Evin önündeki meyve ağacı kurumuş, ağaçta tek bir meyve kalmamıştı hatta yapraklarını bile dökmüştü ama benim zihnimde tohumunu ektiğim meyve yeni yeni yeşermeye başlamıştı ve eski evim o ağacın büyümesine, sulanmasına ve yeşermesine yardım edecekti.
Tek bir problem vardı: Bu evde büyüyen bütün canlılar, bir gün ölmek zorundaydı.
Zihnimde büyüttüğüm ağacı ve beni öldüren bu ev olabilirdi.
Kapının ardından iriyarı iki adam çıktı ve direkt Korel ile Gürkan'a baktılar. Korel, Gürkan'a şöyle bir bakıp geriye çekildi ve sözü ona bıraktı.
"Misafiriz," dedi Gürkan sadece ve villanın kapalı olan diğer kapısına baktı. "Dört gencin geleceği hakkında bilgi verilmedi mi?"
Adamlardan ses çıkmadı ve bir tanesi kulağındaki kulaklığına bastırarak, "Misafir bekleniyor mu?" dedi, misafirin üzerine vurgu yaparak. Birkaç saniye sonra tekrar Korel ve Gürkan'a döndü. "Tamam, alıyorum içeri."
Adam bana ve Büge'ye baktı, gözlerimi adamın üzerinden ayıramasam da yaptığımın yanlış olduğunun farkındaydım. "Onlar?" dedi bizden bir ucubeymiş gibi bahsederek.
"Tüccarız," dedi Gürkan ve alayla göz kırptı. Ne demek istediğini anlamadım ama adamın bakışları bize daha fazla odaklanırken kaşları çatıldı.
"Onları bu şekilde satamazsınız."
Gerildiğimi hissettim; Korel'e baktığımda konuşulan hiçbir şeyi duymak istemiyormuş gibi yere baktığını gördüm.
"Yaşları küçük." Gürkan bunu bir lütufmuş gibi söyledi. "İçerideki çoğu kişinin küçük kızlara talip olacağını biliyorsunuz." Adamlar birbirine baktı ve bir tanesinin gözü Büge'ye odak lanınca hafifçe sırıttı. "Bize de satabilirsiniz."
Büge gergin bir nefes alıp konuşmak için ağzını açtığında kolundan sertçe tuttum ve susmasını istediğimi belli ettim.
"Maalesef," dedi Gürkan sesini sabit tutarak. "İçeride alıcısı olmazsa düşünebiliriz ama."
Şaşırmıştım. Gürkan'ın bu kadar iyi rol yapabilmesi beni şaşırtmıştı, Büge ise hayal kırıklığına uğramış gibi omuzlarını düşürmüş Gürkan'a bakıyordu. Annesinin adamlarından yeni kaçmışken onu böyle bir yere sürüklemiş olmak canımı yakmıştı.
"Büge, sakin ol," dedim hiçbir şeyden haberi olmadığını hatırlayıp. "Sadece oyun."
Adam ısrar etmedi ve elinde tuttuğu siyah damga aletini havaya kaldırdı. "Tüccarlar gelsin," dedi ve Korel ile Gürkan'ı çağırdı. O sırada arkamda bir hareketlenme fark edip dönünce bir arabanın yanaştığını ve içinden yaşı oldukça büyük olan bir adam ile yanında on sekizden bile küçük olabilecek bir kız çocuğunun indiğini gördüm. "Hayır ya," dedim kız çocuğuna bakarak.
Etrafa ürkek bakışlar atıyordu fakat eli adamın elinin içindeydi. Damga aletini tutan adam değil diğeri hızlıca adamın yanına gitti ve şoförüne bırakmadan arabanın kapısını kapattı. Adam bir anlığına bana baktı fakat hemen başımı çevirip Korel ile Gürkan'a odaklandım.
Adam, damga aletini Korel ve Gürkan'ın sağ gözünün altına bastırıp çektiğinde neler olduğunu anlayamamıştım fakat Korel bana dönüp baktığında sağ gözünün altında iskambil kâğıtlarındaki karo şeklinin olduğunu gördüm. Dövme gibi duran işaret, iskambildeki gibi kırmızı renkteydi ve orta boyutlardaydı.
Korel durumdan memnun değilmiş gibi kafasıyla işaret verdi ve benim geçmem gerektiğini belli etti. Tam o sırada bileğimden bir el hızlıca beni çektikten sonra, "Bekleyemeyiz sizleri," diyerek bir damgayı sertçe sağ gözümün altına bastı. Korel bir adım attığında Gürkan'ın hafifçe Korel'i göğsünden itekleyip başını sağa yatırdığını gördüm.
Büge'ye de aynı hareketlerle damgayı vurduklarında oradaki en değersiz kişilerin bizler olduğumuzu anladım.
Büge bana baktı, ben Büge'ye baktım ve onun gözünün altında da iskambil kâğıtlarındaki sinek şeklinin olduğunu gördüm.
"Geçin," dedi adam bizlere doğru. "İlk gelişiniz, burayla hiçbir bilginiz yok bu yüzden içeriden çıkamayabilirsiniz de. Sizlerden hiçbir cihazınızı almıyoruz çünkü içeride hiçbir telefon, telsiz ya da oyun cihazları dışındakiler sinyal almaz ve çalışmaz. Onları çalıştırmak için uğraşırken yakalanırsanız canınızı yakarız." Kibirle bizlere baktı. "Köylülerle tekrar dışarıya çıkamazsınız, yasak. Onları ben de dahil birine satmak zorundasınız, satamazsanız onlar kumarhanenin malı olarak kalır." Güldüğünü ama güldüğünü bile belli edemediğini fark ettim. "Satamayanlardan ücretsiz biz alıyoruz, merak etmeyin."
"Amına koyduğumun çocuğu," dedi Korel kısık sesle ve adama hızla arkasını dönüp diğer kapıya doğru yürümeye başladı. Eli sırtımda sabit vaziyette, öfkeyle adımlarını atarken ne diyeceğimi bilemeyip ona baktım.
Gürkan'ın sesi arkadan bize ulaştı. "Ne olursa olsun, hiçbir şeyi belli etmeyin. Her ne için geldiysek halledin; sonrasında çıkışı sağlayacağım, merak etmeyin."
"Nasıl lan?" dedi Korel, Gürkan'a dönüp omzundan sertçe itekleyerek. Bakışlarım kapıdaki adamlara döndüğünde bize bakmadıklarını fark ettim. "Bana bu kadarından bahsetmedin Gürkan, bahsetseydin her şeyi siker yine gelmezdim buraya."
"Sormadın," dedi Gürkan sakin bir sesle. "Fazla dikkat çekici davranıyorsun Korel, öfkeni kontrol et."
Korel işaretparmağıyla Gürkan'ın şakağına birkaç kez vurdu. "Kafan mı çalışmıyor yoksa o kafanın içine sıçtılar mı lan senin? Konu biz değiliz, anlamıyor musun? Girdiğimiz yerde geri çıkışımızın bileti var mı?"
Gürkan da sinirlenmeye başlamıştı bu yüzden araya girip, "Ne olduysa oldu," dedim ve Korel'in kolunu tutup çekmeye çalıştım. "Buraya gelme nedenimiz benim ve gerekirse fedakârlık gösterip sizi çıkarırım."
Korel iki elini öfkeyle yüzüne koydu, ardından saçlarını kav radı ve çekiştirerek, "Beni deli mi etmeye çalışıyorsun sen?" diye sordu bana. "Seni alıp oyun mu oynayacaklarını sanıyorsun? Kaç tane adamın üstünden geçeceğinden haberin var mı? Kaç tane saplantılı adamın içeride olduğundan haberin var mı?"
Düşünmemek için çabaladığım şeyleri Korel yüzüme vururken, "Yapacak başka bir şey var mı?" diye sordum. "Buraya geldik, bizi damgaladılar ve satılacağız. Bir çaresini bulmalıyız."
"Midem bulanıyor," dedi Büge ve eliyle ağzını kapattı. "Bu kadarı gerçekten çok fazla."
"Gürkan," dedi Korel beni es geçerek. "Beni aramadılar; üzerimde bıçaklar var, başka şeyler var. Neden aramıyorlar?"
"Çünkü onların istediği de bu." Kaşlarını kaldırdı. "Bıçağı çıkarıp onlara meydan okusan şenlik olur ve hepsi senin ölümünü izlemenin keyfini çıkarır. Burası öyle bir yer ki tek bir normal insan yoktur, varsa da satılmıştır ya da içeride tıkılmış kalmıştır." "Yüzümüzdekiler ne peki?" diye sordu Büge, Gürkan'a.
"İskambil kâğıtlarındaki şekillerin bir anlamı vardır," dedi Gürkan ve Korel'e baktı. "O da biliyor."
Korel sözü aldı. "Sinek köylüleri simgeler, karo ise tüccarları. Siz bizim köylülerimizsiniz ve biz sizi tüccarlarınız olarak satacağız."
"Maça asilleri simgeler, kupa ise din adamlarını. Ne kadar maçalar en üstte gibi görünse de kupalar her zaman daha üsttedir çünkü inanç her zaman daha fazla şansı açar. Biz de tüccarlar olarak onların uşakları gibiyiz." Gürkan sözü alıp cümlesini bitirdiğinde Büge'ye baktı. "Korkma, bir çaresini bulacağız."
"Bu kadar şeyi sen nereden biliyorsun?" dedi Büge, Gürkan'a dikkatle bakarak. "Bu kadarı çok fazla, Gürkan."
"Çünkü bir aralar asil olan birini tanıdım," dedi Gürkan sadece ve başını çevirip konuyu kapatmak istermiş gibi kapıya baktı. "Burada durarak dikkat çekiyoruz."
Şu zamana kadar hiçbir kumarhaneye girmemiştim, hiçbir kumarhanenin dibinden bile geçmemiştim ama Rimmles'in diğer bütün kumarhanelerden daha farklı olduğunu görebiliyordum.
Gürkan kapıya doğru yürümeye başladığında Büge hemen yanındaydı; biz de onların arkasından gitmeye başladık.
"Korkuyor musun?" diye sordu Korel, dönüp bana bakarak. Gözlerim sağ gözünün altındaki karoya takıldı ve gerçekten korkmadığımı hissederek, "Hayır," dedim. "Sen?"
Korel'den de hayır yanıtını bekledim fakat o sorumu cevapsız bırakmayı tercih etti. Korel'in bile korkma ihtimali varken ben neden bu kadar rahat hissediyordum? Evin verdiği aitlik hissi miydi yoksa o evden daha önce de kaçtığım için miydi?
Kapı bir anda açıldı ve uzun bacaklı, esmer bir kadın sımsıcak gülümsemesiyle bizi karşıladı. "Hoş geldiniz."
Gürkan tebessüm etti, Büge'nin hâlâ eli ağzındaydı. Korel bir tepki vermedi, bense evin içine kapı daha yeni açılmışken bile merakla bakmaya başladım.
İçeriye girdiğimizde ve kadın kapıyı arkamızdan kapattığında o kapanma sesinin sanki içimdeki başka bir kapının sesiymiş gibi hissettirmesi tuhaftı. Kadın, Korel ve Gürkan'a yaklaşarak ceketlerini almak istedi; o kadar güler yüzlüydü ki bu beni rahatsız etmişti. Bir an bile gülmese sanki onun için her şey çok kötü olacaktı.
Korel ve Gürkan ellerini kaldırarak ceketlerinin alınmasını istemediklerini belirttikten sonra bizi koridora yönlendirdiler; ilk gözüme çarpan parlak mavi, turuncu ışıklar olurken, bir yandan da büyük salon gözlerimin içine doldu.
"Benim odam üst katta olacak!" diye koşan Mine'ydi. Elinde kocaman bir basket topu tutuyordu ve merdivene doğru koşarken topu da yere çarpıyordu. "Minel'le aynı odada kalmak istemiyorum baba!"
Babama mutsuz bir ifadeyle bakmıştım. "Beni sevmiyor mu?"
Babam gülmüştü; içten, sevecen ve sıcak bir gülümsemeydi bu.
"Seni sevmediğini sakın düşünme, o sensiz nefes bile alamaz."
Gözlerim merdivene odaklanmışken ablamın hayali sanki o merdivenleri hızlı hızlı tırmanıyor ve topu merdiven basamaklarında sektirirken bize dönüp dil uzatıyordu.
Mine mutluydu, gülümsüyordu, gözlerinin içinde her duygu vardı ama en çok şefkati hissetmiştim.
Kalbime ağrı girdi, büyük bir yük sanki kalp atışlarımı zorla dığında gözlerimi hızlıca merdivenden çektim ve kendimi doğrultmaya çalıştım. Zamanı değildi, yeri olabilirdi ama zamanı kesinlikle değildi; güçlü olmam gereken zaman tam da bu zamandı.
