logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR

Views 414 Comments 0

Hayaller sonsuz bir hiçlik iken, gerçekler can yakıcı bir zehirdi ve o zehri içmek yerine sonsuz hiçliğe koşmak daima daha doğru gelirdi.

Hayalleri seçmek bir tercih, gerçeklere sırt dönmek ise korkaklıktı.

"Neden?" diye sordu İdil Erezli, oturuşunu biraz daha düzeltip gömleğinin yakasını kaldırarak. "Ölüm sizin için hiçbir zaman bir kaçış olmayacak, bunu biliyorsunuz. Geride bıraktığınız her insanın kalbinde büyük bir yara açacaksınız, bunu düşünmüyor musunuz?"

Kadın, karşısında oturan psikiyatrist kadının güçlü oturuşuna zıt bir şekilde omuzları düşük, parmakları birbirine geçmiş vaziyette yere bakıyordu. Kısa bir sessizlik oldu ama bu sessizlik, ölüm sessizliği değildi, yaşamdan vazgeçmenin sessizliğiydi.

"Zor," diyebildi kadın sadece ve turuncuya çalan saçlarından birkaç tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Gözleri dolmuştu fakat ağlamamak için çaba sarf ederken başını kaldırıp İdil Erezli'nin arkasındaki camdan dışarıya baktı. Hava yağmurlu gibiydi ve hemen pencerenin önündeki ağacın yaprakları neredeyse tamamen dökülmüştü.

"Zor olduğunu biliyorum." İdil Erezli sandalyesinden kalktı ve yavaş adımlarla kadının karşısındaki deri koltuğa ilerledi; kadının bakışları ise hâlâ penceredeydi. İdil Erezli deri koltuğa oturduğunda başını eğip karşısındaki kadına dikkatlice baktı. "Size yardım etmeme neden izin vermiyorsunuz?"

"Bana yardım edemezsiniz," dedi kadın ve gözlerini sıkı sıkı yumdu. O sırada bir damla yaş yanağından süzüldü. "Kendimde olduğum zamanlarda bile kendimde değilmişim gibi hissediyorum. Beynimin içinde böcekler geziyor, gözlerim her şeyi hiç olmadığı kadar farklı görüyor ve o sesler bana bir sürü kötülük fısıldıyor." Yumruk yaptığı ellerini havaya kaldırdı, kalbinin üzerine götürüp, "Minem," diye fısıldadı. "O öldüğünde ben o evin içinde bile değildim. Ben onların yanında bile değildim." Ellerini daha fazla sıktı.

"Biliyorum," dedi İdil Erezli ve çekinmeden Mehveş Karaer'in yumruk yaptığı bir elini uzanıp tuttu. Aralarındaki ilişki hasta-doktor ilişkisini aşmış gibi görünse de İdil Erezli ciddiyetinden hiçbir zaman taviz vermezdi. "Bu yüzden kendini suçlayamazsın."

"Suçlarım," diyerek hiddetle gözlerini açan Mehveş Karaer, İdil Erezli'nin gözlerinin içine baktı. "O şehirde kalmaya devam etmemizin tek nedeni bendim, o lanet şehirde hastaneye yatmak zorunda kalan yine bendim; ailem benim yüzümden oradaydı. Ben o hastaneye neden yattım, anlattım mı İdil?" Kafasını iki yana sallayan İdil Erezli, defalarca dinlemiş olsa da dinlememiş gibi davrandı ve tekrar Mehveş Karaer'in acısını ortaya dökmesini bekledi.

"Gecenin bir yarısı, anneniz sizi elinde bir bıçakla ölüme çağırarak uyandırdı mı hiç?" Sorusu İdil Erezli'yi şaşırtmadı çünkü bu soruyu önceden de duymuştu. "Ben kızlarımı öldürmek için gecenin bir yarısı uyandım ve elimde bıçakla odalarına girdim. Minemin kolunu, Minelimin saçlarını kestim. Kızlarımın ağlayışlarına, bağırışlarına babaları koştu ve elimden bıçağı alan benim kocamdı. O gece Doğuş evde olmasaydı ben çocuklarımın katili olacaktım, İdil. Ben anne değilim, ben iyi biri değilim, ben iyi değilim. Olanların tek sorumlusu benim."

İdil Erezli, Mehveş'in elini daha sıkı tuttu ve kafasını aşağı yukarı sallayarak, "Onlar seni hiçbir zaman suçlamayacak," diye fısıldadı. "Onlar seni anlayacak."

"Peki ya Mine?" dedi Mehveş Karaer. "O artık yok. O beni anlayacak mı?"

"O seni anlayarak, o seni bilerek hayatına son verdi, Mehveş," dedi İdil kendinden emin bir sesle. "O seni hiç suçladı mı?"

Mehveş kısa bir süre İdil Erezli'nin yüzüne baktıktan sonra kafasını iki yana salladı. "Kimse beni suçlamadı. Doğuş bile suçlamadı." Gözleri yine doldu ve acı tekrar kırmızıya dönen gözlerine ulaştığında, yaşlar katran gibi aktı. "Ama ne vardı, biliyor musun? Minel her gece saçları için ağlarken, ben değil, babası onun saçlarını taradı."

İdil Erezli sürekli tedavi halinde olan hastası Mehveş Karaer için artık ne yapabileceğini bilemiyordu. Kısa bir zaman da olsa hastanede yatmış fakat o döneme sadece kısa süreli atakları denk gelmişti. Kocası Doğuş Karaer, onun hastanede yatmasını istemediği için her seferinde karısını hastaneden çıkarırdı.

Mine Karaer'in öldüğü gece, Mehveş Karaer tedavisi için hastanede yatıyordu.

"Beni kandırıyorsun," dedi Mehveş. "Her seferinde bana olumlu cümleler kuruyorsun çünkü işin bu. Fakat benim senden tek istediğim ilaçlarımdı, bana psikologluk yapmanı hiç istemedim." İdil

Erezli korktuğu o cümleleri duydu. "Artık ilaçları da istemiyorum." Mehveş Karaer'in gözlerinin içinde yaşama isteği adına tek bir ışık yoktu, mum bile yanmıyordu ama ölüm için gözlerinde kocaman bir yangın vardı.

Mehveş Karaer, ölümü arzulamaya başlamıştı.

İdil Erezli, "Bak," dediğinde doktor kimliğini bir köşeye itmişti. "Yaptıkların çok ağır, kaldırılamaz şeyler ve yaşadıkların da öyle. Çocuklarına ve eşine yaptıkların can yakıcı. Açık söylemek gerekirse, kocan sana deliler gibi âşık olmasa şu an bir hastane köşesinde çürümekteydin ama o sana öyle bir âşık ki sensiz tek bir adım dahi atmak istemiyor. Çocuğuna ne kadar kötü bir anne olduğunu düşünürsen düşün, hatta kötü bir anne olursan ol, Minel seni seviyor ve sana ihtiyacı var, bundan eminim. Mine de seni sevdi ve daima seni anladı. Ne kadar aksini düşünsen de asıl şu an yaptığın bencillik; neden, biliyor musun? Kaçıyorsun ve kaçtığın sadece göz göre göre ölmek hem de arkanda sana deliler gibi âşık bir kocan ve sana ihtiyacı olan bir kızın varken. Bencillik yapmayı bırak ve onlar için en güzel şekilde yaşamaya çalış. Kaçmaktan yorulmadın mı artık? Biraz savaş, kendinle, içindekiyle ve hepsiyle. Savaş Mehveş, savaşmazsan kazanamazsın ve kazanamadığın her an geride bir enkaz bırakırsın. Mine senin ilk enkazın ve o enkaz, belki de sen o evde yoktun diye oldu."

İdil Erezli konuşmasını bitirdikten sonra derin nefes aldı ve Mehveş Karaer'in elini bırakıp sandalyesine yaslandı. Yaptığı bir psikiyatrist olarak yanlıştı ama artık onu kendisinden bir parça gibi görmeye başlamıştı, belki de bir arkadaş. Omuzlarında hissettiği şiddetli ağırlık kalkmış gibiydi ve kendini gerçek kimliğiyle net göstermese de açık konuşabildiği için iyi hissediyordu. "Artık evden kaçmaktan da vazgeç," dedi en sonunda. "Evden her kaçışında aynı yere gidiyorsun. Mine bir daha o havuzun başında olmayacak çünkü o havuz başka bir şehirde kaldı ve bütün havuzlar o öldükten sonra kurudu."

İdil Erezli'nin açık ve net konuşması Mehveş Karaer'i şaşırtmıştı ama bir o kadar da rahatlatmış olacak ki derin bir nefes aldı ve evet anlamında kafasını salladı. O sırada İdil Erezli'nin odasının kapısı hızla açıldı; Mehveş Karaer başını çevirip baktığında içeriye giren kişinin İdil Erezli'nin oğlu olduğunu gördü.

"Anne," diye içeri girmesiyle Mehveş Karaer'i görmesi ve ellerini kaldırması bir oldu. "Pardon, seansın olduğunu bilmiyordum."

İdil Erezli kaşları çatık bir şekilde oğluna bakarken, "Korel, Korel, Korel..." dedi kafasını iki yana sallayarak. "Sana defalarca kapıyı çalman gerektiğini söyledim."

Mehveş Karaer'in dikkatini Korel'in yüzündeki morluklar çekse de o noktaya odaklanmak yerine hafifçe tebessüm ederek, "Sorun değil," diye mırıldandı. "Birazdan çıkacağım."

İdil Erezli elini Mehveş Karaer'in elinin üzerine koyarak, "Konuşmamız henüz bitmedi," dedi ve Korel'e döndü. "Oğlum, dışarıda bekle. Birazdan geleceğim."

Korel Erezli bir süre Mehveş Karaer'in yüzüne baktı ve kim olduğunu anladığında gözlerinin önünden Mine Karaer'in ölüm anı geçti. Yaşadığı trajik kayba rağmen kadının gözlerindeki o güç, Korel'i şaşırtmıştı.

Mehveş Karaer'in gözlerinin içindeki gücü sadece Korel Erezli görebilmişti.

Kafasını sallayan Korel kapıyı kapattı ve dışarıya doğru yürümeye başladı.

Kapatılan kapıya bakmaya devam eden Mehveş Karaer'in gözleri kısıldı. "Korel sana benziyor," dedi İdil Erezli'ye dönüp. "Yüzü seni andırıyor ve bakışlarınız çok benziyor."

İdil Erezli hafifçe tebessüm etti. "Korhan yani büyük oğlum bana daha çok benzer, Korel farklı bir çocuktur." Duraksadı ve konuyu kapatmak için boğazını temizledikten sonra oturduğu sandalyeden kalkıp masasına ilerledi. Mehveş'in bakışlarının onu takip ettiğini biliyordu.

Siyah, meşeden yapılma masasının üzerinde bir şeyler ararken, "Sana bir teklifim olacak," diye mırıldandı. Yarım dakika sonra dağınık olan masasından kırmızı bir dosyayı alıp açtı. "Kendini iyileştirmek istiyor musun?" Bakışları Mehveş Karaer'e döndü fakat Mehveş Karaer'in bomboş baktığını gördü. "Bir cevap vermeyeceksin ama ben sana bu teklifimi sunmak zorundaymışım gibi hissediyorum. Bir merkez var. Hayır Mehveş, hemen kaşlarını kaldırma, bu merkez bildiğin gibi değil. Acı ya da iğneler yok; tamamen psikolojik tedavi ve hafif ilaçlar verilen bir merkez. Yurtdışından ödül almış ve inanılmaz güzel sonuçlarla geri dönüşleri olan hastaları var. Özellikle senin gibi rahatsızlığı olan kişilerde daha fazla olumlu sonuç görünüyor. Evet, tamamen iyileşmen beklenemez ama etkileri en aza indirgeyebiliyorlar."

Mehveş Karaer dudaklarını ısırdı ve ellerine bakarak, "Bana hiçbir şeyin iyi gelmeyeceğini düşünüyorum," diye fısıldadı.

"Hayır," dedi İdil Erezli ve dosyayı Mehveş Karaer'e uzattı. "Lütfen bunu alıp oku; bir kopyasını da Doğuş Bey'e göndereceğim. İkinizden de olumlu sonuç alacağıma eminim. Mehveş, rica ediyorum senden," deyip masasının yanındaki koltuğuna oturdu ve Mehveş Karaer'e doğru eğildi. "Yaşamak için kendine sebepler yarat, kendine geri dön. Özünde kendini bul. Bu merkez sana çok iyi gelecek."

Mehveş Karaer kısa bir süre İdil Erezli'nin gözlerinin içine bakınca yeşil gözlerindeki o sıcaklığı ve samimiyeti gördü. Dosyayı İdil Erezli'nin elinden alırken bakışlarını kaçırdı ve yavaşça ayağa kalktı. Teklifine bir cevap vermek yerine sessizliğini korudu. "Ben gideyim artık."

İdil Erezli, odaya ilk girdiğinde gördüğü Mehveş ile şimdi çıkarkenki Mehveş'in iki farklı kişi olduğunu anlayabiliyordu; gözlerine yaşamak için bir mum diken kişi İdil Erezli olmuştu.

"Pekâlâ," dedi İdil Erezli ayağa kalkarken ve tokalaşmak için elini uzattı. "Ben dosyayı göndereyim mi yoksa sen Doğuş Bey'e gösterir misin?" Mehveş Karaer'in ağzını aramaya çalışıyordu.

"Ben gösteririm," dedi Mehveş Karaer sadece. "Hatırlatırsan iyi olur ama."

"Seve seve," dedi İdil Erezli ve Mehveş Karaer'in elini sımsıkı tuttu. "Tekrar görüşmek üzere. Beni her saat arayabilirsin, biliyorsun."

Mehveş Karaer cevap verme gereği duymadı, sadece tebessüm ederek kapıya yürüdü. Adımlarında hissettiği kendinden eminlik ve duygularının değişimi onu şaşırtmıştı; bu kadar çabuk fikrinden vazgeçeceğini hiç düşünmemişti. Onu fikirlerinden ve düşüncelerinden vazgeçiren İdil Erezli miydi yoksa zaten yaşamı tercih eden tarafı daha mı ağır basıyordu, ayırt edemedi.

Arkasına bakmadan İdil Erezli'nin ofisinden çıktı ve kapıyı kapatmadan çıkış kapısına yürümeye başladı fakat tam o sırada hemen solda, odanın ilerisinde danışmadaki koltuklardan birinde Korel Erezli'nin oturduğunu gördü.

Küçük adımlarla çıkış kapısına yürümeye devam ederken, Korel Erezli'nin bakışları da Mehveş Karaer'in üzerindeydi.

"İyi günler Mehveş Hanım," dedi sarışın sekreter kız. "Bir sonraki görüşmenizin saatini ve gününü öğrenmek ister misiniz?"

Mehveş Karaer çıkış kapısına doğru giden bacaklarının yönünü değiştirdi ve sekretere doğru ilerlerken, "Evet, lütfen," diye seslendi ama bakışları Korel'den ayrılmıyordu.

Sarışın kız sandalyesine oturup ajandasını karıştırırken, Mehveş Karaer de Korel'in hemen karşısındaki koltuğa oturdu ve gülümseyerek, "Merhaba tekrar," diye mırıldandı.

Korel sadece kafasını aşağı yukarı salladı fakat Mehveş Karaer'in gözlerindeki ifadeye bakmadan duramıyordu. Tarifi olmayan gözlerinde sanki tek bir kişi yoktu, onlarca kişi vardı ve hepsi tek tek Korel'e bakıyordu.

"Bana neden öyle bakıyorsun, küçük bey?" dedi Mehveş Karaer fakat yüzündeki tebessüm silinmedi.

Korel her zamanki gibi çekinmedi ve aklına gelen ilk şeyi söyledi. "Bakışlarınız çok tuhaf. Gözlerinizin içinde her duygu varmış gibi bakıyorsunuz. Bir anda birini öldürebilirsiniz, bir anda o kişi için ağlayabilirsiniz de. Tuhaf."

Mehveş Karaer kaşlarını havaya kaldırırken sarışın kız elindeki küçük kâğıdı ona doğru uzattı. Mehveş Karaer kâğıdı aldı fakat bakışlarını Korel'den ayırmamıştı.

"Annen hasta-doktor ilişkisine pek sadık kalmıyor anlaşılan," diyerek Korel'in ağzını aradı.

Korel ise dürüstçe, "Rahatsızlığınızın ne olduğunu bilmiyorum," diye itiraf etti. "Tek bildiğim, bazen geceleri bile olsa annem sizi aramak için sokağa çıkıyor."

"Tahminin var mı?" diye sordu Mehveş Karaer.

