin gecesi ya da gündüzü Korel yanımdaydı," dedi Gürkan yine net bir sesle. "Yanımdan ayrılmadığı günler oldu, eğer Korel bin parçaya bölünmüyorsa o cinayetleri işlemesi de imkânsız."

Gürkan yine yalan söylüyordu, bunu anlayabiliyordum çünkü Korel'in kaşları çatılmıştı ve bu kadar fedakârlıktan rahatsız olmuştu.

"Bütün bunların dışında Korel de Prometheus'tan korkuyordu," dedi Gürkan kaşlarını çatarak. "Çünkü Prometheus'un direkt onunla savaşı olduğundan şüpheleniyordu. Bunu bizzat benimle paylaştı."

Bir arkadaşın yapabileceklerinden çok daha fazlasını yapan Gürkan'a bakarken yeniden imayla Korhan'a döndüm ve yüzündeki gülümsemeyle Gürkan'ı izlediğini gördüm. Gurur? Neşe? Kibir? Hangi duygu yüzünü gülümsetiyordu, bilmiyordum ama ona baktığımı fark ettiği an gözlerini gözlerime çevirdi ve aynı gülümsemeyle bana bakmaya devam etti. Gürkan bir arkadaş olarak bu kadar fedakârlık yaparken Korhan'ın bir ağabey olarak bu kadarını yapmaması canımı sıkmıştı.

Bir yandan da haksızlık ettiğimi düşünüyordum çünkü o küçük çocuğu Korhan'ın bulduğu görüşündeydim. O ifade, olayın seyrini değiştirecek kadar kuvvetliydi.

Hâkim, Gürkan'ı yerine oturttuktan sonra sıra bana gelmişti; bütün gözler üzerime çevrildi, Korel hariç. O karşısındaki duvara bakarken herkes benim ne söyleyeceğimi merak ediyordu.

Oturduğum yerden kalkıp sakin adımlarla kürsünün olduğu tarafa geçtiğimde hâkim bana yine davanın seyrinden söz etti ve devam etti: "Size sorulan sorular hakkında, gerçeğe uygun cevap vereceğinize ve hiçbir şey saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz ve kutsal saydığınız bütün inanç ve değerler üzerine yemin eder misiniz?"

Yutkunduktan sonra bakışlarımı şahitlerin olduğu tarafa çevirdim, ardından babamla göz göze geldiğimizde oturduğu sandalyede rahatsız bir şekilde hareketlendi. Yeniden hâkime döndüğümde ise kendimden daha emindim. "Bana sorulan sorular hakkında gerçeğe uygun cevap vereceğime ve hiçbir şey saklamayacağıma namusum, şerefim ve kutsal saydığım bütün inanç ve değerlerim üzerine yemin ediyorum."

Hâkim beni dinlemek için kafasını salladı, bütün gözler üzerimdeydi ve şimdi yapılması gereken tek şey, Korel'i korumaktı.

"Prometheus tarafından annemin kafası gövdesinden ayrıldı," dedim kısık sesle, defalarca dile getiremediğim o cümleyle. Korel direkt dönüp bana baktı; izleyici sandalyelerinden fısıltılar yükseldi, şahit tarafından bile. "Ablam da Prometheus tarafından katledildi, bir çocuk havuzunda bilekleri kesilerek." Fısıltılar daha fazla arttı, kulak tıkayıp sadece hâkimin yüzüne baktım. Hâkim ise ilk defa şaşkınlığını gizleyemiyordu. "Bütün bunların ardından şurada oturan adam, babam," babamı işaret ettim, "Prometheus tarafından esir alındı, ben öldü diye bildim." Tane tane konuşmaya çalışıyordum ama yaşatılanların ağırlığı çok kötüydü. "Ve bütün bunlar olurken ben Korel'le çocukluk arkadaşıydım." Fısıltılar yüksek sese döndü.

Göksel, "Yalancı!" diye haykırdığında aynı kelimeyi o yaşlı kadın da söyledi.

Gözlerimi kapatıp açtım. "Kanıt var mı?" diye sordu hâkim, avukata.

"Yok," diye söze atladım. "Çünkü tanışma hikâyemiz karmaşıktı fakat tek bildiğim, Korel'in o kadar cinayeti işleyemeyecek yaşta ve çeviklikte olduğu."

"Tanıştığınızda Korel kaç yaşındaydı?" diye sordu hâkim.

