logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

11. KIRAĞI

Views 648 Comments 8

Ölümden armağan ruhlar, gündüzle eşdeğerdir.

Gündüz, gecenin yok olduğu yerde korkuları içinde taşır ve ölümün tonunu alır.

Gökyüzü gece iken yer bile kaplamayan gündüz önem taşımaz fakat zifiri bir gecede aydınlık bir gündüz bütün dikkatleri üzerine toplar.

Minel Karaer'in hayattaki en önemsiz yeri de buydu. O, gündüzün içindeki gece olduğunu düşünürdü fakat hiçbir zaman tamamen gece olduktan sonra nasıl gündüz olabileceğini düşünmemişti.

Huzursuz bir şekilde yatağında yatarken gördüğü kâbus, küçük ve zayıf bedeninin kendisine daha fazla sokulmasına ve titremesine sebep oluyordu.

"İstemiyorum," diye mırıldanıyordu uykusunda. "Ölmek istemiyorum." Bir kaçışın sonu, her başlangıcın ölümüydü.

O, ölüme eriştiğinin farkındaydı fakat ne zaman sonun geleceğini kestiremiyordu; huzursuz uykusunda hissediyor olabilirdi çünkü bu akşam belki de onun kaçışlarının sonu ve başlangıcının ölümüydü.

Hangi şehirde olduklarının bile bilincinde değildi ve ailesiyle beraber geldiği bu büyük, lüks villanın içerisinde kendisine ait olan tek yer şu an yattığı yatağı ve odasıydı. Kendisine ait görüyor muydu? Bu, Minel Karaer'in ruhuna aykırıydı. O hiçbir zaman kendini bir yere ait hissedemeyecekti çünkü hissetmesi, kaçacağı her yerde canını yakacaktı.

Mevsimlerden kıştı, aylardan ise ocak. Dışarıda üşüten bir kar fırtınası vardı ve her yer bembeyaz karlarla örtülüydü. Evin kapalı olan bütün ışıkları, yaklaşan kasırganın bir habercisi gibiydi. Üç tane kar maskeli adam, sessizliği kendilerine terbiye bile bilmeden evlerinin kapılarını izin almadan, zorla açtılar ve ses çıkarmalarını umursamadan etrafa dağıldılar.

Minel Karaer hâlâ huzursuz uykusunda, kâbuslarıyla savaşıyordu. "Öldürmeyin," diyordu. "O benim annem."

Elinde silah tutan kar maskeli adam, diğer kar maskeli adamlara odaları işaret etti ve kendisi Minel'in odasına doğru yürüdü. Adımlarının sert vuruşları ve kırılan kapılar Minel'i huzursuz uykusundan zorlukla ayırırken, tam olarak kendine gelemediği o anda odasının kapısı sertçe, tekmelenerek açıldı ve içeriye hızlı adımlarla o kar maskeli adam girdi.

Minel gözlerini açtı ve tam olarak hâlâ kâbus mu gördüğünü ya da gerçekte mi olduğunu anlayamadan etrafına baktı fakat her şey için çok geçti. Kar maskeli adam tam yanında durduğunda elindeki silahla odasında yukarıya doğru bir el ateş etti ve Minel olduğu yerden sıçrarken sarıldığı Berry'yi sımsıkı tuttu.

Çığlık atmak için dudaklarını aralarken nefesini boğazına takılan bir yumru gibi hissettiğinde, kar maskeli adam siyah deri eldivenli elini Minel'in ağzına yasladı ve çığlık atmasını engelleyerek onu tamamen yatağa bastırdı, ardından üzerindeki kalın yorganı çekti.

Minel'in üzerindeki beyaz, ip askılı geceliği de yorganla açıldığında adamın bakışları Minel'in bedenine kaydı ve sinsi bir gülümsemeyle, "Merhaba, küçük kız," diye fısıldadı. "Gösteriye hoş geldin."

Minel olduğu yerde çırpındı, havaya boş tekmeler savurdu, adamı iteklemeye çalıştı fakat her şey o kadar boşaydı ki sanki kendi kendisine bir savaşın ortasında, elinde bir silahı olmadan karşı çıkmaya çalışıyordu.

Bir çığlık duyuldu, ardından bir el daha silah sesi diğer odada yankılandığında, Minel gözlerini irice açtı ve kafasını iki yana sallayarak daha fazla çırpınmaya başladı. Elinde tutmuş olduğu Berry'yi bir an olsun bile bırakmıyordu, diğer eli ise adama tokatlar savuruyordu.

Kar maskeli adam kahkaha attı, sesi yankılandı. "Çırpınma," dedi zevk alıyormuş gibi. "Tüy kadar hafif dokunuşların hoşuma gidiyor, küçük kız."

Adım sesleri yükseldi, bir çığlık daha duyuldu ve içerideki odada uyuyan ablası yüksek sesle bağırdı: "Minel! Kardeşimi bırakın!"

Kar maskeli adam, kapının olduğu tarafa başını çevirdiğinde, Minel fırsattan yararlanarak adamın elini bütün gücüyle ısırdı ve ağzının içinde kanın tadını alana kadar o eli bırakmadı. Adam en sonunda sinirle elini çektiğinde Minel, "Abla!" diye haykırdı. "Neler oluyor?"

Kar maskeli adam sinirle nefes aldı; odanın penceresinden vuran mavi ışık, havanın aydınlanmaya başladığının kanıtıydı. Vakit şafak vaktiydi ve şafak vakti, kanlı karlara gebe bir gecenin sabahına işaret ediyordu.

Kar maskeli adam elinin tersiyle sert bir tokadı Minel'in yüzüne indirdiğinde, "Baba!" diye haykırdı ve başı diğer tarafa doğru döndüğünde yataktan inip kaçmaya çalıştı fakat adam bu durumdan sadece zevk alıyordu.

Ablasının çığlık sesleri kesildi, adım sesleri bir anda yok oldu ve kar maskeli adam, hiç beklenmedik bir anda Minel'in ensesindeki saçlardan kavradı, onu yataktan sürükleyerek indirdi.

"Baba!" diye haykırdı Minel. "Neredesin?" Gözleri acıdı, içinde bir şeyler kül olana kadar yandı ve tırnaklarını adamın saçlarını kavrayan eline geçirdi; sonuna kadar savaşmak istedi, babası bunu isterdi. "Bırak beni!" Elinde tuttuğu Berry'yi hâlâ bırakmıyordu.

Adam Minel'i saçlarından tutup yerde sürükleyerek odadan çıkardı. Minel'in üzerindeki geceliği karnına kadar çıktı, bacakları yerlere sürtündü, saçlarının derisinden koptuğunu sandı.

Odadan çıktıklarında kar maskeli adam merdivenlere doğru ilerledi ve Minel'in saçlarını daha sert kavradı. Minel'in gözleri karşı taraftaki ablasının odasına kaydığında, "Hayır!" diye haykırdı; oda darmadağınık görünüyordu. "Bırak beni!"

Her kelime, her yalvarış, her haykırış boşaydı; artık kurtuluş yoktu.

Adam acımadı, çekinmedi ve sanki bir hayvanı arkasında sürüklüyormuş gibi Minel'i merdivenlerden o şekilde indirmeye başladı. Sırtı merdivenin basamaklarına her çarptığında yüksek sesle çığlık atıyor, tırnaklarını adamın eline daha fazla batırıyordu; her basamakta kaburga kemikleri çelimsiz bedenine daha sert batıyordu. Son basamaktan indirdiğinde, kar maskeli adam Minel'e baktı ve bakışları o ince bedenine kaydı.

"Çok mu canın acıdı?" Minel kafasını iki yana sallayıp bütün gücüyle çığlık attığında, adam Minel'i açık duran kapıya doğru sürüklemeye devam ediyordu; ablasının çığlık sesini duydu tekrar.

"Kardeşimi bırakın!" Çırpınıyordu, Minel çırpındığını anlıyordu fakat onu henüz göremiyordu.

"Abla!" diye bağırdı Minel. "Baba!" Adamın eline batırdığı tırnaklarının arasında eti hissetti, kanı hissetti fakat adam vazgeçmedi.

Kapıdan dışarıya çıktıklarında, günlerdir yağan kar ayak bileğini aşacak kadar çoktu. Minel'in bedeni karın içine gömülürken, maskeli adamın siyah botları kara ayak izlerini bırakıyordu; sürüklemesini zorladığında Minel'in gözleri gökyüzüne kaydı ve etrafı kaplayan sessizliği bölen ablasının çığlıklarının gökyüzünde nasıl kaybolduğunu işitti. Kar yağmıyordu, o bilindik kar sessizliği vardı.

Adam Minel'i evin arka tarafındaki havuza doğru sürüklemeye devam ederken, Minel'in elinde tuttuğu Berry karda iz bile bırakmıyordu. Ablası tekrar çığlık attı, Minel tekrar çığlık attı; ikisi de yalvardı ve buz gibi kar, buz gibi hava sanki onları cayır cayır yaktı.

Minel'in bedeni yanıyordu, Minel'in bedeni acıdan yanıyordu ve soğuk ona işlemiyordu.

Evin arka tarafındaki havuzun oraya geldiklerinde Minel'i sürükleyen adam sertçe saçlarından tutmaya devam ederek onu ayağa kaldırdı ve bir tane daha adam onlara doğru yürüdü.

Minel başını yerden kaldırıp acı içinde tam karşısına baktığı zaman nefes alamadığını hissetti, ateş gitgide büyüdü ve gökyüzü sanki onların üzerlerine devrildi.

"Abla!" diye haykırdı acıyla ve dizlerinin üzerine düşecek gibi oldu fakat iki adam da Minel'in kollarını tutarak onu ayakta durmaya zorladılar; acı karnına ve başına şiddetli bir ağrıyı yerleştirdiğinde Minel artık kendini kaybetmiş gibi hissediyordu.

Ablası çocuk havuzunun içinde ayakta duruyordu, su dizlerine kadar geliyordu ve üzerinde sadece beyaz sutyeni ile külotu vardı; içinde bulunduğu su yer yer buz tutmuştu. Yanındaki iki adam onu tutuyor, havuzun dışındaki tek kar maskesiz fakat şapkalı adam olanları izliyordu.

"Bırakın!" diye bağırdı ablası ve çırpınmaya çalıştı fakat onu bırakmayacaklardı, ikisi de bunun farkındaydı. "Minel! Kaç!"

Minel öylece durdu ve çırpınmak yerine ablasına baktı; boğazı acıdı, çıplak ayaklarının altındaki karlar sanki kor bir ateşe dönüştü. Elinde sımsıkı tuttuğu Berry, ona ağır geldi.

"İç çamaşırlarını çıkarın." Arka tarafında duran şapkalı adam sakin bir sesle konuştuğunda Minel'in gözleri o adama kaydı ve yüzünü tam olarak seçemese de gözlerinin kesiştiğini fark etti. Bakışları kısık, boyu uzun, duruşu dik ve oldukça kuvvetli bir adam gibi görünüyordu.

"Hayır!" diye inledi Minel ve son bir kere kurtulmaya çalıştı. "Onu bırakın, o çok üşür. Beni alın!" Yanında duran iki adam kısık sesle güldüğünde tekrar dizlerinin üzerine düşecek gibi oldu fakat adamlar onu o kadar sıkı tutuyorlardı ki yerinden hareket etmesi bile mümkün değildi.

Ablasının yanında duran adamlardan bir tanesi, sutyeni yırtarmış gibi üzerinden çıkardı. "Yapmayın!" diye bağırdı Mine. Bacaklarını hareket ettirdi ve içi su dolu havuzdaki suyu yüzüne doğru çarptı. Kurtulmaya çalıştı, gözlerini kardeşinin gözlerinden bir an bile çekmedi.

Birbirlerine benziyorlardı. "Mine, Mine, Mine," dedi arka tarafta kalan şapkalı adam. "Üzerime su gelmesini istemem."

"Lanet olsun!" diye hırladı Mine ve son gücüyle tekrar kurtulmaya çalıştı. "Kardeşimden ne istiyorsunuz? O daha çok ufak." Mine'yi tutan adamlardan bir tanesi gülerek altındaki külotu sertçe aşağıya indirdi ve Mine suyun içinde çırılçıplak kaldı.

"Abla," diye fısıldadı Minel ve gözleri acıdan yaşlarla doldu. "Baba, neredesin? Kurtar." Kafasını iki yana sallayıp ağlamaya başladığında, "Baba!" diye bağırdı. Sesi, karın sessizliğine bıçak darbesi kadar sertçe indi. "Ablamı kurtar!"

Şapkalı adam başını omzuna düşürdü. "Hayır, küçük kız," diye fısıldadı fakat sesi haykırsa ancak bu kadar ürkütücü çıkabilirdi. "Baban artık seni duyamaz."

Minel ilk önce kaskatı kesildi, ardından haykırıp, "Baba!" diye bağırdı. Yaşlar gözlerinden hızla akmaya başladığında hıçkıra hıçkıra inledi. "Babamı öldürdünüz mü? Bunu yapmış olamazsınız."

Mine çırpınmayı bıraktı, her şeyin faydasız olduğunun ikisi de farkındaydı. "Kardeşimi götürün," diye fısıldadı. "Ona dokunmayın."

Bir can için kendi canından vazgeçmek, koşulsuz ve şartsız bir sevginin ceset kokan tek kanıtıydı.

"Henüz onun için erken," dedi şapkalı adam ve Minel'e baktı. "Onunla farklı planlarım var." Sesi kalın ve gırtlaktandı.

Minel ürkek bir ifadeyle yanındaki adamlardan birine dönüp, "Babam?.." diye sordu. "O öldü mü?" Yaşlar yanaklarından çenesine, oradan yerdeki karlara düştüğünde, sanki yağmur yağsa yeryüzü daha az ıslanırdı.

Adamlar cevap vermedi ve tam karşılarına bakmaya başladılar. Belki de Minel'in gözlerinden damlayan yaş, son gözyaşlarıydı.

Gökyüzünün rengi daha fazla açıldı; sabahın ilk ışıkları, ölümün son vedasına darbe vurdu.

"Sabah oluyor," dedi şapkalı adam. "Kanın kokusunu alıyorum." Bakışlarını gökyüzüne çevirdi ve Minel'in gözleri adamın kalın boynuna takıldı. Boğazlı bir kazak giymişti.

Bakışlarını gökyüzünden indirdiğinde Mine'yi tutan adamlara baktı ve dudakları yapay bir tebessümle sağ tarafa kaydığında kafasını bir kere aşağı yukarı salladı. Adamlardan ikisi de aynı anda ellerini ceplerine attılar ve keskin gümüş rengi neşteri ortaya çıkardıklarında Mine'nin bakışları donuk bir şekilde karşısında duran kardeşindeydi, ondan başka hiçbir şey umurunda değildi.

"Hayır!" diye bağırdı Minel ve koşmak için adımlarını ileriye doğru salladı; o güçsüz bedeniyle öyle bir çabaladı ki adamlar bile onu tutmakta zorlandı. "Ablamı bırakın! Abla!" Delirmiş gibi olduğu yerde zıplamaya başladı, çıplak ayaklarını havaya savurdu, adamlara kafasıyla vurmaya çalıştı. "Ona dokunmayın!"

"Bir gün," dedi Mine kısık bir sesle ve sadece şapkalı adamın duyacağı şekilde, "şu karşında gördüğün küçük kız senden intikam alacak ve ben o zaman huzura ereceğim."

Şapkalı adam gülümsedi ve birkaç adım atarak havuzun hemen yanına geldi. "Şu karşımda gördüğüm küçük kız," dedi ve kaşlarını kaldırdı, "bir gün her şeyi unutacak."

Mine çenesini havaya kaldırdı ve dik bir şekilde durarak, "Minel!" diye bağırdı. "Bugünü unutma ablacığım, bugün senin aileni yok ediyorlar!"

"Hayır!" diye bağırdı Minel çaresizce. "Gitmeyin!"

