Korel Erezli
Bir insanı yangınların içinden çıkarabilirdiniz ama kendi içinde yarattığı yangınından hiçbir zaman kurtaramazdınız.
İki kez yangından kurtulmuş bir adamdım; kendi içimdeki yangın ise kül olduğunda bile beni yakmaya devam etmişti. Bir ruh yandığı zaman külleri bile kocaman bir orman yangınından daha fazla can yakardı, bunu sadece benim gibi olanlar anlayabilirdi.
Bundan olacak ki ateşi her zaman arzulardım.
Adımın hakkını verebilmek içindi belki de, bilmiyordum.
Suskun kuşlar, benzin kokusu, ruhumu yakmaya başlayan küller, karanlık gökyüzü, umutsuz bulutlar...
Umutsuz bulutlar.
Başımı ağır ağır kaldırıp gökyüzüne baktım. Yıldızlar yoktu, hava bu yüzden fazlasıyla karanlıktı; ay bile o umutsuz bulutların arkasına saklanmıştı.
Beni aydınlatan tek ışık kaynağı sokak lambasıydı.
Karşımdaki Anektod Merkezine bakarken kendi içimde bu merkezin beni nerelere, nasıl sürüklediğini sorguladım ve bunu düşünmek yüzümde bir gülümsemeye neden oldu.
Adımlarım önce merkezin terasına yöneldi.
Zihnime asla unutmadığım, unutamayacağım ve unutmak istemeyeceğim o anılar düştü.
Merkeze ikinci gelişimdi. Beni herkesin beklediğini biliyordum. Her zaman insanlar arasında konuşulan o adam olmuştum fakat beni merak etmelerinin nedeni sadece gizem değildi; beni merak etmelerinin nedeni, içlerinde yarattığım korkuydu.
Benden hep bu zamana kadar korkmuşlardı; her şekilde ve her zaman.
İzlerim varken de yokken de.
Emarelerim varken de yokken de.
Ve ben kendimden korkmayı, onunla tanıştığım zaman bırakmıştım.
Terasın önünde durduğumda karanlık bahçeye baktım. Aylar önce ilk geldiğimde, o beni görmeden bile uzaktan onu görmüştüm ve o bunu hiç bilmemişti.
Şimdi bu terasta, bu bahçede tek bir insan bile yoktu, terk edilmiş masalar ve sandalyeler vardı. O masalardan birinin önünde duruyordu. Turuncu saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu, her zamanki gibi omuzları düşüktü ve kendisini gizlemeye çalışıyor gibiydi.
Ona defalarca kendisini gizlememesi gerektiğini öğrettiğim halde.
Motosikleti durdurduğumda sırtımdaki gözleri hissetmiştim. Tek tek, herkesin ama en çok onun. Biliyordum ki merkezdeki söylentiler onun da kulağına gelmişti. Meraklı biri değildi, hiçbir zaman olmamıştı ama normal bir insan görünümüne bürünmek için meraklı gibi davranabilirdi.
En azından onu tanıdığım zamanlar öyleydi.
Fakat şimdi düşündüğümde aynı karakterde devam ettiğini görebiliyordum.
Sadece kendisini merak ediyordu, kendi hayatıyla ilgiliydi.
Beni bir kez olsun gerçekten merak ettiğini hissetmemiştim, önceliği her zaman kendisiydi.
Benim önceliğim ise onun hayatıydı.
O gün, merkeze geldiğim ilk gün, olmaması gereken bir duygu hissetmiştim: çocuksu bir heyecan. Bu güzel bir heyecan değildi ama gerçek bir heyecandı çünkü onu çok uzun zaman sonra karşımda görecektim ve hâlâ bıraktığım gibi mi yoksa bıraktıkları gibi mi olduğunu anlayacaktım.
Yine de bakma, dedim kendi kendime. Bir süre ona sırtım dönük durmuştum, öylesine eğilip ayakkabımı bağlamıştım ve kendime zaman kazandırmıştım ama biliyordum, bakıyordu. Onun bakışlarını sırtım dönükken bile hissederdim.
O peşinde olduğumu ise hiçbir zaman hissetmemişti.
Her zaman kaçmıştı.
Zaman ilerledi, daha fazla kendisinden bana ödünç vermeyeceğini fısıldadığında dönüp o tarafa yürümek istedim.
Bakma, dedim kendi kendime bir kez daha. Fakat kendime hiçbir zaman söz geçiren bir adam olmadım, hiçbir konuda hem de. O an, sadece o an, kendime aylarca alıştırdığım maskemi kaybettim ve gözlerim direkt onu buldu. Başka hiç kimseyi değil, direkt onu.