"Üzerine hiç düşünmedim," diye ikinci bir itirafta bulundu Korel. "Ayrıca tahminde bulunmak hem size hem yaşadığınız duruma saygısızlık olurdu."

Mehveş Karaer karşısında gördüğü genç adama ısınmıştı ve onun da bakışlarında anlamını çözemediği birkaç parça görmüştü. Uzun bir sessizlikten sonra Mehveş Karaer, Korel'in hemen arkasında uzun boylu, kızıl saçlı bir kadının beklediğini gördü ve ayağa kalkarak, "Buyurun," deyip kadına yer verdi.

Korel arkasına bakarken, Mehveş Karaer kadının, "Siz oturmaya devam edin," dediğini duydu. Duruşunda ve sabit gözlerinde hiddet olan kızıl saçlı kadın, Mehveş Karaer'i epey ürkütmüştü.

"Hayır," dedi. "Ben zaten gidiyordum."

Bakışları bu iki kadın arasında gidip gelen Korel bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı.

"Nereye?" dedi kızıl saçlı kadın ve Mehveş Karaer'e doğru yürümeye başladı. "Havuzun başına mı yoksa?"

Soru karşısında geriye bir adım atan Mehveş Karaer, "Siz nereden biliyorsunuz?" diye mırıldandı ve bakışları hızla Korel'e döndü. "Sen mi söyledin?"

Korel anlamsız bir ifadeyle Mehveş Karaer'e bakarken bir cevap vermedi ve danışmadaki sarışın kızın yüzüne baktı; kız ise olanları büyük bir hayretle izliyor ve Korel'le göz teması kurmuyordu.

"Senin kızının katili olduğunu bilmeyen yok." Kızıl saçlı kadın, onu kalbinin en acılı damarından tutup kendine doğru çektiğinde Mehveş acı içinde nefesini tuttu. "Hâlâ yaşamak için umudun mu var? Ne bekliyorsun? Diğer kızının katili olmayı mı?"

"Neden böyle konuşuyorsunuz?" dedi Mehveş Karaer fakat çoktan gözleri dolmuş, dizleri titremeye başlamıştı. "Ben onun ölmesini hiçbir zaman istemedim." Ayakta duramayacağını fark ettiğinde kendisini kalktığı koltuğa geri bırakırken, bakışlarını kızıl saçlı kadından ayırmadı.

"Yaşamayı hak etmiyorsun!" Kızıl saçlı kadın birden bağırdığında Mehveş Karaer olduğu yerde sarsılıp kulaklarını kapattı. "Ölmek için çok geç kaldın, bu hayat artık seni istemiyor!" Kulaklarını kapatması bir işe yaramadı; kızıl saçlı kadın kulağının dibine gelmiş ona bağırıyordu. "Sen kötü bir annesin, kötü bir kadınsın. Sen bir kızının katilisin, diğer kızının da katili olacaksın!"

"Hayır, hayır, hayır," dedi Mehveş Karaer; elleri kapattığı kulaklarından ayrılıp kucağına düşerken gözleri Korel Erezli'yle buluştu. "Ben Mine'yi öldürmek istemedim. Ben Minel'in saçlarını kesmek istemedim."

Korel Erezli şaşkınlıkla olanları izlerken daha fazla sessiz kalamayıp, "Annemi çağırmamı ister misiniz?" diye sordu.

"Çağır," dedi kızıl saçlı kadın, Korel'e bakarak. "Çağır, ölümden kaçmak isteyen bu kadına annen umut olsun."

"Hayır," dedi Mehveş Karaer ve yanaklarından süzülen yaşları elinin tersiyle silerken tekrar, "Hayır," diye fısıldadı.

"Veda mektubu bırakmaya geldiğin yerden iyileşme umuduyla çıkıyorsun. İğrenç bir kadınsın." Kızıl saçlı kadın, Mehveş Karaer'in arkasına geçmiş hâlâ konuşuyordu fakat Mehveş, Korel'in bakışlarının ondan ayrılmadığının farkındaydı.

Bütün umutlar tek bir cümleyle yeşerebilirdi fakat aynı umutlar tek bir ölümle de yıkılabilirdi; Mehveş Karaer'in duyguları ince bir ip üzerinde yürümek gibiydi. İnişli çıkışlı duyguları, saniyelik geçişleri ve onu tüketen sesleriyle var olmaya devam etse bile yok olmaya mecbur kalacaktı.

"Onu susturamaz mısın?" diye sordu Korel Erezli'ye, bir umut beklediği cevabı almak isteyerek. Kızıl saçlı kadın hâlâ konuşuyordu fakat Mehveş Karaer onu duymazdan gelmeye başlamıştı.

Korel Erezli bir Mehveş Karaer'e bir de danışmadaki sarışın kıza baktıktan sonra, "Kimi?" diye sordu.

O anda yıkılan umutlar bile parçalandı ve taneleri Mehveş Karaer'in gözlerindeki ölüm isteğiyle yanan ormanına dahil oldu.

O gün yeşeren umutları, bir daha asla aynı şekilde yeşeremeyecekti; belki yeni umutları olacaktı ama hiçbiri o günkü kadar kendini güçlü hissettirmeyecekti.

Mehveş Karaer şansını denemek amacıyla fakat ne cevap alacağını bilerek, "Hemen arkamdaki kızıl saçlı kadını," diye sordu. "Onu susturur musun?"

Korel Erezli'nin bakışları Mehveş Karaer'in hemen arkasına kaydığı zaman orada gördüğü kocaman boşluk, kafasının içinde şimşekler çakmasına neden oldu.

O an orada Mehveş Karaer, Korel Erezli ve danışmadaki sarışın kızdan başka hiç kimse yoktu fakat Mehveş Karaer'e göre dört kişilerdi.

Korel Erezli cevap vermek istedi fakat vereceği her cevabın kadının canını yakacağını bildiğinden sessizliğini koruyup yutkundu. Birkaç dakika sonra, "Annemi çağırmalıyım," dedi ve ayağa kalktığı sırada Mehveş Karaer sertçe Korel'i bileğinden tuttu.

"Sakın çağırma çünkü artık umutlanmak istemiyorum." Elini koluna astığı çantasının içine attı ve beyaz bir zarf çıkarıp Korel'e uzattı. "Bunu ben gittikten sonra annene ver ama içindekini okuma. Annen okuduğunda ne yapması gerektiğini bilir." Fısıldayarak konuştuğu için onu duymakta zorlanan Korel öne eğildi. Mehveş Karaer hızlıca ayağa kalkıp Korel'in tam karşısında durdu. "Sakın okuma, bu mektup benim sırrım."

Korel donuk bir ifadeyle kadının yüzüne bakarken, Mehveş Karaer daha fazla göz teması kurmak istemedi ve koşar adım ofisten çıktı.

Boşluğu arkasında soğuk bir rüzgâr bırakırken, Korel içinin acıdığını hissetti ve Mehveş Karaer'in hastalığının düşündüğünden çok daha kötü olduğunu anladı.

"İyi misiniz?" dedi danışmadaki sarışın kız, Mehveş Karaer'in çıktığı kapının arkasından bakarken. "Ne dedi size? Ne dediyse aldırış etmeyin. İdil Hanım'ın en zor durumdaki hastalarından biridir; onu idare ediyoruz."

Korel'in kaşları çatıldı ve sarışın kıza dönüp, "İyi bok yiyorsunuz," diyerek onu azarladı. Bu tepkiyi beklemeyen kız afallarken, Korel elinde sımsıkı tuttuğu zarfla annesinin odasına yürüdü.

Adımlarındaki hızın asıl sebebi, annesine mektubu verir vermez Mehveş Karaer'i takip etmek ve evine sağ salim gittiğinden emin olmaktı.

Korel'in içi çok nadir acırdı fakat Mehveş Karaer, Korel'in içini acıtmıştı.

Annesinin kapısını açıp içeri girdiğinde, İdil Erezli'nin telefon kulağında altdudağını dişleyerek beklediğini gördü. Annesi oturmasını işaret ettiğinde Korel ayakta durmayı tercih etti ve acelesi varmış gibi elini salladı.

"Dediğini yaptım," dedi İdil Erezli soğuk bir sesle. "Mehveş yakında o merkeze yatacak, eminim." Konu Korel'in dikkatini çekince kulak kesilip konuşmaları dinledi. Ahizenin karşısından gelen ses, bir erkek sesiydi.

"Bunu yapma," dedi İdil Erezli ve gözlerini kıstı. "Sana istediğin kadını gönderiyorum, benden ne istiyorsun?" Korel'in gözünün içine bakarken, konuştuğu kişi birkaç cümle daha söyledi. "Neden?" dedi kısaca İdil Erezli ve uzun açıklamayı dinledikten sonra kafasını aşağı yukarı salladı.

"Bak, o kadına ne olacağı şu an umurumda değil, anlıyor musun? Benim umurumda olan tek şeyi sen daha iyi biliyorsun. O merkezin çok iyi bir yer olduğunu, ona iyi geleceğini söyledim; hepsi de yalandı. Daha ne yapabilirdim?"

Korel'in duydukları karşısında dudakları aralanırken, elinde tuttuğu zarfı yavaşça arka cebine koydu ve geriye bir adım attı.

"Anladım," dedi annesi ve gözlerini devirdi. "Yatışını yaptıktan sonra beni rahat bırakacak mısın?" Erkek sesi tek bir kelime söyledi.

"İyi o halde, Mehveş Karaer senindir, ne istersen onu yap."

Telefonu kapatıp masanın üzerine sertçe koyduktan sonra Korel'in yüzüne baktı. "Ne oldu?"

Annesinin gözlerindeki ifade Korel'in annesine karşı yabancı hissetmesine neden olurken, dudaklarından sadece, "O kadına kötü bir şey mi olacak?" kelimeleri döküldü.

Annesinin aksini iddia etmesini bekledi fakat annesi istediği cevabı vermeyip, "Evet," diyerek kaşlarını havaya kaldırdı. Korel kısa bir tereddütten sonra bir anlık ürpertiyle annesinin yüzüne baktığında, İdil Erezli oğlunun bakışlarındaki ifadeyi gördü ve ayağa kalkıp onun yanına ilerledi.

"Hayat böyle," dedi yanına gelirken. "Bazen sen piyon olursun, bazen başka biri elinde piyon olur. Eğer o kadını piyon yapmasaydım biz oyunu kaybediyorduk, Korel; bana öyle bakma."

Oğlunu omuzlarından tuttuğunda Korel öylece annesinin yüzüne bakıyordu; arka cebine koyduğu mektubun ağırlığı onun ayakta durmasını zorlaştırıyordu.

"Hayatı öğrenmeye başladığında beni anlayacaksın," dedi annesi ve Korel'i kendine çekerek sarıldı. "Biliyorsun, babanla benim için bu hayatta önemli iki şey var: kendimiz ve ailemiz. Hiçbir şeyi öylesine yapmayız."

Korel annesinin kolları arasındayken yabancılığı daha fazla hissetti ve annesinin babasından tek farkının şefkati olduğunu bir kez daha gördü.

Babası ona gerçeğini yangınıyla gösterirken, annesi şiirleriyle gösteriyordu fakat yangın aniden yakıp kendini gösterse de annesinden dinlediği şiirler, sonrasında canını yakıyordu. Bunu biliyordu.

"Bu hayatta önemli iki şey var," dedi Korel sessizce ve annesinin duyabileceği şekilde. "Kendimiz ve ailemiz."

Kolları annesine dolanırken, o an Korel üç şeye karar verdi:

Birincisi, bu hayatta önemsiz olan iki şey vardı: kendisi ve ailesi. İkincisi, Mehveş Karaer'in mektubunu annesine hiçbir zaman vermeyecekti.

Üçüncüsü ve en kötüsü ise Mehveş Karaer'in sözünü dinlemeyecek ve o mektubu okuyacaktı; işte o zaman gerçeklerin can yakıcı zehrini içecekti ve o zehrin acı tadı onu öyle bir yakacaktı ki sonsuz hiçliğe koşmak onun en büyük arzusu olacaktı.

Hayalleri seçmek bir tercih, gerçeklere sırt dönmek ise korkaklıktı.
Gerçeklere kucak açmış olan Korel Erezli, bir daha asla hayalleri seçemeyecekti.

***

Sıcağı hissediyordum.

Parmaklarımda, avuçlarımda, ellerimde, göğüs kafesimde, zihnimin içinde, en çok kalbimde, derinlerde sıcağı hissediyordum.

Bedenim şiddetli bir ateşe maruz kalmışçasına yanıyordu; parmaklarımın ucunda alevler vardı fakat dokunduğum zaman buz gibi bir hisle titriyordum. Dudaklarımın parçalandığını hissediyordum fakat dilimi dudaklarıma değdirdiğimde kuruduğunu anlayabiliyordum.

Buz gibi bir soğuk bedenime çarparken sarsılıyordum fakat içimin alevler arasında yandığını düşünüyordum. Sırtımda baskı, boynumda şiddetli bir sızı vardı fakat parmaklarımı boynuma değdirdiğimde kanın o sıcak hissi buzuma erişmiyordu. Damarlarım parçalanıyormuş gibi olsa da kalbimin sesini kulaklarımda işitebiliyordum; hızlı atıyordu, çok hızlı atıyordu fakat damarlarımı parçalayacak kadar hızlı değildi.

Kalbim, Korel'inki kadar hızlı atıyordu.

Korel? Korel?

Bilincim kendini su yüzüne çıkarmaya başladığında zamanın ve yerin gerçekliğine eriştim.

Arabanın içindeydik, Korel çok hızlı gidiyordu, ona söylediğim son cümle kulaklarımda çınlıyordu fakat sonrası yoktu. Çarpmış mıydık?

Sıkıca kapalı olan gözlerimi açmaya çalıştım fakat tek hissettiğim baskıydı; ellerimi yumruk yapıp bütün gücümü vermeye çalıştım, o an bedenimin titrediğini hissettim.

"Korel," diye fısıldayabildim sadece ve acı içinde gözlerimi araladım. Baskı gözkapaklarıma o kadar şiddetli çarpıyordu ki irislerime bıçak saplanıyormuş gibi hissediyordum.

İlk gördüğüm bomboş bir siyahlık ve siyahlığın içindeki beyazlıktı. O kadar beyazdı ve o kadar siyahtı ki kör olduğumu düşündüm; dişlerimi sıkarak hırladım fakat hafifçe geriye çekildiğimde şişen hava yastığını gördüm ve gözlerime gecenin karanlığı da erişti.

Hemen karşıda dağın dik eteği vardı fakat o kadar karanlıktı ki hiçbir şey göremiyordum. Sırtımda şiddetli bir acı hissedince inledim ve boynuma soğuk vurduğunu anladığımda geriye baktım.

Bir yerlerden buz gibi soğuk hava geliyordu.

"Korel," dedim tekrar fakat bu sefer sesim korku dolu çıkmıştı ve boynumun acısını umursamadan sol tarafıma baktım.

Karanlıktı, o kadar karanlıktı ki onun sadece siluetini görebiliyordum. Fark edebildiğim tek bir şey vardı: Korel'in hava yastığı şişmemişti, önü bomboştu.

"Korel," dediğimde sesim daha fazla çıktı. Olduğum yerde hareket etmeye çalıştım fakat hava yastığından ve emniyet kemerinden dolayı hareket edebilmem neredeyse imkânsızdı. Elim zorlukla emniyet kemerinin kilidine eriştiğinde hızlıca açıp emniyet kemerinden kurtuldum.

Karanlık beni göğsünün ortasına alıp bir bebeği uyutur gibi gözlerimi esir aldığında dayanamadım ve arabanın tavanındaki ışığı parmaklarımla aradım. Birkaç dakika sonra ışığın düğmesine erişip bastım; kısılan gözlerim ilk başta kamaştı, ardından sarı ışığı özümsemek için birkaç kere gözlerimi kırptım.

Yavaş yavaş aydınlanan, bulanıklıktan kurtulan gözlerimin ilk gördüğü kişi Gürkan'dı. Arabanın arka koltuğuna yüzüstü yatmıştı; başının arkasındaki kan lekesini görebiliyordum. Bakışlarım kapılara ulaştığında ikisinin de kapalı olduğunu gördüm ve aslında o soğuk havanın nereden geldiğini anladım.

Arka cam patlamıştı.

"Gürkan," dedim sessizce ve parmaklarım saçlarına ulaştığında ellerime kan bulaştı. Hava yastığı karnımı ve bedenimi zorlasa da ona döndüm. Yüzünü yavaşça döndürdüğümde gözlerinin açık olduğunu ve dudaklarından kan aktığını gördüm.

"Hayır!" diye haykırdım ve ellerimle dudaklarımı kapattım. Bakışlarım arka cama ulaştığında ileride, yerde karanlık bir gölgenin yattığını gördüm.