Şapkalı adam, "Gösteri sona ermek üzere," dedi ve adamlara tekrar kafasını salladığında sağ tarafta kalan adam, Mine'nin göğsünün ortasına, kalbinin olduğu yere, elindeki neşterle derin, yan bir çizgi çekti. Mine acıyla inlerken, sol tarafındaki adam da hızlıca diğer çizgiye ters bir çizgi çektiği vakit kocaman bir çarpı işareti Mine'nin kalbinin üzerinde yer aldı. Oluk oluk kanlar Mine'nin göğsünün ortasından karnına, ardından bacaklarına, oradan da havuza karışırken; Mine acı içinde haykırdı ve başını gökyüzüne kaldırarak çığlık atmaya başladı.

"Kalp, iz bırakabileceğimiz tek varlığımızdır," dedi şapkalı adam sessiz ve ürkütücü bir tınıyla. "Varlığına iz bırakıyorum."

Mine dişlerinin arasından acı içinde hırlamaya başladığında, bulunduğu havuzun rengi kan rengine bulandı; göğsünün ortası kanın rengiyle yeşerdi.

"Beni sen öldürmeyeceksin," dedi Mine dişlerinin arasından ve hiç umulmadık bir anda yanındaki adamın elinden sertçe keskin neşteri aldı ve saniyenin onda biri kadar kısa bir sürede elini öne uzatarak neşterle bileğini kesti. İkiye ayrılan deri ve patlayan damardan fışkıran kanlar Mine'nin yüzüne bulanırken adamlar tutmak istedi fakat şapkalı adam, "Bırakın," dedi sakin bir sesle. "İstediğim buydu."

Adamların ikisi de havuzun köşelerine doğru çekildiğinde Mine yüksek sesle çığlık attı ve diğer bileğini de neşterle kestiğinde kanlar ellerine, parmak uçlarına bulaştı. Havuzun rengi tamamen kan kırmızısına büründüğünde, Mine çığlık çığlığa gökyüzüne baktı ve bilekleri karşıyı gösterecek şekilde kanlar içinde havuzda kalakaldı.

Bir çocuk havuzu, kalbinin orada neşterle atılmış bir çarpı izi, bilekleri kendi rızasıyla parçalanmış çıplak bir kadın ve kanla dolu bir su...

"Kaç!" diye bağırdı Minel'in ablası son nefesini tüketirken ve havuzun içinde zorlukla yürümeye başladı, bakışlarını gökyüzünden ayırmıyordu. "Kaç kardeşim, kaç! Ben öldüm, kaç!"

Minel duymuyordu, Minel görmüyordu, Minel anlayamıyordu, Minel yaşıyorsa da farkında değildi. Sanki o neşterlerle onun boğazını kesmişlerdi, sanki neşterleri tüm tüm yutmuştu ve kalbi paramparça olmuştu; sanki Minel neşterdi ve kendisine dokunsa kanayacaktı.

Mine havuzun içinde çıplak bedeniyle zorlukla yürüyüp dışarıya çıktı; karlara adımını attığında gözlerini gökyüzünden ayırarak son bir kere kardeşine baktı, ardından fısıldadı: "Kaç. Bize öğretildiği gibi kaç." Bir damla yaş gözünden süzüldüğünde sanki Mine ölmüyor, son bir kere yaşıyordu. "Prometheus'tan kaç. Sana yalvarıyorum, güzel kardeşim. Kaç!"

Yarım adım attı, bakışları odağını kaybetti, ardından ağzının kenarından kan gelmeye başladığında gözlerinin beyazı ortaya çıktı ve karlar kanla kaplanırken, yüzüstü yere düştü. Ablasının çıplak cesedine bakan Minel, kendini kör olmuş gibi hissediyordu. Her yer kan kokuyordu ve Minel cennetteki inci tanelerini zehir gibi yutmuştu.

Şapkalı adam ellerini birbirine çarptı ve alkışlayarak, "Gösteri sona erdi!" diye bağırdı, ardından parmaklarını şaklattı. "Aydınlanan gündüz ve gökyüzü, sizin için."

Minel'i tutan adamlar onu serbest bıraktıklarında Minel artık ne çırpınıyor ne hareket ediyordu. Sımsıkı tuttuğu Berry bir anda ellerinden kayıp gitti ve karların içine düştü.

Kaç, dedi içinden bir ses. Durma, ailenin dediğini yap, kaç. Prometheus'tan kaç.

Minel'in bakışları ablasından ayrıldı ve şapkalı adama bakarak, "Prometheus," diye fısıldadı, ardından geriye doğru adım attı. Bütün bakışlar onun üzerindeydi.

"İki seçeneğin var," dedi Prometheus ve Minel'e biraz daha yaklaştı fakat yüzünü şapkayla tamamen örtüyordu. "Ya neşteri alacaksın, bileklerini keseceksin," gülümsedi, "ya da beni beklemek için kaçacaksın." Ölüm ve yaşam.

Ölüm ve intikam.
Ölüm ve ölüm.

Eğer ölümü seçerse gündüzün içindeki gece, eğer yaşamı seçerse gecenin içindeki en belirgin acı onun gündüzü olacaktı.

Evet, acı gündüzdü; gece sadece acıyı gizlerdi ve bir neşterin ucundaydı.

Ablasına doğru yürüdü; karı kana boyayan renk gitgide genişliyordu ve ablası karların içine daha fazla gömülüyordu. Çıplak ayakları karların üzerinde ayak izlerini bıraktı ve yerde, ablasının parmaklarının ucunda duran neştere baktı.

O, geceydi.

Hıçkırdı, gözyaşları sessizce yanaklarından süzüldü ve ablasına dokunmadan yerdeki kanlı neşteri eğilip aldı; parmaklarına kanlar bulaşırken, ablasının kanını koklamak için parmaklarını kokladı. Duruşunu dikleştirdi, elinde neşteri tutarak geriye giderken gözlerini kıstı.

O, geceydi.

Az önce durduğu yere gidip neşteri işaretparmağı ve başparmağının arasına aldı, avuçlarının içi ablasının kanının rengine boyandı; bakışlar sadece onun üzerindeydi.

Ablasının sesini duyar gibi oldu, birkaç kar tanesi yüzüne çarptı; kaç diyordu, kaç.

O, gece miydi?

Neşteri sıkı sıkı parmaklarının arasında tuttu, bakışları ileride duran Prometheus'a takıldı; dudaklarında bir tebessüm vardı. Neşteri daha sıkı tuttu, avcunun içinden bileğine akan ablasının kanı kara karıştı ve birkaç kar tanesi daha yüzüne çarptı; yağmaya başlayan karlar, acının izlerini silebilecek miydi?

Güneş, bulutların arasından görünmeye başladı.

Prometheus'un cehennemi, Minel'i yakabilecek miydi?

Babasının sesini duyar gibi oldu. Kaç, dedi yalvarırcasına. Yaşama kaç, ölümü terk et.

O, gece değildi.

Minel'in kaşları çatıldı, hırlar gibi bir ses çıkardı ve bir anda yanında duran adamın boynuna sertçe neşteri sapladı; adam acı içinde haykırırken, yerde duran Berry'yi eline aldı ve geriye doğru yürümeye başladı.

O, gündüzdü.

Prometheus yüksek sesle kahkaha atmaya başladığında, Minel duraksamadı ve boynuna sapladığı neşterden dolayı yere düşen adama ve karların örteceği ablasının yüzüne bakmadan arkasını dönerek çıplak ayaklarla koşmaya başladı.

O adamlar ne gece ne gündüzdü; onlar gündüzü kirletecek olan lekelerdi.

"Küçük kız!" diye bağırdı Prometheus arkasından. "Bana geri gelmek için kaçıyorsun."

Minel duraksamadı, koştu, parmaklarından yerlere damlayan kanlar ve gökyüzünden yerlere düşen karlar onun acısını azaltmadı.

Güneşe ise meydan okudu; cehenneme ilk başkaldırıyı Minel Karaer yaptı.

Omzunun üzerinden sadece bir an arkasına baktığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyordu.

Geçmişin acıları, geleceğinin emareleri olacaktı.

***

Birinin hayatını ve hayallerini elinden çalmak, şeytanı bile kıskandıracak kadar kötü biri olmayı gerektirirdi; bunu çok geç anlamıştım.

Gelişigüzel açılmış bir fotoğraf karesinde kötülüğü zerre hak etmeyen bir yüzle karşı karşıya geldiğiniz zaman, fotoğraf bile olsa o yüze bakacak kuvveti kendinizde bulamıyordunuz.

En güzel hayallerin katili, en kötü düşlerde katledilen kişiydim.

Şeytana en büyük ceza neydi?
İyilikti.

Kalbim, bir cesedin üzerinde dağılan kurşun gibi yakıp geçtiği yerlerde alev alev can veriyordu.
İyi insanlar, kötü insanlara en büyük cezaydı; bu değişmezdi.

Zihnim bozuk bir dikenli çark gibi dönerken, başımın acıdığını hissediyordum. Görüntüler, sesler, gürültüler, sessizlikler; hepsi hep beraber zihnimin içinde can buluyordu.

Gözlerim donuklaştı, başta nefes alamadığımı hissettim fakat birkaç saniye sonra bakışlarım irileştiğinde, zaman beni büyük bir fanusun içine çekiyormuş gibi kollarının arasına aldı.

Adamın ellerinde sanki sevdiğim bir cesedin kokusunu aldım.

Yüzünde kar maskesi olan adam benden on beş-yirmi santim daha uzundu; yüzünde bir kar maskesi vardı ve ona baktığım zaman karanlıktan başka hiçbir şey göremiyordum. Işık tamamen bizi terk etmişti; pencereden vuran ışık ise adamın arkasında kalıyordu.

Donuk bakışlarım bir an kendine gelirken, kafamı iki yana sallayıp ondan kurtulmaya çalıştım fakat adam elini ağzıma daha sert bastırdı ve homurdanmalarımın sesi bile o kadar kısık duyuldu ki nefes alamadığımı hissettim. Ellerimi ona yumruk geçirmek için rasgele salladım fakat hiçbir şekilde etkilenmiyordu; gelişigüzel savurduğum tekmeler sanki onu içten içe güldürüyormuş gibi hissediyordum.

Korel. O neredeydi?

İnledim, kurtulmak için sessiz çığlıklarla inledim fakat Korel'in duyamayacağını biliyordum. Adam hızlıca eğildi ve yerde duran fotoğraf karesini eline alarak hiç beklemediğim bir anda o eliyle boğazımı tuttu. Parmaklarının sert kavrayışı boynumu ele geçirirken, beni o şekilde sımsıkı tutarak havaya kaldırdı ve ayaklarımın yerden kesilmesine sebep oldu.

Diğer eliyle ağzımı kapatmaya devam ederken acı içinde hırladım; adamın ellerinin içi güzel bir ceset gibi kokuyordu. Beni hemen arkadaki duvara sertçe yapıştırdığında eli hâlâ boğazımda sarılıydı, ayaklarım yerle temas etmiyordu ve yüzlerimiz karşılıklıydı.

"Minel Karaer," dedi kısık bir sesle; sesinde tanıdık bir tını vardı.

Boğazıma parmaklarını geçirdiğinde nefes alamadığımı hissettim; öyle ki nefesim inlemelerime bile yetmiyordu.

Ayaklarımı sallamaya başladım, ellerimi adamın boynumu kavrayan koluna sarıp tırnaklarımı geçirdim. Beni geriye çekti ve sertçe duvara çarptı. Başım şiddetli bir şekilde duvara çarparken, ensemden aşağı inen, elektrik çarpmış gibi bir acı hissettim.

"Beni dinle," dedi ve bir anlık Korel'in geleceği yöne baktı. "Nefes almak istiyor musun?" Bir an ona boyun eğmek istemedim ve çırpınmaya devam ettim; ses çıkarmamı istemeyeceğini anlamıştım. "Demek ölmek istiyorsun," dediğinde parmaklarının ucundaki atan damarların o zedeleyici hissini boynumda hissettim. Tırnaklarımı daha sert koluna geçirdim. "O halde," dedi ve yüzüme yaklaştı. "Baban hakkında da bilgi almak istemiyorsun."

Kasıldım ve tekmelerim durdu; koluna tırnaklarımı geçiren parmaklarım gücünü kaybederken, bakışlarımın değişikliğe uğradığını biliyordum. Adam boğazımı kavrayan elini aynı oranda gevşetti ve kafasını aşağı yukarı salladı.

"Ses çıkarmayacaksın. Duydun mu?" Hareket bile edebileceğimi sanmıyordum; öylece bakmaya devam ettim. Adam boynumdaki elini tamamen uzaklaştırdığında fotoğraf karesini yüzüme tuttu. Bakışlarım, ilk olarak annemin yüzüne takıldığında gökyüzünün kasırgaları, kalbimin üzerinde defalarca çarptı.. Bir baş, bir bedenden ayrılmıştı; o baş benim anneme aitti ve bu görüntüyü hiçbir zaman unutamayacağımı hissediyordum.

Annemin sesini duyuyordum sanki, o neşeli ama bir o kadar da kederli sesini... Fark ettiğim bir şey vardı: Annemin hiçbir zaman duygularını düşünmemiştim fakat şimdi, bu zaman diliminde, aslında onun da benimle aynı kaderi paylaştığını anlamıştım.

Bir sabah kaçmak için adım attığımız her şehrin yollarında, annemin gözyaşları asfalta veda ederdi ve her gittiğimiz yerde annem biraz daha yok olurdu, biraz daha kendinden bir parça bırakırdı.

Mesela Ankara'dan İstanbul'a taşınırken annem en sevdiği nevresim takımlarını bırakmıştı. İstanbul'dan İzmir'e taşınırken o renkli fincanlarını... İzmir'den Adana'ya taşınırken kuş desenli yelpazelerini...

Her seferinde, her şehre kendinden bir parça bırakan annem; beni o gün okuldan döndüğümde, ölmeden önce bırakmayı mı tercih etmişti?

Ondan bir parça olan sevdiği pamuklu nevresim takımları değildim, renkli fincanları değildim, kuş desenli yelpazeleri değildim. Annemin turuncu saçlı kızıydım ve ölmeden önce, beni bıraktığını düşündüğü zaman, bütün şehirlerde bıraktığı parçalar ağlamış mıydı?

Yaşamasını istediğimi kalbimin içinde hissediyordum; ona daha fazla renkli fincanlar, pamuklu nevresimler, kuş desenli yelpazeler almak için.

Bir annenin ölümü, bir gecenin çöküşü ve gündüzün sürekli devam eden başlangıcıydı.

Ben kendimi hep gündüzde hissediyordum.

Adam elini yavaş yavaş boynumdan tamamen çektiğinde ayaklarım sertçe yeri buldu ve aynı anda ağzımdaki elini de çekti; hipnoz olmuş gibi fotoğraf karesine bakmaya devam ettim.

Bakışlarım babamın yüzüne kaydığında yutkunmakta zorlandım; oradaydı. Her şeyiyle babam bir fotoğraf karesinin içinde bana gülümsüyordu fakat onu artık düşünmek istemiyordum.

Bir babanın öldüğü öğretilebilir miydi? Bana babamın öldüğünü öğretmişlerdi. Kelime kelime, harf harf, beni babamın öldüğüne inandırmaya çalışmışlardı.

Bir babanın ölümü, gündüzü aydınlatan güneşin çöküşü ve zifiri aydınlığın kucak açtığı yalnızlığıydı.

Evet, kendimi gündüz hissediyordum; evet, güneş çökmüştü ama benim gündüzümü güneş değil, bulutlar aydınlatıyordu.

Babamın öldüğüne hiçbir zaman inanamamıştım, babam güneşi çökertmiş olabilirdi ama bulutları benim gündüzüme ışık gibi bıraktığında güneşe inancımı kaybetmiştim.

Babam güneşi çökertmiş miydi?

"İşte böyle," dedi adam. Fotoğrafı gözümün önünden uzaklaştırdı ve elinde tutmaya devam ederek yüzüme yaklaştı. "Beni hatırlıyor musun?" Bakışlarımı boşluktan çekerek yüzüne baktım ve kafamı ağır ağır iki yana salladım. "Biliyordum," dedi.

"Sen artık hiçbir şey hatırlamıyorsun." İşte bu noktada, kendimden bile gizlediğim büyük bir sırrımı ortaya çıkarıyordu; birçok şeyi hatırlamadığımı biliyordum ama neleri hatırlamadığımı bilmemek canımı yakıyordu.

Hatırlamak mı daha kötüydü, hatırlamamak mı; işte bunu bilemiyordum.