"Çok büyük," dedi Büge şaşkınlıkla.
Kocaman salonun yerleri kırmızı halıyla kaplanmıştı; tavandan sarı avizeler sarkıyordu ve içeriye mavi ışığı veren, duvar kenarlarındaki oyun konsollarıydı. Çok fazla aydınlık değildi, neredeyse loş sayılırdı ama sanki insanların gözlerinin içi daha belirgindi, bakışları daha netti.
Ortada masalar vardı; masaların çevresinde oturan adamlar ile kadınlar kahkaha atıyor, oyunlarını oynuyorlardı. Kaç tane masa olduğunu sayamıyordum, o kadar fazlaydı ki bizim neden böyle bir evde yaşadığımızı sorgulamaya başladım. Korel'le bakışlarımız kesiştiğinde onun da aynı şeyi düşündüğünü anladım. Yavaş yavaş ortaya ilerlediğimizde kalbimi daha fazla sıkıştıran o görüntüyle karşılaştım ve gözlerimi kapatmak istedim.
Salonun ortasında bir çocuk havuzu vardı; yüzme havuzunun üzeri sanırım doldurulup kapatılmıştı ama sadece çocuk havuzu öylece içi su dolu duruyordu. Başka birisi o havuzun süs olduğunu düşünebilirdi, salona anlam katmıştı ama benim için kesinlikle öyle değildi.
"Dışarıyla içeriyi birleştirmişler," dedim Korel'e. "Büyük havuzu yok etmişler ama çocuk havuzu duruyor. Neden?"
"Çünkü o havuzda seneler önce bir cinayet işlendi," dedi Gürkan bana bakarak. "O cinayet, kupalar için şanslarını açtığına inandıkları bir sembol haline geldi. Kupalar yani din adamları o sudan içmeden oyunlarını oynayamazlar."
Ağzından çıkan her kelime, her cümle gözlerimin önündeki görüntüyü daha fazla titretip ellerimi yumruk yapmama neden olurken, "Madem bir cinayet işlendi, burası nasıl bir kumarhane olarak işletiliyor?" diye sordum.
Gürkan omzunu kaldırıp indirdi. "Evin sahibi o zamanlar bu cinayetin ya da intiharın daha fazla ses getirmesini istemeyip üzerini bir şekilde kapatmış. Uzun zamandır kumarhane olarak işletiliyor ama tahmin edersin ki buraya giren bir daha çıkamıyor, çıkan da bu sırrı gidip polislere verecek tipler değiller." Kafasını anlamsız bir ifadeyle salladı. "Polislerin de haberi olduğunu düşünüyorum ama engelleyemiyorlar çünkü onlar da girdiklerinde çıkamıyorlar. Herkesin yüzüne iyi bak," dedi Gürkan bana. "İş adamları, milletvekilleri, polisler, doktorlar, mimarlar, öğretmenler fark etmez; burada her çeşit insan var ve burası onlar için gizledikleri kişiliklerini açığa çıkardıkları yer."
Büge, "Cinayet nasıl işlenmiş?" diye sordu Gürkan'a ve havuza baktı. "Bu sapkınlıktan başka bir şey değil."
"Kadın havuzun içinde kendini öldürüyor ama cinayet diye geçiyor," diyerek cümleye devam edeceği sırada Korel Gürkan'a bakarak, "Konuyu kapat," dedi. "İşimizi halledip siktir olup gidelim buradan."
Gözlerim havuza odaklandığında ölümünün nasıl izler bıraktığını, nasıl yaraladığını yavaş yavaş hissetmeye başladığımı fark ettim. Sanki bir el kalbimden girip tam kalbimi sökeceği sırada tekrar bırakıp bir damarımı söküyordu. Her damar ablama karşı hissettiğim sevgi, şefkat, özlem ile merhametti ve o damarlar her söküldüğünde bir parçam daha gidiyordu.
Şimdi o damarlar kopuyor, tekrar birleşiyor, tekrar kopuyor ve tekrar birleşiyordu.
"Ablamdı." İleriye doğru gitmeye hazırlanan Büge ve Gürkan dönüp bana baktılar, Korel ise başını yere çevirdi. "Kendini öldüren kişi ablamdı, havuzun içinde kendini öldürdü." Gürkan'a baktım. "O öldüğünde ben de yanındaydım ama hatırlayamıyorum, bu yüzden buradayız. Yüzleşmeye geldim ve sizler bok gibi bir durumun içine düştünüz."
Büge ve Gürkan öylece kalırken, ikisinin de dudakları şaşkınlıkla aralanmıştı. Gözlerini benden ayıramazlarken ben de onlara bakıyordum ve gözlerinin içinden geçen acıma ifadesini izliyordum. Yavaş yavaş duruşları değişti ve Büge, "Ciddi misin?" diyerek tuttuğu nefesini verdi.
"Tamam," dedi Korel ve Büge ile Gürkan'a dik dik baktı. "Şaşırma, evirme, çevirme, dallandırma, budaklandırma bunların hepsini sonra yaparsınız, önünüze dönün."
"Hey," diye bir ses duyduğumda bir adam Gürkan'ın yanına gelip sertçe omzuna vurdu. Adamın gözünün altında maça vardı, o asildi. "Sana beni nerede bulabileceğini söylemiştim. Ne haber?"
Gürkan'ın şaşkınlığı hâlâ yüzünden okunuyordu ve afallamış bir ifadeyle adama, "İyilik," diyebildi sadece.
Adamın saçları sarı, gözleri ise yeşil tonlarındaydı. Gürkan'la hemen hemen aynı yaşta gibi görünüyordu fakat bakışları hiç de hoş değildi.
"Size masa ayarladım," dedi, ardından göz kırptı. "Tüccarlara ayrıcalık geçmem ama sizin için de bir şeyler ayarlarız." Bana ve Büge'ye baktı. "Köylüleriniz bunlar sanırım." Büge'ye çekinmeden yaklaşıp saçına dokundu. "İyiymiş," deyip bana doğru geldi ve beni de şöyle bir süzdükten sonra, "On sekizden küçük mü?" diye sordu, sorusu Korel'e yönelikti, eli bana dokunmak için hamle yaptı.
"Yok," dedi Korel sadece ve önümü kapatarak beni diğer tarafına aldı.
"Vov," dedi adam ellerini kaldırarak. "Parasız dokunamıyor muyuz yoksa?"
Korel'in hemen arkasındaydım ve sırtından başka hiçbir şey göremiyordum ama gerildiğini arkasında sımsıkı birleştirdiği ellerinden anlayabiliyordum. Parmaklarını içeri kıvırıp yumruk yaptığında kendini dizginlemeye çalıştığını anlamıştım.
Korel adama cevap vermediğinde Gürkan devreye girdi. "Bu işte yeni o daha," diyerek Korel'i gösterdi. "Köylüleri sahiplenenlerden yani."
Korel'in arkasından yavaşça çıkıp adama baktım; Korel'in önünden çekilmiş ve Gürkan'ın yanına gitmişti.
"Benlik bir sıkıntı yok ama onun için sıkıntı olur," dedikten sonra umursamaz bir edayla yürümeye başladı.
Dört-beş metre ilerideki boş masayı parmağıyla gösterip Gürkan'a bir şeyler söylerken biz de arkalarından yürüyorduk. Etrafa dikkatlice bakan gözlerim bir iz, bir leke, bir geçmiş arıyordu fakat sanki ev, inanılmaz derecede güzel gizlenmiş bir mezardı ve benim o mezara ulaşmam için evi yıkmam gerekiyordu. "Buraya oturun," dedi sarışın adam Gürkan'a doğru. "Birazdan masanıza kupalar ve maçalar gelir muhakkak. Köylülerinizi çekici giydirmemişsiniz ama yaşları yüzünden dikkatleri çekerler."
Kurduğu son iğrenç cümle midemi kaldırırken Büge'yle göz göze geldik ve irislerindeki korkuya şahit oldum. Büge ve Gürkan'ı kendimle beraber bir çukura sürüklemiştim ve onlara bir şey olursa tek sorumlusu sadece ve sadece ben olacaktım.
"Büge," dedim kısık sesle. "Gerekirse kendi canımı tehlikeye atacağım ama sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim, lütfen korkma. Her şeyin suçlusu benim."
Büge'nin bakışları hızla değişti ve az önceki o acıyan ifade geri geldi. "Minel," diye mırıldandı ve hiç beklemediğim anda beni kendine çekip sarıldı. "Bu zamana kadar sen ne kadar yanımda olduysan ben o kadar yanında olamadım. Korkum sadece kendim için değil, hepimiz için, böyle düşünme." Geriye çekildi ve yüzümü ellerinin arasına aldı. "Senin için her şeyi yapmaya hazırız, hepimiz hazırız." Bakışları Korel'e kaydı ama tekrar bana baktığında acıma duygusunun yerli yerinde durduğunu fark ettim.
"Oturalım," dedi Gürkan; fısıldaşmalarımızı duyup duymadığını merak ettim.
Büyük bir rulet masasına oturmak için ilerlediğimizde masaya ilk oturan kişi Gürkan oldu, ardından Büge Gürkan'ın yanına oturdu. Korel önce benim oturmamı bekleyip sonra oturduğunda dirseklerini masaya yasladı ve ellerini yüzüne bastırdı. Birkaç dakika öyle durduktan sonra elleri saçlarına kaydı ve kumral saçlarını çekiştirdi.
"Korel," dedim ona yaklaşarak. "Sakin ol."
"Sikeyim," dedi ve bana dönüp baktı. O kadar öfkeli, o kadar tedirgin görünüyordu ki ilk defa kendimi Korel'den daha sakin hissetmiştim. Gözleri Gürkan'a döndü. "Bana böyle bir yer olduğunu söyleyecektin."
"Ben de fazla bir şey bilmiyordum." Gürkan da sakindi ama Korel'in tepkilerinden korktuğu açıkça belli oluyordu. "Çok gergin görünüyorsun, sakin ol ve rol yap. Şu bacaklarını da titretmeyi bırak, buradaki insanlar inanılmaz dikkatlidir."
Korel'in bacakları kendini sakinleştirmeye çalışıyormuş gibi titriyor, elleri bir türlü durmuyordu. Bir elimi çekinerek bacağına koyup sıktım. Korel bana bakınca, "Lütfen," dedim. "Kimsenin zarar görmesine izin vermeyeceğim."
Korel yüzüme bakarken gülmeye başladı ve kafasını iki yana salladı. Öyle bir gülüyordu ki dışarıdan gören biri eğlendiğini düşünebilirdi fakat gülüşü sadece ve sadece öfkedendi. "Kimsenin zarar görmesine izin vermeyeceksin?" dedi sorgular gibi ve parmaklarını şakaklarına bastırdı. Gözlerini kapatırken, "İzin vermeyecekmiş," diye tekrar etti. "Kimin umurunda başkalarının canı?"
"Anlamadım?" deyip Korel'e doğru eğildim. Parmaklarım bacağına biraz daha saplandığında titreyişini durdurdu. "Biliyorum, başkalarını önemsemiyorsun ama sana da bir şey olmasına izin vermeyeceğim." Gürkan ve Büge'ye baktım. "Buraya gelme nedenimiz tamamen benim ve istenilen kişi de benim, sizlerin canını tehlikeye soktuğum için üzgünüm ama asla zarar görmeyeceksiniz."
"Yeter," dedi Korel dişlerinin arasından ve elimi sertçe tutarak bacağından uzaklaştırdı. "Bir daha canını kumar oynarmış gibi masaya yatırırsan o canını yakarım senin."
Sesi tedirgindi ama derinlerde çaresizliğin verdiği o tını, kendini göstermek istermiş gibi bana el sallıyordu. Korel'e kaşlarımı kaldırarak baktım ve diyecek hiçbir şey bulamadım. Düşündüğü bendim; söylemek istediği buydu, değil mi? Bedenimi ısıtan, kalbimin teklemesine sebep olan bu düşünce Korel gözlerini benden kaçırana kadar devam etti.
"Gürkan," dedi Korel. "Ben plansız hareket etmeyi seven bir adam değilim, bunu biliyorsun. Minel'i yalnız bırakamayacağım için etrafı arayamıyorum. Elbet bir çıkış vardır, sen bakabilir misin?"
Gürkan kısa bir süre düşündükten sonra başını çevirip uzun süre bir yere baktı; baktığı yerde bizi buraya oturtan sarışın adamın olduğunu gördüm. Adamın gözleri üzerimizde gezirken başını eğmiş gülümsüyordu ama şüphe, hareketlerinden hissedilir derecede anlaşılıyordu.