"Büge," dedim fısıldayarak fakat boğazım acıyordu.

Camdan fırlayan kişi Büge'ydi; bedeni yerde yatıyordu ve camın kırılan köşelerinde kanın kırmızı rengi vardı.

"Lütfen," dedim ve parmaklarım Gürkan'ın saçlarından ayrıldığında sol tarafımda nefes sesi duydum.

Gözlerim Korel'in oturduğu yere kaydığında derin derin nefes aldığını ve gözleri kısık şekilde bana baktığını gördüm.

Yüzünün yarısı kanla kaplıydı ve yanındaki cam da kanın rengini almıştı. Elleri kucağına düşmüş, başı yana yatmıştı.

"Korel," dedim kısık bir sesle ve gözlerindeki acıyı gördüm. Bana öyle bir bakıyordu ki sanki muhtaçmış gibi, en çok bana ihtiyacı varmış gibi görünüyordu. "İyi misin?"

Gözlerim dudaklarına kaydı ve yanık izinin üzerinin kanla kaplandığını gördüm. Boynunda kesikler vardı; kesikleri annemin kesiklerine benziyordu. Bileklerinde kesikler vardı; kesikler ablamın kesiklerine benziyordu. Gözlerinde kesikler vardı; bu kesikler babamın gözlerindeki o acılı kesiklere benziyordu.

Hızla yanımdaki kapıyı açmak için hamleler yaptım fakat kapı açılmadı. "Hayır!" diye bağırdım fakat kilitli kapıyı açamadım.

"Açamazsın," dedi Korel kısık sesle fakat sesi o kadar az geliyordu ki ona yaklaşmak zorunda kalmıştım. "Artık buradan çıkamazsın."

"Korel, iyi misin?" dedim tekrar. Elim yüzüne yaklaştı. Parmaklarım ilk önce saçlarına, ardından yüzüne, en son da çenesine dokundu. Ellerime Gürkan'ın kanından sonra onun kanı da bulaşmıştı. Kırmızılığa bakınca kalbimin acıyla kasıldığını hissettim.

Korel hafifçe tebessüm edip, "Buradasın artık," dedi. "Ben öldüğümde bile bu arabada benimle kilitli kalacaksın. Nasıl yaşayacaksın?"

"Korel," dedim ve diğer elimi de yüzüne yerleştirdim. "Ölmeyeceksin, bu kapıyı açacağım, anlıyor musun?" Bakışlarım Gürkan'a kaydı fakat Korel'e belli etmemeye çalışarak gözlerinin içine tekrar baktım. "Seni kurtarmamı istemiyor musun?"

Derin bir nefes alıp öksürmeye başladı; yüzünde Korel'de daha önce hiç görmediğim o acı çeken ifade canlandı. "Çok mu canın acıyor?" derken sesimin titrediğini fark ettim.

"Çok fazla," dedi Korel ve gözlerini sıkıca yumdu. "Senin canın yanıyor mu?"

Kafamı hızlıca iki yana salladıktan sonra elim Korel'in kotunun cebine gitti. "Telefon nerede? Yardım çağırmamız gerek." Korel yeniden acıyla tebessüm ettikten sonra, "Anlamıyor musun?" diye fısıldadı. "Her şey planlıydı, ben bu yola ölmek için çıktım."

Cümleleri kalbimin üzerine bir ok gibi saplanıp canımı yaktığında, göğsümdeki şiddetli sızının sebebinin onun canının yanması olduğunu anlamıştım. Bir yerlerde, kalbimin derinlerinde Korel için can veren ve can alan tarafım vardı; aldığı can benden gidiyordu fakat verdiği can kalbimi acıtıyordu.

Korel'in gözlerinin içine, en derinlerine baktım ve o an beni bir ölü gibi hissettirecek şeyi Korel'in gözlerinin içinde gördüm. Oradaydı; evinin kapalı olan perdelerini açmıştı, ilk defa gözlerinin içine baktığım zaman ona erişebiliyordum.

Acısı vardı, öfkeleri, kinleri, kavgaları, nefretleri, en çok mutsuzlukları fakat bir köşede de mutluluğu gizlenmişti, gülümsüyordu, şeffaftı. Küçük bir erkek çocuğunun masumluğu, genç bir adamın öfkesi ve yaşlı bir adamın merhametini o an Korel'in gözlerinde gördüm.

"Bakma öyle, Korel," dedim ve gözlerindeki hangi duygunun canımı en çok yaktığını anladım. "Bana vazgeçiyormuş gibi bakma, ilk defa böyle bakıyorsun."

Her şeye rağmen Korel'in gözlerinde savaşan bir adamı görebiliyordum; kapalı olan perdelerinin ardında gölgelerden savaşan bir adam olduğunu görebiliyordum fakat şimdi değil gölgesi, gerçekliği bile kalmamıştı.

"Hayır," dediğinde boğazının acısından dolayı düğümlendiğini duydum. "Sen bana ilk defa gerçekten bakıyorsun."

"Korel, lütfen," dedim ve yüzünü daha sıkı kavradım. "Bu şekilde bitsin istemiyorum, bana bir şey söyle, seni kurtarmak istiyorum, ölmeni istemiyorum."

"Beni kurtarmak mı istiyorsun?" diye sordu ve başı biraz daha yana kaydı. Bedenim öyle çok titriyordu, öyle çok üşüyordum ki Korel'in yüzündeki parmaklarım yanaklarına çarpıyordu. "Üşüyorsun," dedi ve tekrar öksürdü.

Dediğini duymazdan gelerek, "Bana bir yol göster," diye fısıldadım. "Senin için yapabileceğim bir şey söyle."

O an aklım tamamen yerine geldiğinde ve beynim yeni yeni çalışmaya başladığında yanımdaki kapıyla neden uğraştığımı anlayamadım. Bakışlarım kırık olan arka cama kaydı ve Korel'e hiçbir şey söylemeden oraya geçmek için oturduğum yerde savaş vermeye başladım.

Korel, "Dur," dediğinde ne yapacağımı anlamıştı. Kucağına düşen ve kesiklerle dolu olan eli elime kaydığında onun da titrediğini hissetmiştim. Korel Erezli titriyordu; acıdan mı, soğuktan mı bilmiyordum fakat bedeni tir tir titriyordu. "Bana mızıka çalmanı istiyorum." Koltuktan kalkmak için savaştığım yerde duraksadım ve Korel'e baktığımda geçmişimin çığlık çığlığa bağırdığını işittim.

"Korel," diye mırıldandım fakat sesim o kadar geriden, o kadar kendimden gelmiyormuş gibiydi ki kafamın içinde bozuk bir kaset gibi cümleler dönmeye başladı ve kendimi bir oyun parkında oturuyormuşum gibi hissettim.

"Çal," dedi kelimenin üstüne basarak. "Çalmazsan sana bir şey yaparım."

"Çalarsam bana bir şey yapmayacak mısın?" dedim ve ellerim ellerini sımsıkı tuttu.

"Çalarsan sana hiçbir şey yapmam," dedi ve gözlerimin içine, en derinlerine baktı. Gözlerimin titrediğini, kalbimin hiç olmadığı kadar hızlı attığını hissettim. Duygulara kör biriyken şimdi bütün o hisler, kalbimdeki bütün damarları açmıştı ve Korel'i gerçekten görüyormuşum gibi hissediyordum.

"Belki de tek istediğim, bana kötü bir şey yapmandır." Cümleler geçmişimden sesleniyordu; cümleler kulaklarıma fısıldıyordu.

"Çal," dedi tekrar ve dudaklarına tebessüm kondurdu. "Çalmazsan ölürüm, çalmazsan beni öldürürsün. Çalmazsan hiçbir şey başlamaz, ölürüz."

Her şey tam tersine dönmüştü, bu sefer kulaklarımda onun sesini duyuyordum. Güçlü, net ve kendinden emin olan Korel'in sesini işitiyordum. Zihnim bana oyun mu oynuyordu yoksa her şey olduğundan daha farklı mı görünüyordu?

Bir anda zamanın varlığını unuttum; yer, araba, her yer titremeye başladı ve bir lunaparkta, dönme dolaptaki bir vagonun içinde kendimi buldum. Dudaklarımı yasladığım mızıkadan acılı bir melodi dökülüyordu, hemen yanımda ise Korel oturuyordu.

Varlığı huzurluydu, varlığı oradaydı, Korel'in varlığı bana güç veriyordu.

"Minel!" diye bağırdığını duydum ve başımı çevirip ona baktığımda gözlerini üzerimden ayırmadığını gördüm. "Minel, kendine gel!" Bağıran o değildi, dudakları hareket etmiyordu fakat onun sesini duyuyordum. "Turuncu, beni duyuyor musun? Buradayım, bana bak."

Omuzlarımdan sarsıldığımı hissettim; soğuk bedenime sert bir şekilde çarpmaya devam ederken, "Korel," diye fısıldadığımda yanımdaki varlığı silinmeye başladı. "Sana ihtiyacım var, bu şekilde bitsin istemiyorum."

Omuzlarımın sarsılışı durdu ve başka sesler duymaya başladım. Bir kız konuşuyordu ve hastaneden bahsediyordu, başka bir el başımın üzerinde geziniyordu.

Kulaklarımda nefes hissettim, onun sesini işittim. "Buradayım, Çilli," dedi. "Hiçbir şey bitmeyecek, aç gözlerini."

Kapalı gözkapaklarımı araladığımda bulanık gözlerimin arasından yıldızları gördüm; karanlık beni esir aldığında boğazımın ve boynumun acıdığını hissettim. Tepemden bana doğru eğilen bir yüz yıldızları kapattığında karanlığa alışan gözlerimle o kişinin Büge olduğunu gördüm.

Canlıydı, yaşıyordu, oradaydı ve bana bakıp bir şeyler söylüyordu.

"Büge," derken dudaklarımın kuruduğunu hissettim, o sırada Gürkan'ın başı da bana doğru eğildi ve şakaklarımı ovalayan kişinin o olduğunu anladım. "Gürkan." Huzur? Mutluluk? Hangisini hissediyordum bilmiyorum. "Yaşıyorsunuz," diyebildim, düşündüğümün aksine ikisi de çok iyiydi, sadece Gürkan'ın kaşı yarılmıştı fakat derin değildi.

Aklıma Korel geldiğinde hızla kalkmak için hamle yapınca başım bir bedene çarptı.

Kül kokusunu soluduğumda ve sert gövdesini hissettiğimde başımı kaldırıp ona baktım.

Yerde dizlerinin üzerine çökmüş bana bakıyordu, elleri omuzlarımdaydı, bakışları gözlerimdeydi ve o bakışlarda tedirginlikten başka hiçbir duygu yoktu. Perdeleri sonuna kadar çekilmişti fakat gölgeler arasından tedirginliğini görebiliyordum.

Bir anda çekinmeden titreyen ellerimi yüzüne uzattım. "Korel," diye fısıldayıp yüzüne dokundum. Kan yoktu, tek bir çiziği bile yoktu, sevdiğim çenesindeki yanık izi kanla kaplanmamıştı, gözlerinde o vazgeçmiş bakış yoktu. Gözlerinde güç vardı, gerçeklik vardı, güven vardı. "Yaşıyorsun," diye fısıldadım. "İyisin, hiçbir şeyin yok." Bir anda kendimden bile beklemediğim şekilde Korel'i kendime çekip öyle bir sarıldım ki kuvvetim karşısında Korel bile tökezledi ve eliyle yerden destek aldı.

Sıkıca ona sarıldım, kaybetmiş gibi ve hiç kaybetmemiş gibi. Parmaklarım sırtına saplanırken başımı boynuna yasladım ve kokusunu içime çektim; bir elim saçlarına gitti ve o ıslak kanı hissetmedim. Sol elimi kalbinin üzerine koydum ve avcumda o atışını hissettim; canlıydı, yaşıyordu, kalbi iyiydi. Kalbi ölecekmiş gibi atmıyordu.

Göğüsünü göğsüme yaslayıp daha sıkı sarıldım. "Yaşıyorsun," diye fısıldadım defalarca. "Ölmeyeceksin." Karşılık vermesini beklemiyordum fakat birkaç dakika sonra saçlarımda Korel'in parmaklarını hissedince kolunu belime sardığını fark ettim.

İlk önce yavaş ve sakin, sıkıca değil fakat ardından kolunu daha da sıkılaştırarak o da bana sarıldı; bedeni bedenime tamamen yaslandı. Parmaklarını saçlarımın arasına geçirip, "Geçti," diye fısıldadı. Sesi şefkatliydi, hiç ona yakışmayacak derecede aile şefkatiyle doluydu. "İyiyim, iyisin. Geçti."

"Geçti," dedim söylediğini tekrar ederek. Gözlerimi sıkıca kapatıp derin nefesler aldım. Hissettiğim korku, endişe toz olup uçmuştu ve geriye huzuru getirmişti.

Korel bana ne yaparsa yapsın, varlığıyla beni tamamlayan bir adammış gibi hissediyordum; benim için hayatımın hiçbir döneminde öylesine bir adam olmamıştı. Bunu artık anlamıyor, biliyordum.

Yerden havalandığımı hissettiğimde Korel'in beni kucağında taşıdığını anladım. Yüzümü boynunun girintisinden çıkardığımda bakışlarıyla buluştum ve kendimi tekrar o lunaparkta hissettim.

Oradaydı, yanımdaydı, mızıkamı ona çalarken tek ihtiyacı buymuş gibi bana bakıyordu.

Korel gözlerimin içine bakarken bir şeyleri fark etti çünkü ona artık eskisi gibi bakmadığımı biliyordum; ona eskisi gibi bir daha asla bakamayacaktım, bunu da biliyordum.

"Bu romantik sahne daha ne kadar devam edecek?"

Büge'nin sesi ikimizi de kendimize getirirken, Korel'in kucağında babası tarafından taşınan bir çocuk gibi durduğumu fark ettim.

"Ayakta durabilecek misin?" diye sordu Korel fakat bırakmak istemiyor gibiydi, bu tuhaftı.

"Evet," dedim ve parmak uçlarımı yere değdirmeye çalıştım. Korel zorlamadan beni yere bıraktı, kolları belimden uzaklaştı. İlk önce ayakta durmakta zorlansam da sonrasında bacaklarıma his tekrar geldi ve etrafıma bakmayı akıl edebildim.

Çayırın ortasındaydık.

Birkaç metre ileride dağın eteğine çarptığımız arabayı görebiliyordum fakat ne halde olduğunu anlayamıyordum. Bakışlarım tekrar Büge ve Gürkan'a döndüğünde iyi olduklarını gördüm.

Büge'ye doğru ilerlediğimde o da kollarını açıp bana sarıldı; az önceki gibi bir sıcaklığı hissetmesem de onun iyi olduğunu bilmek huzurlu hissetmemi sağlamıştı. "İyi misin?" dedim o sırada Gürkan'a bakarak.

"İyiyiz hepimiz," dedi ve yüzündeki tedirgin ifadeyle beni süzdü. "Asıl sen iyi misin? Bir atak geçirdin ve çok uzun sürdü."

"Ne kadar uzun?" dedim ve gördüğüm kâbusların ardından geçmişimin sanrılarının beni ne kadar esir aldığını kafamın içinde çözmeye çalıştım.

Büge geriye çekilip, "Kırk sekiz dakika," diye mırıldandı. "Kırk beş değil, kırk sekiz. Hastaneye gitmemiz gerektiğini söyledim fakat Korel izin vermedi."

Korel elleri cebinde beni izlerken hâlâ bir şeyleri çözmeye çalışıyordu. "İyi ki gitmemişiz," dedim derin bir nefes alarak. "Uzun zamandır bana uğramayan ataklardan bir tanesiydi. Heyecan anında oluyor büyük ihtimalle."

Büge'nin gözlerini devirdiğini gördüm. "Heyecan mı? Muhteşem bir heyecan, değil mi ama? Arabayla dağın eteğine çarpmak ve hepimizin sağ çıkması." Korel'e baktı. "Rahatsız mısın? Kendi kendine intihara gidiyorsun ve tek bir çizik bile almıyoruz. Arabayı çarptıktan sonra gayet sakin bir şekilde bize dönüp iyi misiniz diye soruyorsun ve panik yapmadan Minel'i arabadan indiriyorsun filan. Senin derdin ne?"

Gürkan, "Sakin ol," diyerek Büge'yi susturmaya çalışsa da Büge'nin öfkesini net bir şekilde hissedebiliyordum.

Korel boş boş Büge'ye baktıktan sonra bir cevap vermedi. "Gürkan," diyerek onu yanına çağırdı. "Arabada işimiz var."