"Babam," dedim boğuk bir sesle. "Onun hakkında ne biliyorsun?"

Bir kâğıdın buruşma sesini duyar gibi oldum ve adamın elindeki fotoğraf karesini sımsıkı tuttuğunu fark ettim; fotoğraftaki kişiler bir kez daha yok oluyordu. Bir avcun içinde.

"Mine," dedi adam ve göz ucuyla tekrar Korel'in geleceği yöne baktı. Kısa bir sessizlik olduğunda onun gözlerine boş boş bakmaya devam ettim; yan döndüğü zaman fark ettiğim ayrıntı, gözlerinin açık renkte olduğuydu. Tekrar bana baktığında bir tepki vermemi bekliyormuş gibiydi fakat hiçbir tepki vermediğimde kısık sesle gülmeye başladı; gülüşü içten değildi ama ürkütücü bir etkiye sahipti. "Mine'yi görmek ister misin?"

Gözlerimi kıstım ve bir an zihnimin içinde yükselen bir kadın çığlığına kulak verdim; acı, soluk borumdan göğüs kafesime doğru devam ettiğinde, "Mine kim?" diye sorabildim. "Babam hakkında ne biliyorsun?"

"Çok tuhafsın, küçük," dedi ve elini alnıma yapıştırarak beni tekrar o şekilde duvara itekledi. "Bir evin içerisinde bir adam senin ağzını kapatıyor, boğazını sıkıyor ve sen ona, 'Sen kimsin?' diye sormayı bile akıl edemiyorsun. Hadi ama..." deyip nefesini dışarıya verdiğinde alkolün kokusunu aldım. "Seni buna mı alıştırdılar?"

"Sen kimsin?" dedim gelişigüzel bir şekilde. "Babam hakkında ne biliyorsun?"

Adam bir noktada haklıydı; on dokuz yaşında bir kadına göre fazla hissizdim ya da fazla ruhsuzdum fakat küçüklüğümden beri bana öğretilen tek bir şey vardı: Karşıma kimin çıkacağını hiçbir zaman bilemezdim. Buna hazırlıklı olarak büyümüştüm, buna hazırlıklı olarak büyütmüşlerdi.

Alnımda tuttuğu elini bastırdı ve diğer elini de duvara yaslarken, üzerime tamamen eğildi. "Beni kaçtığınız kişi sanıyorsun, değil mi?" Dudaklarım aralandı, bir cevap vermedim. "Hayır," dedi zihnimden geçene cevap vererek. "Ben de sizin kaçtığınız kişiden kaçıyorum," deyip duraksadı, yüzüme biraz daha yaklaştı, "ve yakalandım."

Duvardaki elini yavaşça çekti ve yüzünde duran kar maskenin ucunu tuttu; alnımda duran elini de çektiğinde aslında kaçabilecek durumda olduğumu biliyordum fakat yapamayacağımı da biliyordum; yukarı kattan Korel'in adım sesleri geliyordu. Sanırım artık onun da gelmesini istemiyordum.

Adam yavaşça kar maskesini yukarıya sıyırdı ve ilk başta çenesini gördüm, daha fazla sıyırdığında yakından buruşmuş deri parçalarını gördüğümde gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Kar maskesini burnuna kadar kıvırdığında duvara biraz daha sokuldum ve gözlerim yüzüne odaklandı.

Bir tarafı yanmıştı, buruşan deriler yüzünün bir kısmını kaplıyordu; diğer tarafına sanki yanıcı bir maddeyle iz çıkarılmıştı ama yanağındaki şekli tanımlayamıyordum. Dudakları yanık izlerinden görünmüyordu; sanki konuşsa ağzının içinden ateş çıkacaktı.

"Daha fazla görmek istiyor musun?" diye sordu, dudaklarını zor hareket ettirdiğini o an fark ettim. "Gözlerimden biri yok."

Duvara biraz daha sokuldum. "Ne istiyorsun?" diye fısıldadım. Gözlerimi ondan kaçırarak Korel'in geleceği yöne çevirdim ve yukarıdaki kattan bir şeyin düşme sesi geldi, ardından Korel'in sesini duydum.

"Kötülüğünü istemiyorum," dediğinde bakışlarım hızla ona döndü, kaşlarım çatıldı.

Boynumda hâlâ parmaklarının acısını hissediyordum ve az önce ayaklarımı yerden keserek beni duvara çarpan o değilmiş gibi davranıyordu.

"Buna inanmamı bekliyor musun?" diye sordum. "Sana inanmamı bekliyor musun?" Sokulduğum duvardan öne doğru çıktım ve ona meydan okuyormuş gibi baktım. "Bana bilmediğim ve hatırlamadığım geçmişimden söz ediyorsun ve neyden kaçıyorsam senin de ondan kaçtığını söylüyorsun." Öfkeyle nefesimi verdim. "Normal bir günde karşıma çıkamıyorsun, bu gece geliyorsun ve yüzünde bir kar maskesi var. Hadi ama..." diye homurdandım. "Babam hakkında hiçbir şey bilmiyorsun ve ben birazdan bağırdığımda o buraya gelecek."

Bağırmayacağımı biliyordum, adam da sanki bağırmayacağımı biliyordu. Dudakları belli belirsiz sağa kayar gibi oldu. "Bağır," dedi sanki beni körüklendirmeye çalışıyormuş gibi, ardından sert bir vurguyla ekledi. "Bu, baban hakkındaki gerçeği değiştirmeyecek."

"Hangi gerçeği?" dedim sert bir sesle ve ayaklarımı hızlıca yere çarptım. "Bana yüzünü gösterdiğin zaman sana inanacağımı mı sanıyorsun?" Öfke, damarlarımda bir nehir gibi akarken dişlerimi sıktım ve yerlere dökülen papatyaları gösterdim. "Bu gösteri neydi o zaman?" Yere attığı buruşturulmuş fotoğrafı ayağımın ucuyla itekledim. "Peki ya bu? Babam hakkında hiçbir şey bildiğin yok senin."

Yukarıdan yine bir şeylerin devrilme sesi geldiğinde adam tavana baktı, ardından alayla gülümsediğinde kafasını aşağı yukarı salladı. "Bu gösterileri ben hazırlamadım, küçük." Eliyle tekrar kar maskesini indirdi ve başıyla tavanı işaret etti. "O hazırladı."

İlk başta bir tepki veremeden onun yüzüne baktım, ardından, "Sen..." diye fısıldadım ve tırnaklarım avuç içlerimi acıtacak kadar çok sıkı yumruklar yaptım. "Ne saçmalıyorsun?"

"Küçük," dedi boğuk bir sesle kar maskesinin ardından. "Çözemediğin çok şey var, değil mi? Çok açık var ve her şey o hayatına girdikten sonra oldu."

"Hayır," dedim sert fakat kırılgan bir sesle. Bir gün bu konuşmayı biriyle yapabileceğimi hissediyordum en başından beri fakat bu gece uygun bir zaman değildi. "Sana inanmıyorum, kendini kurtarmaya çalışıyorsun, yalan söylüyorsun."

Adam aceleyle arka cebinden beyaz bir mektup zarfı çıkarıp elime tutuşururken, Korel'in adım seslerinin hızlandığını ikimiz de duyduk. "Yalan söylemiyorum. Bak, babana ne olduğunu bu mektubu açtığında anlayacaksın." Korel'in kapıyı sertçe çarpma sesi geldi, ardından başka bir odanın kapısını açtı. "Seni bulabileceğim tek yer burasıydı, küçük."

"Sana inanmıyorum," dediğimde mektubu nedense elimde sıkıca tutuyordum. "Bana hiçbir şey söylemedin."

"Korel Erezli senin kaçışların," dedi kendinden emin bir güvenle. "Korel Erezli senin sırların, Korel Erezli senin geçmişin, Korel Erezli senin varlığın."

Elimde iki seçenek olduğunun farkındaydım; hangi seçeneğe elimi uzatacağımı bilmiyordum. "Hayır," dedim net bir sesle. "Sana inanmam için hiçbir sebep yok."

Kapı kapandı, Korel'in tok adım sesleri üst katta duyuldu, yaklaşıyordu.

"İyi dinle beni, küçük," dedi ve dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. "Senin baban yaşıyor ve Korel Erezli onun nerede olduğunu biliyor." Geriye çekilirken elimde sıkıca tuttuğum mektubu işaret etti. "Bu mektubu okuduğunda bana inanman için sebep olduğunu göreceksin."

Hissettiğim güneşsiz gündüz bir çığ gibi düşerken, sanki bütün acılarım o çığın altında kalmıştı ve bulutları tek bir nefesimle içime çekerek babama olan derin özlemimi hissetmiştim.

Tek bir cümleydi, üç kelimeydi; bu üç kelime umudu hissettirebilir miydi?

Umudu hissediyordum; umudu nefesimin içindeki bulutlarda, acılarımın üzerine çığ gibi düşen gündüzümde hissediyordum.

Babam yaşıyordu.
Babam yaşıyor muydu?

"Yalan söylüyorsun," dediğimde aksini iddia etmesi için neredeyse yalvaracaktım. "Benim babam öldü."

"Senin baban yaşıyor ve sen de hiçbir zaman öldüğüne inanmadın," dedi tekrar ve sanki senelerdir duymak istediğim o cümleyi bana kurdu. "Mektubu okuduğunda yaşadığını göreceksin." Merdivenden adım sesleri duyuldu. "Ve onun her şeyi bildiğini de anlayacaksın."

Umut; yıldızsız gecelerin bulutu, sıcak gündüz güneşiydi.
Umut, hayatıma tek bir cümleyle yeniden girmiş gibi hissediyordum.

Adam geriye hızlı birkaç adım atarken bana bakmayı sürdürdü. "Sana ulaşamayacak mıyım?" diye sordum, adamın tek bir cümlesi umudum olmuştu. "Eğer dediğin doğruysa bana yar dımcı olmayacak mısın?"

Adam girdiği teras kapısına doğru yürümeye devam ederken gözlerini benden ayırmıyordu; o saniye bir ayağının aksadığını fark ettim.

"Seninle tekrar karşılaşacağız," dedi düz bir sesle. "O zaman baban da yanımızda olacak, küçük."

Başka bir umut, yeşerdiği yerde ağacın köklerinden bile meyveler verirken, acı tat dudaklarımdan uzaklaştı ve adama belli belirsiz gülümsedim; gülümseyişim çaresizliği simgeliyordu fakat ben o umudu simgelesin istiyordum.

Merdivenin son basamaklarında Korel'in ayak sesi duyuldu, adam hızlıca teras kapısını açtı ve ben tek bir kararı ellerimde sıkıca tutarak mektubu sırtımda duran çantanın içine hızlıca yerleştirdim.

Her şey tam beş saniye içerisinde olurken adamın yokluğu karanlık odayı doldurdu ve Korel'den önce bir el fenerinin ışığı odayı aydınlattı, ardından Korel'in siluetini gördüm ve bakışlarımı ona çevirdim.

Korel Erezli senin kaçışların.
Korel Erezli benim kaçışlarım mıydı?

Kaçtığım bir adamın defalarca topraklarına çekiliyormuşum gibi hissetmem, aslında hislerimin ne kadar değersiz olduğunu mu gösterirdi?

Belki de Korel Erezli gerçekten benim kaçışlarımdı ve ben ona kaçıyordum; bu da bir histi.

"Turuncu," diye seslendi ve elinde duran fenerin ışığını yüzüme tuttu. Sadece mimiksiz bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm, o ise ağır ağır bana yaklaşmaya devam etti.

Babamın nerede olduğunu bilme ihtimali var mıydı; işte bu noktada çelişkiye düşüyordum. Nedense Korel hakkında hiçbir şeye şaşırmadığımı yeni fark ediyordum ama bu kadar derine bıçağını geçirip bana oyunlar oynayacak kadar ona ne yapmış olabileceğim hakkında ufacık bir fikrim yoktu.

Evet, en başından beri Korel'le ilgili çözemediğim paradokslar vardı fakat sonrasında fark ettiğim en büyük kanıt zaten Korel'in bir paradoks olduğuydu.

"Hım," dedi Korel ve iki adım ötemde durduğunda yüzünü silik bir şekilde gördüm, kaşları çatıktı. "Beni karanlıkta izlemeyi mi tercih ediyorsun?"

Sanki çantama attığım mektup ağırlık yaptı ve Korel'e ihanet ediyormuşum gibi hissettim. "Korel," diye mırıldandım ve gözlerimi sıkıca yumup derin bir nefes aldığımda bana daha fazla yaklaştığını hissettim.

"Turuncu," dedi vurgusu sert bir sesle. "Ne oluyor?"

Gözlerim kapalı bir şekilde, "Kasanın oraya bak," dedim. "Bana biri hediye bırakmış."

Korel'in hızla yanımdan uzaklaştığını rüzgârından anladım ve gözlerimi kısarak göz ucuyla ona baktım.

Kasanın oraya gittiğinde elinde duran fenerle ışık tuttu ve kaşları daha fazla çatıldı, ardından olduğu yere çökerek papatyalara ellerini değirdi; bir papatyayı eline aldığında bu sefer kaşları havaya kalktı ve kasanın içine baktı.

Aynayla karşı karşıya gelen Korel, "Bu hediyenin sana olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu fakat sorduğu soruya kendisi bile bir şekilde inanmamıştı; bunu biliyordum.

Küçük birkaç adım attım ve yerde duran, buruşmuş fotoğrafı elime alarak ona uzattım. Eğildiği yerden alttan alttan bana baktığında fenerin ışığı onun şu an hiç de güven vermeyen gözlerini aydınlattı.

Korel uzattığım fotoğrafı aldı ve feneri kasanın üzerine koyarak yüzünün tamamen aydınlanmasını sağladı. Buruşturulan fotoğrafın çıkardığı ses, kalp atışlarımı daha da hızlandırıyordu.

Öylece dikilmek yerine onun yanına eğildim ve dizlerimin üzerinde durdum. Korel fotoğrafa baktığında yüzünden şüpheli bir ifade geçti; beklediğim şaşkınlık yoktu.

Gerçekten bütün planlar ona mı aitti?
İşte buna inanamıyordum.

İşaretparmağıyla beni gösterdi. "Bu sensin," dedi. "Diğerleri annen ve baban mı?"

Gözlerinin içine baktım, o ise bana bakmıyordu. Bunu yapmış olabileceğine inanmak dahi istemiyordum. Geçmişimi ellerinde tutarken geleceğimi mahvetmeye çalışması için hayatını kökünden zehirlemem gerekiyordu; Korel'e hiçbir şey yapma mıştım.

Gözlerini yavaşça fotoğraf karesinden ayırdı ve uzun kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşerken, el fenerinin sarı ışığı yüzünün sol tarafını aydınlattı.

Yanına biraz yaklaştım, fotoğrafa baktım ve işaretparmağımla annemi göstererek, "Bu annem," diye fısıldadım. "Öldü."

Korel bana bakmayı sürdürdü ve fotoğrafa bakmadı. Sebebini sormasını bekledim fakat o beni şaşırtmayarak sormadı; bana bakmaktan başka hiçbir şey yapmadı. Nefesi derin, gözleri keskindi.

"Ölmedi," dediğimde bakışlarımı ona çevirdim. "Öldürüldü." Ellerimin titrediğini fark ettim. "Kan dondurucu bir şekilde can verdi."

Korel, gözlerinde mevsimin en ılığını taşıyan adam, bana öyle bir baktı ki bir an onun bana oyun oynamayacağına inandım. Bakışlarında belki de ilk defa şefkatin en sıcak rengini gördüm; sanki sonbaharında bütün yapraklar uçuştu da bir ağaca saplanıp kalan tek bir yaprağı benim için sakladı.

"Baban?.." dediğinde sesi derinden ve kısık geliyordu. "Ona ne oldu?"

Boğazımın acıdığını hissettim, gözlerimin cayır cayır ateşe maruz kalmışçasına yandığını ve parmaklarımın bir ölümlünün ölüsüne dokunmuşçasına acıdığını ama bunları ona göstermemek için tekrar bakışlarımı fotoğraf karesine döndürdüm.

"Babam da öldü," dediğimde sesim titriyordu. Umut ağacı eğildi ve benim belki de inancımı Korel sömürdü. "Ölmüş." Düzelttiğim kelimeye dikkat eden Korel'in gözlerine baktığım zaman, ağaçta takılıp kalan tek yaprak sallanmaya başladı.