Bilmiyordum, buna cevabım yoktu çünkü hatırlamıyordum. Avukat sözü devraldı. "On altı, sayın hâkim," dedi başını sallayarak.

Daha küçük sanıyordum, Korhan haklıydı, o yaşını merkeze girmek için küçültmüştü. Hâkimin ne düşündüğünü anlayabiliyordum; on altı yaş, cinayetler için gayet uygun bir yaştı fakat ben hâkimle aynı düşüncede değildim.

Korel yüzüme bakmıyordu fakat ben de zaten onunla göz göze gelmemeye dikkat ediyordum çünkü biliyordum ki göz göze gelirsem yolumdan sapacaktım.

"O yaşlarda ailemi katletmiş olamaz," dedim. "Çünkü biz Korel'le tanıştığımızda henüz yanmamıştı, hep yanımda oluyordu, bana destekti." Omuzlarımda ağrı hissetmemle zihnimde bazı görüntüler dönmeye başlamıştı; hayır, şu an zamanı değildi ama orada biz vardık. İspanya'daydık, boğa güreşini izliyorduk ve Korel hemen yanımdaydı. "Destekti," diye devam edip benim için ayrılan sudan birkaç yudum içtim, gözlerimi birkaç kez açıp kapattım. Hayır, şu an değildi; bunu yapamazdım. Hayır, kriz şu an gelemezdi; hayır, bütün bunların ortasında Korel'i yalnız bırakamazdım.

"Nasıl tanıştınız?" diye sordu hâkim.

"Dönme dolapta," dediğimde fısıldaşmalar yeniden arttı, ardından davacıların avukatı ayağa kalktı.

"Sözü devralmak istiyorum, sayın Hâkim," dedi hızlıca. Hâkim ona söz verdiğinde nefes almakta bile zorlanıyordum çünkü zihnimde bir morgdaydım. Korel elimi sıkıca tutuyordu, biz yürürken ondan korktuğumu ama bir yandan da onu bırakamadığımı hissediyordum. Tam olarak şu an gibi. Suçlanıyordu ya da suçu açığa çıkacaktı, Korel gergindi.

Morg buz gibiydi.

"Minel Karaer, psikolojik rahatsızlıkları olan bir kadındır," dedi savcı aceleyle. "Önünüzdeki raporlarda Göksel'le olan tartışmasını görebilirsiniz ve o tartışmadaki şahitlerin ifadelerini de. Aleni şekilde Göksel'e arkadaşıyla beraber saldırmıştır." Savcı bana baktı. "Arkadaşı şu an aramızda değil çünkü suçunu biliyor olmalı."

"Yorum katmayın," dedi hâkim ve devam etmesini işaret etti.

"Minel Karaer'in Anekdot Merkezine gidiş nedeni, hayatının belirli bir kısmını hiçbir şekilde hatırlamıyor oluşu." Morgun içinde adım adım yürürken Korel onu bırakmamı istemiyormuş gibi bana bakıyordu. "Korel Erezli de o hatırlamadığı kısımlarda Minel Karaer'in hayatına dahil olmuştur, ailesi de öyle. Tanışma hikâyelerini doğru söyleyip söylemediğini bilemeyiz ama Minel Karaer'e güvenmemiz imkânsız."

Morgda bana bir ceset gösterdiler, o ceset anneme aitti, ellerimi saçlarıma geçirdiğimde başımı iki yana salladım. Bana Korel'in Prometheus olduğunu söylediler. Elimi sıkıca tutmaya devam ediyordu, annemin başı gövdesinden ayırmış ve sonrasında dikilmişti.

O annemdi.

Bir bıçak vardı, o bıçak annemin boynunu kesen bıçakla aynıydı; bıçağın tersindeki figür, Korel'in yanından ayırmadığı bıçaktaki figürle aynıydı.

"İmkânsız olmasının nedeni ise beşinci dosyada mevcut, sayın Hâkim," dedi avukat ve duruşunu dikleştirdi. "Kendisi bir yandan epilepsi rahatsızlığıyla savaşması haricinde annesi gibi şizofreni rahatsızlığıyla da baş etmektedir. Elinizdeki dosyalarda bu mevcuttur, iki gün önce akli dengesi yerinde değil raporu Minel'in babasına iletilmiş ve vekili tamamen babası olmuştur." Zihnimdeki görüntüler dönmeye devam ederken bir yandan da avukatın dediklerine kulak vermeye çalışıyordum.