Gürkan Korel'in yanına doğru yürüdüğünde Korel de bize arkasını döndü ve arabaya doğru yürümeye başladı.

"Bu adam kendini ne sanıyor?" dedi Büge bana bakarak. "Sen bu adama nasıl katlanıyorsun, Minel?"

Bakışlarım Korel'den ayrılmıyordu. Büge'ye cevap vermek yerine Korel ile Gürkan'ın peşinden gitmeye başladım.

Korel'in arabayı çarpmasının nedeni öfke nöbeti geçirmesi, ölmek istemesi ya da babasına tepki vermesi değildi; bunu yeni yeni anlayabiliyordum. Başka bir şeyler vardı.

"Sayıkladın," dedi Büge beni takip ederken. "Sürekli Korel'i sayıkladın, arada bizim isimlerimizi de söyledin ama daha çok Korel'in adını söyledin. Ölmeni istemiyorum, dedin ona. Resmen ona yalvarıyordun." Büge kolumu kavrayıp beni kendine doğru çevirdi. "Minel, ona karşı düşündüğümden daha büyük şeyler hissediyorsun, değil mi?"

İlk defa net bir şekilde sorulan soru, buz kütlesine çarpmışım gibi hissetmeme neden olmuştu. "Yalvardım mı?" dedim sadece ve son söylediğine cevap vermedim.

"Evet," dedi hızlıca. "Resmen yalvardın. Onun adını sayıklarken acı çekiyordun."

Bakışlarım Korel'e kaydığında arabaya yaklaştıklarını gördüm. "Peki ya o ne yaptı?"

Büge'den kötü bir cümle duymaya kendimi hazırlamıştım fakat o, "Sana bir şey olacak diye çok korkuyordu," diyerek beni şaşırttı. "Defalarca Gürkan'dan yardım istedi ama bir yandan da bu hallerine alışık gibiydi. Ellerini tutuşu, boynunu kavrayışı, seni taşıması. Hepsini sanki sana nasıl müdahale etmesi gerektiğini biliyormuş gibi yapıyordu."

Söyledikleri beni şaşırtmamıştı. "Korel tıp eğitimini bırakmış bir adam, bilmesi normal."

"Öyle değil," dedi Büge ve kaşları çatıldı. "Sana daha farklı davranıyordu, seninle konuşuyordu, kulağına bir şeyler fısıldıyordu. Sen de anlamsız cümleler kuruyordun. Mızıka dedin, evet, mızıka çalmaktan bahsettin ve Korel o cümleden sonra bir süre donuklaştı."

Büge'nin göründüğünden ve gösterdiğinden daha fazlasına dikkat ettiğini biliyordum fakat bu kadarı beni şaşırtmıştı. "Donuklaştı mı?" dedim ve kendimi tekrar o lunaparkta hissettim. "Bir şey söyledi mi?"

"Duymadım," dedi Büge omuzlarını silkerek. "Kulağına bir şeyler fısıldıyordu." Kaşları çatıldı ve omuzlarımı tutup beni kendine doğru çekti. "Minel, bunu benim söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi fakat o gerçekten tuhaf ve sana zarar verecek biri gibi görünüyor. Biliyorsun, aksiyonu ve heyecanı severim hatta zararlı olan her şeye de çekilirim ama senin canının çok yanacağını hissediyorum. Ona gereğinden fazla kapılmış gibi görünüyorsun."

Büge konuşmaya devam ederken gülümsediğimi yeni fark edebiliyordum. Ellerimi, omuzlarımı tutan Büge'nin ellerine bastırıp, "Büge," diye fısıldadım. "Bu ilk değil, emin ol. Daha önce canım defalarca yanmış gibi ama eminim, bu ilk değil."

"Nasıl yani?" dedi Büge fakat ben arkamı dönüp arabaya doğru yürümeye başlamıştım. "Daha önce de mi birine kapıldın?"

Yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş silinirken iç sesim tek bir cümleyi haykırdı, dudaklarım ise o cümleyi sesli bir şekilde söyleyemedi.

Arabanın yanına geldiğimizde gözlerime inanamaz bir ifadeyle ilk önce arabanın ön tarafına, sonra da içine baktım. Ön koltuklarınki yetmezmiş gibi yan kapıların hava yastıkları da açılmıştı; kâbusumda gördüğüm arka camın oradan bile hava yastığı açılmıştı. Sürücü ve yolcu koltuklarının arkasından hava yastığı açılmıştı. Ayak kısımlarından ve tavandan da açılan hava yastıkları vardı.

Arabanın önünde ise düşündüğüm kadar hasar yoktu. Plakası düşmüş, ön camları patlamıştı fakat haşat bir vaziyette değildi; tekrar arabaya binilse sürülebilecek durumdaydı.

"Korel," dedim merakla ve şaşkınlıkla. "Sen arabayı yüz kilometrenin üzerinde kullanıyordun, değil mi?"

Korel cevap vermedi ve arabanın içine bakmaya devam etti. Gürkan, "Yüz yirmi," deyip derin bir nefes aldı.

"Yüz elli," diye düzeltti Korel. "Yüz yirmi olsaydı hava yastıkları açılmazdı, babamdan biliyorum." Bakışları bana döndü. "Hafızan geçmişi mi hatırlamıyor yoksa yakın zamanı da unutmaya mı başladın? Babamın arabaları öyle güvenlidir ki takla bile atsan çizik almama ihtimalin yüksek. Bu arabaları aldıktan sonra tekrar üzerinden geçilmesini ister."

Bunları söylemesine zaten gerek yoktu çünkü fark ediyordum ki araba bile doğru düzgün hasar almamıştı. "Korel," dedim duraksayarak. "Tamam ama bu kadarı..." Kafamı iki yana salladım. "Bu kadarı çok fazla korumalı. Araba resmen babanın kendi üretimi gibi."

Korel tuhaf bir homurdanışla beraber güldü. "Kendi üretimi değil ama arabalarının üzerinde o kadar çok oynama yapar ki kendi üretimi gibi olur. Bu en güçlü arabalarından biriydi."

"Arabalar?" Büge'nin kaşlarının kalktığını gördüm. "Baban çok mu zengin? Çok zengin ise sen niye değilsin?"

Gürkan ve ben uyarır gibi bir ifadeyle Büge'ye bakınca o omuzlarını silkti ve Korel'den cevap bekledi.

"Kendi ağzınla söyledin," dedi Korel ve elini cebine attı. "Babam zengin, ben değilim. Bana neyi yakıştırırdın? Babasının arabasıyla, cüzdanıyla geçinip kulüplerde kız düşüren ve tek derdi elindeki arabayı yükseltmek olan bir adamı mı?" Kafasını iki yana salladı. "Bu kız ya çok film izliyor ya da çok kitap okuyor."

Büge öfkeyle güldükten sonra, "Emin ol o zaman boşa da olsa çalışan bir aklın olurdu," diyerek Korel'e cevap verdi. "Sürekli sert adamı, tersleyen adamı, gülmeyen adamı, heyecan peşinde koşup peşine küçük bir kızı takan adamı oynamak sıkıcıdır. Hatta bir saniye, kendinin ve yanındakilerin canını hiçe sayıp babacığıyla kavga etti diye babasının en değerli arabalarından birini oraya buraya çarpan biri olmazdın."

"Büge," dedim dişlerimin arasından ve yanına yürüyerek ters ters ona baktım. "Saçmalıyorsun, sus artık."

Gürkan bir şey söylemek yerine Büge'nin yüzüne ters bir ifadeyle baktı fakat konuşsa tesiri daha az olurdu. Gürkan'ı öfkeli gördüğüm nadir anlardan biriydi.

Korel'e dönerken onu öfkeli görmeyi bekliyordum fakat Korel bir süre Büge'nin yüzüne baktıktan sonra, "Kendini zeki zanneden insanlarla çok uğraştım fakat sen kendini zeki zannedemeyecek kadar hissiz bir kadınsın," diye mırıldandı. Bu lafın üzerine Büge'nin yüzünün şeklinin değiştiğine şahit olduktan sonra bu sefer de, "Korel," diye öfkeyle soludum. Ağır konuştuğunun farkına varmasını bekliyordum fakat Korel hiçbir tepki vermeden ya da yanıt beklemeden bize arkasını dönüp cebinden bir bıçak çıkardı.

"Abarttın," dediğini duydum Gürkan'ın, Korel'in kulağına eğilerek. "O ciddiye alınacak biri değil."

Korel kapısı açık olan yolcu koltuğuna oturup bıçağının kilidini açarken başını kaldırıp uzun bir süre Gürkan'a baktı. "Kime göre?" diye sordu. "İnsanlara göre mi? Sana göre olmadığı kesin çünkü onu çok ciddiye aldığını görüyorum."

Büge'nin işittiklerinin oldukça ağır olduğunu bildiğimden, "Büge," diye fısıldadım. "Biraz uzaklaşmak ister misin?" Büge ise bir cevap vermek yerine arkasında birleştirdiği ellerinden birini ortaya çıkardı ve kaldırıp beni durdurdu. Dizlerinin hatta çenesinin bile titrediğinin farkındaydım fakat bu soğuktan mıydı, öfkeden miydi, karar veremedim.

Gürkan duyduğu cümleden sonra kısa bir süre Korel'in yüzüne baksa da sonrasında eğildiği yerden geriye çekildi ve hiçbir şey söylemeden Korel'e arkasını dönüp Büge'nin yanına gitti.

Bakışlarımız kesiştiğinde onun da ellerinin titrediğini görebiliyordum. Korel için özür dileyen bir ifadeyle ona baktım ve bunu neden yaptığıma anlam veremedim.

"Biz biraz uzaklaşsak iyi olacak," dedi Gürkan bana bakarak ve Büge'yi kolundan tutup diğer tarafa doğru yürümeye başladı. Büge'nin karşı çıkmasını ya da bağırmasını bekledim fakat tepki vermeden Gürkan'la yürüyerek az önce yattığım yere yöneldiler.

"Turuncu," diye seslendi Korel. "Yanıma gel."

Karşı çıkmayıp Korel'in yanına yürüdüğümde yolcu koltuğundan sürücü koltuğuna atladığını gördüm. Başımı eğip içeriye doğru baktığımda yolcu koltuğunu işaret ederek, "Otur," diye emir verdi.

Yine karşı çıkmadım ve koltuğa oturarak yüzüne baktım. Korel elini cebine attı ve başka bir bıçak daha çıkarıp bana uzattı. "Al bunu, işimiz var."

İlk önce uzattığı gri bıçağa, sonra yüzüne baktım, kaşlarım çatıldı. "Bıçak mı taşıyacağım artık?"

Korel gözlerini devirerek, "Turuncu, bir kere de sorgulamadan dediğimi yapsan?" diye homurdandı. "Hem sen bıçak taşıyamazsın, taşısan bile herhangi bir durumda o bıçağı kullanamaz, eline yüzüne bulaştırırsın."

Kaşlarım daha fazla çatılırken, Korel'in elindeki bıçağı alarak, "O kadar da emin olma bence," diye mırıldandım. "Canım yandığında ya da sevdiklerimin canı yandığında nasıl bir insana dönüşeceğimi bilemezsin."

Korel tekrar gözlerini devirip, "Hadi oradan," diye inledi. "Al o zaman şu bıçağı da ilk leşimizi parçalayalım."

Sorgulamak istedim, art arda sorular sormak istedim fakat Korel bıkmış bir ifadeyle bana baktığından ötürü hiçbir şey söylemeden bıçağı aldım ve onun elinde bir başka bıçak daha olduğunu gördüm. "Yanında iki bıçak mı taşıyorsun?"

Korel sırıttı ve dalga geçen bir ifadeyle beni süzdü. "Bıçağı kullanabileceğini söylüyorsun fakat iki bıçak mı taşıyorsun, diye soruyorsun. Herkes benim bıçaklarla haşır neşir olduğumu bilir, yanımda taşıyacağımı da. Bu yüzden karşıma gelen kişi beni tanıyarak gelir." Duraksadı ve devam etti. "Ya da geldiğini sanır.

Karşıdakine ilk önce istediğini vereceksin." Elindeki bıçağı kınıyla beraber havaya kaldırdı. "Tek bıçağın varmış gibi davranacaksın, sonradan seni alt ettiğini sandığında diğer bıçaklarını çıkaracaksın ve o zaten yorulmuş olacak. Bu ilk dersimizin ilk konusuydu, Turuncu," diyerek göz kırptı. "Her zaman tedbirli ve dikkatli ol. Bu hikâye hayatının her alanında önemli olacak. Daima gizlediğin bir yerlerde başka bıçaklar da taşı çünkü elinden tek bıçağın da alınabilir, bunu unutma."

Bir öğretmeni dinliyormuş gibi onun kıvrak zekâsıyla verdiği tavsiyeleri dinledim ve kafamı sallayarak, "Doğru," diyerek onu onayladım. "Ben hiç bu açıdan bakmamıştım fakat emin ol, karşındaki düşman da senin gibi düşünebilir, bunu hesaba katıyor musun?"

Korel kafasını sallayıp, "Asıl sorun da bu," dedi uzaktan bir sesle. "Karşındakinin bıçaklarının bittiğine emin olmadan kendi bıçaklarını çıkarma."

"Nasıl?" diye sordum fakat o an bakışlarım Korel'in elindeki bıçağa takıldı; kındaki figür tanıdık bir şeyler çağrıştırırken, zihnimin içinden binlerce görüntü geçmeye başladı. Sesler, görüntüler devam ederken, kendimi buz gibi bir odada hissettim ve duygulardan en acı verici olan hayal kırıklığı kalbimin üzerine saplandı. Korel bakışlarımın odaklandığı yeri fark ettiğinde bıçağını hızlıca aşağı indirip kını sakladı. Bakışlarını kaçırırken uzun zamandır bana uğramayan seslerin ve yüzlerin tekrar kapımın eşiğine ulaştığını hissettim.

"O figür," derken sesimin hayal kırıklığı dolu tınısını işittim. Korel'in gözleri, kaçırdığı yerden hızla bakışlarıma döndü ve tam gözlerimin içine baktı. Gözlerinde korku mu vardı, yoksa endişe mi? Sorguluyordu, çözmeye çalışıyordu fakat bunu yaparken kaşının seğirdiğinin farkında değildi. "Anlamı nedir?"

Korel sanki ilk defa görüyormuş gibi elinde sakladığı bıçağına uzun süre baktı, ardından bakışları tekrar bana döndü. "El işlemesi pençe izi," dedi donuk sesle. "Neden sordun?"

Gürültülü sesler azalmaya başlasa da tamamen gitmiyorlardı. Doğruyu mu söylemem gerekiyordu yoksa yalana mı başvurmalıydım, çözemiyordum. Bıçağı elime almak istediğimden, "Bakabilir miyim?" diye sordum.

"Neden sordun?" dedi Korel ve kaşları çatıldı. Gözlerindeki sorgulayan ifade ve yanındaki korku uzaklaştığında öfke damarlarının bakışlarında attığını görmeye başladım. Pıt pıt pıt. Hafif hafif o öfke damarları gözlerinde atıyordu ve artacak gibi görünüyordu.

"Senin için özel bir şey mi?" dedim çekingen bir tavırla. "Sadece bakmak istemiştim."

Korel'in kaşları daha fazla çatıldı ve bıçağı tutan eli direksiyonu kavrar vaziyette yüzüme yaklaştı. "Neden sordun diyorum."

Arabanın içindeki sarı ışıktan dolayı parlayan gözlerinde alevler sönüp sönüp tekrar yanıyormuş gibiydi ve çok ürkütücüydü.

"Sadece merak ettim," dedim yalana başvurup ona yansıtmamaya çalışarak. "Sanat eseri gibi duruyor, böyle şeyleri severim."

Korel cevabımın ardından doğru mu yalan mı söylediğimi anlamak için gözlerimin içine baktı; bakışlarımı kaçırmamak için kendimle savaşırken anlamaması için kendi kendime dualar sıraladım ve dik dik ona baktım.

"Sanat eseri mi?" dedi ve kaşları alayla havaya kalktı. "Sanat eseri dediğin bıçağın bende ne izler bıraktığını bilseydin böyle söylemezdin."

Dürüsttü, sesinin tonundan hatta yüzündeki alaylı ifadeden bile bunu anlayabiliyordum fakat anlayamadığım tek bir şey vardı. "İyi izler mi, kötü izler mi?" diye sordum. "Eğer kötü izler ise neden yanında hâlâ aynı bıçağı taşıyorsun?"

Korel yumruğunun içinde kınını sıktığı bıçağını açığa çıkarmak için avcunu açıp bıçağa baktı. Bakışlarım onunla bıçağa yöneldiğinde, "Hem iyi hem kötü," diye fısıldadı. "Neden taşıdığımla ilgili sana birçok sebep sayabilirim ama en önemlisini tek bir cümleye sığdırdım: İyisini de kötüsünü de daima hatırlayabilmek ve unutmamak için."