"Asil benden şüpheleniyor, bu işleri bıraktığımı biliyor ve her hareketimi izleyecektir." Bir şeyler düşünüyormuş gibi etrafa bakmaya devam etti fakat o sırada Büge, "Ben bakarım," dediğinde hepimizin gözleri ona döndü.
"Burada en dikkat çekmeyecek kişi benim; ayrıca kimse bana zarar vermek istemez, en fazla kullanmak ister."
"Hayır Büge," dedim sert bir sesle. "Bunu yapmana asla izin vermem. Benim için geldiysek bunu ben de yapabilirim." Korel'e döndüm. "Eve gelme nedenim çağrılmış olmam değil sadece; ben bu evi gezmek de istiyorum. Hem eğer çağrıldıysam şu an göz hapsindeyimdir ve yanımdaki kişi ne yaparsa yapsın ona da dikkat edilir."
Korel'in karşı çıkmasını bekledim ama onu bile yapmadan bana ciddi misin bakışı atmaya başladı. O sırada Gürkan'ın, "Haklı," dediğini duydum. "Tamam, en çok zarar görecek kişi Minel ama masadaki en önemli kişi de Minel. İstenilse ona her türlü zarar verilirdi, kapıda damgalanırken verilirdi en basiti. Zarar verilmekten öte başka şeyler olduğu açıkça ortada."
Korel dişlerini sıkarken çenesindeki kemikler açıkça ortaya çıkıyordu. Hepimizin gözü Korel'in üzerindeydi, izin vermesini bekliyor gibiydik ve bu beni rahatsız hissettirmişti. "Tamam," dedi Korel en sonunda. "Evi beraber gezeriz." "Beraber mi?" dedim şaşkınlıkla.
"Ne sandın?" diye sordu. "Tek başına yanımdan bir adım bile uzaklaşamazsın." Üçümüzün de yüzüne baktı. "Asla." Bana döndü. "Tartışmaya kapalı."
"İşte, buradalar." Ses masanın uzağından geldi; başımızı çevirdiğimizde sarışın adamın bize doğru yanında biriyle yürüdüğünü gördük. Sarışın adamı uzun süre boyunca inceledim ve bakışları beni inanılmaz derecede rahatsız edince hızlıca yanındaki adama baktım.
O an, bütün geçmiş ve şimdi önümde dizili domino taşları gibi devrilmeye başladığında karnımın içinde korkulu bir sancı hissettim.
Yanındaki adamı tanıyordum ve tanıdığım yer geçmiş değil, şimdiydi.
Adamın da gözleri hızla benimkilerle buluştu ve masanın yanında durup sadece bana baktı. Yanık olan yüzünü kilometrelerce uzaktan bile tanırdım, bunu biliyordum ama hissettirdiği o geçmişin bıraktığı sancı asla unutulmazdı.
Sağ gözünün altındaki kupa, onun bir din adamı olduğunu gösteriyordu ama aslında onun benim için gelen bir Azrail olduğunu bir tek ben anlayabiliyordum.
O Doğan Yankı'nın evinde, Korel yukarıdaki kütüphanedeyken benim yanıma gelip babamın yaşadığını söyleyen ve her şeyin suçlusunun Korel olduğunu dile getiren adamdı. Onu yüzünde kar maskesiyle görmüştüm ama bana yanık izini göstermişti ve ben o yanık izini asla unutmayacağımı o an bile anlamıştım.
Aksak bacağı bile benim zihnimde dönüp duran tasması kaybolmuş köpeği engelleyemiyordu ve bakışlarım bir an olsun ondan ayrılamıyordu.
"Seni bekleyen tüccarlar ve köylüler," dedi sarışın adam. Ellerim terliyor, bir milim bile hareket etmeden öylece duruyordum. Adam bana bakmayı sürdürerek hemen karşımıza oturdu ve başını geriye yatırarak hafif bir tebessümle bana baktı.
O sırada Korel'e dönüp baktığımda adamı dikkatle izlediğini gördüm. Hayır, adamı tanımıyordu, bu çok açıktı ama adamın bakışları Korel'i rahatsız etmişti, bu anlaşılıyordu. Korel'in gözleri ara ara adamın yanık izine kaysa da sonrasında tekrar onun gözlerinin içine bakıyordu.
O gece o adamdan Korel'e bahsetmediğim için hissettiğim pişmanlık, boğazıma dayanan bir bıçak gibi canımı yakıyordu. Söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu; Korel'den sakladığım sır, bir dağ gibi başıma yıkılacaktı ve yıkılırken kendimi kocaman bir enkazdan kurtarmak için yine Korel'e tutunacaktım, bunu biliyordum.
Adam o gün gördüğümün aksine oldukça şık giyinmişti ve bir evsiz gibi değil de seçkin bir iş adamı gibi görünüyordu. Yuvarlak bir yüzü vardı ve gözleri koyu renkti. Tanımasaydım bakışları bana bu kadar rahatsızlık verir miydi diye düşündüm fakat alabildiğim hiçbir yanıt yoktu.
Bakışları sonunda benden ayrılıp Korel'e döndü. Korel'in daha fazla gerildiğini masanın altında tırnaklarının yanındaki etleri sertçe koparmasından anlıyordum.
"Köylüleriniz bunlar mı?" diye sordu adam en sonunda ve ses tonu beni o geceye götürerek ürpertti. Aslında o gece bana yardımcı oluyormuş gibi davranmıştı, babamın yaşadığını söylemişti fakat şimdi bakıldığında hepsinin bir oyun olduğunu ve şu anda gerçek bir labirentin içinde bulunduğumu görüyordum.
Korel gözlerini ayırmıyordu ama konuşmuyordu da. Gürkan, "Evet," dediğinde onun da adamdan rahatsız olduğunu gördüm. Bir şeyler ya tam tersine gidiyordu ya da tam doğru yoldaydı, bilemiyorum ama benim kocaman bir yanlışlığın içinde olduğum ve bu yanlışlığı bilerek geldiğim evde nasıl bir gerçekle yüzleşmeme izin vereceğini henüz anlayamıyordum.
"Yaşları kaç?" Adam birkaç gereksiz soruyla geçiştirmeye çalışıyor gibiydi. Oysaki rahat ifadesi, oturuşu ve gözlerindeki kibir ne istediğini bildiğini belli ediyordu.
Benim anladığımı Korel de anlamıştı ve bu daha fazla öfkelenmesine, tırnaklarının kenarlarındaki etleri daha fazla yolmaya başlamasına neden olmuştu.
"Bir önemi var mı?" dedi Korel adama dik dik bakarak. Sesi oldukça korkutucu ve iç titreten şekilde çıkıyordu.
Adam altdudağını büzdü ve bana dönüp baktı. "Hım," dedi çocuk gibi. "Haklısın, aslında yok. Ne istediğimi biliyorum."
Sırrı benimle saklıyor muydu yoksa daha sonra ortaya mı çıkaracaktı? İçimdeki tedirginliğin sebebi adamın bana yapacakları değil, Korel'in gerçeği öğrendiği zaman düşünecekleriydi. Bu kadar aptal olamazdım. O belki de benden kendi hayatımı saklamıştı ve bir an bile şu an benim hissettiğim gibi hissetmemişti ama ben ondan gizlediğim tek sırrımla Korel'in yüzüne bakamayacakmış gibi hissediyordum.
Sarışın adam hemen tepemizde dikilmeye devam ediyordu. Ortamdaki gerginliği fark ettiğinde ve o gerginliği çıkaran kişinin Korel olduğunu anladığında, "Köylüyü sahiplenemezsin," diyerek Korel'e çıkıştı. "O sahipsiz ve kim satın alırsa ona gider." Korel adamın yüzüne bakmaya devam ederken sarışın adama dönüp bakmadı bile. Eli yavaşça çenesine kaydı ve sertçe sola doğru boynunu çıtlattı.
"Sahipsiz mi?" Kelime Korel'i rahatsız ettiği gibi beni de rahatsız etmişti. "Anlamadığım bir şey var," dediğinde konuştuğunun sarışın adam olduğunu anladım; gözleri ise karşısındaki yüzü yanık olan o adamdaydı. "Kumarı kiminle oynuyor ki satın alacak? Benimle mi?"
"Hayır," dedi sarışın adam. "Tüccarlar kumar oynamaz, sadece elindekileri satarlar." Gözlerim etraftaki masalara kaydığında ilk defa alıcı gözüyle insanlara baktığımı fark ettim.
Birçok yaştan kadın ve erkek vardı. Yüzünde kupa damgası olanlar daha fazlaydı, maça olan ise daha azdı. Hepsi halinden memnun görünüyordu; yüzlerinde tebessüm vardı, seslerinde ise kahkaha. Oyunlarını oynarlarken, sarışın maça bir kadın hemen karşısındaki tüccarın kucağındaki kıza baktı; gözlerim kıza kaydığında on sekiz yaşından küçük olduğunu direkt anladım. Kucağına oturduğu tüccar otuzlu yaşlarındaydı. Oyuna dahil olmuyordu fakat gülümseyerek ruleti izliyordu. Sarışın kadının hemen karşısında esmer kupa bir adam vardı. O da kız için oynuyor gibiydi ve rulete büyük bir heyecanla bakıyordu.
Kumarhanedeki tek mutsuz kişiler köylülerdi.
Kızın gözleri bana döndü, kısa bir an bakıştık ve hissettiği bütün duyguları anladığımda kendimi o kadar değersiz hissettim ki bakışlarının ağırlığını kaldıramadımda gözlerimi hızla onun üzerinden çektim.
Değersiz.
Köylüler için kurabileceğim en yalın kelime bu olabilirdi.
Bugün değil ama bir gün bu insanlar cezasını çekecekti; saplantılı düşünceleriyle küçük çocuklara dokunan eller parçalanacak ve o parçalanan ellerine rağmen ise küçük bedenlere yine dokunmak isteyeceklerdi.
Çocuklar o iğrenç ellerinden bir gün kurtulsa da hepsi kurtulamayacaktı çünkü dünya kötü insanlar için fazla aç, iyi insanlar için ise fazla ölümlüydü. Dünyanın en büyük çukuru olan nefret çukuruna ise çocukların kalbini atacaklardı.
Kalbine nefret bulaşmış çocukların katilleri, dünyanın aç ve kötü insanları olacaktı.
"Kendine gel," dedi sarışın adam ve ellerini masaya yerleştirip Korel'e doğru eğildi. "Eğer başka birisi bu masaya gelir ve senin yanındakini isterse o zaman kumar başlar, eğer kimse gelmezse ve onu isteyen olmazsa o zaman yanındakinden önce kendi canından endişe duyman gerekir."
Kaşlarım çatıldı ve olduğum yerde rahatsızca kıpırdandım. Korel ifadesiz bir yüzle gülümsedi ve gözleri ne kadar tepkisizse dudakları bir o kadar alaylı göründü. "Korktuğumu mu düşünüyorsun?" Korel ilk defa karşısındaki adamdan gözlerini ayırıp sarışın adama baktı. "İnan, neler yapabileceğimi bilsen o gözünün altındaki damgayı silerdin, sonra din adamı olup bana tapardın. Tanrı'nın eli değmiş insanlar, kimsesiz değildir."
Gürkan uyaran bir ifadeyle Korel'e baktı, ardından, "Aldırış etme," dedi sarışın adama. "O hiç iyi bir kafada değil, gelmeden önce çekti bir şeyler."
Sarışın adamın sinirlendiğini fark ettim. "Seni burada toz bulutu haline getirtmem üç saniyemi bile almaz."
"Dene," dedi Korel ve birden ayağa kalktı. Sarışın adam Korel'den neredeyse on santim kısaydı ve Korel ona üstten bakarken daha ufak görünüyordu. "Üç saniyeyi geçer de dördüncü saniyeye gelirsek kafanı götüne sokarım."
"Hey," dedi Gürkan ve o da ayağa kalktı. "Sakinleş."
Çenesi seğirirken sarışın adam Korel'e odaklandı ve birkaç saniye sonra Korel'in arkasına doğru baktığında birilerini çağıracağını anladım. O sırada karşıda oturan adam, "Yapma," diyerek sarışın adamı durdurdu. "Böyle daha keyifli ve bu kumarı daha fazla istememe neden oldu."
Her şey düğümlenmiş gibiydi; sonucun nerede olduğu ise belli değildi. Düğümleri atan bendim, ipi veren Prometheus'tu ama düğümlerin üzerinden yürümeye çalışan sadece Korel'di. Olanları izlemekten başka yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
"Dua et," dedi sarışın adam Korel'e. "Dua et de birileri yarım saat içinde bu masaya gelsin ve senin kızı istesin, yoksa en keyif aldığım sen ve seninki olacak."