"Ölmüş?.." dedi sorguluyormuş gibi ama amacının sorgulamak olmadığını çok iyi anlamıştım.

"Öyle söylüyorlar," dedim yutkunarak. "Öldüğünü söylüyorlar ama ben bilmiyorum."

Bakışlarımız kısa bir kader ipiyle bağlanıyormuşçasına birbirine kenetlendi ve sadece gözlerimiz konuştu. Bir cevap vermesini beklemek yerine onun gözlerinde yanıtı aradım fakat Korel o kadar gizliydi ki ben onun gizli kapılarını açabileceğimi sanmıyordum.

"Her kim yaptıysa annemin yüzüne çarpı atmış," diye fısıldadım. "Fakat babamda ve bende çarpı yok. Söylesene Korel, ben yaşıyorum, değil mi?"

Korel kısa bir an sessizliğini devam ettirse de sonrasında, "Sanırım..." diye benim gibi fısıldadı. "Yaşıyorsun, Turuncu."

"Yaşıyorum," dedim tekrar ederek. "Yüzümde bir çarpı işareti yok. Babamda da yok. Babam yaşıyor mudur, Korel?"

Gözlerini fotoğraf karesinden ayırdı ve bana tek bir yaprağa muhtaçmışım gibi baktı, o yaprağı koparmak istemiyormuş gibi baktı; ben bakışlarında yine o ılık rüzgârı hissettim ve umut için dudaklarından çıkacak her kelimeyi bekledim.

"Söylesene," dedi içten bir sesle. "Babanın ölmediğine mi inanıyorsun?"

"İnanmak ile," dediğimde sarı fenerin ışığı gitgide kısıldı. "İnanmak istemek farklı şeyler, değil mi? Ben inanmak istiyorum. Bak," dediğimde gözlerimi sıkıca yumdum. "Bu zihnimin içinden nefret ediyorum, hiçbir şey anlamıyorum."

"Turuncu, gözlerini aç," dediğinde sesi baskın geliyordu. Yavaşça gözlerimi araladığımda elinde duran fotoğrafı parmaklarıyla iyice düzeltti ve bana dönerek gözlerini kıstı. "Bazı şeyler kafanın içinde değildir, bazı şeyler zihninden ibaret değildir." Fotoğraf karesini tam göğsümün ortasına yasladı ve parmaklarıyla bastırdı; kalbimin atışı aile fotoğrafımıza ve onun parmaklarına çarparken, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Hisler Turuncu, hisler. Bak buradalar. Ne hissediyorsun?"

Ürkek bir şekilde titreyen elimi havaya kaldırdım ve parmak uçlarımı onun fotoğrafı sabit tutan parmaklarının ucuna değdirdim. "Ne hissediyorum, biliyor musun?" Parmaklarının ucu, belki de kaderi gibi buz gibiydi. "Annemin ölümüne kalbim acı içinde çarparak tepki veriyor fakat babam..." duraksadım ve parmaklarımı bastırdım. "Hiçbir şey hissetmiyorum. Ben sırf babam öldüğü için bir şey hissetmedim diye kendimi suçladım."

Korel fotoğrafı avcunun içine sakladı ve kalp atışlarımı net bir şekilde hissetti. "Atışlar..." dediğinde yakın bir déjà vu'yü hissettim. "Kalbinin atışlarına güvenmelisin. Kalbine güvenmelisin."

Sanki onun büyük eli, kalbimi ve ailemi avcunun içinde sımsıkı tutuyordu; bu fazla ironikti ama bunu hissediyordum. Onun bir şeyler bilme ihtimali var mıydı?

Korel Erezli senin sırların.
Korel Erezli benim sırlarım mıydı?

Ağaçta tek başına duran o yaprak, hâlâ rüzgâra karşı koyuyordu fakat dayanacak gibi değildi.

Belki de o yaprak artık ölmüştü fakat ben onu iple o ağaca bağlamıştım ve istediğim gibi görüyordum; bunu bilemezdim. Korel Erezli benim hatırlamadığım sırlarım ise ona kendimden daha fazla güvenmem gerekiyordu çünkü o tamamen ben oluyordu.

Yavaşça elini kalbimden çektiğinde fotoğraf kucağıma düştü. Papatyalara baktığında ise ikimizden de parçalar eksilmiş gibi görünüyordu.

"Öncelikle," dedi ve boğazını temizledi. "Sana neden böyle bir şey yapsınlar ve burada?" Kaşlarını kaldırdı, ardından çöktüğü yerden ayağa kalkarak beni yerde bıraktı. "Şüphelendiğin biri var mı?"

Acı bir şekilde gülümsedim. "Bütün insanlar."

"Bütün insanlar?" dediğinde tek kaşı havadaydı. Başımı kaldırıp ona baktım ve kucağıma düşen fotoğrafı ellerime aldığımda, "Bütün insanlar," diye yineledim. "Bütün insanlardan şüpheleniyorum. Bana bu öğretildi."

Korel gözlerini benden ayırdı. "Bir mesaj vermek istendiği açıkça ortada."

"Sence?" dedim ve sesimdeki şüpheyi duydum. "Bu eve geleceğimi önceden bilen biri ve ben bile dört saat öncesine kadar buraya geleceğimi bilmiyordum."

Korel gözlerini bir noktaya dikti ve yavaşça çenesini kaşımaya başladı; bir şeyler düşündüğü apaçık ortadaydı, ardından bir anda tekrar yere çöktü ve kasanın içinde ne varsa hepsini dışarıya dökmeye başladı.

"Hey," dedim ve ona yaklaştım. "Ne yapıyorsun?"

Bir cevap vermedi ve papatyaları neredeyse fırlatarak kasanın içini tamamen boşaltmaya başladı. Papatyalar gittikçe daha fazla kan rengine bulanıyordu; sanki canlı bir kan rengiydi ve sanki daha yeni kana bulanmışlar gibi beyazlarından kan damlıyordu.

Kötü bir koku burnuma dolarken yüzümü buruşturdum ve Korel tam o an, "Siktir," diye inledi ve kasanın üstünde duran el fenerini alıp içine tuttu. Başımı eğip kasanın içine baktığım zaman kısık sesle çığlık attım ve olduğum yerden geriye doğru kaçtım.

Korel tereddüt bile etmeden elini kasanın içine soktu ve gördüğüm şeyi sımsıkı tutup içinden çıkarırken ellerimi yüzüme yerleştirerek, "Hayır!" diye inledim.

Terrier cinsi bir köpek kafası kasanın içinden çıktığında, annemin başı gövdesinden ayrılmış görüntüsü gözlerimin önüne serildi ve elimle ağzımı kapatıp Korel'in havada tutarak baktığı köpeğin başına gözlerimi diktim. Gözleri ve ağzı açıktı; boynunun olduğu yerden, beyaz-açık kahverengi tüylerinden hâlâ kan damlıyordu. Yeni öldürüldüğü çok açık ortadaydı; kokusu gitgide kötüleşiyordu ve dayanabilecekmiş gibi hissetmiyordum.

"Piç kurusu," diye hırladı Korel ve dişlerini sımsıkı kenetledi.

"Bir köpekten ne istediler?"

"Annem..." dediğimde artık nefes alamayacakmış gibi hissediyordum. "Annem böyle öldü." Korel hızla başını bana çevirdiğinde bir elimi kalbime yerleştirdim ve tam o an, zihnime yerleşen görüntüyle beraber hatırladığım o kısa detay, "Hayır!" diye bağırmama sebep oldu. "Çakır!"

Köpeğin adı Çakır'dı ve Sarıyer'deki evimizde yani son beraber yaşadığımız evimizde babamın yavruyken sahiplendiği köpekti. Zihnimde oluşan tek görüntü, babam Çakır'a mama verirken, benim Çakır'ın uzun, kahverengi tüylerini okşadığım andı. "Hayır!" diye tekrar bağırdığımda Korel'in yüzüne baktım. "Korel, bu köpek babamın köpeği!"

Zihnimi tamamen taradım ama babamın ölümünden sonra bu köpeğe dair tek bir ize rastlayamadım. Köpek hâlâ yaşıyordu ve bu gece mi ölmüştü?

"Emin misin?" diye sordu Korel sakin bir sesle fakat kafasında bir şeyler oturuyormuş gibiydi.

"Evet!" diye inledim. "Çakır o. Babamın köpeğiydi, Sarı yer'deki evimizde besliyorduk, sonra ona ne olduğu..." Gözlerimi irice açtım. "Korel, köpek babamlaydı ve onu babamdan aldılar mı? Korel, babamın yaşadığının bir mesajı mı bu? Bu köpek ben onu bildiğim zamanlar yavruydu."

Korel elinde duran köpek başını yavaşça yere bıraktı ve parmaklarıyla şakaklarına masaj yapmaya başladığında, "Babanın köpeğiyle sana anneni hatırlatmaya çalıştılar," diye mırıldandı. "Babanın köpeği yaşıyordu."

Kulaklarım çınlıyordu, başım dönüyordu, koku beni mahvediyordu. İlk defa hıçkıra hıçkıra ağlamak istedim, yüreğimi ortaya bırakıp parçalanana kadar ağlamak istedim fakat tek yapabildiğim, nefes almaya çalışmak oldu.

"Korel," dedim çaresiz bir sesle. "Neler oluyor?"

Bakışlarını bana çevirdi ve hızlıca ayağa kalktı. "Sarıyer'deki o evinizin yerini hatırlıyor musun?"

Kafamı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Hiçbir şey hatırlamıyorum ama belki amcamdan öğrenebilirim."

Korel ensesindeki saçları kavradı ve sertçe çekiştirerek, "Amına koyayım," diye hırladı. "Buraya gelmemen gerekiyordu."

O an, ona inandığımı hissettim; Korel bana bu konuda oyun oynayacak biri değildi.

"Hayır," diye karşılık verdiğimde zorlukla ayağa kalkmaya çalıştım fakat bacaklarımı hissetmiyordum. "Bu gece buraya kesinlikle gelmem gerekiyordu." Ayaklarım yere sağlam bir şekilde bastığında yerde duran Çakır'a baktım. Ona dokunmak için tek bir adım attığımda başım döndüğü için dengemi kaybettim ve ayaklarım birbirine dolandı; düşeceğim sırada Korel beni belimden kavrayıp kendine yasladı. Ellerim onun göğüs kafesine tutunurken, belimi kavrayan sıkı kolu ve gözlerimle kesişen gözleri, sanki onun, benim sırlarım olduğunu gösteriyordu.

"Tamam," dedi Korel sakin bir sesle. "Sen iyi değilsin, buradan gideceğiz."

Acı içinde derin bir nefes aldığımda göğüs kafesinde duran ellerim titriyordu. "Onu gömmek istiyorum," dedim kısık sesle. "O papatyaları ekmek istiyorum, o fotoğrafı temizlemek istiyorum. O aynayı kırmak istiyorum."

"Tamam," dedi tekrar ve hiç beklemediğim bir anda çenesini alnıma yasladı; sert sakalları alnıma değerken, yanık izinin olduğu yerden çıkmayan sakallarının boşluğunu daha net hissettim.

"Hepsini halledeceğiz ama bugün değil, Turuncu, bugün değil."

Karşı çıkabilecek gücü kendimde bulamadım ve kazağını sıkıca kavradım. Çenesini alnıma sürttükten sonra geriye çekilip yüzüme baktı. "Amcan evde mi?"

Başımı onun göğüs kafesine saklamak istiyordum; lanet olsun, Korel'e hiç olmadığı kadar çok sığınmak istiyordum ve bu gece için bu saçmalıktı, bunu biliyordum. "Evde değil."

Elini havaya kaldırıp yüzüme dokunacakmış gibi yaklaştırdı fakat sonrasında bunun sanki saçma bir hareket olacağına karar vermiş gibi kaldırdığı elini ensesine götürdü; gözleri keskinleşirken, "Gidelim," diyerek beni kendinden uzaklaştırdı. "Bunları sonra halledeceğiz."

"Hayır," dedim küçük bir çocuk gibi huysuzlanarak. "Onu gömmek istiyorum. Bunu bana yapma, lütfen yapma."

Çakır, hatırlamadığım detayların en güzeliydi ve aylar, belki de seneler sonra ilk hatırladığım şey, babamın köpeğiydi. "Söz veriyorum, Minik," dedi sert bir sesle. "Dediklerinin hepsini yapacağız ama şu an değil."

Nedense bir an, Korel'in sözüne kendimden bile daha çok inanmam gerektiğini hissettim. Sanki onun verdiği söz, benim kendime olan inancımdan bile daha büyüktü.

Göz ucuyla son bir kere etrafa baktı, ardından yere düşmüş olan fotoğrafı alarak bana uzattı; titreyen ellerimle fotoğrafı tuttuğumda, "İlk iş bunu temizlemek olacak," dedi. "Gerisini de sonra halledeceğiz. Birazdan birini arayacağım ve buraya gelip Çakır'ı alacak, burayı temizleyecek, yarın gömeceğiz. Tamam mı?"

Kafamı aşağı yukarı salladığımda fotoğrafa bakmamak için çaba sarf ediyordum.

Korel el fenerinin düğmesini kapatıp az önce adamın çıktığı teras kapısına yöneldiğinde kollarını benden uzaklaştırdı. Bir an onun kolları olmadan yürüyemeyeceğimi hissettim fakat bu iğrençti; bunu hissetmem, kendimi defalarca uçurumun kenarından atmak gibi bir şeydi.

Bileğimi yumuşak bir şekilde kavrayıp teras kapısına doğru yürümeye başladı; sarsak adımlarımla onu takip ederken son bir kere yerde başı kalan Çakır'a bakamadım.

Motosikletinin önüne geldiğimizde havanın soğuduğunu titreyen bedenimden fark ediyordum; üzerimdeki ceketim ince gelmeye başlamıştı ya da hiçbir şey hissetmiyordum ve bedenim olanlara bu şekilde tepki veriyordu, bilemiyordum.

Korel bileğimi bırakıp bana döndüğünde kaşları havaya kalktı ve o ana kadar delirmiş gibi sarsıldığımın farkında değildim. "Sikeyim," dedi ve o saniyeye kadar atıştıran yağmuru da hissedemediğimi fark ettim. "Çok üşüyorsun." Üzerindeki siyah kot ceketini hızlıca çıkardı ve omuzlarıma yerleştirdiğinde çıplak bacaklarıma baktı. "Donuyorsun, değil mi?"

"Bilmiyorum," dedim fakat dişlerimin birbirine çarptığını da konuşana kadar fark edememiştim. "Sanırım üşüyorum." Bir tür kriz geçiriyor olabilir miydim?

Sol kolumu tutup ceketin koluna geçirirken yüzü o kadar ciddiydi ki gözlerimi ondan ayıramadım. Sağ kolumu cekete ben geçirdiğimde, "Üzgünüm," diye fısıldadım. "Başına dert açtım, değil mi?"

"Kes sesini," dedi ve ceketin şapkasını başıma geçirdi. "O kadar kısasın ki sesin bana ulaşmıyor, üzgünsen de duymuyorum."

Bir tepki vermeden ona bakmayı sürdürdüm fakat Korel bir anda belimi kavrayıp kıvrak bir hareketle motosiklete bindirdiğinde başımın ben farkında olmadan geriye gittiğini hissettim ve Korel ensemi kavradı. "Başın dönüyor mu?"

Hiçbir cevap veremedim fakat başımı dik tutamıyordum, ensemden elini çektiği an geriye düşen başım ve bedenime küfreden Korel'in sesini çok uzaktan geliyormuş gibi duyduğumda zihnimin içindeki sesler yükselmeye başlamıştı.

"Böyle olmayacak," dedi ve ensemi tutmaya devam ederek motosikletine bindi; o an onun arkama bindiğini fark ettim. Bir anda tekrar belimi kavradı ve havalandım, ardından bacaklarım iki yana açık şekilde ona doğru dönük, neredeyse kucağında oturduğumu fark ettim. Başım öne doğru düştüğünde, alnım onun göğüs kafesine çarptı.

"Ellerini sar, Turuncu," dedi ve sanki sesinde tedirginlik vardı; bunu hissetmiyordum ama duyuyordum. "Hadi Turuncu, ellerini sar."