Korel'in sesinde belli belirsiz acıyı ve tonlarını hissettim fakat bu çok az sürdü çünkü tekrar bana baktığında bakışlarına ifadesizliğini yerleştirmişti. Bıçağı bana uzatıp, "Bakmak istiyorsan al," diyerek rahat bir şekilde gösterdi.

Gözlerim bıçağa kayarken hissettirdikleri hiç hoşuma gitmediği için sadece kafamı iki yana sallamakla yetindim. O bıçağın bana düşündüğümden daha fazla zararı olmuş gibi hissediyordum; bu zararın Korel'le bir ilgisi olup olmadığını bilmiyordum fakat canımı çok fazla yaktığını hissedebiliyordum.

"İstemiyorum," deyip önümü döndüm. "O bıçağı sevmedim."

Korel'in belli belirsiz, "Korkak," dediğini işittim fakat o kadar kısık bir sesle söylemişti ki kafamın içindeki seslerden mi geldiğini yoksa onun mu söylediğini ayırt edememiştim.

Arabanın içini oldukça gergin bir hava kaplayınca, "Ee," diyerek lafı değiştirdim. "Leşimi söyle bakalım, sana nasıl bıçak kullandığımı, hünerlerimi göstereyim."

Korel'in keyfinin kaçtığı her halinden belli olsa da eskisi gibi beni terslemedi ya da sert çıkmadan esprime hafifçe gülümsedi. "Hava yastıkları," dedi parmağıyla gösterip. "Kes onları, içinden bir şeyler çıkacak."

"Ha?" dedim şaşkınlıkla ve afallayan bir suratla ona baktım. "Hava yastıklarından mı?"

"Evet," dedi Korel bana bakarak. Yüzümde anlamsız bir ifadeyle ona baktığımı gördüğünde açıklama yapması gerektiğini anladı. "Takip ve ses kayıt cihazı," dedi neyden bahsettiğini belli ederek. "Şekillerinin nasıl olduğunu bilmiyorum ama küçük ve plastik olmalılar. Bütün hava yastıklarını keseceğiz, bulursan bana ver."

Bakışlarımda hiçbir değişiklik olmamıştı, hâlâ aynı ifadeyle ona bakmaya devam ediyordum. "Kızım, ne bakıyorsun öyle bana?" dedi Korel kızgınlıkla. "Hecelemem mi gerekiyor, kessene hava yastıklarını!"

"İyi de neden?" derken kendimi geri zekâlı gibi hissettim.

"Caniyim ya ben," dedi Korel ve gözlerini devirdi, "deşmeyi hatta deştiklerimi yemeyi çok severim. Gürkan'ı kesemem, dostum çünkü." Dostum demesi dikkatimi çekmişti. "Büge desen kendi etimi keser yerim, yine onu yemem, sen..." Bana bakarak baştan aşağı süzdü. "Seni yemeye kalksam dişimin kovuğuna yetmezsin. Bu yüzden arabayı deşip yemeyi düşünüyorum." Dikkatle onu dinlediğimi fark ettiğimde ve Korel de bunun farkına vardığında samimi bir ifadeyle gülerek elini alnına vurdu.

"Ha ha ha," dedim kaşlarımı çatarak. "Normalde bu kadar uzun cümle kurmazsın ama dalga geçeceksin ya, roman yazasın geldi, değil mi?" Elimde bıçak olan parmağımı havaya kaldırdım. "Ayrıca neden beni yiyemiyorsun? O kadar da ufak değilim."

Korel sırıtmaya devam ederken, hiç beklemediğim anda ve kendisi de bu yaptığının farkında olmadan eliyle saçlarımı karıştırdı ve samimi bir şekilde tek eliyle yanaklarımdan tuttu. "Hiçbir şeye değil, seni neden yemediğime mi takıldın?" Dudaklarım öne doğru çıkmıştı ve parmakları yanaklarıma baskı yapıyordu. Ördek gibi göründüğümü fark ettiğimden kaşlarım çatıldı.

"Bırak yüzümü," dedim fakat yanaklarımı sıktığı için konuşmam zor anlaşılıyordu. "Bıraksana, çocuk muyum ben?"

"Öylesin," dedi ve gözlerinde bütün duygulardan arınmış, hür bir adam gördüm. Aslında kendi gibi olduğunda nasıl da güzeldi, bunun farkında mıydı?

"Seni deşeceğim ama şimdi ben," dedim ve elimde tuttuğum bıçağın kilidini açarak ona doğru tuttum. Korel elini yüzümden çekerek bıçağa baktı ve ellerini havaya kaldırdı.

"Vay vay vay, demek cani sendin."

"Sen beni deşip yemezsin ama ben seni deşip yerim, ömrümün sonuna kadar da etin bana yeter, haddini bil." Yarı öfkeli yarı alaylı çıkan sesimle Korel'e meydan okumak hoşuma gitmişti.

"Yakıştı," dedi Korel ve ellerini aşağıya indirdi.

"Yakışan ne?" diye sordum.

"Bana meydan okumak ve cani olmak," diye cevap verdi. "Ama sadece bana meydan okuyup cani olacaksan çünkü benden başka kimse seni ciddiye alamaz."

Kaşlarım çatıldı ve ona cevap vermek yerine önüme dönüp, "Hadi şu işi halledelim," diye homurdandım. "Sana burada kim olduğumu göstermeye ve kanıtlamaya çalışmayacağım."

Korel cevap vermedi fakat zihnimin içindeki seslerin sustuğunu ve görüntülerin silindiğini o an fark ettim.

Aklımda tek bir görüntü dönüyordu: az önce Korel gülerken kısılan gözleri ve yüzündeki özgür adamın izleri.

Korel'e gülümsemek gerçekten çok yakışıyordu.

Önümdeki şişmiş hava yastığına bıçağı saplamak için elimi kaldırdığımda Korel'in, "Hey hey hey, dur," dediğini duydum, elimi sertçe tuttu. "Ne yapıyorsun?"

"Bir karar ver," dedim bileğimi tutan eline bakarak. "Hava yastıklarının içini açmıyor muyuz?"

"Biraz düşün," deyip gözlerini irileştirdi. "Hava yastıklarının içinde ne olduğunu düşünüyorsun?"

"Yastık," dedim hızla ve Korel'in aynı anda, "Yok artık," diye bağırması bir oldu. "Hava yastıklarının içinde sodyum azid ve nitroselüloz vardır. Bu gazları direkt solur ya da çok fazla maruz kalırsan ciddi ciddi ciğerlerini parçalayabilirsin. Ayrıca nitro ateşle ufacık bile temas etse biz burada patlarız. Hepsini aynı anda ve hızlıca bıçağı saplayarak patlatacağız; sen sadece önündekini, ayağının altındakini ve kapıdakini hallet, diğerlerini ben hallederim, tamam mı?"

"Sodyum asit ve nikro mu?" Ellerimi havaya kaldırdım. "Bir saniye, ben lisede sözelciydim ve lanet olsun, her gün hava yastığı patlatmıyorum. Nereden bilebilirim bunları? Neden bu işleri ben hallediyorum, hem de öylesine bir takip cihazı için. Allah aşkına, baban bir arabanın hava yastığına neden cihazlar ekler, aklım almıyor."

"Sodyum azid ve nitroselüloz," diyerek beni düzeltti. "Hava yastığı patlatmana gerek yok, merak edip araştırabilirsin. Bu kadar bilgisiz olma."

"Boş zamanlarında araştırma yapan bir tipe benzemiyorsun," diyerek onu bozmaya çalıştım fakat sonradan yine kendime yenildim. "Gerçi fen lisesi birinciliğini ve tıp okuduğunu sayarsak aşırı çalışkan ya da zeki olduğunu anlayabiliyorum."

Korel aldığı iltifat karşısında omuzlarını dikleştirip üstten üstten bana baksa da, "Bu işi Gürkan'la halledecektim ama o bakıcılık yapmak zorunda hissediyor kendini," dedi bıkkın bir sesle. "Yapacak bir şey yok, elimizde tek sen varsın. Ne kadar hızlı, o kadar iyi; tek başıma fazla gaza maruz kalamam."

Derin bir nefes aldım ve kendime birkaç saniye zaman verdikten sonra, "Tamam," diyerek ellerimi kaldırdım. "Ne yapıyorum, sen söyle."

Korel anlatmak yerine üzerindeki gri polarının kollarını aşağı çekti ve ellerini tamamen kapatarak eldiven gibi kullandı. "Teninle temas etmemesi gerekiyor. Yüzümüz ve boynumuz açıkta ama direkt elimizle temas etmesin." Kapattığı eliyle ağzını örttü ve bıçağı kaldırarak hava yastığına saplıyormuş gibi rol yaptı. "Ağzını bu şekilde kapat," dedi polarla kapattığı dudaklarının arasından. "Gözlerini olabildiğince kısık tut, çok yanabilir ve olabildiğince hızlı davran, tamam mı?"

Neyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordum; Korel için yine hangi uçurumun eşiğine gelmiştim, onu da bilmiyordum fakat yine söylediklerini gözüm kapalı yapacağıma emindim. "Sadece iki şey sormak istiyorum," deyip kollarımı ve ellerimi kapattım. "Neden bir takip cihazı için bunu yapıyoruz? Ve az önce olanlar... Korel, o silahlar neden bize, daha doğrusu bana döndü?"

"Sadece takip cihazı değil," dedi Korel ve gözlerini kıstı. "Ses kayıt cihazı da var ve benim için önemli olan o. Babam çok dikkatlidir, zekidir ve her detayı düşünür ama bazen öfkesine yenik düştüğünde düşünmeden hareket eder. Bu hava yastıklarına cihazları koydurduğunda yanında sadece ben vardım çünkü kendisi gibi olmam için bana bir çeşit zekâ dersi vermeye çalışıyordu. Bu babamın en sık kullandığı araç ve en önemlisi şoförsüz kullandığı araçlarından biri." Diğer soruma cevap vermemişti ama öfkelendiğini ve bir yandan da duruşunun dikleştiğini görebiliyordum. "Bu detayı unuttuğumu düşündü ya da kendi unuttu, bilemiyorum ama gerçekten unutmuştum, bugüne kadar." Omuzları düştü, başı eğildi ve kirpiklerinin arasından bana baktı. "Hiçbir zaman babamla savaşmak istemedim ve savaşmak için birçok nedenim olduğu halde bunu yapmadım; savaşmamayı ise tek bir nedene bağladım ama artık o neden de benim için bitti. Babamla savaşacağım ve bunu onun anladığı dilden yani döverek değil, aklımı kullanarak yapacağım."

"Dövmek mi?" dedim cümlelerin arasından en önemli kelimeyi seçerek. "Sana bunu hep mi yapıyor?" Canımın acıdığını, kalbimin acıyla kasıldığını hissettim. Korel'in gözlerine anlık olarak çocukluğunun hatıraları uğrarken eksik, yalnız bir ifadeyle bana baktı. Kaza yapmadan önce tokat hakkında söylediğim cümleler için pişman oldum. Fark etmiştim, fiziksel şiddet umurunda değildi ama bu derinlerde onu zedelemişti.

"Bu araç babama ait ve bu ses kayıt cihazında ona dair bulmayı istediğim bir şey var. Babam bu cihazları hava yastıklarından başka hiçbir yere gizleyemezdi çünkü olur da bir gün araba aranırken yakalanırsa kendini yok edebilirdi. Saklanabilecek en sağlam yer burasıydı. Kendine, neden bu kadar gizli diye sordun mu?" Babasıyla arasındaki ilişki konusunda benimle konuşmak istemediği açıktı, belki de artık konuşmak istemiyordu çünkü ona bu konuda çok kötü davranmıştım. Korel'in bana yapmış olduklarının acısı gerçekten böyle bir gecede mi ortaya çıkacaktı? "Eğer aradığım şeyi bulursam," dedi düşüncelerimden sıyrılmamı sağlayarak. "Eğer bulursam, Turuncu, o zaman babamı avcumun içinde taşıyacağım. Bu yüzden bana sorular sormayı bırak ve yardımcı ol."

Ne söylediğinin, ne istediğinin, ne yapacağının bir önemi yoktu; onun istediği şeyi zaten yapacaktım. Cüneyt Erezli'ye karşı duyduğum öfke gitgide nefrete dönüşmeye başlamıştı, bunu yeni yeni fark edebiliyordum. Onun gözlerinde dövüşen bir erkek çocuğunu değil, babasını sakince dinleyen bir adamı görmek isterdim.

Canımı acıtan işte buydu.

Korel'in yaşanmışlıklarında nefretlerim gizliydi. Korel'in acılarında öfkelerim vardı. Korel'in savaşlarında benim de savaşlarım vardı.

Korel Erezli'de kendimi görmeye başlamıştım.

"Neden şimdi savaşıyorsun?" diye sordum fakat Korel sabrı kalmamış gibi kaşlarını çatarak, "Yapmak istemiyor musun?" diye sordu. "Eğer öyleyse arabadan in ve bana da zaman kaybettirme."

"Hayır," dedim hızla. "Sana yardım edeceğim."

Korel cevap vermeden önce ellerini tamamen kapattığından emin olmaya çalıştı; ben de aynısını yaparken, o bıçağını sol eline alıp sağ eliyle ağzını kapattı. Ben de aynı şekilde bıçağı sol elimde tutuyordum.

"Üç dediğimde bıçağı saplamaya başla," dediğinde cümlesini zor anladım. Kafamı evet anlamında sallarken heyecanlandığımı hissettim; bıçağı tutan elim titriyordu fakat bunu Korel'e göstermek istemedim.

"Bir," deyip bıçağını havaya kaldırdı. "İki." Ben de bıçağı havaya kaldırdım. "Üç, şimdi," dediğinde sertçe bıçağı önündeki hava yastığına sapladığını gördüm. Birkaç saniye duraksayıp ona baksam da sonrasında ben de önümdeki hava yastığına bıçağı sapladım ve yastığın içine giren bıçakla beraber patlama sesi duydum.

Gözlerime yakıcı bir gaz çarpınca gözlerimi kıstım ve Korel'in dediği gibi hemen bacaklarımın altındaki hava yastığına da bıçağı sapladım; yastığın içinden bir cihaz düştüğünde o heyecanla elimi ağzımdan çekip, "Korel!" diye bağırdım. "Burada bir şey var."

"Ağzını kapat!" diye bağırdı Korel. Bunun üzerine hemen ağzımı kapattım fakat boğazıma dolan gazın acı tadı ve kuruluğu öksürtmeye başladığında yandığımı hissediyordum.

Korel eğilip cihazı alırken, ben de boş durmayıp kapıdaki hava yastıklarını patlattım fakat herhangi bir şey çıkmadı. "Bu takip cihazı," dedi Korel ve kapıdan dışarı attı. Arabadan inip arkaya geçtiğinde ben de inip arkaya geçtim.

"Tamam, git," dedi Korel fakat onun da öksürdüğünü işitebiliyordum.

Kafamı iki yana salladım; konuşsam kusacağımı bildiğimden öksürmeye devam ederek arka taraftaki yastıkları da patlatmaya başladım.

Birkaç saniye sonra Korel'in, "Dur!" diye bağırmasıyla geri gittim ve Korel'in arabada yere eğilerek bir cihazı eline aldığını gördüm.

Gözlerimdeki yanmaya ve boğazımdaki acıya daha fazla dayanamayacağım için arabadan geri geri çıkıp, "Çık o arabadan!" diye bağırdım. Korel de arabadan çıkarken arkamı döndüm ve en uzak yere doğru koşmaya başladım. Elim hâlâ ağzımın üzerinde dururken, uzaktaki Gürkan ve Büge'nin bana baktığını gördüm.

Öksürükle karışık bir öğürmeyle beraber kusma isteği geldiğinde ellerimi dizlerime koyarak öne eğildim ve kusmaya başladım.

Midem zaten boş olduğu, sadece alkol tükettiğim için sıvı kusarken, alkolün verdiği acı tat da boğazımdaki acıyla birleşerek daha iğrenç bir hal aldı. Gözlerimdeki şiddetli yanma ve başımın dönmesi de dengemi şaşırmama neden oluyordu.

"Minel!" diye bağırdığını duydum Büge'nin; arkamdan tutup dengemi sağlamaya çalıştı. "Neler oluyor?"

Kusmaya devam ederken öksürüyordum ve ne halde göründüğüm hakkında fikrim yoktu. Arka tarafımdan Korel'in öksürük sesini de duyduğumda Gürkan'ın ona doğru ilerlediğini fark ettim. "Ne oluyor size?" diye sordu Gürkan. Sesinde endişe vardı.