Şaşkındım, tedirgindim ve karşımdaki adamın bakışlarından korkuyordum.
Şaşkınlığım, her zaman maske takan Korel'in en çok maske takması gereken yerde o maskeyi düşürmesineydi. Onu ne engelliyordu, ne yoluna çıkıyordu? Nedenini bilmiyordum ama Korel, ne olursa olsun o gece maske takamıyordu.
Tedirginliğim Korel ve arkadaşlarım içindi. Her ne olursa olsun birilerinin zarar göreceğini hissediyordum, ev üzerime çökecek gibiydi ve tek suçlu ben, benden sonra da geçmişti. Benden ablamı alan bu ev, diğer sevdiklerimi de alacak kadar dar ama yüzlerce ölüyü de içine sığdıracak kadar genişti.
Ev, beni içine kabul etmeyen bir mezarlık gibiydi.
Korkularım hislerimeydi. Korkmamın nedeni hislerimdi.
Hislerim beni öyle bir korkutuyordu ki duygularımın ağırlığını bile hissedebiliyordum.
"Yarım saat olmasına gerek yok." Tanıdık sesle beraber gözlerim Korel'in arka tarafına döndü ve hemen arkamızda duran Korhan'la göz göze geldik.
Korel de başını çevirdiğinde dudakları düz bir çizgi halini aldı. Korhan'ın yanında turuncu saçlı bir kadın vardı ve o kadını hemen tanıdım. Gürkan'ın sözde gerçek olmayan evinde karşılaştığım kadındı; bana Korhan'ın kız arkadaşı olduğunu söylemişti. Adı hatırladığım kadarıyla Özge'ydi.
Korhan'ın ve Özge'nin sağ gözünün altında maça yani asil ifadesi vardı.
Özge'yle göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedim, o ise bana karşılık vermeden başını çevirip Korel'e baktı.
Korhan bizi takip mi etmişti?
Korhan geçmişimi bu kadar iyi biliyor muydu? Korhan'ın burada ne işi vardı?
Sarışın adam Korhan'ın elini sıktı, ardından karşımızda oturan adamın yanını göstererek, "Oturun," dedi. "Birazdan birini oyun için buraya göndereceğim."
Korhan tamam der gibi kafasını salladı ve Özge'yle hemen karşımıza oturdu. Korel hâlâ ayakta duruyordu ve Korhan'a dikkat kesilmişti. Bir şey söylemek ile söylememek arasında kararsız gibiydi ama konuşmaması gerekiyordu; yanımızda bir yabancı vardı.
Babamın yaşadığını bilecek bir yabancı.
Korhan bana bakarken soğuk bir ifadeyle gülümsedi; gözlerinde tek bir korku izi bile yoktu ama başka duygular vardı. Bana bakarken, beni koruyormuş gibiydi; beni korurken ise Korel'e meydan okuyor gibiydi.
"Hoş geldiniz!" Bir kadın masamızın yanına geldiğinde yirmi beş-yirmi altı yaşlarında olduğu kanısına vardım. Simsiyah saçları beline kadar uzanıyordu; üzerinde siyah dantel bir sutyen, altında kısa bir etek vardı. Aklıma direkt alıcı olmadığı zaman köylülerin burada kaldıkları geldi; kadınla çok kısa bir an göz göze geldik ve bakışlarından, kıyafetinden, hareketlerinden bir tutsak olduğunu anladım.
Kadın, tüccarları tamamen görmezden geliyordu, onların yüzlerine bile bakmıyordu. Fark etmiştim ki en etkisiz olanlar yine tüccarlardı. "Kimi istiyorsunuz?" dedi kadın Korhan'a ve yanındaki adama bakarak.
Adam ara ara Korhan'a bakıyor, kaşları çatılıyor ve tekrar önüne döndüğünde gözleri beni buluyordu. Korhan'dan önce, "Turuncu saçlı, çilli olan," dedi. Kendimi kumarhaneye girdim gireli ilk defa bu kadar çok değersiz hissetmiştim. Korel olduğu yere oturdu, hatta düştü bile denilebilirdi çünkü kendisini öyle sert bırakmıştı ki bir anlığına sarsılmıştım.
Korhan benden önce Korel'in yüzüne baktı; bakışlarında o üstünlük taslayan kibirli adamı gördüm. Korel'e meydan okuyormuş gibi değil de bana muhtaçsın der gibi baktığında Korel hafifçe başını eğdi ve onun da gözlerindeki muhtaç ifadeyi gördüm.
Korel'in maskesi yere o kadar sert düşmüştü ki parçalandığı zeminde bıraktığı izi her gördüğümde hatırladığım şey, Korel'in benim için bakan gözlerindeki o muhtaçlık olacaktı.
Korel benim için Korhan'a muhtaçtı; meydan okuduğu, üstünlük tasladığı, başkaldırdığı ağabeyine benim için bütün gardını indirmişti.
"Aynısı," dedi Korhan, Korel'in yüzüne bakmaya devam ederek. "Turuncu saçlı, çilli ve bana ihtiyacı olan küçük kız."
Kurduğu cümle, Korhan'a hiddetle bakmama neden olsa da masadan beni kurtaracak kişinin Korhan olduğu gerçeği yüksek sesle Korel'in gözlerinden bana bağırıyordu.
Korel gözlerini kapattı ve yutkunarak kendine sakinleşme payı verdi. Bacakları tekrar titremeye başladığında bir şeyler düşündüğünü anlayabiliyordum ama ne düşündüğüne erişemiyordum.
Kendi kendine girdiği bir durumun içinde çıkış kapısı aradığını ama bütün kapıların yüzüne sertçe itildiğini görebiliyordum.
Plan kurmaya çalışıyordu, kurtulmaya, kurtarmaya çalışıyordu, ağabeyine muhtaç kalmamak için bir şeyler yapması gerekiyordu ama gözlerini açtığında yenilmiş o adamı gördüm.
Yapabilecek hiçbir şey yoktu, ağabeyinden başka hiç kimse kurtaramazdı.
"Evet, iki kişi aynı köylüyü istiyorsa oyun oynanır ve kimin şansı açıksa o kişi kızı alır." Büge'ye baktı. "Yirmi beş dakika içinde sizi isteyen olmazsa başka masaya geçiş hakkınızı kullanacaksınız, dilerseniz şimdi de geçebilirsiniz."
Gürkan, "Hayır," dedi hızla ve Korel'e baktı. "Belki sonra."
Kadın kafasını sallayıp Korhan ile adama baktı. "Beş oyun oynayacağız. İlk oyun tek mi çift mi üzerine olacak, zar atın ve ilk kimin söylemeye başlayacağını görelim, büyük atan her zaman ilk söyler."
Korhan kadının yüzüne bakmadan masanın üzerindeki zarı aldı ve hiç düşünmeden attı. Zar birkaç kere döndükten sonra durdu. "Üç," dedi kadın. Her kelimesini söylerken gülümsüyordu; bir an kadının kapıda bizi karşılayan kadın gibi sürekli izlendiğini ve gülümsemezse canının yanacağını düşündüm.
Adam zarı aldı ve o da gülümseyerek attı. Onun attığı, Korhan'ın aksine daha hızlı döndü ve sonunda durduğunda kadın, "Beş," dedi. "Siz başlıyorsunuz, şanslı başladınız beyefendi. Tek mi, çift mi?"
"Her zaman şanslıyımdır." Adam yüzüme baktı ve çenesini havaya kaldırarak, "Çift," dedi. Korhan'a tek kalırken, Korel'in bacağının daha fazla titrediğini hissettim. O bacağını sallarken, ben de durduğum yerde ister istemez sallanıyordum.
Kadın kafasını aşağı yukarı salladı ve beyaz küçük rulet topunu, kırmızı ve siyahın hâkim olduğu rulet oyun zemininin silindir kısmına bırakmadan önce daireyi hafifçe çevirdi. Yavaşça dönen dairenin silindir kısmına topu bıraktığında daire biraz daha hızlı dönmeye başladı ve aynı şekilde top da o silindir de döndü.
Nefesimi tutmuş, sanki bahisler benim için değil de başkası için yapılmış gibi rulet zeminine bakarken dönen top beynimin içinde gibiydi.
Döndü, döndü, döndü. Gözlerim bir an Özge'nin yüzüne kaydığında bakışlarının üzerimde olduğunu gördüm. Altdudağını kemiriyordu, bir şeyler düşündüğü açıkça ortadaydı ama benim ona baktığımı gördüğünde hızlıca gözlerini gözlerimden kaçırdı.
Küçük top zemine doğru yaklaşmaya başladığında masadaki tek sakin kişi Korhan gibiydi. Büge'nin elinin kalbinde olduğunu, Gürkan'ın tırnaklarını yediğini gördüm. Korel'i söylemeye bile gerek yoktu. Adam ise parmaklarıyla masada ritim tutuyordu.
Top, zeminde birkaç kez sekti ve en sonunda bir rakamın üzerinde durdu.
"On sekiz!" dedi kadın heyecanla ve adama baktı. "Bir-sıfır siz öndesiniz beyefendi, bu ne şans böyle?"
"Siktir," dedi Korel ve elini sertçe masaya vurdu. Ağabeyi alamadığı için hissettiğini direkt belli eden Korel, adamın bakışlarıyla karşılaştı. Adam neler olduğunu anlayamıyormuş gibi Korel'e baktı, ardından gülümsedi. "Söylemiştim, hep şanslıyım."
Korhan omzunu kaldırıp indirdi ve Özge'yle derin bakışlarla birbirlerini izlediler. Eliyle Korhan'ın omzunu sıvazlayıp, "Şanslı bir adam olduğunu ikimiz de biliyoruz," diye fısıldadı. "Ne hissediyorsan onu yap."
Korhan onayladı ve yavaşça başını çevirerek omzundaki Özge'nin eline dudağını yasladı. "Elini çekme, şansım açık olsun."
"Şimdi renk söyleyeceksiniz," dedi kadın ve karşımızdaki kupa damgalı adama baktı. "Önce siz tabii ki."
"Kırmızı." Adam hiç düşünmeden konuştu.
"Zaten siyah demek istiyordum." Korhan da aynı şekilde karşılık verdi.
Bu kadar kolay, düşünülmeyecek kadar ucuz muydum?
Kadın, "Peki," dedi ve küçük topu tekrar o silindire koyduktan sonra rulet zeminini döndürdü.
Déjà vu.
Daima hissettiğim bu şey, birkaç dakika arayla bana uğruyordu ve tanıdığım bir déjà vu'ydü.
Top dönerken, Korel burnunun kemerini sıktı ve aynı anda yutkundu.
Çok tuhaftı.
Hayatım ilk defa şansa bağlıydı ve bu şans Korhan'ındı. Eğer o kazanırsa Korel tarafından ona satılacaktım ve o zaman bir asille beraber bu kumarhaneden çıkabilecektim.
Korel ve Korhan'ın hep düşündüğüm o kumar masasındaydım; satranç değildi, tek fark buydu. Zekâ oyunu değil, şans oyunuydu.
Korel tüccarım olduğu ve satış yapabildiği için özgürlüğüne kavuşacaktı. Peki ya Büge ve Gürkan? Gözlerim onlara kaydığında merakla rulet masasına baktıklarını gördüm. Eğer böyle giderse gece boyunca Büge satılmayacak ve burada kilitli kalacaktı, Gürkan ise tüccarı olarak bedelini ağır ödeyecekti. Satılırsa tanımadığı bir adama gidecek, Gürkan kurtulacaktı.
Koskocaman bir labirentin ortasında kalmış gibiydim; her tarafta boynundan asılan sevdiklerim vardı ve hepsi boğulmak üzereydi. Korel'e koşarken Büge boğuluyordu, Büge'ye koşarken Gürkan ölüyordu.
Korhan boynundan asılmayan tek adamdı; o labirentin dışından beni izliyor gibiydi.
"Kırmızı!" Kadının sesiyle kendime geldim ve adama güldüğünü gördüm. "Yine bildiniz!" Korhan'a dönüp yapay, mutsuz bir ifadeyle baktı. "Eğer üçüncü oyunu da kaybederseniz köylüyü kaybetmiş olacaksınız ve yüklü miktarda ödemeyi bana yapacaksınız."
"Siktiğimin şansına ne oldu?" dedi Korel, Korhan'a doğru. "Her zaman şanslı olan senin şansına ne oldu? Şimdiye mi denk geldi?"
Özge Korhan'ın omzuna koyduğu elini çekti ve kızgın gözlerle Korel'e baktı. Turuncu saçları ve çilleriyle birbirimize ne kadar benzediğimizin farkında mıydı acaba? Özge'nin yüz hatları daha sivri ve erkeksi duruyordu; göz rengi bir an bana ablamınkini anımsattı ve Özge'ye bakarken zihnimde dönen o anı, sesleriyle beraber kucağıma düştü.