Kollarımı kaldıracak halim yoktu, gözlerim kapanıyordu fakat açık tutmaya çalışıyordum. Duyduğum her ses, başka bir çığlığın devamı gibiydi, katlanamayacağım kadar ağırdı. "Çığlıklar duyuyorum, Korel," dedim yarım bir ağızla. "Bağırıyorlar. Susmuyorlar."

Kollarımda ellerini hissettim ve sonrasında onları sardığını. Alnımı sürterek yanağımı göğüs kafesine yasladım ve fark ettiğim detay, kalbimin daha fazla sıkışmasına sebep oldu; beni düşmekten kurtaran Korel'in bedeniydi.

"Seni bana götürüyorum," dedi ve motosikletin motorunun çalışma sesini duydum. "Çığlıkları dinleme, gökyüzünü dinle. Geceyi dinle, o sana bir şeyler anlatacak."

Motosiklet hareket etmeye başladığında kısık bakışlarım boş, karanlık yola odaklandı ve Korel'in dediği gibi çığlıkları dinlememeye çalıştım fakat gökyüzünü de istemiyordum. Yaslandığım yerden başımı biraz daha yukarıya kaydırdığımda kulağım Korel'in kalbine yaslandı ve gözlerimi sıkıca yumarken dudaklarımı birbirine bastırdım.

Her atışında başka bir şiir dizesi önüme devriliyormuş gibi hissetsem de zihnimin içi acı bir ateş gibi yanıyor, yakıyordu. Sanki zihnimin içinde bir kız çocuğu ateşler içinde kalmıştı ve kaçabileceği bir yer yoktu; kurtaracak tek kişi ben bile olsam ona yardım edemiyordum.

Korel'in iki yanımdan direksiyona tutunmuş kolları, beni sanki sımsıkı sarıyormuş gibi hissediyordum. Kalbinin her atışında, bir Nâzım Hikmet şiiri gülümseyerek bana bakıyordu.

"Hey," dediğinde başımın üstünde nefesini hissettim. Motosikleti yavaş kullanıyordu çünkü ikimiz de aslında rahat oturmuyorduk. "İyi misin?"

Kafamı hafifçe salladığımda yüzüm göğüs kafesine sürtündü. "Kalbinin atışlarını dinleyebilir miyim?"

"Dinliyorsun zaten," dedi ve sanki atışlarından iki dize birden devrildi. "Kalp atışlarıyla alıp veremediğin ne senin, Turuncu?" "Neden öyle diyorsun?" Derin bir nefes aldım ve göğsüne daha fazla sokuldum. Yağmur ince ince gökyüzünden aşağıya süzülse de sanki Korel beni yağan yağmurdan koruyordu. "Her atışın bir melodisi, her melodinin bir hikâyesi vardır çünkü kalp atışı yaşam demektir."

"Öyle mi?" diye sordu ve kapalı gözlerime rağmen kaşlarını kaldırdığını anladım. "Kalp atışlarından daha önemli atışlar da vardır."

"Ne gibi?" dediğimde onun kalbinin sesinin beni sakinleştirdiğini fark ettim ve gözlerimi hafifçe araladım. "Başka bilmiyorum."

Korel'in kafasını salladığını hissettim ve hiçbir şey söylemedi.

Yanımızdan geçen birkaç arabanın bize korna çaldığının ve ne yaptığımızı çözmeye çalıştığının farkındaydım çünkü bulunduğumuz konum hem aykırı hem saçma görünüyordu fakat ikimiz de bunu umursayacak durumda değildik.

Başım göğsüne yaslı, bacaklarım iki yana açık bir şekilde onun kucağındaydım ve ellerim beline sarılıydı. Üzerimdeki Korel'in ceketi, yağmurdan sırılsıklam olmuştu ve motosikletin geçtiği yollarda bulunan çamurlar, benim çıplak bacaklarıma bulaşmıştı.

"Korel," diye mırıldandım. "Bana bir gün motosiklet kullanmayı öğretir misin?"

Korel'in sessizce homurdandığını duyar gibi oldum fakat bu çok kısa sürdü. "Sana her şeyi öğretmemi istiyorsun, Turuncu."

"Evet," dedim yorgun bir tınıyla. "Bu dünya için bazen kendimi çok aptal hissediyorum. Sanki herkesin kalbi kömürden ve yanmış, benim kalbim ise henüz taze. Çözemiyorum."

"Bunların motosikletle bir ilgisi yok," dediğinde sesinde alayı hissettim.

"Var," diye terslendiğimde hafifçe başımı göğüs kafesinden uzaklaştırdım ve çenemi kalbinin olduğu yere yaslarken alttan alttan ona baktım. Yanık izinin izlediği yola gözlerim kaydı.

"Motosiklet kullanırken bana insanları da öğretebilirsin." Korel belli belirsiz gülümsediğinde karanlık caddeyi aydınla tan ışıklara minnettardım.

"İnsanlar ikiye ayrılır, Bulut Kızı," dedi ve başını eğip bana baktı. "Sen ve diğerleri."

"Ya!" diye inlediğimde başımda hâlâ o ağrının yer aldığını fark ettim. "O kadar mı kötü haldeyim?"

"O kadar," dedi kısık bir sesle fakat sesindeki alay uzaklaştı. "O kadar, Turuncu. Benim için sen ve diğerleri diyeceğim kadar."

Ne kadar süre sonra evine vardığımızı bilmiyordum ama başımı göğsüne yaslayıp kalp atışlarını dinlemeye devam ettiğimden beri her şeyden soyutlandığımı hissetmiştim. Motorun sesi durdu ve Korel'in hareketlendiğini hissettim.

"Bana uyuyor numarası yapma," dedi ters bir sesle. "Kalkarım ve kafanı taşa çarparsın."

Dudaklarımı sinirle birbirine bastırdım ve gözlerimi açmadan, başımı yaslandığım yerden kaldırdım. "Gözlerimi açmak istemiyorum."

"Niye?" dedi Korel ve çenemi kavrarken motosikletten indiğini fark ettim. Bir şekilde hâlâ dengemi sağlamaya çalışıyordu. "Kör gibi mi hissetmek istiyorsun?"

Tek gözümü açtım ve ilk önce ona sonra evinin önüne baktım; yağmur ne hızlanıyor ne yavaşlıyordu ve bu sinir bozucu bir durumdu. Boda kulübesine girmişti, patilerini dışarıya uzattığı için görüyordum. Diğer gözümü de açtığımda, "Tamam," diye mırıldandım. "İyi hissediyorum, yürüyebilirim."

Korel kafasını aşağı yukarı salladı ve tekrar sormadan elini hızlıca çenemden çekti. Başım önüme düşerken, bana dikkat bile etmeden evine doğru yürümeye başladı; ben de öylece motosikletin üstünde oturmak yerine sakince aşağıya indim ve çamur içindeki bacaklarıma baktım.

"Çok güzel," diye inlediğimde peşinden onu takip ettim fakat çıplak ayaklarımı saran topuklu ayakkabılar bile çamura battıkça ilerleyemeyeceğimi düşünüyordum. Onun tok ve sağlam adımlarına zıt bir şekilde sarsak adımlarla onun peşinden yürüdüm.

Boda'nın kulübesinin içine eğilerek baktı. "Oğlum," diye mırıldandığını duyar gibi oldum. Boda'nın dışarıya hafifçe uzanan başını sevdi ve gerçekten tebessümünün sıcaklığını profilinden gördüm. Duruşunu düzeltip kapıya doğru yürüdü ve beni tamamen yok saydı, bir anda değişen ruh halinin verdiği özgüvenle, "Kendini beğenmiş asabi herif," diye hırladım. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki duymayacağını düşünmüştüm fakat Korel cebinden çıkardığı anahtarı kilide yerleştirirken omzunun üzerinden bana baktı ve tek kaşının havaya kalktığını gördüm.

"Yerinde olsaydım," dedi tehditkâr bir sesle. "Geceyi geçireceğim cani bir adamın evine girmeden önce bu şekilde konuşmaz, dua ederdim." Anahtarı kilide sokup çevirdi, kapı açıldığında ben de arkasından girdim.

Korel odanın köşesine giderek ayaklı lambanın düğmesine bastı ve sarı, loş ışık odayı doldurdu.

Vitray pencerelerinin hemen altında duran yatağı dağınıktı ve koyu gri çarşafının yarısı yatağından aşağı sarkmıştı, üzerine serdiği çarşaf yerdeydi. Birkaç kot pantolon ve kazak, yatağın diğer tarafında duruyordu. Yerde duran bir bira şişesi yan düşmüştü ve evde yoğun bira kokusu vardı. Viski şişeleri ise yatağın ucundaydı.

Üzerimdeki ceketi yavaşça çıkarırken Korel'in mutfağa ilerlediğini gördüm fakat mutfak da oldukça dağınıktı ve her taraf içki şişeleriyle doluydu. Mutfağın olduğu yerde masanın üzerinde iki dilim pizza kalmıştı. Masanın üzerinde bir kitap duruyordu. Korel buzdolabını açtı ve o an buzdolabının içinde içki şişelerinden başka hiçbir şey olmadığını fark ettim. "Korel," dedim yüzümü buruşturarak. "Neden kendine bu kadar kötü bakıyorsun?"

Buzdolabından çıkardığı bira şişesinin kapağını sertçe açtı ve sanki benim dediğimi duymazdan geliyormuş gibi kapağı yere attı, ardından biradan büyük yudumlar alırken bakışlarını benden ayırmadı. Ürkek bir şekilde üzerimdeki ceketi çıkardığımda yatağının olduğu tarafa yürüdüm.

"Kendime kötü bakmıyorum," dedi ve elinin tersiyle ağzını sildi. "Bu ev beni yansıtıyor."

Kaşlarım çatıldı ve yere düşmüş olan bir bira şişesini eğilip elime aldım, ardından diğerine uzandığımda, "Bırak," dedi kes kin bir sesle. "Dokunulmazlığı var onların, Minik."

"Gerçekten evin çakmak çakılsa patlayacak, farkında mısın?"

Korel kaşlarını kaldırdı. "Öyle mi dersin?" diye sorduktan sonra elini cebine attı. Siyah bir çakmağı cebinden çıkardıktan sonra düğmesine bastı ve ateş, çakmağın ucundan çıkmaya başladığında ateşin rengi onun yüzünü aydınlattı. "Söylediğin kadar kötü değil, ha?"

Gözlerimi devirirken, "Bunu yapacağını biliyordum," diye homurdandım fakat o beni duymazdan gelerek yatağın solundaki koltuğa doğru ilerledi ve ilerlerken köşede kalmış eski, küçük bir sehpayı da yanında götürdü.

"Aç mısın?" diye sordu hiç beklemediğim bir anda ve gözlerim irileşirken koltuğun yanında duran bir poşeti eline aldı. "Pizza henüz bayatlamamıştır ama eğer yemek istemezsen dışarıdan da bir şeyler söyleyebiliriz senin için."

"İnanmıyorum," dedim gözlerimi devirip pizzaya doğru yürürken. "Beni mi düşündün az önce?"

Hafifçe sırıttı. Pizzadan bir ısırık alıp yavaşça çiğnemeye başladım. "Sürekli aç olduğunu biliyorum sadece."

Poşetten çıkanların tütün tarzı bir şeyler olduğunu fark ettim. Yemek ağzımda takılıp kalırken, beni bu kadar iyi tanıması yine rahatsız etmişti. Pizzayı kutusuna geri bıraktığımda aç olsam bile bir şeyler yiyemeyecek kadar midemin bulandığını hissettim.

Ellerimi birbirine sürtüp temizlerken, bulunduğum yerden ona doğru ilerledim ve sırtımdaki çantayı yatağın kenarına koyup, "Her tarafım çamur içinde," diye utançla mırıldandım. "Banyo nerede?"

"Üçüncü kapı," dedi yüzüme bakmadan ve adımlarım üçüncü kapıya yöneldiğinde, "Dolabımdan bir şeyler al üzerine," diyerek içimden geçene cevap verdi.

Buzdolabının karşı tarafında duran giysi dolabının kapağını açtım ve gelişigüzel fırlatılmış kazaklar, pantolonlar ve eşofmanlarla karşı karşıya geldim. Aynı şekilde onun bilindik kül kokusu şiddetli bir şekilde yüzüme çarptığında kalbimde bir sızı oluştu ve hemen dolabın kapağını kapattım. "Bir şeyler giymesem de olur," diye fısıldadıktan sonra yüzüne bakmadan hızlıca banyoya ilerledim ve bir cevap vermesini bile beklemeden kapıyı açtım.

Banyoya girip kapıyı kapattıktan sonra sırtımı kapıya yasladım ve solumda kalan ampulün düğmesine basıp tavana baktım. Onun kokusunun sindiği kıyafetleri giymek neden bu kadar karnımı ağrıtıyordu, anlayamıyordum. Gözlerimi kısa bir süre sonra tavandan ayırdığımda banyonun eve nazaran daha toplu olduğunu fark ettim.

Lavabonun üzerinde bir tane dolap ve raf vardı. Rafta tıraş köpüğü, tıraş bıçağı ve tıraş makinesi; yanında ise diş macunu ve diş fırçası yer alıyordu. Sadece tek bir krem vardı, o da tıraş sonrası sürülen kremlerdendi. Korel kendine hiçbir zaman dikkat etmeyen bir adamdı; bunu daha çok fark etmeye başlamıştım.

Aynaya baktığımda gözlerimin içinin kıpkırmızı olduğunu gördüm, altları morarmıştı. Dudaklarımdaki renk tamamen uzaklaşmış, saçlarım yağmurdan dolayı başıma yapışmıştı. Boynumda silik bir şekilde duran parmak izlerini görünce dudaklarım aralandı ve parmaklarımı o izde gezdirdim; kabarıklık canımı yakıyordu. Korel'in fark etmemesinin tek nedeni, izlerin sürekli tekrar etmesindendi.

Yüzümü buruşturdum ve hemen lavabonun yanında duran fön makinesini çalıştırdım. Saçlarımı çabucak kuruttuktan sonra sağdaki küvete ilerledim, yan tarafında duran vücut losyonunu ürkek hareketlerle elime alıp bacağımdaki çamurlu yerlere sürdüm ve duştan akan suyla güzelce temizledim.

Çıkardığım ayakkabılarımı elime aldım, bacaklarımı güzelce temizlediğime emin oldum ve ayakkabıları yere bırakarak elimi yüzümü yıkadım. Banyoda işim bittiğinde kapıyı sessizce açtım ve dışarıya çıktığımda Korel'in eğilmiş vaziyette önünde duran şeyle ilgilendiğini gördüm.

Küçük adımlarla ona yaklaştım ve elimde duran ayakkabıları da yatağın yanına bıraktıktan sonra koltuğa ilerledim. Varlığımın farkında olan Korel başını bile kaldırmadı ve önünde açık duran kâğıda poşetten çıkardığı, tütüne benzeyen otu dikkatlice yerleştirdi.

Koltuğun kenarına hafifçe oturdum ve önüme gelen birkaç tutam saçı geriye ittim. Kaşlarını çatmış, oldukça ciddi görünen Korel tütünden kâğıda biraz daha yerleştirdiğinde ellerinin hiç bir şekilde titremediğini fark ettim.

"Ne yapıyorsun?" diye sorduğumda beni duymazdan geldi, kâğıda yeterli miktarda tütün koyduğuna kanaat getirmiş gibi kafasını aşağı yukarı salladı, ardından oldukça dikkatli hareketlerle kâğıdı sigara gibi sarmaya başladığında, "Neyse," diye mırıldandım. "Sanırım ne yaptığını biliyorum."

Korel dakikalar sonra sardığı sigaranın uç kısmına dilini hafifçe değdirip yalarken bana baktı ve gözlerindeki saf alayla resmen meydan okudu. Islattığı kâğıdı yapıştırdı, ortaya oldukça kalın bir sigara çıktığında kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı. "Fazla mı tütün koydun?"

Korel ilk önce bana sanki bir orangutan görmüş gibi baktı, ardından kısık sesle güldü ve başını koltuğun başlığına yaslayarak tavana baktı. Hazırladığı sigarasını dudaklarının arasına yerleştirdiğinde az önce beni haksız çıkarmak için yaktığı çakmağını tekrar alevlendirdi ve sigarasının ucuna tuttu. Ortaya kısık ama cızırtılı bir ses çıktığında sigaranın ucunun oldukça yoğun bir şekilde yandığını gördüm.