Bütün alkolü midemden attıktan sonra elimle ağzımı kapattım ve yere bakmak yerine başımı gökyüzüne kaldırdım. Gözlerim öyle bir yanıyordu ki bu da yaşların ardı arkası kesilmeden akmasına neden oluyordu.

Büge'nin yüzüme baktığını hissettim; ardından, "Lanet olsun, niye ağlıyorsun?" diye bağırdı. "O sana ne yaptı?"

Başımı hafifçe çevirip Korel'e baktığımda onun da elleri dizlerinde öne eğilerek öksürükle karışık derin nefes almaya çalıştığını gördüm.

"Turuncu," dedi kesik kesik. "Sana ağzını açma dedim, neden açıyorsun?"

Aynı şekilde karşılık vererek, "Bulduğumda heyecanlandım," dedim. "Boş bulundum, böyle olacağını bilseydim ağzımı açar mıydım? Boğazım acıyor."

Korel'in kaşları çatıldı; uzaktan gelen ışığa rağmen gözlerinin kızardığını anladım.

"Siz ne yaptınız?" diye sordu Gürkan. "Neden ikiniz de ağlamış gibisiniz?"

"Ağlamış gibi mi?" dedi Büge alayla. "Minel şu anda ağlıyor." İkisinin de yüzünde anlamsız bir ifade gezindiğinde "Burada mı?" diye sordu Büge. "Şu an, şu konumda arabada ona oral mi yaptın?"

Gürkan ve Büge'nin yüzündeki anlamsız ifadenin nedeni ortaya çıktığı zaman bize yönelttikleri bakışlarda gördüğüm şüphe beni bozguna uğrattı. Korel'e dönünce onun da aynı şeyi düşündüğünü fark ettim.

Karşılıklı aynı anda sırıtınca kendimi tutamayıp kahkaha attım. Başka bir zaman olsa utançtan yerin dibine girebilirdim fakat şimdi böyle bir durumda Büge'nin düşündüğü şey beni güldürmüştü.

Beni tutan Büge ellerini uzaklaştırdı ve tam karşıma geçerek dikkatle bana baktı. "Ne içtiniz? Ne halde olduğunuzun farkında mısınız?"

"Sodyum azid," dedi Korel alayla ve son kez öksürdü.

"Nikro bir de," dediğimde ben hâlâ öksürüyordum.

"Nikro değil kızım," deyip bana doğru yürümeye başladı. "Nitro, nitro."

Gürkan, Büge'nin yanına ilerleyip bana bakmak için eğildi. "Gözlerin kıpkırmızı," diye mırıldandı doktor edasıyla. "Öksürüyorsun, kusuyorsun ve dengede duramıyorsun." Bir müddet düşündü, ardından kaşları öfkeyle çatıldı. "Bu oral değil. Korel, Minel'e marijuana mı içirdin?"

Dudaklarımı aralayıp söylediğine itiraz edeceğim sırada Korel, Gürkan'ın önüne geçip, "Salak mısın lan?" diyerek çıkıştı. "Minel'e böyle bir şey yapacağımı nasıl düşündün?" Kaşları çatık, duruşu dikti. Bana dönüp yüzüme doğru eğildi, ardından göz kırptı. "Onun ilk başlangıcını tabii ki pudraşekerle yaptım." Elleri hiç beklemediğim anda yüzümü kavradığında kocaman ellerinin arasında başımın kaybolduğunu hissettim. "İyi misin?" diye fısıldadı. "Değilsin ama gitgide kötüleşmiyorsa sıkıntı yok. Kötüleşiyor mu?"

Kafamı hızlıca iki yana salladım. "Hayır, kötüleşmiyor, boğazımın acısı geçti."

"Şaka?" Gürkan'ın öfkesini işitebiliyordum. "Böyle bir şeyi yapmazsın, belirtileri kokaini göstermiyor." Korel başını havaya kaldırıp gözlerini devirdikten sonra, "Sana ne birader," diyerek hiddetle konuştu, elleri yüzümden ayrılmıştı. "İkimiz de memnunuz, sana ne? Bırak şu Mahmut Hoca* tavırlarını da ne yapacağız, onu düşünelim."

Korel, Gürkan'a hava yastıklarından ve cihazdan bahsetmek mi istememişti yoksa Büge var diye mi yalana başvurmuştu, anlayamamıştım.

"Onu da sen düşün," dediğinde Gürkan'ın gerçekten sinirlenmeye başladığını hissettim. "Arabayı durup dururken çarpan sensin, aksiyon arayan sensin, arabayı hiçe sayan sensin. Şimdi yürüyerek Eskişehir'e gideriz herhalde."

Korel, Gürkan'ın sinirlendiğini fark etmişti; bu yüzden üzerine gitmek istemeyip, "Gürkan," diyerek soludu. "Birader, seninle sonra konuşuruz ama şimdi değil, anladın mı? Uzatma istersen." Bakışları kısa bir an Büge'ye döndüğünde sebebin Büge olduğunu anladım. "Arabayı kullanamayız, şehir merkezi desen uzakta kaldı, gidip motosikletleri de alamayız. Bu saatlerde Eskişehir'e giden otobüsler buradan geçer mi?"

"Geçmez," dedi Büge ve öne atıldı. "Bu saatte Eskişehir'e sadece otostopla filan gideriz herhalde." Dalga geçiyordu ve bakışlarından dalga geçtiği okunuyordu fakat Korel ciddi bir ifadeyle Büge'ye bakarak, "Otostop mu dedin sen?" diye sordu. Gürkan'a baktı, Gürkan da Korel'e bakıp, "İyi fikir," diyerek karşılık verdi. "En azından bir yere kadar otostopla gidelim, sonra başımızın çaresine bakarız."

"Şaka mı?" dedi Büge sinirle. "Bir insan arabayı çarpıp, arabadan herkesi sağlam indirip nasıl otostop çekmek ister ya? Benim aklım almıyor, aptal mıyım ben? Madem arabadan hepimiz sağ çıkacaktık, bunu bize neden söylemedin, neden korkutmak istedin? İnsan bindiği arabayı tanır herhalde."

Büge'nin sorusu güzel bir soruydu, aynı soruyu sormak istediğimi fark ettiğimde Korel'e merakla baktım. O kadarına gerek yoktu, bize nedenini söylemese bile arabayı çarpacağını ama bize bir zarar vermeyeceğini söyleyebilirdi.

* Rıfat Ilgaz'ın kaleme aldığı Hababam Sınıfı adlı eserdeki disiplinli olmasıyla da ünlü tarih öğretmeni ve müdür yardımcısıdır.

"Çünkü telefonda konuştuğum kişinin gerçekleri işitmesi gerekiyordu," dediğinde kaşları çatıldı. "Bir yalanı ve yalanla kaza yapmayı oynayamazdınız, değil mi?"

"Son ana kadar telefonun açık mıydı?" dedim şaşkınlıkla.

"Evet," diyerek karşılık verdi fakat Büge'ye bakmaya devam etti.

Büge ise Korel'e cevap vermek ya da bakmak yerine elini saçlarına geçirip bize arkasını döndü. Asıl problemin ne olduğunu anlayabiliyordum; Büge, Korel'in söylediği cümleden sonra kendini toplayamayacak duruma gelmişti ve nereye sataşacağını bilemiyordu.

Korel'in hemen yanından ayrılarak Büge'nin yanına ilerleyip, "Hey," diye seslendim. "İyi görünmüyorsun."

"Sen mi söylüyorsun bunu?" dedi kimsenin duyamayacağı şekilde. Kafası bana dönmüştü. "Minel, gözlerin kıpkırmızı, yüzünün rengi atmış, kustun, ellerin titriyor," bakışlarım ellerime kaydığında titrediğini gördüm, "hâlâ bana iyi görünmüyorsun, diyorsun. Kokain de ne demek? Sen kendine neler yaptırıyorsun böyle?"

Son sorusu, Korel'le geçirdiğim bütün zamanları sorgulamama neden olsa da o soruyu görmezden gelerek Korel'e baktım ve bana bakmadığını, Gürkan'la konuştuğunu fark edince, "Bana inanacağına ve sorgulamayacağına emin değilim ama yine de söyleyeyim, kokain filan çekmedim. Marijuana da yok. Ne olduğunu sana söyleyemem, benim sırrım değil ama kötü bir şey yok, inan bana," diye açıklama yaptım.

Büge kısa bir süre yüzüme bakıp beni test etmek istedi; gözlerimdeki dürüstlüğü anlamış olacak ki, "Benim sırrım değil, diyerek altyazı geçmene gerek yok Minel, kendi sırlarını da anlatmıyorsun zaten," dedi.

Kırgınlık.

Büge'de nadiren hissettiğim duygulardan biriydi ve kırgınlığı bakışlarından ses tonuna kadar görebiliyordum. "Büge, sana neler oluyor böyle?" dedim kendimi tutamayıp. "Her şeye çok tepki veren, bağırıp çağıran, kırılan birine dönüşmüşsün.

Neden böylesin? Hislerinin farkında olabilirsin ama bu kadarı fazla, beni üzüyor. Otostoptan hoşlanırsın; aksiyondan, tartışmalardan ama en çok eğlenmekten hatta uyuşturucudan bile. Evet, belki korursun ama böyle tepkiler vermezsin, neden böyle oldun şimdi?"

Bu soruyu hiç beklemiyormuş gibiydi ve ilk önce kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı, ardından geri indirerek omuzlarını silkti. "Ne önemi var? Seni üzdüğüm için üzgünüm diyemeyeceğim çünkü artık hissettikçe kırgınlıklarım daha fazla ortaya çıkıyor, Minel. Her şeyi yeni doğmuş bir bebek gibi tanımaya başladığımı hissediyorum. Dostluk, merhamet, adalet, anne sevgisi, baba sevgisi," Gürkan'a baktı, "normal bir sevgi, aşk, nefret, kin. Hepsi üzerime geliyor ve eskiden neye koşuyorsam şimdi onlardan deli gibi korkuyorum. Bütün hislerim sonunda korkuya ulaşıyor. Eskiden daha iyi biriydim belki de."

"Sakın," deyip ellerini kavradım. Bakışlarında hissettiğim mutsuzluk ve buz gibi elleri onun gözlerini de ellerini de ısıtmak istememe sebep olmuştu. "Ben her iki Büge'yi de seviyorum, her iki Büge'ye de inanıyorum ve Büge'nin bu kızla mutlu olacağını biliyorum." Dudaklarımı büktüm. "Seni kırdığımın farkındayım, sana gerçek bir dost gibi davranamıyorum belki de ama senin kötü olmana da tahammül edemem, Büge. Sen benim aklımın yerinde olduğu zamanlardaki tek arkadaşımsın."

Büge'nin donuk bakışları değişiklik gösterdi ve hafifçe gülümseyerek ellerimi sıkıca tuttu. "Nasıl güzel bir dost olduğunu bilmiyorsun."

"Kızlar!"

Gürkan'ın seslenmesiyle ona döndük ve Korel'in yola doğru yürüdüğünü, Gürkan'ın da bizi beklediğini gördüm. "Hadi, zaman kaybetmeyelim."

Ellerim Büge'den ayrıldı ve Gürkan'ın peşinden yürümeye başladık.

"Bir şey söyleyeceğim," dedim dilimi tutamayıp. "Şu an Büge olacağım ve seni sorguya çekeceğim, hem de fırsat bile vermeden, hazır ol." Kollarımı önümde bağladım ve boğazımda kalan hafif yanmayı unutmaya çalıştım; Büge'yle sohbet etmek aklımı dağıtıyordu. "Gürkan hakkında ne düşünüyorsun?"

Büge'nin yerde olan bakışları hızla Gürkan'a kaydı ve bize dönük olan sırtına baktı. "Büge misin şu an?" diye sordu, kaşları çatıldı. "Ben böyle pat diye mi soruyorum yahu?" Kafamı maalesef dermiş gibi aşağı yukarı salladım. "Minel olup soruyu cevapsız bırakmak istiyorum." Sırıttı ve bana döndü. "Sen ne görüyorsun?"

Bakışlarım Gürkan'a döndü. "Dürüst olmak gerekirse Gürkan'ın bu hikâyedeki en masum karakter olduğunu düşünüyorum," diye fısıldadım.

"Masum mu bilemem, onu o kadar tanımıyorum ama iyi biri olduğunu hissedebiliyorum. Tek iyi hissim Gürkan'a karşı..." Gözleri buğulandı. "Yetiştirme yurdunda büyüdüğünü biliyor muydun?"

"Ya," dediğimde duyduğuma şaşırmadığımı fark ettim. "Annesi ve babasına ne olmuş?"

Büge'nin yüzü gerildi. "Hiç tanımıyor."

Kendimi rahatsız hissettim ve Gürkan'ın Büge'ye verdiği belki de büyük bir sırrı aramızda konuşmamızı uygun bulmadım. Hiçbir şey söylemeden sessizliğe gömülünce Büge de bana ayak uydurdu.

Korel yolun kenarında durduğunda bakışları bana döndü ve ben de onun yanına yürüdüm. "Otostop demek," dedim ve kollarımı daha sıkı bağladım. "Umarım çok beklemeyiz, hava soğuk epey."

Korel üzerime bakıp, "Çok mu üşüyorsun?" diye sordu. Bir an boş bulundum ve kafamı aşağı yukarı salladım, ardından, "Yani öldürecek kadar değil," diye mırıldandım. "Yarım saat dayanabilirim." Korel kaşlarını kaldırdı. "Yirmi dakika." Kaşlarını çattı. "Tamam, on dakika, sonra ölümüne söylenmeye başlayacağım ama şu an değil."

Korel sırtına attığı ve bana ait olan sırt çantasını önüne alıp fermuarını açtı. İçinden az önce kafama diktiğim içki şişesini çıkardı ve fermuarı tekrar kapatırken, "Söylenmene gerek kalmayacak," diyerek göz kırptı. "Alkol iyi gelir."

Az önce kustuğum için içki şişesine yüzümü buruşturup bakarken Gürkan'ın, "Mantıklı," diyerek yanımıza doğru yürüdüğünü gördüm. "Başka hiçbir şey iyi gelmezdi bu soğuğa." Büge de ilk defa bir fikirden hoşlanmış gibi davranıp yanımıza geldi. Korel'in bakışları hâlâ üzerimdeydi.

"Bilemiyorum," diye geveledim. "Midemin kaldırabileceğini sanmıyorum, hâlâ boğazım yanıyor."

Gürkan'ın ya da Büge'nin bana arka çıkmasını bekledim fakat onlar Korel'in elindeki şişeden başka hiçbir şeye bakmıyorlardı.

"Bir şey olmaz," dedi Korel ve şişenin kapağını açtı ve hızla kafasına dikip birkaç yudum aldı. Alkol boğazından geçerken yüzünde bir değişiklik oluşmasını bekledim fakat herhangi bir değişim yoktu. Sonunda şişeyi dudaklarından uzaklaştırdığında yoldaki sarı ışıklardan seçebildiğim kadarıyla dudaklarının parladığını gördüm. Şişeyi bana uzattı. "İç."

Çocuk gibi davranmak ya da karşı çıkmak yerine şişeyi elinden alıp düşünmeden kafama diktim. Boğazımdaki yanmanın üzerine alkolün acı tadı geldi ve yüzüm buruşurken birkaç yudum daha aldım. Yanma acı bir tada dönüştüğünde ve boğazıma ferahlama geldiğinde alkolü uzaklaştırdım. Dudaklarımı büzerek, "Her seferinde kolonya içiyormuş gibi mi olacağım?" diye sordum.

Tuhaf bir şekilde boğazımdaki yanmayı uyuşturmuş, yerine acı bir tat bırakmıştı.

"Alkolik olmak mı istiyordun?" diye sordu Korel ve şişeyi Gürkan'a uzattı.

"Hayır ama alkolden zevk almak istiyorum," diye mırıldandım.

"Hım," dedi Korel ve gülümsedi. "Tekila bazen inanılmaz zevk verir, aklın almaz. Bunu biliyor muydun?"

Ona boş boş baktım ve ne kaçırdığımı çözmek için kendi içimde düşünmeye başladım; Korel ise bir bana bir de alkolden ıslanmış dudaklarıma bakıyordu.

"Aklından ne geçtiğini söylemeyeceksin, değil mi?" diye sordum.

"Söylemeyeceğim," dedi ve yaramaz bir çocuk gibi güldü. "Belki bir gün gösteririm, keyfim isterse."

"İyi geldi yalnız," dedi Gürkan, içkiyi Büge'ye uzatırken. "Şimdiden ısındığımı hissediyorum."