"Annem neden saçlarımı kesti abla?" demiştim mutsuzlukla. Başım Mine'nin omzundaydı ve soğuğa rağmen dışarıda, çocuk havuzunun başında oturuyorduk. "Annem saçlarımı sevmiyor mu?"
Ablam okşadığı saçlarımı öptü ve yüzüme bakarken acıyla nefes aldı. "Annem saçlarını çok seviyor Minel."
"Seviyorsa neden kesti abla?" Üzülmüştüm ama ablam benden daha üzgün gibiydi, derin nefes aldığında zorluk çekmişti.
"Çünkü annem uzun bir yolculuğa çıktı Minel, yakında gelecek ama gittiği yere senin güzel saçlarını da götürmek istedi; saçlarını o kadar çok seviyor ki seni her özlediğinde kestiği saçlarına bakacak."
Ablamın söylediklerinin doğru olmadığını biliyordum ama inanmayı seçmiştim.
Boğulduğumu hissettim.
Ellerim refleksle saçlarıma kaydı; bir tutamı elime alırken Korel'le göz göze geldik. Zihnimin içinde yine sesler dönmeye başlamıştı ve net bir şekilde duyduğum o ses, az ilerideki havuzun içinde can veren ablamın sesiydi.
Anaçtı, sevgi doluydu ve onun zihnime uğraması bile huzurlu hissetmemi sağlamıştı.
Canım yanmaya başlamıştı, korktuğum duygular beni kıskıvrak yakalamak üzereydi ve o duygulardan bu kumarhane içinde kaçacağım tek bir nokta bile yoktu.
Düşündüğümden daha fazlaydı, çok daha fazlaydı. Ablam, sadece abla değildi, ablam benim hayatımın bir döneminde annem olmuş gibi hissetmeye başlamıştım.
"Yeni oyunda sizlerden bir sayı isteyeceğim," dedi kadın. "Hanginiz o sayıya daha fazla yaklaşırsanız kazanacaksınız. Eğer bu oyunu siz kazanırsanız..." Adamı gösterdi, ardından beni işaret etti. "Köylüyü kazanmış olacaksınız." Korhan'a döndü. "Eğer siz kazanırsanız oyun devam edecek."
Başımı çevirip Korel'e baktım ve onun da bana baktığını gördüm. Gözleri saçlarımı tutan elime kaydığında hızla elimi saçlarımdan çekerek elinin içine aldı. Masanın altından elimi tutarken sanki arkama bakıyormuş gibi eğildi ve o sırada, "Dayanamayacağım," diye fısıldadı. "Koş dediğimde koşacaksın."
Gözlerim açıldı, Korhan'la göz göze geldik ve ifademi düzeltmeye çalışsam da başarısız oldum. "Hayır," dedim dudaklarımı oynatmamaya çalışarak. "Kaçacak mıyız?"
"Benim için şansa bağlı değilsin, bu kadar basit değil," dedi Korel, sanki çok büyük bir şeyi itiraf ediyormuş gibi. "Sonuç umurumda değil, kaçacağız."
Gözlerim Gürkan ve Büge'ye döndüğünde onların da bize baktığını fark ettim. Gürkan kafasını onaylar gibi bir kez salladı ve planı duyduğunu anladım. Korel değil ama benim sesim yüksek çıkmıştı, bunun farkındaydım.
Hiçbir şey söyleyemedim ama Korel'in eli benim elimi daha sıkı kavradı; öyle sıkı tutuyordu ki elimi bir daha bırakmayacakmış gibiydi. Eğer ona karşı çıkarsam elini bırakmam gerekecekti, bu kuvveti kendimde göremiyordum.
Duruşumu dikleştirdim, ardından, "Başka şekilde bu masadan kalkamaz mıyız?" diye sordum başımı önüme eğerek. O sırada karşımızdaki adamın, "Bir şeyler konuşuyorlar," dediğini işittim ve gözlerimi başımı eğdiğim yerde sabit tutarak altdudağımı dişledim.
Kendime birkaç saniye verdikten sonra başımı kaldırdığımda masadaki herkesin bana ve Korel'e baktığını gördüm. Korhan'ın kaşları çatılmıştı ve geldiğinden beri ilk defa bir olaya tepki veriyordu; planı anlamış olacak ki Korel'e kızgınlığını belli et meye çalışıyordu.
"Öyle bir şey yok," dedim fakat o sırada Korel elimi sertçe sıkarak susmamı istedi.
Kadın elini havaya kaldırdı. "Köylüler izin almadan konuşamaz."
Başımı sağa yatırdım ve öfkenin beni tesiri altına aldığını hissettiğimde dilimin ucuna gelen her cümleyi geriye ittim.
"Ne konuştunuz?" dedi adam bana bakarak. "İzin veriyorum küçük kız, konuşabilirsin."
Bir şey söylemek için hamle yaptığımda Korel, "Ona bir daha böyle söyleme," dedi adama bakarak. "Bir daha sakın ona küçük kız deme."
Korel'i bu ifade neden bu kadar rahatsız ediyordu? Doğan Yankı'ya da aynı tepkiyi vermişti.
Öfkelenmesini ya da Korel'e ters bir tepki vermesini beklerken adamın yüzünü tebessüm aldı ve sırtını oturduğu koltuğa yaslayarak kollarını önünde birleştirdi. "Ne zamandan beri tüccarlar köylüleri becerir oldu? Bildiğim kadarıyla köylüleri becerenler asiller ve din adamları oluyordu?" Bana baktı; zamana göre kısa ama geçmişe göre uzun bir süre bana baktıktan sonra bakışları kısıldı. "Öyle değil mi sevgili Minel Karaer? Oyun bitti, maskeleri düşürelim."
Yutkundum, zaman sanki parçalar halinde önümde tek tek dağıldı; her zamanda bir iz kaldı fakat adamın dudaklarından dökülen ismim Korel'e ulaştığında sanki onun tarafından zaman durdu.
Bende kalan izler sırlarımın önünde eğildiğinde Korel ilk önce bana dönüp baktı, ardından adama döndü.
Oyun tamamen bitmiş gibi görünüyordu, herkes maskesini düşürmeye başlamıştı ve aslında her sebebin başlangıcı olduğum gerçeği adamın dudaklarında ortaya çıkmıştı.
Her şey çok kısa bir sürede olurken, Korel elimi bıraktı, ardından masanın üzerine eğildi, hızla adamı saçlarından kavradı ve sertçe kafasını masaya vurdu. Hep beraber yerlerimizden kalkarken oturduğumuz koltuk geriye düştü.
Korel adamın çarptığı başını kaldırdı; yüzüne dikkatle baktı, ardından tekrar çarptığında adamın kaşının kanadığını gördüm. "Maskeyi parçalayalı çok oldu."
Geriye birkaç adım attığımda Gürkan, "Minel, kaç!" diye bağırdı fakat bacaklarım bir anlığına donuklaştığı için Korel'in gözü dönmüş halinden başka hiçbir şeye odaklanamıyordum.
Korhan, Korel'i omzundan itekleyip geriye sendelemesine neden oldu. O sırada Büge önüme geçerek beni omuzlarımdan itekledi, yüzüme bakarak bir şeyler söylemeye başladı. Kumarhanedeki müzik durdu, herkes oturduğu masadan ayağa kalkıp bizim olduğumuz tarafa bakmaya başladı. Üç tane takım elbiseli adamın Korel'e doğru yaklaştığını gördüğümde kendimi tutamadım, ellerimi saçlarıma geçirip, "Korel!" diye haykırdım.
"Kaç, geliyorlar!"
Korel ona doğru gelen takım elbiseli adamlara baktı, ardından yanıma gelip kolumu kavradı ve koşmaya başladık.
Sendeleyerek peşinden koşuyordum, bacaklarımda his yoktu; başımı çevirip geriye baktığımda Gürkan ve Büge'nin de koşmaya başladığını gördüm. Yerinde kalan tek kişi Korhan olurken, Özge hemen onun arkasına saklanmıştı.
Korel çıkış kapısına doğru koşmaya başladığında zihnimin içinden küçük bir kız çocuğu çığlık atarak bizi durdurmaya çalıştı ve o sırada, "Dur!" diyerek Korel'e bağırdım. "Başka bir yol biliyorum."
"Baba, bu ev neden bu kadar büyük?" diye sormuştum şaşkınlıkla, villanın ortasında dururken.
"Kendimizi gizleyebilmemiz için, cennetimin inci tanesi."
"Ya kaybolursak?" Korkmuştum, ev o kadar büyük gelmişti ki küçük bedenim o evde tıkılıp kalacakmış gibiydi.
"Bu ev bir labirent," demişti dizlerinin üzerine çöküp gözlerini gözlerime sabitlerken. "Bir labirente girdiğinde kaybolursun ama gizli çıkışı bilirsen bizi kurtarırsın." Gizli çıkışı biliyordum.
Korel'i gittiği yönden çevirip kumarhanenin sağındaki kapıya doğru koşturmaya başladım. Korel de bana güvenmişti.
Geriye dönüp bakmaya korkuyordum; bıraktıklarımdan, bı rakacaklarımdan, en çok da göreceklerimden korkuyordum. Bu yüzden Korel'in sımsıkı tuttuğu elimden başka hiçbir şey hissetmek istemiyordum. O sırada kumarhanenin içinde bir silah patladı ve çığlık atarak o kapıyı itekledim.
Silahlar mı?
Bu kadarı gerçekten fazlaydı, o kadar mı kötüydü her şey?
Girdiğimiz kapı başka geniş bir odaya açılıyordu ve bu oda duman altıydı. Kötü kokudan dolayı burnumu kapatırken, insanların gözlerindeki baygın ifade, uyuşturucu içilen bir odaya girdiğimizi bana kanıtladı.
Duraksadım ve birkaç saniye etrafıma baktıktan sonra sol kapı mı sağ kapı mı olduğuna karar vermeye çalıştım.
"Çabuk," dedi Korel ve ona döndüğümde arkasına baktığını gördüm. "Seç birini."
Tekrar sağ kapıya yöneldim fakat hislerimin sol kapıyı istediğine yemin edebilirdim.
Kapı açıldı, tekrar kapanırken koşan adım seslerinden içeriye peşimizdeki adamların girdiğini anladım.
Girdiğimiz odanın içi karanlıktı ve etrafta mumlar vardı; koku, tütsü kokusu gibiydi fakat az önceki odadan gelen pis koku, bu odaya da sinmişti. Kocaman odada Korel'le tek başımıza duruyorduk. Odada tek kişilik bir yatak ile bir de ayna vardı. Kız çocuğu odasına benziyordu.
Birbirimize kısa bir an baktık, parmakları parmaklarımı daha sıkı kavradı ve aynı anda diğer kapıya doğru koşmaya başladık. O sırada duvardaki bir çizim gözlerime çarptığında zihnimdeki kız çocuğu çığlıklarını kesip iç çekmeye başladı.
"Senin kadar güzel çizemiyorum, değil mi?" Ablam bana tereddütle ve bir o kadar da sevgiyle bakmıştı. Çizimleri ellerimdeydi, o çizimlerde bütün duyguları vardı fakat en çok korku hissediliyordu.
"Öyle deme, senin kadar güzel dans eden kimseyi görmedim ben."
Gülümsemiştim ve kendi etrafımda dönerek, "Beni de dans ederken çizer misin?" diye sormuştum.
Çizmişti.
O resim hemen karşımda, bir tabloya asılı şekilde duruyor du. O çizimi bana hiç göstermediğine yemin edebilirdim fakat duvardaki dans eden küçük kız bendim; beni çizen ise ablamdı.
"Hadi Minel," dedi Korel beni çekiştirirken fakat gözlerimi resimden ayıramıyordum.
Ayak sesleri yaklaştı ve Korel'in girdiğimiz odanın kilitlediği kapısı sarsılmaya başladı. Ardından bir el ateş sesi duydum ve kapı kırıldı.
Aynı sırada Korel beni hızla kolumdan çekti ve kütüphanenin kapısını açıp arkamızdan sertçe kilitledi.
Zihnimdeki küçük kız inlemeye başladı; acı onu göğüs kafesinden sarsıp yere fırlattığında Korel'in yüzüne baktım, ellerimi saçlarıma geçirdim. Korel'in hemen arkasında babamın ve annemin gölgesini görüyordum; kapı aralığından onları izleyen ben ve ablamdık.
"Onlardan vazgeçmemiz gerek," diyordu annem babama. Bakışları hiç normal değildi, elini masaya sertçe çarpıyor, babama üstünlük taslıyordu. "O iki kız çocuğunu bu evde istemiyorum."