Dudaklarım aralandı, bakışlarım babama döndü, beni hiçbir teste tabi tutmamışlardı.

Neler oluyordu?

Zihnimdeki morgda elime bir kâğıt tutuşturdular, o kâğıtta babamın el yazısıyla Korel'in Prometheus olduğu yazıyordu.

Kahretsin, neler oluyordu?

Babam yüzüme bakarken, ellerimle sıkıca önümdeki masaya tutundum ve insanlar konuşmaya başladı. Zihnimde çığlık atıp Korel'den kendimi kurtarmaya çalıştım; burada insanlar benim hakkımda konuştu, avukat bir şeyler söylemeye devam etti ve hangi birine yetişeceğimi şaşırdım.

Benim adıma akli dengesi yerinde değil raporu almışlar, vekâletimi babama vermişlerdi; bu yüzden şahitlik yapma hakkım yoktu. Bütün bunların dışında, aklımı kaybettiğimi düşündüğüm için içtiğim o şizofreni ilaçları şimdi önüme tez olarak sunuluyordu fakat ben şizofreni hastası değildim.

Değildim, değil mi? Bütün bu insanlar gerçekti. Hayır, ben annem gibi şizofreni hastası değildim. Hayır, olamazdım.

Gözlerim Korel'e döndüğünde göz göze geldik; onu bulanık gördüğümde ağladığımı o an fark ettim. Korel bir hayal değildi, değil mi? Olamazdı, beni kandırıyorlardı. Babam bunu nasıl yapardı? Ne zamandan beri akli dengemin yerinde olmadığını düşünüyordu? Bakışlarım Korhan'a kaydı, ciddi bir ifadeyle beni izlediğini gördüm, ardından hayal kırıklığıyla başını iki yana salladı ve sert gözlerle babama döndü.

Morgda Korel'le savaş veriyordum ve onun eline bıçak saplamıştım. Bıçaktan damlayan kan yerdeydi, o yine de benim için çırpınıyordu fakat ben zihnimin içinde onun Prometheus olduğuna inanıyordum. Kendi ellerimle onu adamlara veriyordum.

"Ben şizofren değilim," diye mırıldandığımda bakışlarım hâkime kaydı fakat hiçbir cümlemin artık geçerliliği kalmamıştı. "Korel Prometheus değil, o hep benimleydi, birini öldürmüş olamaz, buna inanmıyorum!" Yüksek sesle bağırdığımda aslında cümlelerimin hepsi zihnimdeki o Minel içindi. Korel'in suçlu olduğuna inanmıştı, onu yargılamıştı, onu o adamlara vermişti.

Korel'in ellerimden kayıp gidişi, benim inançsızlığımla başlamıştı.

"Hayır," diye bağırdım bir kez daha ve babama döndüm. "Bir şeyler söylesene! Ben annem gibi değilim!" Yaşlar art arda gözlerimden düşerken neyi savunmam gerektiğini bile bilmiyordum. Kendimi mi, Korel'i mi, geçmişimizi mi? "Benim akli dengem yerinde!" diye haykırdığımda Gürkan'ın büyük bir acıyla bana baktığını gördüm, o sırada iki memur beni kürsüden almak için arkamdalardı. "Korel!" diye bağırdım ona bakarak fakat Korel'in gözlerinde büyük bir keder vardı.

O an ikimiz de anlamıştık.

Oyuna gelmiştik, bütün bunlar asıl tiyatroydu ve Korel buradan suçlu çıkacaktı. Beni konuşturmuyorlardı, en büyük şahitlik bana aitti fakat buna izin vermiyorlardı.

Memurlar beni kürsüden kollarımdan tutup ayırdıklarında hâkim, davacıların avukatı hatta Korel'in avukatı bile bir şeyler söylemeye başladı fakat tek odaklandığım yüz, Korel'in yüzüydü. "O Prometheus değil!" diye haykırdım var gücümle. "O beni de yangından kurtardı, onu kullandılar, denek olarak kullandılar! Onu boğdular." Memurlar beni geriye çekmeye başladıklarında mahkeme salonu karışmıştı, hâkimi artık kimse dinlemiyordu. Korel elleriyle sıkıca önündeki tahtaya tutunmuş, yanıma gelmemek için çaba veriyordu ya da birine zarar vermemek için, bilemiyordum.

Hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederken, "O Prometheus değil!" diye haykırdım bir kez daha. Zihnimdeki her anının içinde onun Prometheus olduğunu düşünüyordum, geçmişte onu o adamlara veren kişi bendim, bir morg odasında elini sırf elimi bıraksın diye bıçaklamıştım ve seneler sonra Korel beni bir morg odasına götürmüştü, aynı sahneyi canlandırmıştı, nedeni buydu.

Nedeni intikamdı çünkü onu suçsuz yere yargılamış, acı çekmesine neden olmuştum. Korel'in o tiyatrosu, bana kim olduğumu göstermek içindi. Kim olduğumu hatırlatmak için.

"Korel!" diye bağırdığımda memurlar beni şahit tarafına yeniden çektiler ardından hâkim, doktorlara haber verilmesi gerektiğini söyledi. Kriz geçiriyor olmalıydım, belki de daha fazlası, bilmiyordum ama şu an onun için hiçbir şey yapamıyordum. "Bana hiçbir zarar vermedi! Ablama, anneme o zarar vermedi!" Bakışlarım babama döndüğünde gözlerini hiçbir şekilde bana çevirmediğini fark ettim. "Baba!" diye bağırdım. "Söylesene! Seni Prometheus'un elinden Korel'in kurtardığını söylesene!" Karışan mahkeme salonu dakikalar sonra toparlandığında o salondaki çığlıkların tek kaynağı artık bendim, memurlar kollarımı bırakmıyordu çünkü bıraktıkları an Korel'in yanına gideceğimi biliyorlardı. Bütün bunların dışında Gürkan da ayaktaydı. Duruşmaya dakikalarca ara verilse de çığlıklarım bir an bile kesilmemişti, ağlamalarım da öyle ama herkes bana delirmişim gibi bakıyordu.

Ya da öyle istiyorlardı, bilemiyordum.

Her şey birbirine girmişti. Akli dengemin yerinde olmadığı söyleniyordu ayrıca şizofren olduğum. Vekilim babamdı. Zihnimde Korel Prometheus'tu, şu an Korel yargılamanın sonuna geliyordu ve o suçlu çıkacaktı, anlayabiliyordum.

Ben şizofren miydim? Bakışlarım yan tarafımdaki Gürkan'a döndüğünde, "Ben şizofren değilim," diye fısıldadım, sonra avazım çıktığı kadar bağırdım. "Ben şizofren değilim! Bir oyun oynuyorlar! Onu suçlu çıkarmaya çalışıyorlar!"

Değildim, değil mi? Her şey bir hayalden ibaret olamazdı.

Sesim kısıldı, doktorlar gelene kadar beni tutmaya devam ettiler ve ben artık bağırmak yerine sessiz sessiz ağlamaya devam ettim. Karnım ağrıyordu, omuzlarımda yük vardı, nefesim kesiliyordu. Bu, Prometheus'un bizim için yarattığı tiyatro oyunundan çok daha kötüydü, şu an bu salon alev altında kalsa daha az canım yanardı fakat yanmıyordu, yakmıyordu, biz diriydik.

En kötüsü de buydu, kurtuluşumuz yoktu.

Kürsüye evdeki hizmetçi ilerledi, kulaklarımdaki uğuldamalara rağmen onun ne söylediğini duydum; yüzündeki yanıkları Korel'in yaptığını söylüyordu, çocukluğundan beri zarar vermeye eğilimli olduğunu, ailesinin onu durduramadığını, ellerinden çoğu zaman zor kurtulduğunu.

Çocukken de iyi biri değildi, diyordu hizmetçi. Herkese zarar veriyordu.

Hayır, Korel çocukken zarar vermezdi; o benimle dondurma yerdi, oyun oynardı, beni severdi, konsere giderdi, lunaparkı gösterirdi, doğruyu öğretmeye çalışıyordu. O çocuk, bir kadını yakamazdı, bunu keyif için gerçekleştiremezdi.

Bütün o karmaşanın içinde bu kez kürsüye babamın ilerlediğini gördüm, gözlerime umut dolduğunda artık gülümseyerek ağlamaya başladım fakat Korel bakışlarını bana çevirdiğinde aynı umut onun gözlerinde yoktu.

Yeminler edildi.

"Baba," diye fısıldadım, artık sesim çıkmıyordu. "Lütfen, baba," diye devam ettim. "Lütfen." Beni duymuyordu, görmüyordu, bakmıyordu. Sanki o şizofrendi ve ben bir hayalden ibarettim.