Korel kafasını aşağı yukarı salladı ve karanlık yola bakarak, "Hiç araç geçmez mi buradan?" diye kendi kendine konuştu. "Sikik bir yerde arabayı çarpmışım, bu plan dışıydı. Yürüyelim ve etrafa bakalım, başka bir yol buluruz belki."

Büge şişeyi uzattığında Korel tekrar büyük yudumlar aldı. Onu izlemek yerine karanlık yola baktım ve hiç araç gelmediğini gördüğümde bir süre tek ayağımın üzerinde durdum; bacaklarımın soğuktan uyuşmaya başladığını hissettiğimde ise ses çıkarmadan yere oturup bağdaş kurdum.

"Ne yapıyorsun?" Korel'in sorusu banaydı.

"Oturuyorum," diyerek ona karşı çıktım. "Yürüyecek halim yok ve ilerisi çok karanlık görünüyor, bu korkutucu."

Korel bana kızgın bir ifadeyle baktı. "Korkutucu mu? Büyük bir kurt çıkmasından mı korkuyorsun?"

Büge, "Çok mantıklı," dedi bana katılarak ve hemen karşıma oturdu. Gürkan da Büge'yi takip edince ayakta bir tek Korel kaldı.

"Alkolümü alayım, Katya," diye iğrenç bir espri yaptım. "Buzlu olsun lütfen."

Korel'in bana espriden sonra iğrenç bir nesneymişim gibi bakmasını bekledim fakat o hiç beklemediğim şekilde hemen yanıma oturdu ve şişeyi bana uzatırken, "Aptallık etme, sen Minel Karaer'sin," dedi. "Tekilaya buz koyulmayacağını bilmen lazım."

Hepimiz Korel'in yüzüne bakarken, ilk kahkahayı basan Gürkan oldu, ardından Büge de dayanamadı ve kıkırdamaya başladı. Uzattığı içki şişesini yavaş yavaş alırken, "Sen," diye fısıldadım ve gülmeye başladım. "Nereden biliyorsun?" Öyle yüksek bir sesle kahkaha attım ki sesim gecenin içinde yankılandı ve sanki gökyüzü bile benim bu halime gülümsedi. Bir elimle karnımı tutarken, bir elimle de şişeye sahip çıkmaya ve dökmemeye çalışıyordum. Komik olan replik değil, Korel'in bunu bilmesi ve söyleyiş şekliydi.

"Firdevs Hanım'la aynı tınıda söylemedi mi ama?" dedi Büge kıkırdamasının arasından.

"Gerçekten öyle," dedim ve Korel'e baktım. "Nereden biliyorsun, inanılmaz şaşırdım."

Hepimiz gülerken Korel'in de gülmemek için kendini tuttuğunu fark ettim.

"İzledin mi lan?" dedi Gürkan ve Korel'in omzuna bir tane yumruk attı.

"Kesin izlemiş," dedi Büge ve başını iki yana salladı. "Dövmelerinin ardında Aşk-ı Memnu hayranı yatıyormuş da haberimiz yokmuş."

"İzlemedim lan," dedi Korel yüksek sesle. Hepimiz Korel'e inanmayan gözlerle baktığımızda, "Tamam," dedi ve duraksadı. "Birkaç sahnesini izlemiş olabilirim ama hepsini değil." Gürkan gözlerini açtı. "Oğlum deşerim lan seni," dedi Gürkan'a. "Sayfa sayfa internette dolanıyor, izlememek olanaksızdı, ben de izledim."

"Ama etkisinde kalmışsın ki ezbere biliyorsun," dedim, ardından dilimi çıkardım.

"Çok konuşma," dedi Korel ve içki şişesini gösterdi. "İç şunu. Yolun ortasında böyle oturmamız saçmayken benim saçmalığıma mı takıldınız?"

"Tamam Katya," deyip tekrar güldüğümde Büge de bana katıldı. Korel'in kaşları çatılmaya başladığında şişeyi kafama dikip daha büyük yudumlar aldım. İlk içtiğimde olduğu gibi dilimi yakmasa da yine de bir türlü tadını sevemiyordum.

Dördümüz yolun ortasına daire şeklinde oturmuş elimizdeki içki şişesini dönüyorduk, bazen Korel sigara yakıyordu ve Gürkan da ona eşlik ediyordu. Aramızda konuşma geçmese de herkes soğuğu unutmak için neler yapabileceğini düşünüyordu.

Dört kişi içtiğimiz için içkinin son yudumlarına gelmiştik; bu durum en çok Korel'i üzüyordu, farkındaydım.

Yola, karanlığa doğru baktım ve dudaklarım büküldü. "Tek bir araç dahi geçmiyor, nerede durduk biz böyle."

Kelimeler dudaklarımdan dökülürken dilimin dönmediğini o an fark edip hıçkırdım. Bakışlar bana döndüğünde başımın döndüğünü hızlı hareketimden dolayı fark ettim.

"Yok artık, sarhoş oldun," dedi Büge ve ellerini çırptı. Onun da bakışları değişmişti; kafasının güzel olduğunu anlayabiliyordum.

"Sıçayım," dedi Korel eliyle alnına vurarak. "Araç geçmiyor ve iki sarhoşla kaldık." Gürkan'a baktığında onun da sessizce oturduğunu fark etti. "Bana üç dedirtme, Gürkan."

"Yok," dedi Gürkan ve hepimizin yüzüne baktı. "Sadece hissetmesek de hava şu an çok soğuk ve ısınmamız gerek." "Yani?" dedi Korel. "Açık konuş oğlum, sevişelim mi yani?" Korel'in omzuna sert bir yumruk atıp, "Çüş!" diye bağırdım.

"Ne var?" dedi Korel bana dönerek. "Isınmak dendiğinde aklıma başka hiçbir şey gelmiyor."

Gözlerimi devirdim, içki şişesinde kalan son yuduma bakarak, "Şişe çevirmece oynayalım," dedim ve Korel'e bakmayı es geçtim. "Doğruluk sadece bir kere seçilsin, cesaret üç defa. Isınacak oyunlar oynarız, nasıl?"

Gürkan kafasını aşağı yukarı sallayıp, "Güzel fikir," dedi. Büge de aynı şekilde kafasını salladığında Korel'e baktım; tam da beklediğim gibi bana gözlerini devirmeye hazır gibi bakıyordu.

"Yapma Korel," dedim kirpiklerimin arasından bakarak. "Araç geçmiyor, yapacak bir şeyimiz yok ve soğuk. Cezalı oyun oynarız, ısınırız, hem araç geldiğinde oyun biter zaten."

Kaza yapmıştık, birçok olay yaşamıştık ama şu an yolun ortasında oturmuş, içki içtikten sonra şişe çevirmece oynayacaktık.

O an dördümüzün de normal insanlar olmadığını fark ettim, bu hoşuma gitti.

Gözlerime baktı ve yüzüme nasıl masum bir maske taktıysam, "Bakma öyle Turuncu, böyle saçmalıkları sevmediğimi biliyorsun," dedi Korel yüzündeki sertliği silerek. Bana dayanamıyor muydu? Hiç inandırıcı değildi. "Tamam ama cezalı oyun ve ısınmayı aynı kelimede kullanan sensin, ısınmak benim için ne demek, onu da biliyorsun. Gerisini sen düşün."

Yüzü mdeki maske silindi ve hızla masum çizgimden sıyrılarak, "Sırık herif," diye hırladım. "Her şeye bir cevabın olmak zorunda zaten."

"Tamam hadi," dedi Gürkan ve son yudumu içtikten sonra şişenin kapağını sıkıca kapattı. Şişeyi asfalta koydu ve parmağıyla ağız tarafını göstererek, "Burası soran ve isteyen taraf," dedi. "Kıç tarafı da cevap veren ve yapan taraf. Anlaşıldı mı? Doğruluk sorularında cevap vermemezlik yok, susmak yok, oyundan kaçmak yok." Korel'e baktı. "Özellikle sen, Korel."

"Birader, doğruluk sorusunda canımı sıkan soru sorulursa can yakarım, haberin olsun." Bana baktı. "Duydun mu? Hayatımda ilk defa böyle bir oyuna dahil oluyorum."

Büge'nin ve Gürkan'ın olduğu yerde onu zorlayacak soru sormayacağımı bilmesi lazımdı ama bunu dile getiremeyeceğim için sadece tamam anlamında kafamı salladım.

"Başlayalım bakalım," deyip şişeyi çevirdi. Şişe birkaç tur attıktan sonra soran taraf bende, yanıtlayan taraf Büge'de durdu.

"Hadi canım," dedi Büge ve sırıttı. "Zor olmadı."

"Sen öyle san," dedim ve şeytani bir ifadeyle baktım. "Doğruluk mu, cesaret mi?"

"Hım," deyip gözlerini kıstı. "Cesaret."

Kısa bir süre düşündüm ve sonunda, "Havanın soğukluğunu göz önüne alarak bir şey geldi aklıma," diye mırıldanıp pis pis sırıttım. "Gürkan'la beraber dört dakika boyunca Apaçi dansı yapmanı istiyorum."

"Yok artık!" dedi Gürkan ve ellerini havaya kaldırdı. "Benimle ne alakası var?"

"İşte orası Büge'ye kalmış," dedim omzumu kaldırarak. "Eğer seni ikna edemezse tek başına dans ettirir ve videosunu çekerim, sonra da o videoyu internete yayarım." Büge donuktu ama birazdan değişecekti. "Duydun mu?"

"Ama bu çok kötü," dedi Büge ayaklarını yere vurarak. "Bu kalas dans edemez ki!"

"Ben mi?" dedi Gürkan ve ayağa kalkıp Büge'ye üstten üstten baktı. "Sen beni hiç tanımamışsın."

"Lan," dedi Korel ve yüzüne baktığımda gülümsediğini gördüm. Büge'ye döndü. "Apaçi dansına değil de Gürkan'ın dans edememesine mi tepki verdin?" Gürkan'a döndü. "Sen? Hiçbirine değil, kalas dedi diye mi ayaklandın? Ulan siz nasıl tiplersiniz?"

Gürkan'ın kafası güzel miydi yoksa sımsıcak bir tarafı mı vardı anlamamıştım ama Korel'e bakarak, "Rezil olmasını istemiyorum internette," dedi ve Büge'ye elini uzattı.

"Senin tipine..." dedi Korel ve kafasını iki yana salladı.

Büge, Gürkan'ın elini tuttu ve ayağa kalkıp bana baktı. "Eee, şarkısız mı oynayacağız?"

"Benim telefonda var," dedi Gürkan ve elini cebine attı.

"Lan, sen ciddi misin?" dedi Korel büyük bir şaşkınlıkla. "Bir insan telefonunda niye Apaçi şarkısı bulundurur?"

Gürkan, Korel'i duymazdan geldi ve birkaç saniye sonra telefonunda Apaçi müziğini bulup sesini açtı. "Başlayalım bakalım," dedi Büge'ye ve güldü.

Büge de güldü ve dans etmeye başladılar.

Gürkan ellerini arkada sallamaya başladı; Büge de elini havaya kaldırıp kendi etrafında döndü. Gürkan profesyonel bir şekilde Apaçi dansını yaparken kollarını öne arkaya atıyor, ayaklarını oynatıyordu. Kıvrak değildi ama eğlendiği her halinden belli oluyordu.

"İşte bu!" deyip alkışlamaya başladım. O sırada Büge Gürkan'ın çevresinde dönmeye başladı; ikisi de kafalarını aşağı yukarı oynatıyorlardı.

"Ulan sizin ben..." dedi Korel ama o da eğleniyordu. Bir yandan eliyle ağzını kapatıp Gürkan'a bakıyor, bir yandan da gülüyordu.

Büge eğilip kalktıktan sonra, "Hadi Gürkan!" diye bağırdı. "Bu mu marifetlerin?"

Gürkan gaza geliyormuş gibi davranmaya çalıştı fakat titremekten başka hiçbir şey yapamadı. Sonuna doğru Büge Gürkan'ın arkasına geçti ve omuzlarına ellerini koyarak oynamaya devam etti. Gürkan'ın temastan sonra gerildiğini hissettim fakat belli etmeden oynamaya devam etti.

Şarkının sonunda Gürkan dizlerinin üzerine çökerken, Büge de tek elini havaya kaldırıp, "Vaaov!" diye bağırdı.

"Helal olsun!" diye bağırıp alkışlamaya devam ettim. "Muhteşemdiniz be."

Gürkan, Korel'e baktı ve onun bakışlarında ne gördüyse nefes nefese, "Bakma lan bana öyle," dedi gülerek. "Sen bana denk gelirsen aynısını yaparsın, bilmiş ol. Doğruluk dersen de can filan umursamam, deşer geçerim, söyleyeyim."

"Hadi oradan," dedi Korel ve kafasını iki yana salladı. "Oğlum, beni hayal edebiliyor musun öyle? Etsene bi', imkânsız. Kurallar bana geçerli değil."

"Ben uyarım ya," deyip Büge'ye baktım. "Sonunda internette videolarım dolaşır, Korel'i ikna edemem ama olsun."

Gülmeye başladılar; tekrar yerlerine oturduklarında nefes nefese kaldıklarını gördüm. "İyi geldi yalnız," dedi Büge, Gürkan'a bakarak. "Terledim bile diyebilirim."

Gürkan da kafasını salladı ve şişeyi alıp bize hiç sormadan çevirdi. Oyundan zevk aldığımı ve soğuğa rağmen içimin ısındığını hissediyordum ama Korel için aynı şeyi söylemek zordu. Gözü yoldaydı; araba geçmesini beklediği çok açıktı.

"Evet," dedi Büge ve ellerini çırptı. "Düştün elime, Korel."

Korel yolda olan gözlerini şişeye çevirdi ve soru soran kısmın Büge'de, cevap kısmının da kendinde olduğunu gördü. "Yok artık," derken kaşları çatıldı. "Ben oynamıyorum."

"Korel," dedim omzunu itekleyerek. "Çocuklaşma, kötü bir şey yok."

"Harbiden," dedi Büge gözlerini devirerek. "Ne uyumsuz bir çocuk bu be, burcun ne senin?"

Korel cevap vermek yerine boş boş Büge'nin yüzüne bakarken, "Sahi," dedim gözlerimi açarak. "Doğum günün ne zaman senin?"

"23 Temmuz," dedi ama bana bakmak yerine boşluğa baktı. Büge'ye bakıyormuş gibi görünse de ona bakmadığını anlayabiliyordum. Gözlerim şaşkınlıkla açıldı fakat Büge benden önce davranarak, "Aslan burcu," dedi. Dudakları iğrendiğini belli eden bir ifadeyle büküldü. "Egonun nereden geldiği anlaşılıyor."

"Gerçekten mi?" dedim kısık sesle ve Korel'e doğru eğildim. "Benim de 22 Temmuz."

"Biliyorum," dedi hızla ve yüzüme baktı. Suratında nereden bildiğimi sormamı bekleyen bir ifade vardı; Korel eskisi gibi bir şeyleri ağzından kaçırmaktan ya da belli etmekten korkmuyordu; aksine, üzerime gelerek zihnimde kendisine ait olan bilyeleriyle oynuyormuş gibi davranıyordu.

Cevap vermeyeceğimi anladığında Büge'ye dönüp, "Cesaret," dedi. "İste."

"Hımm," dedi ve kaşları çatıldı. Bir süre düşündükten sonra, "Hem doğruluğuna hem cesaretine vuracak bir şeyler düşünüyorum." Büge'ye uyaran bir ifadeyle baksam da o bana bakmadı. "Aslında aklıma bir şeyler geliyor ama dürüst davranıp davranmayacağın konusunda endişeliyim. Gerçekten dürüst davranacak mısın?"

"İstediğin şeye göre değişir," dediğinde kaşları daha fazla çatıldı. "Nasıl bir şey bu?"

Büge düşünceli bir ifadeyle dudaklarını birbirine bastırıp, "Çocukluğunu düşün," dedi. Korel'in kaşları havaya kalktığında bir şeyler düşündüğünü anladım. "Çocukken sürekli tekrar ettiğin bir davranış var mıydı?" Korel'in çocukluğunu düşünmek tekrar beni üzmüştü. "Hepimizin vardır. En azından buradaki ortama uyan bir davranışın varsa onu Minel'e yaptır; eğer yaptıramazsan tekrar ettiğin her ne ise herkese anlatırız."

Korel düşünürken çenesini kaşıyıp etrafına baktı; kalbimdeki sızıyı unutmak için Korel'e bakmayı es geçtim. Bir yerlerde Korel'in çocukluğunun acı içinde olduğunu hissediyordum, kendi çocuğumla gidip onun yanına oturmak ve bilyeleriyle oynamayı ne kadar çok arzu ettğimi söylemek istiyordum.