Sigarayı işaretparmağı ile ortaparmağının arasında tutmak yerine, ortaparmağı ile yüzükparmağının arasında tuttu; sigaradan ağır ağır nefes çekti ve çektiği nefeslerde ucundaki ateşin rengi aydınlandı. Sonra ateşin ışığı yükseldi, gözleri daha fazla kısıldı ve duruşu daha rahat bir pozisyon aldı. Bakışları tavandaydı. Çektiği nefesin ardından sigarayı uzaklaştırdı ve duman dudaklarından dışarıya çıkarken, sanki nefesini de armağan ediyormuş gibiydi.

Kötü bir koku burnuma geldiğinde, "Hey!" diye inledim. "Bu sigara iğrenç kokuyor."

Korel aldırış etmedi ve ucundaki külü sehpadaki küllüğe döktükten sonra ucunu çakmakla tekrar ateşlendirdi ve aynı şekilde başka bir nefes çekti. Uyuşturucu maddeler hakkında çok bilgim olmasa da okullarda ve arkadaş çevremden öğrendiğim bilgilerle beynimin içinde bir şimşeğin çaktığını ve birkaç ampulün patladığını hissettim.

O an içtiği şeyin bir sigara olmadığını anladım ve dudaklarım aralanırken, "Sen," diye fısıldadım. "Sen kendine ne yapıyorsun böyle?"

"Ne yapıyorum?" dediğinde dudaklarından o zehri uzaklaştırmıştı. Koku midemi bulandıracak kadar kötüydü.

"İğrenç," dediğimde elinden o zehri alıp fırlatmak istedim fakat buna gücümün yetmeyeceğini biliyordum. "Bunu kendine yaptığına inanamıyorum." Korel cevap vermedi ve tekrar külünü küllüğe döktüğünde gözlerinin daha fazla kısıldığına şahit oldum; göz altları hızla morardı ve bakışları değişti.

"Korel," dedim öfkeyle. "Bunun dışında başka ne kullanıyorsun?" Bekledim, bir cevap vermesini bekledim fakat cevap vermedi ve kilitlendiği tavana bakmaya devam etti.

Saniyeler dakikaları kolundan çekerken, Korel'i sadece izledim. Çektiği her nefesten dışarıya taşan her zehirde, belki de onun gözlerinin gözlerimin önünde tükenişini izledim fakat konuşamadım. Bakışları bakışlarımla kesişmiyordu, lanet tavandan başka hiçbir yere bakmıyordu; baktığı tavana baktığım zaman gördüğüm boşlukta onun gördüklerini görmek istiyordum.

"Konuş şimdi," dedi en sonunda, yaklaşık on beş dakika sonra. Elinde duran o zehrin sonuna gelmek üzereydi ve kelimeler dudaklarından çıkarken net ve vurgusu sertti. "Benimle konuş."

"Ne konuşmamı istiyorsun?" diye fısıldadığımda kendimi hareket edebilecek kadar güçlü hissetmiyordum.

Gözleri tavandaki boşluktan ayrılmaksızın dudaklarını kendi kendine hareket ettirdiğinde bir şeyler fısıldadığını anladım; her fısıldayışta, elindeki zehirden çektiği duman bir bulut gibi etrafa yayıldı. Gözlerim dumanlara takıldığında, bulutlardan belki de ilk defa nefret edebileceğimi hissettim.

Sindiğim koltuğun köşesinde bacaklarımı yan yatırdım ve ben de ona dönerek koltuğun başına kolumu, koluma başımı yasladım. Yan bir şekilde onu izlerken, dudağını her oynatışında âdemelmasının hareketini görüyordum.

İki yana devrilen kollarına, ardından ellerine baktım. Bana yakın duran elindeki parmaklarını sanki sayı sayıyormuş gibi hareket ettiriyor, dudaklarının hızı gitgide artıyordu.

"Ne yapıyorsun?" diye sordum kısık sesle.

"Sayıyorum," dedi ve serçeparmağı dışında bütün parmakla rını hareket ettirmeye devam etti.

"Neyi?" diye sordum.

"Kaç yaşında doğduğumu," diye cevap verdiğinde boğazıma sert bir yumrunun oturduğunu hissettim.

"Hepimiz aynı yaşta doğmuyor muyuz, Korel?" diye mırıldandığımda parmaklarının hareketi duraksadı ve gözlerini daha fazla kıstı.

Dudakları düz bir çizgi halini alırken, diğer elinin koltuğun diğer tarafına düştüğünü fark ettim; elinde duran zehir belki de bitmişti, bilemiyordum.

"Hayır," dedi aksanlı bir tınıyla. "Ben doğduğum zamanı hatırlıyorum. Ben doğduğumda gökyüzündeki karlar, kan gibi damlıyordu. Ben doğduğumda karlar kirlenmişti. Ben doğduğumda kimse yoktu. Beni..." dedi ürkütücü bir sesle. "Beni ben doğurdum."

Koltuktan yavaşça ona yaklaştım ve yutkunarak, "Sen doğduğunda kaç yaşındaydın?" diye sordum. "Kaç yaşında karlar kirlendi?"

Korel'in dudakları sebepsiz bir tebessümle sağa kaydı. "Ben ne zaman kirlendiysem karlar da o zaman kirlendi."

Altdudağımı dişlerimin arasına alıp ona baktım. Yüzünde her zamanki o ifadesiz, sabit duruşu vardı fakat bakışlarını bana döndürseydi bir şeyler görebileceğimden emindim. Diğer elinde tuttuğu zehri dudaklarına yerleştirdi, gözleri kısıldı ve odanın içindeki can çekişen sarı ışığa rağmen beyazlarındaki kırmızı damarların belirginleştiğini gördüm.

Çetiği nefesin ardından zehrin ucundaki ateş son bir kere veda etmek için hararetle yandı; Korel'in bakışları ise söndü. Dumanı üfledi, tavana doğru üflediği dumana bakarak, "Bulutları görüyor musun?" diye sordu. "Bak, bunlar da benim bulutlarım."

Altdudağımı ıslattıktan sonra ona biraz daha yaklaştım ve dudaklarından çıkan dumana baktığımda, "Bulutların zehirli," diye titreyen bir nefesle soludum. "Ben zehirli bulutları sevmiyorum."

Korel elinde duran ve tekrar yenileneceğine emin olduğum zehri küllüğe başparmağı ile işaretparmağının arasına yerleştirerek fırlattı; küllüğe düşen o kalıntıya baktıktan sonra kafasını iki yana salladı, ardından bedenini hareket ettirmeden, başını yasladığı yerden bana doğru döndürüp, "Sen zehri sevmiyorsun, değil mi?" diye sordu.

O an, yaprak sarısı gözlerinde ve sonbahara gebe irislerinde o tek yaprağın intiharını gördüm. Gözbebekleri o kadar çok büyümüştü ki sanki gözleri simsiyah olmuştu.

"Zehir ve zehirlenmek birbirinden ayrı şeylerdir," dedim düz bir sesle. "Zehirli bulutlarını yaratan da o bulutlarla zehirlenen de sensin."

"Öyle mi dersin?" Yanağını biraz daha koltuğa yasladı ve bacaklarını daha fazla açarak rahat bir pozisyona geçti. "Diyelim ki ben zehirim," diye fısıldadı. "Seni zehirlememe izin verir miydin?"

Yutkundum ve bakışlarımı gözlerinden çekmeden, "Seni bir yerden tanıyorum," diyerek lafı değiştirdim. Gözlerinde, hareketlerinde bir değişim olmasını bekledim fakat hiçbir şey olmadı. "Bundan artık eminim."

Korel bana bakmaya devam etti ve tek kaşını kaldırdıktan sonra, "Bulutlara âşık, ufak bir kızsın," diye aksanlı bir tınıyla gülümsedi. "Aklından ne geçiyorsa ona inanmak istiyorsun, değil mi?"

Tereddütle ona baktığımda dudaklarından çıkan her kelimeye inanmak isteyen tarafım baskın çıktı ve gözlerimi kapatarak, "Korel," diye fısıldadım. Şimdi belki de tam sırasıydı ondan bir şeyler öğrenmemin. "Bana hiç kendinden bahsetmiyorsun."

Kısa bir sessizlik oldu, gözlerimi kapattığım o sırada koltuğun üzerinde bir hareketlenme hissettim fakat gözlerimi açmadan sadece onun cevap vermesini bekledim. Yeniden koltukta bir ağırlık hissettiğimde, "Gözlerini aç," diye mırıldandı ve hemen gözlerimi açtığımda elinde iki küçük cam bardak ve diğer elinde tekila şişesiyle durduğunu fark ettim.

"Alkol tüketmeyi sevmiyorum." Net çıkan sesime rağmen gerçekten bünyem sanki alkol istiyormuş gibi tepkiler veriyordu ve elinde tuttuğu tekila şişesinden gözlerimi ayıramıyordum.

"Sen bilirsin," dedi ve bardakları önünde duran ahşap sehpanın üzerine koyduktan sonra kısık gözlerle bana baktı. "Cevapları bu şekilde alacaktın."

"Ne?" diye şaşkın bir tınıyla soluduğumda Korel şişenin kapağını açtı ve önünde duran bardaklara yavaş yavaş açık renkteki sıvıdan döktü. Sıvının yoğun akışından gözlerimi ayıramazken yüzünde oldukça ciddi bir ifade vardı fakat içtiği zehrin etkisiyle böyle şeyler yaptığının da farkındaydım.

"Üç shot, üç soru," dediğinde parmaklarıyla bardağı hafifçe benim olduğum tarafa itekledi ve kendi bardağını parmaklarıyla sardı. Parmakları uzun ve hasarlıydı; kenarları soyulmuş tırnaklarını kan toplamıştı.

"Gerçekten," dedim büyük bir hayal kırıklığıyla. "Kendinden bahsetmen bu kadar mı zor?"

"Hadi ama," dedi ve bana göz ucuyla baktı. "Alkolün seni nasıl çarptığını o gün gördüm, eğer sana bir şeyler anlatacaksam ayık kafayla karşımda dur istemiyorum."

"Bu çok yanlış," deyip öne eğildim. "İstemediğin hiçbir şeyi hatırlamam zaten."

Bana bir anda, o kadar hızlı ve sert baktı ki kendimi duvara çarpmış gibi hissettim, soluğum kesildi. "Öyle mi?" dedi tek kaşını havaya kaldırarak. "İstediğim şeyleri hatırlayamaz mısın peki?" Bir anda kendine doldurduğu içkisini hızlıca kafasına dikti ve yüzünde herhangi bir değişim olmadan tekrar sehpanın üzerine sertçe koydu. "Sen bilirsin, Turuncu."

Ellerimin uyuştuğunu ve zihnimin bozuk bir plak gibi dönmeye başladığını hissettiğim an yine kendi istediğini yaptırdığının farkındaydım fakat umursamadan koltuktan iyice öne çıktım ve benim için ayırdığı bardağı elime aldım. "İlk soru," diye mırıldandım ve bardağı tam bir saniye içerisinde kafama diktim.

Alkol, ateş gibi ilk önce dudaklarımda dağıldı, ardından ağzımın içini yaktı ve daha sonra boğazımdan geçerken sanki ateşi yutmuşum gibi hissettim. Yüzümün şekli değişirken, bir an çıkaracak gibi oldum ve elimle ağzımı kapattım. Korel bir elini koltuğun başlığına yaslayıp yayıldı ve yüzüme alayla baktı. "Sor bakalım."

Gözlerimi sıkıca yumarak, "Lanet olsun," diye inledim. "Ateşi yutmuşum gibi hissediyorum." Korel sırıttı ve nedense neşesinin bir şekilde yerine geldiğini hisseder gibi oldum. Kendime birkaç dakika verirken, beni büyük bir sabırla bekledi ve ardından bardakları hazırlamak için tekrar içkileri doldurdu.

"Yalan söyleyip söylemediğine nereden emin olacağım?" diye sorduğumda hemen, "Emin olamazsın," diye karşılık verdi. "Ben çok yalan söylerim ve sen gerçeği hiçbir zaman çözemezsin çünkü yalanlarımın ardında aslında gerçekler yatar."

Hızla bünyeme etki eden alkolün sanki kanımda dalgalanarak yayıldığını hissediyormuş gibiydim. "Tamam," diye homurdandım. "Adın Korel, soyadın Erezli. Senin hakkında bildiğim diğer başka şey ise senin merkeze daha önce gelmiş olduğun."

Sorunun gidiş yönünü fark eden Korel duruşunu dikleştirdi fakat bakışlarındaki ifadesizlik uzaklaşmadı. "Anektod Merkezine neden geri döndün? Neden üniversite okumak yerine bunu yaptın?" İşaretparmağımı havaya kaldırdım ve uyarıcı bir tınıyla, "Sakın," diye homurdandım. "Sakın bana kendini tedavi etmek için geldiğini söyleme, öyle bir adam olmadığını biliyorum."

Daha önemli sorularımı sona saklıyordum.

Korel kafasını hafifçe aşağı yukarı salladı ve bakışlarını benden ayırıp tam karşıya, dış kapının olduğu yere baktı. "Üniversite dördüncü sınıftayken tıp fakültesini bıraktım." Göz ucuyla bana baktığında şaşkınlığımı açıkça gördü. "İspanya'da ve Türkiye'de eğitim gördüm fakat istediğimin bu olmadığını anladım." Bir ayağı şiddetli bir şekilde sarsılırken, "Daha önce ise merkezde bir denektim," diye açıklamada bulandı. Gözlerim daha fazla irileşti, bunu fark etmiş olacak ki, "Detaya inmeyeceğim," diyerek sessiz soruma yanıt verdi. "Şimdi ise yine denekler için döndüm fakat bu sefer denek değilim."

Ona tuhaf tuhaf bakıp, "Anlamıyorum," diyerek önüme gelen saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. "Nasıl bir denekten bahsediyorsun?"

Korel gözlerini devirdi ve sehpanın üzerinde duran, kendisi için ayırdığı içkisini sert bir şekilde içtikten sonra bardağı tekrar masanın üzerine koydu. "O gittiğin yerin iyi bir merkez olduğunu mu düşünüyorsun?" Parmaklarını şakaklarına bastırdı. "Hiç bir şey bildiğin yok senin."

"O halde anlat," dedim ve koltuğun üstünde heyecanla ona yaklaştım. "Ne deneğinden bahsediyorsun? O merkezde benim arkadaşlarım var."

"O merkezde sen varsın," dedi ve ters bir ifadeyle bana baktı. "Söylesene bana, neyi hatırlıyorsun?"

Kırgınlıkla eğildiğim yerden geriye çekildiğimde, "Merkezle bir alakası yok," diyerek ona karşı çıktım. "Ben bazı şeyleri hatırlamıyorum, evet ama bunun sebebi orası değil."

"Nasıl değil..." deyip öfkeyle nefes verdi. "Bir bok çukurunun içine düşsen başkalarına merdiven uzatır, kendin o bokun içinde yüzersin çünkü yüzdüğün yer senin için berrak bir sudur, değil mi Turuncu?"

Bir an merkezde geçirdiğim günler teker teker gözlerimin önüne serildiğinde yüzümü buruşturdum ve bakışlarımı sadece bir noktaya diktim. Gözlerimi sıkıca yumdum ve altdudağımı dişlerimin arasına alarak, "Çok saçma," diye fısıldadım fakat artık bir şeyler daha net görünüyordu. Gölgeleri ve sesleri, merkezde bana verilen ilaçlardan sonra hissedip görmeye başlamıştım; ilk zamanlar psikiyatristlerle yüz yüze görüşmelerim oluyordu.

"Farkına var," dedi Korel sert bir sesle. "Merkezin yanına bir akıl hastanesi yapılıyor ve günler sonra açılacak."

Sanki bir poşetin açılma sesini duydum fakat dikkat etmedim, gözlerim hâlâ kapalıydı. Birkaç saniye sonra Korel elime bardağı tutuşturdu. "Söyle bana; o merkezde pedofili, nekrofili, psikopat gibi tanı koyulan kişilere ne oldu? Neredeler?"