Yüzüne baktım.
O an, o bahçedeki herkes yok oldu. Belki birkaç saniye baktım, belki birkaç dakika, bilmiyordum ama ona baktım.
Ve beni görmesini bekledim.
Kahverengisi kızıla çalan gözleriyle beni inceledi; ayaklarımdan omuzlarıma, oradan başıma kadar. En sonunda gözlerime baktı, benim gözlerim onun gözlerinin içine kilitlendi.
Çilleri küçük burnunun etrafında çoğalıyor, yanaklarına doğru azalıyordu. Pembe dudakları aralıktı. Zayıflamıştı, hem de gereğinden fazla bir zayıflıktı. Ufacık boyu biraz bile uzamamıştı; benim küçük kızım olarak kalmıştı. Turuncu saçları... Onlar değişmemişti, kısalmamıştı, zarar görmemişti.
Onun saçları, benim üzerimde annesinin yeminiydi. Ama en çok benimdi. Öyle güzel saçları vardı ki her teli için yalanlar anlatıp onu kandırabilirdim ve her teli için doğruları anlatıp onu mahvedebilirdim.
Yürüdüm ama yürüdüğümü bile hissetmedim.
Beni tanımasını bekledim.
Ve o bana, beni tanıyormuş gibi bakmadı, bir yabancıyı tanıyormuş gibi baktı.
Gözlerinden korku geçti, belki de öfke ya da endişe fakat iki kaşının ortasında bir oyuk oluştu. Dengesi sarsıldı, bunu gördüm; bir insanın dengesi, tanımadığı bir yabancının karşısında böylesine bozulmadı ama bozulmuştu.
Fakat kahverengi gözleri bana eskisi gibi bakmadı.
O an ona nasıl baktığımı bilmiyordum ama hafifçe geriye çekildiğini hissettim. Nefret? Öfke? Kin?
Belki de ona bir yabancının bu şekilde bakmasının şaşkınlığıydı.
Gözlerimi onun üzerinden çekip yanından geçtiğimde her ne hissediyorsa daha fazlasını hissetsin istedim; acıysa acı, mutluluksa mutluluk, nefretse nefret.
Ölümse ölüm.
Ama sonraları tam da istediğim gibi gelişmişti.
Onu tanıyordum.
Peşine düştüklerinden vazgeçmezdi, peşine düşenlerden vazgeçmediği gibi.
Ona kendimi sundum, ona sorular bıraktım ve ondan kaçtım. Fakat benim yaptıklarım yetmedi, o da beni hissetti; nasıl oldu bilmiyordum ama bana bakarken yabancının içini görmek istedi.
Onunla aynı terapi odasındaydık. Onlarca kişi daha vardı ama benim tek görebildiğim oydu.
Odaya girdiğinde direkt beni görmüştü ama bu kez ona bakmamak için çaba sarf etmiştim.
Öfkeni sil, Korel, dedim kendi kendime. Nefreti yok et, kini parçala. Bu seni hataya sürükler.
Senin intikamın tam karşında oturuyor, ona maskelerinin en güzelini göster.
Sırasına oturdu. Yanında daha önce gördüğüm arkadaşı vardı. Büyük ihtimalle turuncu saçlarından hoşlanan bir arkadaşı. Bu oturduğum yerde kendi kendime gülmeme neden oldu.
Ne şanssız bir arkadaştı.
Gergindi. Vücudundan anlaşılıyordu ve ellerini kulaklarına bastırma ihtiyacı hissetmişti. Nedeninin ben olabileceğimi bile düşünmüştüm ama bu imkânsızdı.
Beni bilmiyordu.
Ben onun için tanıdık bir yabancıydım.
Beni unutmuştu.
Eğitmen içeriye girdi, tanıtım konuşmaları yaptı ve tanıtım konuşmaları yapmamızı istedi. Herkes kendini tanıttı, bütün bu olanlar ise benim içindi. Merkez, amacımın ne olduğunu sorguluyordu.
Merkez aslında benim kim olduğumu biliyordu.
Sıra ona geldi.
"Minel Karaer," diye kendini tanıttı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. Ses tonu aynıydı. Çocuksu, sakin ama korku dolu. Sesindeki o korku, açıkça duyuluyordu ya da sadece ben duyabiliyordum. Fakat korkuyordu çünkü hiçbir zaman kendini tanıtmaktan hoşlanmazdı.
Eğitmen, "Kiminle yaşıyorsun?" diye sordu ona.