"Tamam," dedi Korel; sesinden gülümsediğini anladım. "Ama Minel'e yaptırmak istediğime şu an emin değilim." Ayaklanıp, "Hadi," diyerek bana seslendi.

"Ne olduğunu söylemeyecek misin?" dedim endişeyle aşağıdan ona bakarken.

"Hayır," dedi gülümsemesinin ardından. "Gösterilecek bir şey bu."

"Korel," dedim; tedirginliğimi o da görmüş olmalıydı. "Küçükken çok tuhaf bir çocuk olduğunu düşünüyorum, bu korkuttu."

Yavaşça ayağa kalkarken Büge ve Gürkan'ın da kalktığını gördüm. "Ne kadar tuhaf bir çocuk olduğumu tahmin bile edemezsin," dediğinde daha fazla endişelendim. "Bu yapacağımızdan daha tuhaf şeyler de yaptım ama yer müsait değil."

Korkuyla onun yüzüne bakıyordum, o ise eğlenen bir ifadeyle bana bakmaya devam ediyordu ve birkaç saniye sonra kolumdan tutup yürütmeye başladı. "Lütfen bana söyle," dedim fısıldayarak. "Dillere düşmeden önce yapabilecek miyim bir bakalım."

"Merak etme," dedi Korel yüksek sesle ve Gürkan ile Büge'ye baktı. "Onlar ne olduğunu bile göremeyecekler çünkü biz yukarıda olacağız."

"Yukarıda mı?" Alkolden dolayı başımın döndüğü yetmiyormuş gibi Korel'in kolumdan tutup yürütmesi ve endişe de daha kötü bir hal almama sebep olmuştu. Etrafı çift görecek durumda değildim ama yer sarsılıyormuş gibi geliyordu. Adımlarımı onlara belli etmemek için düz atmaya çalışıyordum ama her adımımda Korel'e çarpıyordum. Hepimizin kafası hafif de olsa güzeldi; belki de en ayık olanımız Korel'di ama o bile şu an sarhoşluğun etkisindeymiş gibi keyifliydi.

Yolun kenarındaki bir meşe ağacının dibinde durduğumuzda, "Tırmanacağız," dedi Korel ve eliyle ağacın bir dalını tuttu. "Merak etme Turuncu, ben sana yardımcı olurum."

"Daha neler," dedi Gürkan ve Korel'in sırtına vurdu. "Küçükken yaptığın en tuhaf şey ağaca tırmanmak olamaz."

Devamında başka şeyler geleceğini anlayan tek insan ben olamazdım, değil mi? "Korel," dedim korkuyla. "Lütfen bana ağacın en tepesine çıktıktan sonra aşağıya yüzüstü atladığını söyleme."

"Çüş," dedi Korel bir ayağını ağacın köküne koyarken. "O kadar mı psikopat görünüyorum lan?"

"Evet," dedi Büge. Gürkan da kafasını salladı. Ben de altdudağımı dişleyerek baktığımda, "Hayır," dedi Korel ve kaşları çatıldı. "Kendime zarar verecek olsam bir ağacın tepesinden atlamam, özellikle küçükken kendime zarar verecek biri hiç olmadım. Sizin düşündüğünüzün, hepinizin düşündüğünün aksine, bana zarar veren ben değildim."

İlk dala kolaylıkla tırmandığında büyük ve kalın meşe ağacının en tepesine bakıp, "Oraya kadar mı?" diye sordum. Yüksekten korkmuyordum ama kendimi bir ağaca tırmanacak kadar da çevik hissetmiyordum.

"Oraya kadar," dedi. "Ben buradayım, düşmene izin vermem."

Düşmeme izin vermezdi. İnançla gözlerimin içine baktığını fark ettiğimde ensemden aşağıya bir ter damlası düştü ve korkunun soğuğa rağmen beni nasıl terlettiğine şahit oldum.

Ağacın bir dalına elimi, çıkıntılı bir dalına da ayağımı koyup kendimi yukarıya çektim fakat gücüm bedenimi taşımama izin vermediğinde, Korel tek eliyle kolumu kavrayıp beni yukarıya çekti. Aynı kalın dalın üzerinde durduğumuzda Korel'in omzunu sımsıkı tuttum ve bedenimi bedenine yapıştırdım. "Çok korkuyorum," dedim titreyen bir sesle. "Ya düşersek, çok korkunç. Alkol kullandık ve başım dönüyor."

"Bana güven," deyip belimden tuttu. "Bu sefer gerçekten güven. Düşmene izin vermeyeceğim."

Kafamı aşağı yukarı sallayıp, "Sana güveniyorum ama inanmıyorum," diye fısıldadım. Korel de kafasını salladı ve beni kendinden uzaklaştırıp ağacın gövdesine yasladı, ardından çevik bir hareketle ağacın diğer dalına tırmandı.

"Hadi Minel," dedi Gürkan arkamdan. "Hiç mi ağaca tırmanmadın küçükken?"

Gürkan'ın bu sorusu çocukluğumu düşünmeme sebep olurken, kısa bir an ağaçlardan korktuğumu hissettim. "Bilmiyorum," dedim kısık sesle fakat sesim Korel'den başka kimseye ulaşmadı. Ağaçlardan korkmama sebep olan şey neydi?

"Hadi," dedi Korel ve elini bana uzattı. "Onlara aldırış etme; her çocuk ağaçlara tırmanmak zorunda değil, her çocuk cesur da olmak zorunda değil."

Korel'in desteği, beni girdiğim her karanlık duygudan uzaklaştırıyordu ve uzattığı eli, bana değil de çocukluğuma uzatılmış bir el gibiydi. Hiç düşünmeden elini sımsıkı tuttum ve ağaçtan destek alıp diğer dala tırmandım.

"Sanırım ağaçlardan korkuyorum," dedim ve boş bulunup aşağıya baktım. Yerden üç-dört metre yukarıda olduğumuzu fark ettiğimde tekrar başımı hızlıca Korel'e çevirip, "Lanet olsun," diye inledim. "Çok yukarıdayız." Gürkan ile Büge kendi aralarında kısa bir konuşmaya dalmışlardı; dengede duramayan Büge'nin Gürkan'ın omzundan destek aldığını gördüm.

Tırmandıkça soğuğu daha fazla hissediyordum fakat rüzgâr bedenime her çarptığında da terleyen vücudumdaki soğukluk beni titretiyordu.

"Neden korkuyorsun?" diye sorduğunda Korel'in konuyla ilgilendiğini fark ettim.

"Bilmiyorum," dedim omzumu silkerek. "Ağaçtan düşmüş olabilir miyim?"

Korel alaylı bir gülüş attı. "Düşmüş olabilirsin, Turuncu çünkü o zaman Korel yoktu yanında."

Ben de güldüm ve Korel'in diğer dala çıkmasına izin vermek için onu kavrayan elimi serbest bıraktım. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, "Hep mi ağaçlara tırmanırdın?" diye sormadan edemedim. "Bu konuda çok iyisin."

"Genelde," dedi Korel; diğer dala ayağını koyduğunda ağaçtan bir kuşun uçtuğunu ve yaprakların hareket ettiğini hissettim. Korkuyla titrediğimde Korel, "Sadece güvercin," dedi. "Hiçbir şey yok."

Ağaç titredi, yer titredi, gökyüzü titredi, kurumuş yapraklar titredi, zaman bile titredi ve kendimi bir ormanın içinde hissettim.

Küçüktüm, çocuktum ve bir ormanın içinde yürüyordum; yalnız değildim. Elimde bir sapan tutuyordum, gökyüzünün rengi parlaktı, kuş cıvıltıları vardı. Yanıma baktığımda bana çok benzeyen o yüzü gördüm. Gülümsüyordu, bir yandan da ağaçların tepesine bakıyordu. Çocukluk hislerimde korkularım vardı ama korkum kendim için değil, kuşlar içindi. Evimi geride bırakmıştım; bu anı ellerimin titremesine neden olunca gözlerimi sıkıca yumdum ve daha fazlasını hatırlamak istedim.

Sesini duyuyordum, bana bir şeyler söylüyordu; elini tutuyordum, onunla yürüyordum ama kuşlar da zarar görsün istemiyordum. Evden kaçmıştık.

"Turuncu." Korel'in sesi beni kendime getirirken, gözümü açtığımda yukarıdan bana baktığını gördüm. "İyi misin?"

Ona söylemek ile söylememek arasında kararsız kaldım fakat kafamın içindeki anının da beni serbest bırakmadığını fark ettim.

Ablam, Mine. Hemen yanımda yürüyordu.

Onu hatırlıyordum, onu hissetmeye başlamıştım.

"Korel," derken yutkunmakta zorlandım. "Ablamı hatırlamaya başlıyorum."

Ona karşı her şeyden önce duygularım ve hislerim geri gelmeye başlamıştı. Güçlü biri olduğunu hatırlıyordum, Korel gibi çevikti ve diğer kız arkadaşlarına zıt bir şekilde erkek gibiydi. Ağaçlara defalarca tırmandığını anımsayabiliyordum, ağacın aşağısından onu izleyen yine bendim.

O kadar korkaktım ki ağaçlara tırmanmıyor, onu izliyordum. O korkusuzdu. Korkusuz olduğu için ilk ölen o olmuştu, yaşayan ise bendim.

"Ne hatırlıyorsun?" deyip elini bana uzattı. "Titriyorsun, tut elimi."

Eline baktım, uzattığı elinde geçmişi gördüm, sanki o elde beni korkutan bir şeyler olurken kafamı iki yana salladım.

Ormandaydık, birisi ellerinde ölü bir güvercin tutuyordu. Korel'in fotoğrafı gözümde canlandı.

Korel ellerinde ölü bir güvercin tutuyordu.

"Bana bak," dedi Korel ama gözlerimi elinden ayıramıyordum. "Elimi tut, düşeceksin."

Ablamın korkusunu hissetmeye başlamıştım fakat bu korku onun için değil, benim içindi.

Ölü güvercin kalbimi paramparça edecek kadar hiçe sayılmış bir geçmiş gibiydi; şu an ise güvercin Korel'in ellerinde canlanıyor fakat tutsak bir şekilde onun sarmaşıklarına bağlanıyordu.

"Ablam korkusuz biriydi," derken Korel'in yüzüne baktım. "Korkuyu yalnızca o ormanda benim için hissetmişti. Onu hissediyorum, onu tanıyorum artık."

Korel'in gözlerinden acının geçtiğine şahit oldum; bana öyle bir merhametle baktı ki bir daha hiç kimse öyle bakamazmış gibi geldi.

"Lütfen," dedi Korel ve gözlerindeki o rica eden ifade beni bozguna uğrattı. "Şu elimi tut artık, düşmeni istemiyorum."

Titreyen elimle elini tutup bir ayağımı ağacın dalına koyarak beni yukarı çekmesine izin verdim. Korel rahat bir şekilde beni yanına çekti, belimden kavrayıp ağacın gövdesine yasladı. Kalın gövde sırtıma destek olurken, Korel'in belimi kavrayan eli güvende hissettirdi. Karanlık gecede yüzünü aydınlatan tek ışık kaynağı ilerideki sokak lambasıydı.

"Sana söylemiştim," dedi Korel ve boşta olan elini yavaşça kalbimin üzerine koydu. "Burada. Hislerin, duyguların, gerçekler; hepsi burada. Eğer pusulanı kalbin olarak seçersen bütün gerçeklerin duygularında gizli olduğunu görürsün. Hatırlıyorsun, hatırladıkların burada gizli."

"Onu unutmam çok büyük bir haksızlıktı ve ben öyle bir korkağım ki onu hatırlamaktan bile korkmaya başladım." Korel'in göğüs kafesine başımı yaslayıp gözlerimi kapatmak ve bütün geçmişimi o göğüs kafesinde yaşatmak istiyordum.

"Korkabilirsin," dedi Korel ve önüme gelen bir tutam saçı gözümün önünden çekti. Parmakları yüzüme değdiğinde alnımın terlediğini yeni fark etmiştim. "Ama artık kaçmayacaksın. Korkaklar bile bir yere kadar kaçar çünkü her insanın içinde cesur bir taraf vardır. Sen o kadar cesur olacaksın ki geride bıraktığın korkuların senden kaçmaya başlayacak."

"Korel," deyip elimi kalbinin üzerine koydum. "Artık cesur biri olmak istiyorum. Her çocuk cesur olmak zorunda değildir ama her insan hayatında bir kere de olsa cesur olur. Bana cesur olmayı da öğretir misin?" Ne olursa olsun ona daima güvenen bir tarafım olacağını hep hissediyordum ama gün geçtikçe bu daha fazla çoğalmaya başlamıştı. Karşımda nefes alışımdan bile kötü olduğumu fark edebilecek bir adam vardı; nefesimi ondan gizleyemiyordum.

Korel'in yaprak sarısı gözleri yüzümün her noktasında gezindikten sonra bakışları dudaklarıma kaydı; ilk defa, benden her zaman gizlediği gözlerini kaçırmadığını değil, kaçıramadığını fark ettim. Kalbimin üzerindeki sıcaklık göğüs kafesimi sıkıştırmaya başladığında yutkundum ve gözlerinin içine baktım. Bir an bile olsun gözlerini dudaklarımdan ayırmazken beni ağacın gövdesine biraz daha yasladı. "Şimdi öğretmek istiyorum," dedi. Bir eliyle çenemi tutarken diğer eli belimi daha sıkı kavradı. "Doğruluk mu, cesaret mi?" diye sordu kısık sesle. Nefesi yüzümü yalayıp geçtiğinde elim kalbinden koluna doğru kaydı ve sımsıkı kolunu tuttum.

Eğer Korel belimden tutup beni ağacın gövdesine yaslamasaydı çoktan o ağacın tepesinden yere düşeceğimi biliyordum çünkü dizlerim titriyor, ellerim terliyordu.

Ona gözlerim irice açılmış bir şekilde bakarken altdudağımı içeriye kıvırdım ve utanç yanaklarıma al rengini verdi. "Doğruluk mu, cesaret mi?" dedi bu sefer dişlerini sıkarak. Çenemi kavrayan parmakları sıkılaştı. Tahammülsüzlük gibi değildi, sesinde fazlasıyla tahammül etmişliğin verdiği hırs vardı.

"Cesaret," dedim fakat söylediğim anda, dudaklarımdan çıkan kelimeyi tekrar yutmak istedim. Alkol kokan nefesi ile nefesim birbirine karışmaya devam ederken Korel yüzüme biraz daha yaklaştı, burnu burnuma çarptı.

Çenemi kavrayan elinin başparmağı altdudağıma dokunduğunda gözlerim kısıldı, parmağı altdudağımda gezindi. Dudaklarım aralandığında nefesim başparmağına çarptı, elimi kolundan uzaklaştırıp kalbinin üzerine koydum. Kalbi hızlı atıyordu; bu çok tuhaf gelmişti. Korel'in kalbi bir şeylere tepki veriyormuş gibi delicesine atıyordu ve baktığı tek kişi bendim.

Korel'in kalbi, onu yaşatmak için değil de birazdan yok edecekmiş gibi atıyordu; nedeni bendim.

"Ne istediğimi biliyorsun," dedikten sonra bakışları gözlerime tırmandı. "Ben bir savaşın içindeyim ve o savaşı başlatan sadece sendin; şimdi bu savaşa son verebilirsin, ikimizi de kurtarabilirsin çünkü artık ben kan kaybetmeden savaşamıyorum ve seninle savaşırken bile yine senin için kan kaybediyorum. Son ver, kan kaybetmek istemiyorum."

Nefesini dudaklarımın üzerinde hissederken düşünebilmek benim için neredeyse imkânsızdı. Korel'in gözlerinin içine baktığımda kendi yüzümü gördüm; kendi yansımamı. Oradaydım; çaresizlikle, ihtiyaçla, susuzlukla ve dile getiremeyeceğim bir duyguyla Korel'e bakıyordum.

Öyle bir bakıyordum ki ona sanki muhtaçtım; onun nefesine muhtaçtım, onun her zerresine muhtaçtım.

Gözlerimi sıkıca yumduğumda gözlerinin içinde gördüğüm kendimden korktum, öyle bir korktum ki hiçbir duyguyu içimde böylesine hissetmediğimi o an fark ettim.

Korel duygularımın arasında en büyük korkumdu; ondan değil, onun karşısında duran kendimden korkuyordum.

Hayatımın hiçbir döneminde cesur biri olamayacaktım; hislerim cesaretimi daima kıracaktı çünkü ben hislerinden korkan bir kadındım.

"Değiştiriyorum," dedim gözlerim sıkıca kapalı bir şekilde korkuyla. "Doğruluk."