"Ben Doğuş Karaer," dedi babam yüksek sesle. "Ve senelerce Prometheus'un elinde esir tutuldum, onu en iyi tanıyan kişi benim." Acıyla nefesimi verdiğimde artık ayakta durmakta zorlanıyordum. Memurlar beni tutmasaydı oraya yığılacağımı biliyordum. "Vücudumdaki izleri ve psikiyatrist raporlarımı tarafınıza ilettim. Hepsi kanıt niteliğindedir." Bu cümleler canımı yakıyordu, babam döndükten günler hatta aylar sonra ilk yüzleşme, bu mahkeme salonunda gerçekleşiyordu. "Prometheus'un yüzünü gördüm, onun kim olduğunu en iyi ben biliyorum."

Hâkim tek bir soru sordu: "Prometheus, Korel Erezli mi?"

Bir nefes, iki nefes, ardından üçüncü nefeste babam, "Evet," diyerek Korel'e baktı. "Prometheus, Korel Erezli."

"Hayır!" diye haykırdığımda babam duruşunu bir an bile bozmadı. Korel ise babama öyle bir baktı ki bütün o duyguları gözlerinde gördüm. Nefreti, öfkeyi, hayal kırıklığını, acıyı, kini, ölümü. Ölümü. Korel'in babamı öldürme dürtüsünü.

"Bu zamana kadar susmamın tek nedeni, kızımla beni tehdit etmesidir," dedi babam boğuk bir sesle. Sesi öyle inandırıcıydı ki bir başkası dinlese ona direkt inanabilirdi ama ben biliyordum; Korel, Prometheus değildi. "Senelerce beni yanına tuttu ve bunu yaparken kendisi olmadığında bile bir adamını yanıma gönderdi. Sürekli karşımda gördüğüm maskeli adamlar değişti ama Prometheus'u sesinden, adımından hatta nefesinden bile tanıyacak duruma geldim. Prometheus'un Korel Erezli olduğuna adımın Doğuş Karaer olduğu kadar eminim." Babam başıyla beni işaret etti. "Ayrıca kızımın akli dengesi uzun zamandır yerinde değil, Korel Erezli bunu da kullandı ve onun zihniyle oynamaya başladı. Geçirdiği bütün ataklar Korel'in yanında olmuştur."

"Hayır," diye inlediğimde başımı yerlere vurmak istiyordum. "Prometheus'un bir tarikatı var," dedi babam kendinden emin bir sesle. "Ona inananlardan oluşturduğu bir topluluk ve çoğu aramızda. Korel'in en büyük tehdidi, eğer onun kim olduğunu bildiğimi söylersem tarikatıyla bile ailemi mahvedeceğiydi." Babamın acıyla nefesini verdiğini işittim, Korel'e büyük bir nefretle baktı. "Bir ailem kalmadı, yanımdaki tek kişi kızım ve ona zarar vermesinden hâlâ korkuyorum."

Korel gözlerini bir an bile olsun babamdan ayırmıyordu, tıpkı o dans ettiğimiz günkü gibi buz kesmişti, hareket etmiyordu ama bakışlarındaki ateşin sırrını çözemiyordum.

"Size sunabileceğim çok sayıda kanıt elinizdeki dosyalarda mevcuttur sayın Hâkim ve tüm sorularınıza yanıt vereceğime emin olabilirsiniz. Geçmişte ailem gazetelere manşet oldu, Prometheus tarafından katledilen kızım kayıtlarda var. Ben kanıtsız değilim, ben tamamen bütün kanıtlarımla karşınızdayım. Bu çocuk, Korel Erezli, kendini Tanrı sanan bir seri katil."

Salon donup kalmıştı ve ben artık nasıl bir yol izlenmesi gerektiğini bile bilmiyordum. Kendi içimdeki savaş bir yana dursun, Korel'in yüzündeki savaşa bakamıyordum bile. Bu büyük bir kıyametti. İçeriye bir memur girip hâkimin kulağına bir şeyler söylediğinde ve önüne bir belge koyduğunda işlerin daha fazla karışacağından artık emindim.

Hâkim boğazını temizledi, ardından memurlardan birine bir CD uzattı. Birkaç saniye sonra ise Korel'in avukatına dönüp, "Dün sabaha karşı müvekkilinizin nerede olduğu hakkında bilginiz var mı?" diye sordu.