"Onlar bizim çocuklarımız." Annem beni ve ablamı kastediyordu, babam bizi savunurken omuzları düşüktü; yenilmiş değildi ama anneme meydan okuyamayan bir tarafı vardı.
Annem önündeki yetiştirme yurtlarını araştırdığı bilgisayarı sertçe iteklemiş ve yere düşmesine neden olmuştu. "Onlar benim çocuklarım değil, hiçbir zaman olmadılar. Kesekâğıtlı adam onlardan kurtulmazsam öleceğimi söylüyor."
"Annem bizi yetiştirme yurduna göndermek istedi," dedim Korel'e bakarak. Babamın mutsuz yüzü bir türlü zihnimden silinmiyordu, gölgeler her tarafımızı sarmıştı, Korel'in yüzü karanlığa gömülüyordu.
Korel kısa bir süre bana baktı, ardından omuzlarımı tutarak beni hafifçe sarstı. "Şimdi değil," dediğinde sesi uzaktan geliyor gibiydi. "Şimdi yakalanırsan bir daha asla kurtulamazsın, meydan oku."
Meydan okuyamıyordum, bütün anılarım tek tek önüme dizilmeye başlamıştı ve bütün gölgeler peşimden koşuyor gibiydi.
O kadar çok ses vardı ki artık kumarhanenin içindeki sesleri du yamıyordum.
Yaslandığım kapı zorlanmaya başladı ve o sırada Korel beni hızla kapının önünden çekti. Aynı anda bir el ateş sesini tekrar duydum ve bu beni daha başka anılara götürdü.
"Bırak beni!" Annemin elinde bir silah vardı; şakağına yaslamıştı ve kilidi açıktı. Babam elinden silahı almaya çalışırken savaş veriyordu. Ben ve ablam birbirimize sarılmış, koltuktan onları izliyorduk.
"Kendini öldürmeyeceksin," diyordu babam, sesi sakindi fakat gözleri çoktan dolmuştu. "Onların sana ihtiyacı var, görmüyor musun?"
"Hayır!" diye bağırmıştı annem gözü dönmüş bir sesle. "Seç,
Doğuş. Seç. Onlar mı, ben mi?"
Sonrası kötüydü, sonrası ablamla çığlık çığlığa bağıracağımız kadar kötüydü.
Babam annemden silahı almaya çalışırken elinden vurulmuştu; bu bir parmağını kaybetmesine neden olmuştu.
Kendimi Korel'in eli ağzıma kapalı bir şekilde köşeye saklanmış halde buldum. Kütüphanenin içine adamlar girmişti ve ağır ağır yürürlerken etrafa bakıyorlardı. Karanlık odada bizi köşede görmeleri neredeyse imkânsızdı fakat ışıkları açarlarsa direkt açığa çıkardık, bunu biliyordum.
Başımı çevirip Korel'e baktım, o da bana baktı ve işaretparmağını dudaklarına yaslayarak sus işareti yaptı.
Diğer kapı açıktı, normalde çıktığımız kapıları kilitlediğimiz için bu durum adamları şüpheye düşürmüştü.
Uzun boylu olan, yanındaki kısa boylu iki adama diğer kapıyı işaret edip bakmalarını söyledi. Onlar diğer kapıdan çıkıp giderken, odanın içinde sadece uzun boylu adam kaldı.
Adam arkası bize dönük şekilde ağır ağır adımlar atarken, Korel elini dudaklarımın üzerinden yavaşça çekti ve kaşlarını kaldırarak hareket etmemem için elini kaldırdı. Hiç ses çıkarmadan ayağa kalkıp adamın arkasına gitti ve kütüphanedeki masanın üzerinden eski çevirmeli telefonu aldı.
Duyduğu sesle arkasını dönen adamın yüzüne Korel ağır te lefonu sertçe çarptığında adam önce sendeledi fakat Korel bir daha vurduğunda yere yığıldı, ardından elindeki silah da onunla beraber yere düştü. Dizlerimin üzerinde hızla adamın yanına doğru süründüm ve silahı elime alıp Korel'e uzattım.
Korel silaha baktı, ardından, "Sende kalsın," diyerek adamın kemerindeki diğer silahı kendisi aldı. Elimdeki silah o kadar ağır gelmişti ki taşımakta zorlanmıştım.
Korel kalkmamı işaret etti ve zorlukla Korel'in uzattığı elini tutup ayağa kalktım. Açık olan kapıya doğru ilerlemeye başladığımızda artık koşmuyor, aksine yavaş adımlar atıyorduk.
Diğer odaya girdiğimizde bizi zifiri karanlık karşıladı. Bu odayı hatırlamıyordum ve benim bu odayı hatırlamamam demek, yanlış yola saptığım anlamına geliyordu. Az önce bu odaya giren adamlar ortada yoktu.
"Korel," dedim fısıldayarak. "Sanırım yanlış yoldan getirdim."
Korel'i göremiyordum fakat derin nefesleri hissedilmeyecek gibi değildi. Ellerimi duvarlara sürterek yürümeye başladığımda pürüzler parmaklarımı rahatsız etti.
Korel de benimle aynı şekilde elini duvara sürterek yürüyordu ve bu, odanın çok dar olduğunun kanıtıydı.
"Korkma," dedi Korel geçmişten gelen bir sesmiş gibi. "Ben buradayım."
Tam o sırada odanın içini mavi bir ışık aldı ve tam karşımızdaki eski tüplü televizyon açıldı. Karıncalı görüntü yavaş yavaş yok olurken, televizyon ekranında dans eden küçük bir kız gördüm.
Yüzünde çiller vardı, turuncu saçları dağılmıştı. Kendi etrafında dönerek dans ediyor, kadraj yüzüne yaklaştığında yüzünü kapatıyor ve utanarak babasının kucağına koşuyordu.
O küçük kız bendim.
Kaset aynı görüntüyü tekrar ederek döndü, döndü, döndü. İkimiz de gözlerimizi ayırmadan televizyonu izlediğimizde ilk konuşan Korel oldu. "Çok kötü şeyler olacak."
"Dans ederken düşmekten korkuyorum baba."
"Düşmekten korkma. Her düştüğünde canın daha az acır, her düştüğünde daha kolay ayağa kalkarsın."
"Bana yere düştüğümde yardım etmeyecek misin baba?"
"Sana yardım edersem ayağa kalkmayı öğrenemezsin kızım."
Dizlerim her düşüşümün acısıyla yanıyor gibiydi. Babam elimi tutup hiçbir zaman beni kaldırmamıştı; bense hiçbir zaman ayağa kalkmamış, hep dizlerimin üzerinde durmuştum.
Korel'in de ayağa kalkmamasının nedeni buydu. Kimse Korel'i yerden kaldırmak için elini uzatmamıştı. "Hem de çok kötü."
Korel'le aramıza başka bir ses girdiğinde arkamı dönüp baktım ve üç tane adamın gerimizde durduğunu gördüm. Korel beni hızla adamlardan saklarken, "Kaç," dedi sessizce. "Arkana bakmadan kaç, istedikleri sensin, ben onları oyalayacağım."
Kafamı iki yana sallayıp, "Seni bırakmam," dedim. "Bunu asla yapmam."
Adamlar üzerimize yürümeye başladığında gözlerim televizyondaki utangaç ve babasına sığınan küçük kıza odaklandı; o kadar canlı, o kadar huzurlu görünüyordu ki gelecekte olacağı kişiden tamamen habersizdi.
Gelecekten geçmişime bakıyordum ve tek gördüğüm, eskiden hissettiğim kadar güçlü olmadığımdı.
"Kaç," dedi Korel ve adamlara arkasını döndü. Omuzlarımı tuttu, ardından yüzüme yaklaştı. "Bunu yapmazsan seni korumaya çalışırken öleceğim, hiçbir kurtuluşum olmayacak."
"Yalan söylüyorsun," deyip omuzlarımı silkeledim. Elleri düştü. "Seni bırakmayacağım."
Adamlar o kadar rahat görünüyordu ki kaçabileceğim başka hiçbir yer yokmuşçasına adımları yavaştı.
Korel televizyona baktı ve parmağıyla geçmişimi işaret etti. "Bak o küçük kıza," dediğinde gözlerim yüzünden ayrılamıyordu. Bakmadım, mavi ışığın gözlerine verdiği renge odaklandım. "O küçük kız geçmişinde kurtarılmayı bekliyor, bunu şimdi yapmazsan hiç yapamazsın. Bu şekilde ikimiz de zarar göreceğiz." Korel'i bırakmak istemiyordum fakat gözlerindeki ifade ge riye doğru adım atmama neden oldu. Ellerimi saçlarıma geçirip kafamı iki yana sallamaya başladım. Kaçsam kaçabilir miydim bilmiyordum, gitsem nereye gidecektim onu da bilmiyordum, tek bildiğim Korel'in gözlerindeki inancın bir an bile sönmemesiydi.
Adımlarım daha fazla geriledi ve odanın köşesindeki kapıya yaklaştım. Korel adamlara arkası dönük şekilde bana bakarken omuzları hafifçe düşmüştü ve o anda, gözlerinde kendinden bile vazgeçmiş o adamı gördüm.
Korel kendinden vazgeçiyordu. Aklıma gelen tek şey, kâbusumda gördüğüm arabanın içindeki Korel'di. Ölmek üzereydi, gözlerinde vazgeçmiş o adam vardı.
"Sensiz yaşayamam, anlamıyor musun Mehveş?" Babam acılı bir tınıyla annemin dizlerine kapanmıştı. "Sensiz nefes bile alamam; kendinden vazgeçme, ne olursun."
Babam bir eliyle annemin silahla vurduğu elini tutuyor, diğer eliyle annemin bacaklarına sarılıyordu. Annemin elinde duran silah hâlâ şakağının üzerindeydi ve hâlâ kendini öldürmek istiyordu.
"Ben yaşamıyorum," demişti annem; ağladığını görmüştüm. "Kendimi bile tanıyamayacak duruma geldim, bir yabancıyım. Baksana bana, aynı kadın mıyım?"
Babam acı çekiyordu, eli kan içindeydi fakat annemin hayatı için savaşıyordu.
"Bir gün öleceksin," dedi babam, anneme büyük bir aşkla bakarak. "Bir gün gerçekten öleceksin ama bugün değil."
Ablam bana sımsıkı sarılmış, gözlerimi kapatmaya çalışıyordu fakat parmaklarının arasından neler olduğunu görebiliyordum.
"Ölmeme izin verecek misin?" diye sormuştu annem babama, büyük bir istekle. Ölmeyi öyle çok arzuluyordu ki bu canımı yakmıştı.
"Ölümünü izleyeceğim," demişti babam acıyla. "O zaman onları yaşatmak için öleceksin ve ben sana karşı çıkmayacağım." Beni ve ablamı kastediyordu.
Annem, ablam için ölememişti.
Babam derin bir nefes almıştı. "Ölümün bir başkasının yaşaması için olduğunda, kalbin o bir başkasının kalbinin üzerinde atmaya devam eder."
Elimde tuttuğum silahı havaya kaldırdım ve kilidini açıp adamlara baktım. Korel hafifçe gülümsedi; bu gülümsemenin nedeni, gurur duyuyor gibi görünmesiydi fakat silahı kendi şakağıma yaklaştırdığımda gözlerindeki ifade hızla değişti.
Nasıl bir psikolojideydim bilmiyordum; zihnimin içindeki sesler bunu yapmam için yalvarıyordu fakat başkaları için ölmeyi istemek hiç de can yakıcı değildi.
"Hayır." Korel'in tek kelimesinde bütün gerçekler ve bütün yalanlar vardı.
Annem oradaydı; şakağının üzerinde bir silahla, gözlerinde yaşama sevincinin ölümüyle dikiliyordu. Babam karşısında acı çekiyordu ama onun da gözlerinde yaşama sevinci kalmamıştı.
Yıkılmış bir aile, şakaklara dayanmış bir silahın patlamasıyla son bulabilirdi.
Bir can, bir başkasının canı için yok olabilirdi.
Korel'in gitgide babamın yüzüne dönüşen yüzünü gördüm; onun karşısında dururken benim yüzüm de gitgide anneminkine dönüşüyordu.
"Kalbim kalbinin üzerinde atmaya devam edecek." Korel duyduğu bu cümleden sonra elini havaya kaldırıp silahı ona vermemi bekledi. "Babam öyle söylerdi, babam hiçbir zaman yalan söylemezdi."
Zihnimden sesler yükseliyordu, kalbimin üzerinde siyah ayak izleri bırakan adamlar yürüyordu, ellerimde kan izleri vardı ve bacaklarımda düşmenin verdiği o yaralar. Saracak kimse yoktu, sarmalarını da hiçbir zaman istememiştim ama şimdi bütün acıları tek tek hissediyordum.