Bir şeyler öğrenmem gerekiyordu; o ve hayatı hakkında. Bu yüzden araya girip, "Bir şeyi kaçırıyorsun," dedim. "Burada oturan insanların sadece rahatsızlığı var ve aptal değiller; bu yüzden kiminle yaşıyorsun sorusundan ailesiyle sorunları olduğunu anlayabiliyoruz."
Amacım, bana hayatı hakkında daha fazla bilgi vermesiydi ama umursamaz görünmeye çalıştım. Bana bakıyordu, ona bakmadım değil bakamadım çünkü umursamaz görünmeye çalışırken ona baktığımda ne şekilde anlaşılacağımı bilmiyordum.
Minel istediğimi vermedi ama daha fazla dağıldı.
Sonra gözetmenin ısrarlarının ardından, "Annem öldü," dedi. Zihnimde bir ışık çaktı.
Annesinin ölümünü hatırlıyordu. Daha fazlasını istedim, çok daha fazlasını ve gözetmen de benim isteğimi gerçekleştirdi. Üzerine gitti.
O an tırnaklarıyla kendine zarar verdi; her zaman olduğu gibi. Sorguladı ya da kurtulmaya çalıştı, belki de yine kaçış yöntemi düşündü.
Ama, "Annem öldü," dedi tekrar. Sonra hemen devam etti. "Babama ise ne olduğunu hatırlamıyorum."
Zihnimde çakan o ışık şimşeğe dönüştü ve o şimşek ruhumdaki külleri uçurdu.
Gözetmen üzerine gitti, benim aklımda ise hatırlamadıkları dolandı.
Ve korku, onun ses tonunda bir çello gibi yankılandı. O çello; geçmişinde çaldı, biliyordum. Geçmişini hatırlamadığını söylerken, kendi geçmişinden bahsettiğine bile inanmıyor gibiydi.
Herkes ona bakıyordu, herkes onun cümlelerini bekliyordu ve en merak edilendi. İlgi odağı. Kimse onun yanında değildi.
Ona bir keresinde, "Acıları ortak olanlar, hiçbir zaman kopmazlar," demiştim ve o da bana, "Biz hiçbir zaman kopmayız," diye yanıt vermişti. Bu beni unutmadan önceydi ama şimdi, beni unuttuğu halde, ortak bir acıyla kendimi tutamayıp onu korudum.
Beklentilerden, insanlardan, herkesten. En önce kendinden.
Bütün ilgiyi üzerime çeken o cümleleri kurarken, yine onun önüne kendimi attım ve kendi kendime, bunu onun için yapmadığımı söyledim.
Bir şekilde bana tutunması gerekiyordu, bir şekilde bana çekilmesi gerekiyordu.
Fakat bir tarafım da bunun aksini iddia etti.
Ben zaten içinde binlerce duygu barındıran bir adamdım; bir tarafım yangınlarda kalsa, diğer tarafım buzların üzerinde dans ederdi.
Bu da beni şaşırtmadı.
Ama onu şaşırttı.
Öyle bir şaşırttı ki birkaç saniye de olsa eskiden gördüğüm o kahverengi gözlerle bana baktı sanki ve o günden sonra, ortak acılarımızdan olsa gerek, peşimi bırakmadı.
Benim istediğim de buydu.
Ta ki bana, beni bir yerden tanıyıp tanımadığını sorana kadar.
Minel'in zihninde uyuyan bir Korel vardı, beni gördüğü zaman uyanmaya başlamıştı ama bilmiyordu ki karşısında gördüğü Korel, hiçbir zaman o olamazdı.
Bütün bunları düşünürken elimdeki benzin bidonunu havaya kaldırdım ve ilk önce terasa, sonra o sandalyelerle masaların üzerine döktüm, ardından duvarlara. Koku genzimi yaktı ama umursamadan açık olan teras kapısından kantine girdim. Oraya da bütün benzini döktüm. Bunu yaparken bir an bile şüphe duymadım çünkü alacağımı almıştım; aldığımı ise geri verecektim.
Direkt aşağıya, o eski depoya indim. Eski mobilyalar vardı, diğer kapılar dosyaların olduğu yere ulaşıyordu ve artık işim bittiği için onlara da gerek kalmamıştı.
Seneler önce bu merkezde, bu katta kaldığım zamanlar beni nasıl tutsak aldıkları aklımdan çıkmıyordu. Ben merkezin içinde yaşamamıştım, ben burada yaşamıştım ve artık yanması gerekiyordu.
Geçmişimle birlikte.