"Benimleydi!" diye haykırdım gür bir sesle fakat yine kimse beni umursamadı, artık görünmezdim, artık kimsenin umursamadığı o kişiydim çünkü akli dengesi yerinde olmayanlar dinlenmezdi, onların söylediklerinin doğruluğu kesin sayılmazdı.

Ben o mahkeme salonunda hayalettim, tamamen gözden çıkarılmıştım.

Bu planı babam ne zamandan beri yapıyordu? Prometheus işin içinde miydi? Prometheus ve babam işbirliği mi yapmıştı? Yetişemiyordum, her soru cevapsız kalıyordu; tek bildiğim, bu kadar acının bir hayalden ibaret olmadığıydı. Korel'in bana dokunuşları yalan olamazdı.

Ağırdı, aklımı kaçıracaktım; eğer akli dengem yerindeyse bile şu andan itibaren tamamen kaybedeceğimi hissediyordum.

Avukat hazırlıksız yakalandığı için Korhan'a, ardından Korel'e baktı. "Bir bilgim yok sayın Hâkim, kendisine sormamız daha doğru olacaktır." Hâkim başıyla izin verdi. "Dün sabaha karşı neredeydin?" diye sordu Korel'e avukatı. "Ve kanıtların var mı?"

Korel yutkundu fakat hiçbir cevap vermedi, benim yanımda olduğunu söylemedi; konsere gittiğimizi, eğlendiğimizi, her şeyin normal ilerlediğini...

"Korel," dedi avukatı. "Dün sabaha karşı neredeydin?"

Yine sessizlik. Hiçbir cevap yoktu. Avukat derin bir nefes verip hâkime döndü. "Şu an susma hakkını kullanıyor, sayın Hâkim."

Hâkim tek kaşını kaldırdı, ardından önündeki kumandayı eline alıp, "Sabaha karşı Prometheus bir cinayet daha işledi," dedi. Mahkeme salonundan öyle gür bir ses yükseldi ki ellerimle kulaklarımı kapatmak zorunda kaldım. "Ve kurbanın bir kadın olduğu söyleniyor."

"Seni öldüreceğim!" diye bağırarak ayağa kalkan Göksel'i tutan kişi Azra'ydı, Korel ise gözlerini odaklandığı yerden ayırmıyordu. Bir çaba göstermesi gerekirdi, çırpınması ya da aksini iddia etmesi fakat bunların hiçbirini yapmıyordu. Odaklandığı yer boşluktu ama boşlukta bir yangın çıksa şaşırmazdım çünkü o bakışları artık korkunç bir hal almıştı.

Korhan'a döndüğümde onun da rahatsız bir şekilde oturduğunu hatta büyük bir acıyla Korel'e baktığını gördüm, Gürkan ise başını art arda iki yana sallıyordu. "Bir şeyler yapın," diye fısıldadım, Korhan'la gözlerimiz kesişti. "Bir şeyler yap," dedim yalvararak. "Onu yok edecekler."

Korhan cevap bile veremezdi sadece izleyiciydi ama şimdi bakıldığında verilecek bir cevap bile yoktu. Korel'i savunmak, bir katili savunmakla eşdeğer görülüyordu artık. Babamın şahitliği her şeyi tam tersine çevirmişti; Korel'in sırtına hançeri saplayan babamdı.

Ve benim de kalbimde bir hançer vardı, inançtan geliyordu. Babama inanmayı seçmiştim ve bir kez daha beni yüzüstü bırakmıştı; üstelik bu kez, diğerinden çok daha kötüydü. Babamla göz göze geldik; bana baktığında ne anlatmaya çalıştığını bilmiyordum ama ağzımı açıp söyleyeceğim tek bir cümlem bile yoktu.

"Görüntülerin sadece bir kısmını izleyebileceğiz," dedi hâkim. "Çünkü Prometheus ilk defa bir video görüntüsünde kendini belli ediyor." Kumandanın düğmesine bastığında salondaki minik projeksiyon cihazı çalıştı, siyah ekran belirdi ve bu video görüntüsü beni aylar öncesine götürdü.

Korel'in o çello çaldığı görüntüler. Elimi sıkıca tutarken beni bıraktığı, aksini iddia etmediği, büyük bir yangının çıktığı.