Sesler zihnimi parçalıyordu, kalbim delik deşik oluyordu, ellerime zehirler bulaşıyordu ve bacaklarım daha fazla parçalanıyordu.
Adamlar duraksayıp bana baktıklarında bunu tahmin etmediklerini anladım. İstedikleri bendim, Korel değildi ve şakağımdan girecek bir kurşun onların bütün planlarını mahve decekti, bunu biliyordum.
"Prometheus beni canlı mı istiyor?" diye sordum titreyen bir sesle, gözlerim o sırada odanın diğer tarafındaki kapıya takıldığında kalbimin teklediğini hissettim. "Onu serbest bırakmazsanız beni canlı bulamayacak."
Adamlar birbirlerine baktılar. Korel başını sağa çevirdi; arkasındaki adamlara baktığını anlamıştım. Bana uzattığı eli hâlâ havada duruyordu ama o elini tutmayacağımı, silahı vermeyeceğimi biliyordum.
Çenesi seğirdi ve bir anda arkasını dönerek adamlardan bir tanesine sertçe yumruk attı, diğer adam Korel'in omzuna doğru atıldığında, Korel elindeki silahla onun da omzuna sertçe vurup bana, "Koş!" diye bağırdı. "Koş!" Koşmadım, öylece silah şakağımda dururken ona baktım. "Koş, peşinden geleceğim!"
Son söylediği cümle bacaklarıma kuvvet verdi ve silahı şakağımdan uzaklaştırırken arkamdaki kapıyı açıp koşmaya başladım. Korel'in arkamdaki adım seslerini duyduğumda yüzümde huzurlu bir ifade oluştu fakat aynı anda bir el silah sesi duydum.
"Korel!" diye bağırdım korkuyla. Geriye baktığımda bana doğru koştuğunu gördüm. Hemen arkasındaki adam ateş ediyordu.
Yanıma gelip omzumdan beni iteklediğinde dar koridorda koşmaya başladık.
"Senin canına okuyacağım," dedi Korel dişlerinin arasından ve elimdeki silahı sertçe çekip aldı. "Seni doğduğuna pişman edeceğim. Sadece onlara küçük bir oyun oynuyordum, kendi canını nasıl ortaya koyarsın?" Koridorun sonundaki bir kirişin arasına girdiğimizde bana baktı. "Seni mahvedeceğim, beni duydun mu?"
"Korel, neden bunu yaptım, bilmiyorum." İnandı mı bilmiyordum fakat ben de kendi söylediğime inanmamayı seçiyordum.
Peşimizden koşan adam yaklaştığında, Korel saklandığı kirişten ortaya çıktı ve elindeki silahla bir el ateş etti. Kurşun adamın karnına isabet ettiğinde acıyla bağırdı ve ilk önce dizlerinin üzerine çöktü, ardından başı yerle buluştu.
İlk defa şahit olduğum bu görüntüyle dudaklarım aralansa da Korel alışıkmış gibi beni omzumdan bir daha itekledi ve ilerideki kapıyı açmak için yeltendi fakat tam o sırada yüksek bir çello sesi bütün evin içini doldurdu. Korel'in kapının kulpundaki eli duraksadı, bakışları bana döndü ve o an, gözleri hemen arkama odaklandı. Ben de odaklandığı noktaya baktığımda uzun koridorun duvarları gözlerime çarpan ilk detay oldu.
Her yerde şekiller vardı; her şeklin altında ise anlamsız bir dille bir şeyler yazıyordu. Koridordaki duvarlar ablamın çizimleriyle dolmuştu; çizimlerinin her birinde hissettiğim ruh, korkuyu daha fazla avuçlamama neden oldu.
"Siktir," dedi Korel ve yüzümü ona döndüm. "Her şey planlıydı, kaçmamız bile. Bu evin her noktasında senin için bırakılmış emareler var ve her emarede geçmişin gizli."
Korel'in önündeki kapı yavaşça açıldığında çellonun sesi daha net bir duyulmaya başladı. Açılan kapının ardından gözlerime çarpan ilk kişiler dizlerinin üzerine çökmüş olan Büge ve Gürkan oldu, ağızları bantlanmıştı. Korkuyla gözlerimi kapattım, hissettiğim endişeyle diğer elim kalbime gitti ve kapı tamamen açıldığında az önce oturduğumuz kumarhanenin büyük salonuna tekrar döndüğümüzü fark ettim.
Gözlerimi açtım; geçmişimin engebeli yollarında şimdiyi öldüreceklerdi.
Büge kafasını iki yana sallayarak bana bakıyordu ve hemen arkasında takım elbiseli bir adam duruyordu. Aynı şekilde Gürkan'ın da elleri arkada bağlanmıştı ve başı öne eğikti; onun da ağzını bantlamışlardı.
Korel'in yanından geçip büyük salona adım attığımda az önceyle hiçbir ilgisi olmayan o ortamı gördüm.
Işıklar kapatılmıştı, yerlerde mumlar vardı ve mumdan yansıyan sarı ışıklar duvarlara gölgeleri yansıtacak kadar hararetli yanıyordu. Büyük salonda biraz daha ilerlediğimde gözlerimi arkadaşlarımdan çekemedim. "Özür dilerim," diye fısıldayabildim sadece. "Size bir şey olmasına izin vermeyeceğim."
Büge tekrar kafasını korkuyla iki yana salladı; bakışlarından daha kötü şeyler olabileceğini anladım. Korel hemen yanımda yürüyordu, onun varlığı bana güç veriyordu; eğer o yanımda yürümeseydi dizlerimin üzerine çökeceğimi biliyordum.
Salonun ortasına geldiğimde arkadaşlarımdan ve adamlardan başka hiç kimsenin olmadığını düşünüyordum fakat tam o sırada hemen arkamızda tek tük insanlar belirmeye başladı. Hepsiyle tek tek göz göze geldim, hepsi yüzüme baktılar fakat hiçbirinin gözlerinde o duygu yoktu.
İnsanlar Korel'le ikimizin etrafında bir yarım daire oluşturduklarında hepsinin sağ gözünün altındaki kupa ifadesini gördüm.
Hepsi din adamıydı.
"Yardım edin," dedim dayanamayıp. "Siz din adamı değil misiniz?"
Aralarından orta yaşlı bir kadın yüksek sesle, "Biz sadece
Tanrımızın emirlerine uyarız," dedi. "Onun kullarıyız."
Çello ağır ağır çalıyor, acısı kalbimi deşiyordu. "Cenaze Marşı" gibi değildi, ölümü hatırlatan bir marş gibiydi. Notalara her basıldığında, çalan kişinin kalbe ölüm tohumlarını ekmek istediğini anlayabiliyordum.
"Benim Tanrım şu an bana yardım etmenizi isterdi," dediğimde sesim titriyordu. Korel'le göz göze geldik; benim aksime her şeyi çözmüş gibiydi.
"Senin Tanrın ile bizim Tanrımız aynı değil." Kadın hiddetle soluduğunda gözlerindeki öfkeyi anlamlandıramamıştım. Bana taşlayacağı bir şeytanmışım gibi bakıyordu.
"Sizin Tanrınız kim?" dediğimde Korel'in öne doğru bir adım atarak beni korumaya geçtiğini gördüm.
Etrafımızı saran insanların hepsi tek bir ağızdan, "Prometheus!" diye bağırdı ve o sırada çello daha yüksek bir sesle çalmaya devam etti. Korkuyla Korel'e döndüğümde çoktan anladığını fark ettiren bakışları üzerimdeydi.
Kumarhanenin içindeki din adamları Prometheus'a tapıyordu; onların Tanrısı Prometheus'tu.
Hemen önüme bir kar tanesi düşer gibi oldu, ardından başka kar taneleri onu takip etti. Gözlerimi yukarıya çevirdiğimde tavandan yere düşen, beyaz kar tanelerini anımsatan köpükleri gördüm. İlk önce yavaş, ardından hızlı hızlı dökülmeye başladığında sanki büyük salonun içine kar yağıyor gibi görünüyordu ve aynı anda buz gibi soğuk sırtıma çarpmaya başladı.
Bir kış gecesiydi, o gece karlar yağmıştı ve hava dondurucu derecede soğuktu. Her yer bembeyazdı.
Zemin yağan köpükle bembeyaz olmuştu. Elim boğazıma kaydı, parmaklarım nabzıma dokundu. Bir anda çocuk havuzunun tepesinden bir tiyatro sahnesindeymişiz gibi beyaz bir ışık yandığı vakit bir kadın havuzun içine doğru yürümeye başladı; o kadınla göz göze geldiğimde inleyerek ellerimle gözlerimi kapattım.
Özge, ablama benzettiğim Özge, iç çamaşırlarıyla hemen karşımda duruyordu. Kalbinin üzerine bıçakla bir şekil çizilmişti; uzaktan o şekli seçemiyordum fakat kanaması olduğu çok açıktı.
Havuzun hemen önünde başka bir ışık yandığında Korhan'ı elleri ve ağzı bağlı şekilde Özge'ye bakarken gördüm. Olduğu yerde çırpınıyor, onu kurtarmak için debeleniyordu fakat hiçbir faydası yoktu.
Korel'le hemen arkamızda iki tane takım elbiseli adam belirip bizi tutmaya başladı. Özge'yi kurtarmak için koşmak istedim fakat takım elbiseli adam omuzlarımdan öyle sıkı tutuyordu ki kıpırdamayı bile başaramıyordum. Korel ise adam onu tutsa da hareket etmiyor, öylece duruyordu. Bakışları bana döndüğünde adamın Korel'in tek silahını alırken diğer ikinci silahı almadığını gördüm. Bir planı var gibiydi.
Özge yüzüme baktı; gözlerimin içine öyle bir baktı ki kendimi o gecede, o küçük kızmışım gibi hissettim.
Ablam tam karşımda durmuş, havuzun içinden bana bakıyordu; gözlerinde korkunun verdiği korkusuzluk vardı ve çenesi daima dik, havaya doğruydu. Meydan okuyan duruşuyla, kendinden eminliğiyle tam karşımda iç çamaşırlarıyla duruyordu. Bana kaçmamı söylüyordu, gitmemi söylüyordu fakat ben hareket edemiyordum.
Özge elinde tuttuğu bir kâğıdı havaya kaldırdı, ardından kısık sesle, "Annenden bir mektup," dedi. Sesi korkuyormuş gibi çıkmıyordu, aksine huzurluydu. "Bu mektupta yazanlar sadece ve sadece annen ile Korel Erezli arasında bir sırdı."
Bu cümle Korel'in bamteline basmış olacak ki arkasındaki adama sertçe kafa atıp adamın yere düşmesine neden oldu. Ardından beni arkasında bırakıp döndü ve kalabalığı yararak koşmaya başladı. Kaçtığı çok belliydi fakat beni tutan adam kollarımı bırakıp da Korel'in peşinden gitmedi.
"Bırakın kaçsın," dediğini duydum beni tutan adamın. "Gidebileceği hiçbir yer yok zaten, yakalanacak."
"Korel!" diye bağırdım yüksek sesle. Arkamdaki insanlarla tek tek göz göze geldim; her biri bana acıyarak bakıyordu. Korel beni bırakıp gitmiş olamazdı. Büge'ye baktım, Gürkan'a baktım. "O nerede? Gitti. Gitti mi?" Aklım almıyordu, düşünemiyordum; hiçbir şekilde erişemiyordum. Korel beni öylece bulunduğum yerde bırakıp, çekip gitmiş miydi?
"Korel!" diye bağırdım tekrar ve omuzlarımı kavrayan takım elbiseli adamdan kurtulmaya çalıştım. "O beni bırakıp gitmiş olamaz."
"Sevgili İdil,"
Özge mektubu okumaya başladı fakat duymak istemiyormuş gibi etrafıma bakıp bağırmaya devam ettim. "Korel nerede?"
Neydi bu kadar canımı yakan? Geçmişimle yüzleşmek miydi, kaybetme korkusu muydu, yoksa hep korktuğum o gerçekler miydi?
"Sana bu mektubu yazarken kendimi bir odaya kapatıp karanlıkta yazdığımı bilmeni isterim. Yazımı okuyamazsan affet, karanlıkta yürümek bana göre olabilir ama karanlıkta yazmak hiç bana göre değil.
Sevgili İdil, uzun zamandan beri yanımdaki varlığınla bana destek olmaya çalıştığının farkındayım fakat bu destek, beni omuzlarımdan iten bir el gibi değil de sırtıma saplanan bir hançer gibi olmaya başladı. İdil, benim için yaşamak, sırtımda bir hançerle yaşamakla aynı şey, beni anlıyor musun?