Cebimden bir kibrit kutusu çıkarıp geriye bir adım attım. Son kez, aylarca yaşadığım o kata baktım; o eski mobilyalara ve o eskimiş duvarlardaki kendimden parçalara.
Onunla beraber buraya indiğimizde korkmuştu; benden değil, bu odadan ama bilmiyordu ki benim inim aslında bu odaydı ve korktuğu aslında bendim.
Bunu düşünmek bile kibriti kutuya sürtmeme ve ufacık ateşi yere atıp büyük bir yangın çıkarmama neden oldu. Döktüğüm benzin sayesinde yayılarak dağılan ateşe sadece birkaç saniye baktım, sonra hiçbir şey hissetmediğimi fark ettiğimde o kattan ayrılıp terasa ilerledim.
İlk önce içten yanmalıydı, benim gibi. Sonrasında dışı parçalanmalıydı, yine benim gibi.
Kantinden terasa çıkıp masaların olduğu yere ilerlediğimde benzin kokusu temiz hava olmasına rağmen burnuma geliyordu. Dakikalar sonra çatırdayan ateşler her tarafa yayılacaktı ve merkez kül olana kadar yanacaktı.
Elimde kibrit kutusu dururken son kez başımı kaldırıp merkezi izledim. Her seneyi gözlerimin önüne getirdim. Her anıyı. Her acıyı. Her korkuyu. Her ölümü ve her yaşamı.
Merkez içten içe yanarken kendim soğuduğumu fark ettim; bu bir histi ama zafer yoktu. Buz kütleleri devriliyordu, ruhumdaki küllerin üzerini kapatıyordu ama yine zafer yoktu.
Tam da düşündüğüm gibiydi. Zafer, ben öldüğüm zaman gerçekleşecekti fakat benim içimdeki değil, insanların içindeki bir his olarak.
Gözlerimi kısıp yutkunduğumda arkamdaki çimenlerde adım sesleri duydum fakat başımı çevirip bakmadım, o tarafa odaklanmadım.
Başım kendini kaybetmiş gibi dönmeye başladığında ve parmaklarım kibrit kutusunu açıp başka bir kibrit çıkardığında dengem bile bir anda altüst oldu.
Sonrası büyük bir boşluktu ya da büyük bir doluluk, bilmiyordum.
Ben mi istedim, aklım mı istedi, kalbim mi istedi bunu da bilmiyordum fakat o kibriti çaktım ve o küçük alevi, o benzine attım.
Alev daireler çizerek yerde dağıldı, sonra o çilli küçük kızın beni izlerken bulunduğu yerdeki masayı yaktı, ardından sandalyeyi, sonra duvarlara sürtündü ve oradan açık kapıdan geçip kantine ilerledi.
Öyle büyük, öyle etkileyici bir kızıl renk parladı ki yıldızsız gecenin karanlığına güneş ateşle doğdu.
Benim güneşim, benim ateşimle.
"Korel." Tanıdık erkek sesi. Yine beni bulmuştu, o beni hep bulurdu. En yabancısı aslında oydu ama bir o kadar da en tanıdığı.
Ona bakmadım.
Alevlerin merkezin bütün duvarlarına sürtünüşünü izledim, dans edişini ve o koku dakikalar sonra gülümsememe neden oldu.
Adım attı, omzuma dokunup sıktı. "Edgardo," dedi bu kez temkinli bir sesle.
İşte o zaman dönüp onun gözlerine baktım, alevler onun gözlerini de kızıla çevirmişti; bir şeytan gibi görünüyordu ama asıl şeytan, ateşi yakan olurdu, bunu biliyordum.
"İnsan kendi doğduğu yeri yakmak istemez," diye mırıldandı.
"İnsanın kendi doğduğu yer bir cehennem ise orası zaten yanıyordur," dedim ben de sakin bir sesle. "Ve ben sadece tek bir yerde doğmadım, ben kendimi birçok yerde doğurdum."
Başını ağır ağır iki yana salladı. O da gülümsüyordu ama aynı gülümseme olmadığına emindim; biz farklıydık. "Neden yaktın?"
Soruyu sorarken aslında cevabı biliyordu fakat ona istediğini vermek için başımı çevirip merkeze baktığımda, "O benden alacaklarını aldı," diye fısıldadım. Ateşin çatırtıları, güzel bir melodi ortaya çıkarmıştı. Bana çelloyu anımsatıyordu. "Ve ben de ondan aylar önce istediğimi aldım."
"Neyi aldın?"
"Geçmişimi," dediğimde merkez, alevler içinde, cayır cayır yanıyordu. "Ve onun geçmişini."
Paragraf Yorumları