Siyah ekran yavaş yavaş düzeldi ve bir çocuk parkı göründü, MOBESE kayıtlarından çekilmişti, net bir görüntü değildi fakat sabaha karşı olduğunu anlayabiliyorduk. Kaydırak vardı, çevrede binalar değil ağaçlar. Burayı tanıyordum hatta önünden bile geçmiş olmalıydım.

Prometheus'un cinayetini çocuk parkında işlemesi tırnaklarımı avuçlarıma batırmama neden oldu.

Salonda büyük bir sessizlik oldu, ta ki kameranın açısı salıncağa dönene dek. O görüntü ekrana yansıtıldığı an salonda kulakları sağır eden bir çığlık koptu.

Bir kadın salıncağın ortasında boynundan asılmıştı. Üzerinde beyaz yarım atleti vardı, bu atleti tanıyordum; altında siyah, kedili şortu ve bu şortu da tanıyordum. Siyah saçları vardı, kütten daha uzun ve bu saçları da tanıyordum. Karnında hafif şişkinlik, bu karnı da tanıyordum. Başı yerdeydi fakat başı eğik görüntüsünü bile tanıyordum.

Boynundan bir urganla salıncağa asılmış, elleri ve bacakları bağlı kişi dostum Büge'den başka kimse değildi. Prometheus, Büge'yi öldürmüştü.

Acıyla haykırdığımda Gürkan'ın sesi benimkini bastırdı. Kameranın açısı geriye gittiğinde bankta oturan kişiyi gördüm; sırtı dönüktü, kafasında bir şapka vardı, çello çalıyordu. Ellerimi yüzüme geçirdim çünkü memurlar da şaşkınlıktan beni bırakmışlardı, o çello görüntüsü kalbimi sıkıştırıyordu, yüzümü tırnaklarken canımın acıdığını bile hissedemiyordum, Büge'yi Prometheus öldürmüştü.

Salondaki herkes ayaklandığında çelloyu çalan kişinin yüzü profilden belirdi ve o görüntüyle bütün o yangının, kanın, ölümlerin hatta geçmişimin bile anlamsızlığıyla karşı karşıya kaldım.

Prometheus'un ağzında Joker'in makyajı vardı. Korel'e dün akşam Joker makyajı yapmıştım ve bunu sadece ikimiz biliyorduk.

Ortalık mahşer yerine döndüğünde Gürkan dizlerinin üzerine çöküp, "Büge," diye bağırmaya başladı ve Göksel ile Azra altlarındaki sandalyeleri fırlattılar; izleyici tarafındakilerden ise Korel'in üzerine atılmak üzere hareketlenenler oldu. Memurlar önlerine geçti fakat onları durdurmak imkânsızdı.

Gözlerimden yaşlar art arda akarken Korel'le göz göze geldik; dizlerimin üzerine çöktüğümde Korel bana öyle bir baktı ki bu, o tiyatro salonundaki bakışlarından bile daha acı vericiydi çünkü bana suçsuz gibi değil suçlu gibi bakıyordu; meydan okumayla değil özür dileyerek. Öfkeyle değil hüzünle.

Bana sanki kim olduğunu gösteriyormuş gibi bakıyordu.

Bütün bu yaşananların acısı başkalarında aylarca sürüp travmalara neden olabilirdi; ben birkaç saatte bunlarla yüzleşmiştim ve atlatabilmek için önümde aylarım olduğunu düşünmüyordum hatta daha kötü olayların yaşanacağı da büyük bir his olarak kalbimdeydi.

Başımı iki yana salladığımda her şey birkaç saniye içerisinde oldu ve salondaki bütün o karmaşanın ortasında Korel, çevik bir hareketle bulunduğu yerden ayrılıp koşar adımlarla pencereye ilerledi. O an o savaş meydanında önüne çıkan kişiler onu engelleyemedi çünkü yumruklarıyla karşı geldi ve sadece on ikion üç saniyede salondan kaçtığında bunu fark eden sadece ben, memurlar ve babamdı.

Kendini pencereden aşağıya attığında memurlar kaçtığını haykırmaya başladı ama salondaki karmaşada kimse onları duymadı bile.

Babamın bakışları bana döndüğünde gözlerindeki kederin yanında büyük bir hayal kırıklığı vardı; bu hayal kırıklığı Korel'e miydi yoksa bana mıydı, bilmiyordum fakat daha fazla dayanamadığımda başım öne düştü ve karanlık beni kolları arasına aldı.

Son duyduğum sesler Gürkan'ın, Büge diye haykırışlarıydı.