Gözlerimi hafifçe araladım ve elimde duran bardağa baktıktan sonra, "Akıl hastanesinde..." deyip duraksadım, dudaklarım aralandı ve gözlerim irileşti. "Yeni akıl hastanesine gönderilecekler, orada denek olacaklar. Neler oluyor?" Şaşkınlığım katbekat artarken, ellerimin titrediğini fark ettim. "Bunu kimler biliyor? Sen nereden biliyorsun?"

Korel alayla bana baktı ve doldurduğu üçüncü içki bardağını kafasına dikti. "İç," dedi parmağıyla işaret ederek. "Yanıtını öyle alacaksın."

İlk önce tereddüt etsem de sonrasında bir elimle burnumu kapattım ve bardağı zorlukla dudaklarımın arasına koyup hızlıca içkiyi içtim; aynı etki tekrar kendini gösterdiğinde bu sefer sanki boğazım ateş için açılmış gibiydi.

"Her şey çok derin," dedi ve gözlerimiz hissiz bir şekilde kesişti. "Bilenler bu işin başında ve ben..." Duraksadığında gözlerini kaçırır gibi oldu. "Babamdan biliyorum."

"Nasıl yani?" diye sordum, yüzümde şaşkınlık vardı. "Babanın bu işlerle ilgisi ne?"

"Kendisi profesör doktor," dedi umursamaz bir tınıyla. "Deneklerden birkaçı onun önüne geldiğinde her şeyi çözmüş." Derin bir nefes aldı. "Seneler önce, deneklerden bir tanesi bendim."

"Bu kadar basit yani." Sesimdeki öfkeyi fark eden Korel sessizliğini koruyordu. "Peki, bilenler neden bir şey yapmıyor? Neden sen, baban bir şey yapmıyorsunuz? Sana ne yaptılar? O yok olan insanları kullanıp, üzerinde deneyler yapıp, öldürecekler mi?"

Korel kafasını iki yana salladı ve üstten üstten bana baktı. "Herhangi bir kanıt yok ve çeneni sıkı tutmazsan seni de mahvederler." Tehdidi bakışlarımı ondan kaçırmama sebep olduğunda "Öldürmek mi?" diye alayla sordu. "Bu hastalıklara sahip insanları bir güç gibi kullanacaklar."

"Bu," dedim ve yüzümü buruştururken ellerimin titrediğini, başımın şiddetli bir şekilde döndüğünü fark ettim. "Bu iğrenç. Resmen o merkez, insanları seçecekleri bir düzenek gibi."

"Merak etme," deyip başını omzuna düşürdü. "Piyon kadar değersizleri almıyorlar ve sen bir piyonsun."

"Öyle mi?" dedim öfkeyle. "Sen bir piyon olmadığın için mi deneklerden biriydin?"

Korel ters bir ifadeyle bana baktı ve dişlerini kilitledi. "Ben artık o satranç tahtasında değilim."

Kafamı hızla iki yana sallarken, "O merkezde onlarca insan var..." diyerek inledim. "O merkezde iyileşme umuduyla gitmiş onlarca insan var ve sen şu an o insanların artık bir umutlarının kalmadığını söylüyorsun."

"Yanlış taraftan bakıyorsun," dedi ve elimde boş boş tutuğum bardağı alarak sertçe sehpanın üzerine koydu, ardından bana dönüp çenemi tuttu. Yüzüme yaklaştığında gözleri beni ürkütüyordu. "O merkeze gelen insanların hiçbirinin artık bir umudu yok, bir ailesi yok, bir geleceği yok, bir geçmişi yok. O merkeze gönderilenler aslında terk edilmişler. Farkında değil misin?"

Kalbimin üzerine katran döküldüğünü hisseder gibi oldum ve çenemi elinden kurtarmaya çalıştım fakat buna izin vermedi. "Asıl sen farkında mısın?" diye sordum kırgın bir tınıyla. "Ben de o merkeze gidiyorum."

"Ve ben de gidiyordum," dedi hızlıca. "Bana kırılmana gerek yok. Sen de terk edilmiş, kimsesiz bir kızdan başka hiçbir şey değilsin. O merkeze gelenlerin bir ümidi olsaydı orada olmazlardı. Bunu sen de çok iyi biliyorsun."

İçim acıyarak ona baktığımda bakışlarındaki o acımasızlık uzaklaştı.

"O zaman artık aynı amaçla oraya gitmiyorsan terk edilmiş değil misin?" diye sordum ve boğazımın acıdığını hissettim. Korel bir cevap vermek yerine gözlerimin içine bakmayı sürdürdü ve büyüyen gözbebekleriyle beraber kızaran gözleri, aslında onun gerçek benliğini ortaya koydu. "Söylesene," dedim çekinmeden. "Çenendeki, bedenindeki hatta her yerindeki yanıklar, bıçak izleri, hatta daha kötüleri..." Gözlerinin rengi değişir gibi oldu. "Bunlar sen denekken mi oldu?"

Korel ilk önce bana oldukça ifadesiz baktı; cesaretim ellerimin ve ayaklarımın uyuşmasına sebep olacak kadar şiddetliydi. "Demek merak ediyorsun?" dedi ürkütücü bir tınıyla. Çenemi hafifçe yukarı kaldırdığında dudaklarım aralandı, gözleri dudaklarıma kaydı. Diğer eliyle şişeyi alıp dudaklarıma yaklaştırdığında ne yapmaya çalıştığını anlamıştım, bu soruyu başka bir yudum içkiyle yanıtlayacaktı.

Aralanan dudaklarımdan tekilayı yavaşça dökerken çenemi kavrayan eli sıkılaştı ve alkol dudağımın kenarından boynuma doğru aktı. Birkaç yudum içtiğimde alkolü uzaklaştırdı ve ardından kendisi de kafasına diktiğinde benim aksime daha büyük yudumlarla içti.

Dilimle dudağımın kenarındaki alkolü temizlediğimde hafifçe öksürdüm, gözleri yüzümden ayrılmazken şişeyi dudaklarından uzaklaştırdı. Çenemdeki başparmağı dudağımın kenarına uzandı, alkolü sildi, ardından dudaklarımda parmağını gezdirirken, "Cevabını vereyim sana," dedi. Alkol dudaklarımda dolaştıktan sonra çenemdeki elini çekti, başparmağını dudaklarının arasına alıp emdi. Onu izlerken gözlerindeki ifadede bütün duygular vardı. En sonunda, "Bütün izlerim, denek olduğum zamandan değil," diye mırıldandı. "Bazılarının adı iz, bazılarının emare. Denek olduğum zaman oluşanların adı izdir ve zerre umurumda değillerdir."

İzlerinden bahsedildiğinde, sorulduğunda ya da ufacık bir göz temasında bile gerildiğini hissetmiştim; şu an da böyleydi. Her zaman bu şekilde mi tepki verecekti? Onun umursamazlığına bu tavır yakışmıyordu.

"Neden bu kadar kendinle barışık değilsin?" diye sordum merakla. Alkol cesaretime cesaret ekliyordu. "Vücudundaki izleri her sorana bana baktığın gibi bakıyor hatta belli etmemeye çalışsan da öfkeleniyor musun?"

"Hayır." Net bir sesle verdiği cevabın ardından gözlerimin içine baktı. Sanki sadece sana böyleyim dermiş gibi. "Herkese aynı tepkiyi vermiyorum."

Derin bir nefes verdim ve daha fazla sorgulayıp üzerine gitmek yerine gözlerimi karşımdaki duvara çevirdim. Birkaç saniye kendimle baş başa kalmam bile saatler önce yaşadıklarımın yeniden gözlerimin önüne gelmesine neden olmuştu. Bütün yaşadıklarım aslında nasıl da ağırdı ve özellikle Korel'den sonra hayatım nasıl da daha büyük bir cehenneme dönüşmüştü?

Uyuşan ellerim ve bacaklarım hislerini kaybetmiş bir durumdaydı; zihnimin içindeki bütün sesler, görüntüler, gölgeler uzaklaşmıştı. Gözlerimi yorgunlukla kapattım, gözlerimi kapattığım süre içerisinde varlığımın nerede olduğunu bile hissetmiyordum. Sanki nerede olmak istersem, o an oradaydım. Bir bulutun üstü, bir gökyüzü, bir yerin altı, bir ateşin içi... Hepsini şu an net bir şekilde hissediyordum ve ben bunları hissederken Korel'in varlığı ile yokluğu belirsiz gibiydi. Sesi çıkmıyordu, çıksa bile sanki duymuyor gibiydim.

Soyutlandığımı hissediyordum. Zihnimin içi o kadar boş, o kadar duru ve o kadar siyahtı ki bir an bunu sevdiğimi fark ettim; çünkü tırnaklarını hafızama geçiren bir geçmiş yoktu ve olmayan bir acıyı hissetmek, olan bir acıyı hissetmekten daha ağırdı. Yüzüme bir tebessüm kondurduğumu fark ettiğimde kaç dakikadır aynı şekilde durduğumu bilmiyordum. Zihnimin içinde kendimi gördüm.

Simsiyah bir yeryüzünde, simsiyah bulutlara doğru elimde bir uçurtmayla o kadar hızlı koşuyordum ki siyah yeryüzü benim adımlarımla beyaz rengini alıyordu. Uçurtmayı gökyüzü emiyordu, beyazlar çoğalıyordu, ben yok oluyordum ve tekrar ortaya çıktığımda biraz daha büyümüş oluyordum. Geçmiş yoktu, gelecek yoktu, şimdi yoktu, zaman yoktu.

"Zaman yok oldu," diye fısıldadığımda kendimi tek başıma gibi hissediyordum. "Zamanı hissetmiyorum."

Bir nefes sesi duydum ve koltukta hareketlenme oldu; yumduğum gözlerimin ardından hiçbir şeyi hissetmez ve duymazken, tek fark ettiğim kül kokusu oldu; o koku beni sanki şimdiye döndürdü ve soyutlanacak kadar sarhoş olduğumu fark ettim.

Gözlerimi hafifçe araladım ve sanki bir uzay döngüsünün içindeymişim gibi derinliğe doğru savrulduğumu hissettim; hislerim tek tek yerine gelirken, beni izleyen bir çift sonbahar gözün varlığıyla bakışlarımı sola çevirdim ve onunla göz göze geldim.

Koltuğun ortasında oturuyordu ve sanki bana yaklaşmıştı. Ayaklarını önündeki sehpaya uzatmış, elleri koltuğun kenarlarına yayılmıştı. Başını omzuna yaslamış bana bakıyordu; gözleri o kadar çok kısılmıştı ki uyuduğunu bile düşünebilirdim.

"Uçurtma uçurdum," dedim neşeli bir sesle fakat yorgundum. "Çığlıklar yoktu, gölgeler yoktu, tırnak izleri yoktu. Beni hiçbir şey zorlamadı. Özgürce, hür. Uçurtma uçurdum."

Gülümsememe karşılık olarak o da gülümsedi. Düzgün ve ucu kalkık, kavisli burnu kızarmıştı. Dudaklarındaki renk ise uzaklaşmıştı. Kurumuş dudaklarına baktığımı fark ettiğinde yavaşça dilini çıkarıp altdudağında gezdirdi; kuruyan dudağında ıslanan yerler parlarken, hiç hissetmediğim bir duygu karnımın içinde şiddetli bir sızıyla kasıklarıma doğru hareket etti.

İlk defa bir adamı öpmek istedim, o adam Korel Erezli'ydi.

Yanlışlığının ve onun doğru kişi olmadığının farkındaydım fakat onun da gözleri dudaklarıma doğru kaydığında, "Ne düşündüğünü biliyorum, Turuncu," dedi derinden gelen bir sesle. "Bana bunu yapma."

"Ne yapmayayım?" diye sordum.

"Ben sana karşı koyarken," dedi cevap vermeyeceğini düşünürken. "Bunu mahvetme, bırak sana karşı koymaya devam edeyim. Diğer türlüsü ikimiz için de daha berbat bir hal alır."

Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım fakat gözlerimi ondan çekmedim, bunun üzerine Korel bakışlarını kaçırdı ve az önce benim izlediğim duvara baktı. Profilini izlerken, üstdudağına göre daha kalın olan altdudağı dışarıya doğru çıkmıştı. Uzun kirpikleri, moraran göz altlarında daha fazla gölge oluşturuyordu. Her nefes alışında kalkıp inen göğüs kafesine bakarken kalp atışlarını duyuyor gibiydim.

Bir anda, "Ne düşünüyorsun şu an?" diye sordu.

Hiç düşünmeden, "Kalp atışlarıyla derdim olduğunu söylesem bana ne derdin?" diye sordum. "Dinlemek hem iyi hem kötü geliyor, bu çok tuhaf. Sanki bir kalbin atışları, uyku getiren bir melodi gibi."

"Kalp atışları değil," dedi ve kaşları hayretle havalandı. "Başka atışlar daha güzeldir."

Ona anlamsız gözlerle baktım ve cevap vermesini bekledim fakat o cevap vermek yerine bakışlarını bana döndürdü, ardından kucağıma düşmüş olan elimi hafifçe elinin içine aldı ve o an kanımın buz gibi aktığını hissettim. Bütün uzuvlarım, uyuşan yerlerim, hatta ve hatta nefesim bile kendine gelirken; tuttuğu elimi çevirdi ve avcumun içi tavana bakacak şekilde tuttu.

"Ne yapıyorsun?" diye mırıldandım fakat işaretparmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı ve parmaklarını avcumun içine tüy kadar hafif bir şekilde dokundurduktan sonra bileğime doğru hareket etti. İşaretparmağı ve ortaparmağı bileğimdeki damarların üzerinde gezinmeye başladığında onu izledim; ilk defa büyülenmiş gibi baktığını görmüştüm.

"Tenin bembeyaz," dedi hayran bir tınıyla. "Derinin altında dolaşan o sarmaşıkları görüyorum ve duyuyorum." Ne dediğini anlayamadığım için öylece bakarken yavaşça bileğimi tuttu ve havaya kaldırarak kendisine yaklaştırdı. Bakışları bana döndüğünde, "Dinliyorum," diye fısıldadı. Bileğimi narin denilebilecek kadar kibarca kulağına götürdü ve gözlerini kapatırken, "Atışlar burada," diye fısıldadı. "Atışlar sarmaşıklarındaki nabzında."

"Sarmaşıklar," diye fısıldadığımda damarlarım için yaptığı bu benzetme, yüzümde sıcak bir tebessüm oluşmasını sağlamıştı; onun ise gözleri hâlâ kapalıydı fakat dudakları aralıklı duruyordu. Çekinerek ama bir o kadar cesurca sağ eline uzanıp parmaklarını tuttum; Korel'in yüzü değişti fakat kendini benden çekmedi.

Onun gibi avcunun içini döndürdüm ve parmaklarımı bileklerindeki damarlarında gezdirdim; damarları şiş ve o kadar belirgindi ki, "Senin sarmaşıkların kalın," diye mırıldanmadan edemedim. Dövmelerinden zorlukla görünen damarları şişmişti. Tümsekler oluşturmuşlardı, damarları çok güzeldi. "Sarmaşıkların bir insanın tutunabileceği kadar güvenilir görünüyor."

Elini yavaşça havaya kaldırdım ve bileğini kulağıma götürürken ona biraz daha yaklaştım; gözleri aralandı ve bakışlarımız kesişti. Bileğini kulağıma yasladığım an, bahsettiği o atışları ben de duyduğumda, "Korel," diye fısıldadım. "Atışlar sarmaşıklarındaki nabzında."

Gülümsedi, gülümsemesi o kadar sıcaktı ki aynı şekilde ona baktım ve yutkundum; hiç olmadığı kadar güzel, kusurlarına rağmen kusursuzdu. O güldüğü zamanlar, bütün kusurları da gülümsüyordu.

"Sarmaşıklar sadece damarlarımız değil," dedi soluk bir tınıyla. "Sarmaşıklar geçmişimiz. Bak, dinle. Geçmişin sesi gibi." Korel Erezli senin geçmişin.

Korel Erezli benim geçmişim miydi?

Hatırlayamadığım, köhne hafızamın kör bir kadın gibi arayıp bulamadığı o adam Korel miydi? Belki de Korel benim geçmişimdi fakat bir geçmiş, bu kadar yaralı olamazdı.

"Sanırım bu sefer anladım," dedim kafamı aşağı yukarı sallayarak. Aynı anda bileklerimizi aşağıya indirdik fakat tutmayı bırakmadık.

"Bir bileği kestiğin zaman," diye fısıldadı ve bileğini hafifçe bileğimin üzerine yerleştirdi. "Bir sarmaşığı kopardığın zaman, bir nabzı susturduğun zaman geçmişini susturursun." Bileğini bileğimin üzerine çapraz bir şekilde bastırdı ve diğer eliyle ikisini resmen birbirine yapıştırdı.

"Korel," dedim ve bir mucizeye bakıyormuş gibi gözlerimin aydınlandığını hissettim. "Nabzını nabzımda hissediyorum. Bu çok tuhaf."

Korel bileğini bileğime hafifçe sürttü ve o an bileğindeki yara izini hissettim fakat umursamadım, aldırış etmedim. Oradaydı, tam bileğimin üzerindeki atışlarda canını hissediyordum.

Korel'in canı, benim canımın üzerinde atıyordu.

"Ve sarmaşıklar birbirine dolandığında," dedi yüzüme yaklaşarak. "Geçmişte bağlanır. Hissediyor musun?" Korel Erezli senin geçmişin.

Korel Erezli senin dolandığın sarmaşık; o sarmaşığı koparmadığın sürece senin geçmişin olarak kalmaya devam edecek

"Hissediyorum," dedim ve tekrar onun herkesten farklı çalışan zihnine hayran olduğumu fark ettim. "Artık geçmişi görebiliyorum."

Korel kafasını aşağı yukarı sallayıp, "Güzel," diyerek bileğini yavaşça bileğimden çekti. Koltuğun kenarına doğru kaydığında boynunu sertçe çıtlattı ve cebinden bir sigara paketi çıkardı, ardından çenesiyle paketin kapağını açarak dişleriyle bir dal sigara çekti. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını ateşlemek için çakmağı eline aldığında ona karşı duyduğum hayranlığı o kadar net hissediyordum ki tarif edebileceğim bir kelime bile yoktu.

Yaktığı sigarasından bir duman çektiğinde, yavaşça koltukta cenin pozisyonu aldım ve sırtımı odaya döndüm. Alttan alttan Korel'e bakarken, üzerimdeki elbiseyi umursamadan dizlerimi karnıma çektim ve ufacık kalana kadar kendime sokuldum.

Konuşmamızın bittiğini fark edebiliyordum. İkimiz de sessizliğe gömülmüştük ve ağzımızı bıçak açmıyordu, biliyordum ki sigarası bittikten sonra bu koltuktan kalkıp yatağına gidecekti fakat bunu istemediğimi de hissedebiliyordum.

Onun varlığının korkusu beni koruyabilir miydi? Koruyordu.

"Korel," dedim kısık sesle ve ona değil koltuğun yüzüne bakarak, "Bileğini verir misin?" diye sordum. "Uyumak istiyorum, ben uyuduktan sonra gidersin."

Karşı çıkmasını ya da dalgaya almasını bekledim fakat birkaç saniye sonra bileğini yüzümün önüne düşürdüğünde hafif bir tebessümle, "Teşekkür ederim," diye fısıldadım ve biraz daha kayarak başımı Korel'in eline, kulağımı Korel'in sarmaşıklarında atan nabzına yasladım.

Her nabız sesi, başka bir ninni gibi beni uyutmak istiyordu; Korel'in nabzının sesi ninni gibiydi ve çok geçmeden uykuya daldım.

***

Kötü mü, iyi mi olduğuna karar veremediğim bir rüyadan dolayı zihnim hayata döndüğünde elimin üzerinde ağırlık hissettim ve kolumun uyuştuğunu fark ettim. Saat kaçtı bilmiyordum fakat sanki çok da uzun zamandan beri uyumuyormuş gibi hissediyordum.

Zorlukla ve inleyerek gözlerimi açtığımda uyku sersemi tam karşımda gördüğüm yüzle nefesim kesildi ve gözlerimi sıkıca kapatıp açarak tekrar baktım.

Korel'in başı elimin üzerindeydi ve kulağı nabzımdaydı. Yüzü ile yüzüm arasında bir karış mesafe vardı, nefesi yüzüme çarpıyordu. Dudaklarım onun çene hizasındaydı ve birbirimize tersten bakacak durumda yatıyorduk.

Bir eli kolumu sımsıkı kavrarken, yüzünde gergin bir ifade vardı fakat uyuyordu. Yüzü yüzümün tam karşısındaydı ve o uzun boyuna, uzun kollarına ve güçlü bedenine rağmen cenin pozisyonu almış küçük bir çocuk gibiydi. Kavradığı kolum, sanki tutunmak istediği bir daldı. Yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade olsa da sonrasında bir anda değişti ve dudaklarındaki gerginlik düzeldi. Dizlerini biraz daha kendine doğru çektiğinde kalbimde onun için geçen bütün dünyaları tek tek yakmak, kendimi parçalamak istedim.

Benim üzerimde bir battaniye varken, onun üzerinde hiçbir şey yoktu. O, muhtaç bir çocuk gibi uyuyordu ve kulağında sadece nabzımın sesi vardı. Bir an nabzıma ninniler öğretmek, onu günlerce uyutmak istedim. Hâlâ kulağımda atan nabzını dinler vaziyette onu izleyerek tekrar uykuya daldığımda, koluma sımsıkı gömülen parmaklarının tutunuşu Korel'e değil bir erkek çocuğuna aitti.

***

Hatırlayamadığım kâbuslar ve rüyalarla geçirdiğim bir gecenin ardından gözlerimi zorlukla araladığımda ağzımda metalik bir tat hissediyordum ve bunun sebebinin gece içtiğim alkol olduğunu az çok anlamıştım.

Gecenin görüntüleri kesik kesik zihnime düştüğünde, gözlerimi açmak yerine daha sıkı kapattım ve hatırlayabildiğim kadarını tartmaya çalıştım fakat hatırladığım en belirgin detay, Korel'in bileğimi dinleyerek uyuduğuydu. Geriye kalanlar ise puslu bir camın ardında gibiydi fakat bu camı temizleyecek kadar kendimi dinç hissedemiyordum ve sanki hâlâ alkolün etkisindeydim.

Elimin üzerinde bir ağırlık yoktu ve birinin nefesini de hissetmiyordum; sıkıca yumduğum gözlerimi hafifçe açıp yutkunmaya çalıştığımda boğazımın kuruduğunu hissettim. Altdudağımı dilimle ıslattığımda birkaç kere gözlerimi kırptım ve Korel'in yanımda olmadığını fark ettim.

Hâlâ aynı şekilde yatıyordum, hareket etmemiştim, üzerimdeki battaniyenin bir tarafı açılsa da hâlâ üzerimde duruyordu. Ensemden aşağıya bir ter damlası düştüğünde gözlerimi tamamen açtım ve koltukta yavaşça oturur pozisyona geçtim. Hava aydınlanmıştı ve vitray pencerelerden bir tanesi açılmıştı, güneş odaya giriyordu.

Birbirine karışan saçlarımı düzeltirken hırıltılı bir tınıyla, "Korel?" diye seslendim fakat ev dün bıraktığımız gibiydi ve Korel ortalarda görünmüyordu. "Korel!" dedim daha yüksek sesle ve elimi enseme yerleştirerek teri sildim.

Kapısı kapalı odaların birinden şarkı sesi yükseldiğini duyduğumda kaşlarım havaya kalktı ve uyuşan bacaklarımla zorlukla ayağa kalktım, elimle koltuktan destek alırken, kulağımı öne doğru uzattım.

Yelawolf'un bildiğim bir şarkısı kulaklarıma dolduğunda Korel'in içerideki odada olduğunu fark ettim ve gülümseyerek başımı döndürdüğüm an, dün geceden kalma sehpanın üzerinde bana ait olan aile fotoğrafını gördüm ve yüzümdeki gülümseme donuklaştı. İlk önce hareket etmeden fotoğrafa baktım, ardından yavaşça öne eğilip fotoğrafı elime aldığımda kan lekelerinin temizlenmiş olduğunu gördüm ve gözlerim irice açılırken, ayağıma çarpan çantaya baktım.

Fotoğraf elimden kayıp düşerken, çantanın içindeki mektubu düşününce kalbimin sıkıştığını hissettim ve gözlerim o kapalı kapıya doğru döndüğünde elimi boynuma sardım, ardından hızla sırt çantamı elime alıp içindeki her şeyi koltuğa döktüm. Dizlerim titreyerek zorlukla eğildim ve eşyaları birbirinden ayırırken mektup elime çarptı. Hızlıca tutarak elimde çevirdim ve açılıp açılmadığına baktım. Yapışkanları hâlâ yerinde duran mektup, açılmamış gibi görünüyordu.

Derin bir nefes alırken kendimi koltuğa attım ve gözlerimi sıkıca yumup açarak rahatlamış bir şekilde gülümsedim. Gözlerim mektuba takıldığında tekrar kapalı kapıya baktım, yutkunarak içimdeki yenik düştüğüm merakla âdeta yırtarcasına zarfı açtım.

İçinden beyaz bir kâğıt kucağıma düştüğünde hislerimin çekilmiş olduğunu ve hiçbir şey düşünemediğimi fark ettim. Dün akşam hissettiğim hiçbir duygunun zerresi şu an benimle değildi ve sanki elimdeki kâğıttan babamın cesedinin fotoğrafı bile çıksa hiçbir şey hissedemeyecekmişim gibi geliyordu. Sakince parmaklarımla dörde katlanmış kâğıdı açtım ve ağzımdan büyük bir nefes verdikten sonra, "Tamam," diye mırıldandım. "Kötü bir şey yok."

Açtığım kâğıda ilk önce umursamaz bir tavırla baktım fakat ardından gözlerim yavaşça irileşti ve dudaklarım aralanırken dikkatimi çeken detay, sağ üst köşede yer alan tarih oldu. Bir sene öncesini gösteriyordu. Gözlerim el yazısıyla yazılan harflere ve kelimelere kaydığında buz kütlelerinin içimde devrildiğini ve ayaklarımın altındaki zeminin kaydığını hisseder gibi oldum.

Yazı babamın el yazısıydı fakat yazılan hiçbir şeyi anlayamıyordum; bilmediğim bir dildi. İngilizce, Rusça, Arapça, İspanyolca... Hiçbiri değildi. Az çok bilgim vardı ve hiçbiri değildi. O kadar karmaşık görünüyordu ki bakışlarımı kâğıda sanki anlayabilecekmişim gibi yaklaştırdım ve gözlerimi açtım.

Babamın kıvrık y harfleri, karakteristik a harfleri... Evet, bu babamın el yazısıydı ve tarih bir sene önceyi gösterdiğine göre babam yaşıyordu.

Hislerime ne olmuştu? Hislerim yok olmuştu. Mutluluk, heyecan, zafer... Hiçbir duyguyu hissetmiyordum. Kocaman bir boşluk, anlayamadığım dilde yazılan kâğıt gibiydi.

Hiçbir şey yoktu. Benim hislerimi sömüren, yalanlar mıydı, gerçekler miydi?

Kâğıdın sonunda sağ tarafa atılan babamın imzası ve hemen yanında atılan başka bir imzayı gördüğümde tekrar başımı kaldırdım ve kapalı olan kapıya baktım. Hayal kırıklığını hissetmem gerekiyordu, yokluğu, yalanın acısını, varlığın tadını, yaşamın meyvelerini, ölümün acizliğini...

Boş bakışlarla ayağa kalktım ve mektubu katlayıp tekrar zarfa koyduktan sonra çantanın içine attım ve çıkardığım bütün eşyaları toplayarak çantaya tıktım. Yere düşen fotoğrafı sertçe çekip alarak bir an bile düşünmeden kapısı kapalı olan odaya ilerledim ve müziğin sesi yaklaştıkça kör olan hislerimi avuçlarımın içine alıp canları acıyana kadar sıkmak istedim.

Belki de bu kadar hissizliğimin sebebi, Korel'e olan sebepsiz inancımdı.

Kapıyı çalmadan ve izin bile almadan sertçe açtığımda odanın fazlasıyla küçük olduğunu ve tek bir pencerenin bile yer almadığını fark ettim. On metrekare bile olmayan odada sadece tek bir masa vardı; masanın üzerinde bir daktilo, daktilonun yanında beyaz bir masa lambası. Masa lambasından vuran loş kırmızı ışık, odanın içini kırmızıya boyamıştı.

Korel tam karşımdaydı ve eski bir sandalyeye oturmuş, önündeki daktiloya bir şeyler yazıyordu. Küllükte duran sigara kendi kendine yanıp sönmüş gibi görünüyordu. Korel hipnotize olmuş gibi bir şeyler yazıyor, her satır başına geçtiğinde hızlı bir şekilde kaydırıyor ve yazısına devam ediyordu.

Bir an, o hırsla kalkışım ve içimdeki hissizlik toz bulutları gibi dağılırken, odanın içinde hissettiğim yoğunluk kaşlarımı çatmama sebep oldu. Tek bir masa, tek bir sandalye, tek bir daktilo ve daktilonun arkasında sayfalarca kâğıt...

Korel'in saçları sırılsıklamdı ve odanın içi o kadar sıcaktı ki bunun terden olduğunu fark ettim. Alnındaki boncuk boncuk terleri elinin tersiyle sildi ve bir an, hipnotize olduğu yazısından başını kaldırıp bana baktığında göz göze geldik.

Gözlerindeki saf ifade, masumiyetti.

Odanın duvarları komple boş siyah çerçevelerle doluydu, yerde duran müzikçalar aynı şarkıyı tekrar edip duruyordu. Ürkütücü fakat bir o kadar da huzurluydu; gözlerim boş çerçevelere daldığında sanki her çerçevede başka bir ruh varmış gibi hissediyordum.

İçeriye doğru bir adım attığımda ayağıma poşet değdi ve tökezleyerek yere baktığımda poşetin içindeki tohumları gördüm. Başımı kaldırıp Korel'le göz göze geldiğimde elimde duran fotoğrafa baktığını fark ettim, parmakları hâlâ daktilonun üzerindeydi; üzerine giydiği asker yeşili kazak terden sırılsıklam olmuştu.

"Temizledim," deyip gülümsedi. Sesi kendinden o kadar uzak geliyordu ki bir an karşımdaki kişinin Korel olup olmadığınadan şüphe duydum. Aksanı oldukça belirgindi ve vurgusu yumuşaktı; sıcak gülümsemesi yüzünden silinmedi. "Bak, orada neler var?" diyerek ayağımı çarptığım poşeti işaret etti.

"Papatya tohumları." Temizlenen fotoğraf, ekilmesi gereken papatyalar...

"Korel," diye mırıldandığımda birkaç adım daha attım ve yığın halinde duran kâğıtlara baktım; boş çerçevelerde sanki gözler vardı ve beni izliyorlardı. "Neler yazıyorsun sen böyle?"

Masanın ucunda durduğumda rasgele bir kâğıdı elime alıp Korel'in yüzüne bakmaya devam ettim. Korel omzunu kaldırıp indirdiğinde parmaklarının ucunun kan topladığını fark ettim. Gözlerindeki yoğunluk ve masumiyetin rengine odaklandığımda yüzüme bir tebessüm yerleşti, ardından dudaklarımı birbirine bastırarak ben de omzumu kaldırıp indirdim. Elimdeki kâğıda umursamaz bir ifadeyle bakmamla kâğıtta yazan kelimelerin, cümlelerin hepsinin bana verilen mektuptakiyle aynı olduğunu fark etmem birkaç dakikamı aldı.

"Ne yazıyor bunlarda?" dedim yutkunarak fakat sesim o kadar kısık, o kadar kırgın çıkıyordu ki ben bile zor duymuştum.

"Anlamazsın. Anlayacak kişiler, sadece bu dili bilen kişilerdir." Kısa ve net cevabının ardından, elimdeki kâğıt titremeye başladı ve o cümle, net bir şekilde zihnimde yankılandı.

Korel Erezli senin varlığın.

Korel Erezli benim geçmişimin kırık dökük emareleriydi.

Korel Erezli benim varlığımın sebebi miydi?