Bu hastalığın bilincine vardığımda henüz yirmi bir yaşındaydım ve kendimi onların hayal olduğuna hiçbir zaman inandıramadım. Bir şizofrenden sana gelen bu mektubu nasıl bir ciddiyetle okuyacağını bilemiyorum ama şu an kendi çocuğum Minel üzerine yemin ederim ki tek başımayım, arkadaşlarım yanımda değiller."
Ses Özge'nin sesiydi fakat annemin sesini işitiyor gibiydim.
"Mine'nin benim yüzümden ölmesinin üzerinden aylar geçti ve şimdi de Minel'i ölümden kaçırırken sana bir şey itiraf etmek, senden bir ricada bulunmak istiyorum.
Öncelikle isteğim, kızım Minel'i kendi çocuğunmuş gibi koruyup sahiplenmen çünkü Doğuş onu terk edip gittiğinde Minel korunmaya muhtaç küçük bir kız çocuğu olarak kalacak ve onun ihtiyacı olan tek şey, akli dengesi yerinde bir anne.
Ona anne olma sevgili İdil ama ona sağlıklı bir annenin nasıl olduğunu göster."
Özge'nin bakışları benimle buluştuğunda, dizlerimin üzerine çökmemi engelleyen tek şey beni omuzlarımdan kavrayan o adamın elleriydi.
"Ona sevgi gösterme sevgili İdil ama ona bir annenin sevgisinin nasıl olduğunu göster.
Onu yalnız bırakma İdil. Ne olursa olsun, onu yalnız bırakma ve Prometheus'tan koru.
Onu yalanlara inandır İdil. Onu yalanlarla yaşat ve çok güzel bir hayatının olmasını sağla.
Anlamıyorsun, ona hiçbir zaman bir anne olamadım; ona hiçbir zaman sevgi veremedim ama onu sevdim.
Seneler sonra İdil, onu çok sevdiğimi ve bu hayatı kendim seçmediğimi ona söyle.
Seninle çok büyük, kimseyle paylaşmamam gereken bir sırrı paylaşacağım. Doğuş bu sırrı sana verdiğimi duyarsa beni asla affetmez. Lütfen ama lütfen, bu sır seninle mezara gitsin hatta mezara bile gitmesin, bu sırrı okuduktan sonra lütfen yak, yık, at çünkü o kadar ağır ki sen bile taşıyamazsın."
Acıyla Özge'ye baktığımda benden başka hareket eden tek kişi Korhan'dı.
"Mine'min yani kızımın öldüğü geceden bir gün önce sabah beni hastaneye yatırdıklarını biliyor musun? Evet, biliyorsun çünkü bunu sana defalarca anlattım fakat neden kendimi suçladığımı biliyor musun? Sen sadece o hastane odasında bulunduğum ve o evde olup onu koruyamadığım için kendimi suçladığımı sanıyorsun. Hayır, İdil. Bu kadar masum değil hiçbir şey; bu kadar masum bir kadın değilim.
O gün sabaha karşı Prometheus, Doğuş o hastane odasında yokken yanıma geldi. Onunla ilk yüz yüze görüşmem değildi, onu ilk hissedişim de değildi çünkü Prometheus'un asıl suçlusu benim ama bunu itiraf edecek cesaretim şu an hiç ama hiç yok.
Bana, iki çocuğumdan birini seçmemi, eğer seçmezsem ikisini de öldüreceğini söyledi. Neden diyemiyordum İdil çünkü ona ailesi katledilirken sormamıştım bile, sadece katledilmişlerdi ve ben de izlemiştim. O katledilirken engellememiş ve sadece izlemiştim.
Ben Prometheus'u sadece izlemiştim; ona hiçbir zaman ellerimi uzatmamıştım.
Beni öldürmesini istedim fakat o, canımdan kayıp olmadan bana ölümü bahşetmeyeceğini söyledi. Prometheus için her şey karşılıklıydı, hem de fazlasıyla. Benimle kumar oynamak istedi.
O gün bana tercih hakkı sundu İdil. O gün ben tercihimi yaptım İdil.
Mine'yi seçmemin nedeni onu sevmediğimden değildi, onu istemediğimden de değildi. Sadece arkadaşlarım bana Mine'yi seçmemi söyledi ve ben de onu seçtim.
Asıl içimi yakan ise ne, biliyor musun? Onu seçerken içim hiç acımadı, hiç üzülmedim ve parçalanmadım. Prometheus'a Mine'nin ismini söylerken tebessüm ediyordum ve bu tebessüm, Prometheus'a bile yakışmazdı.
Yapılan bir tercihle, kendi çocuğunu katleden bir anneyim.
Ortaya sunulan bir kumarla, kendi çocuklarının birinden vazgeçen bir anneyim.
Şimdi, bu itirafımdan sonra ölümü hak ettiğime karar verecek ve benim boynuma ipi sen dolamak isteyeceksin, biliyorum fakat öncesinde ufacık bir şey daha itiraf etmek istiyorum.
Mine'yi seçtiğim için pişmanım.
O zaman arkadaşlarımı değil de kalbimi dinleseydim seçeceğim kişi kesinlikle Minel olurdu çünkü o bana benziyor ve bu hayat bana benzeyen başka birini daha kaldıramaz; saçlarını acımadan kestiğim küçük kızım Minel, ölümü Mine'den daha fazla hak ediyordu.
Üzgünüm, Minel Karaer'in ruhunda Mehveş Karaer var.
Evet, ölümü arzuluyor ve onun için yanıp tutuşuyorum; bu gözlerimden de açıkça okunuyor, biliyorum.
Bu mektubu sana veriyorum çünkü öldüğümde büyük sırrım başka bir kalpte nefes alırken, acısı da canlı kalsın istiyorum. Bu mektubu sana veriyorum çünkü geride kalan çocuğumun yaşama hakkının benim tarafımdan verildiğini birilerinin bilmesini istiyorum.
Şu an ölemiyorum İdil, kendimi öldüremiyorum. Maalesef Doğuş'a verdiğim bir söz var; bu söz, ölümümü daha kıymetli hale getireceği için hayatıma şimdilik son vermeyeceğim.
Unutma, her sır içinde bir acıyı taşır. Unutma, her acı bir vazgeçiştir. Unutma, her vazgeçiş, bir evlat demektir.
Evlatlarından ne olursa olsun vazgeçme.
Son kez,
Unutma, şizofrenler en dürüst yalancılardır."
Özge elindeki mektubu yavaşça suya bıraktığında nefes almakta zorlanıyor, boğazıma dizilen her solukta kan kusacakmış gibi hissediyordum. Annem tarafından yaşaması seçilen evladı bendim fakat annem bile beni geride bıraktığı için pişman olmuştu, bu can yakıcıydı.
Ablam ikimizin arasındaki kumarda kaybetmişti ve o gözlerimin önünde can verirken, ben ölümü seçilmeyen küçük bir kız çocuğu olarak onu izlemiştim.
Ben bu suçluluk duygusuyla nasıl yaşayacaktım?
Annem bu pişmanlıkla nasıl olmuştu da tek çırpıda kestiği saçlarımı sevmişti?
Özge elinde bir neşterle bana baktığında kaçınılmaz sonu biliyordum fakat karşı koyacak gücüm de yoktu. "Lütfen," diye fısıldayabildim sadece ve geçmişim tekrar gözümün önünde canlandırılmaya başlandı. Bu sefer izlediğim görüntüde her şeyi bilen bir tarafım vardı ve bu acı katlanılamazdı. "Lütfen!" diye haykırdığımda dizlerimin üzerine çöktüm ve beni tutan eller uzaklaştı. "Onu değil, beni öldürün. Onu değil, beni seçin. Anne beni seç!"
"Anne, neden diğer anneler gibi ellerimi tutmuyorsun?" Sesim titriyordu, küçük ellerimle ellerini tutmaya çalışıyordum ama o benim ellerimi tutmak istemiyordu.
"Maalesef," dedi Özge, ardından elinde tuttuğu neşterle bir an bile düşünmeden bileğini kesti. "Seneler önce annen bir seçim yaptı."
"Anne, neden bana sarılmak istemiyorsun?" Korkuyordum, ona sarılmak istiyordum ama o bana sarılmak istemiyordu.
Özge nasıl olurdu da canına bu kadar kolay kıyabilirdi? Korhan kıvranıyor, Özge'yi kurtarmak için olduğu yerde durmadan hareket ediyordu. Üç kişi Korhan'ı tutmaya çalışıyordu. En sonunda aralarından bir tanesi Korhan'a tabancayla şok verip acı içinde inlemesine neden oldu.
"Anne, neden saçlarımı şefkatle okşamıyorsun?" Dizlerine yatmıştım, saçlarım kucağında dağılmıştı ama onun elleri saçlarımda gezinmiyordu.
Özge diğer bileğini kestiğinde çocuk havuzunun içi kan rengini aldı. Hemen yanımda birinin varlığını hissettim; başımı çevirdiğimde çocukluğumun benimle aynı şekilde, dizleri yerde oturduğunu gördüm. Acıyla nefes alıyor, tam karşısına, ablasına bakıyordu. Hiçbir şeyden haberi yoktu, seçilmiş olmak umurunda bile olmazdı, o an ablasının yerine ölmeyi seçerdi.
"Anne, neden beni korkularımdan kaçırmıyorsun?" Geceydi, kâbuslarımdan kaçıyor ve ona sığınmak istiyordum. Annem beni babamın yanına gönderiyor, kapıyı ise yüzüme kapatıyordu. Kapının önünde yere oturmuş, ona sesleniyordum.
Geçmişimdeydim; yanımdaki küçük kız çocuğu bana bunları fısıldıyordu ve ben de hatırlıyordum.
Annemle birlikte olduğumuz günler gözlerimin önünden geçiyordu; annemin sevgisizliği ve benim ona duyduğum muhtaçlık canımı yakıyordu.
"Prometheus bana da bir tercih hakkı sundu," dedi Özge baygın bakan gözleriyle ve havuzun içinde yürümeye başladı.
Her adımında kan daha fazla yayılıyor gibiydi. "Ben kendi canımdan vazgeçtim."
Gözleri son kez Korhan'ı bulduğunda havuzun dışına doğru yürümeye başladı; adımları sarsaktı, dik duruşu yok oluyor, gözleri gitgide kayıyordu.
Havuzun dışına çıktığında öylece ayakta durdu ve en sonunda gözleri tamamen kapanırken sertçe yere düştü.
"Anne, neden benim ölmemi istiyormuş gibi bakıyorsun?" Gözlerinde öfke vardı, kin vardı, sevgisizlik vardı. Bana beni seviyormuş gibi bakmasını istiyordum.
"Hayır!" diye haykırdım ve başımı önüme eğip iki yana sallamaya başladım. "İstemiyorum, böyle bir geçmişi istemiyorum." Bir kâbusun içinde gibiydim fakat her şey o kadar canlı, o kadar hissedilirdi ki gerçeği sürekli yüzüme çarpıyordu. Yine sabaha karşıydı, yine her yerde karlar vardı, yine çok soğuktu.
Arkamda bir hareketlenme oldu, başımı çevirdiğimde bütün din adamlarının dizlerinin üzerine çöktüğünü ve başlarını önlerine eğdiğini gördüm.
Hepsi benimle aynı şekilde duruyordu fakat tek bir fark vardı; ben acıdan dolayı ayakta duramazken, onlar Prometheus'a taptıkları için boyun eğiyor, ayin yapıyorlardı.
Başımı çevirip içi kan dolu havuza baktım.
Geçmiş oradaydı, geçmiş içimdeydi, geçmiş hemen yanımda oturuyordu, geçmiş bir mektuptaydı; geçmiş bütün kalbimdeydi. "Anne, beni neden sevmiyorsun? Sana ihtiyacım var." Dizlerimin üzerine çökmüş ona yalvarıyordum, bana bakıyordu. Ellerini uzatıp beni kaldırabilirdi, kaldırmadı. Annem yere düşmüş olan evladının acısını bile hissedemedi.
Geçmiş, beni yok etmeye yemin etmişçesine karşımda dikilen bir katilden başka bir şey değildi ve ben artık, geçmişinden kaçamayan ve katilini yavaş yavaş hatırlamaya başlayan kimsesiz kızdım.
Her şey değişmişti, annem kumarını oynamıştı, Prometheus kumarını oynamıştı ve kumar oynama sırası bendeydi.
"Anne, kurtar beni!" Son kez ona yalvarıyordum, son kez ona sesleniyordum. "Ben senin hatan değilim, ben senin kızınım!" Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, o gece acının bana ettirdiği en büyük yemin bu olmuştu. Geçmişimin ilk engebeli yolunda takılıp düşmüştüm; o yol bana göre değildi. Gücüm geçmişime yetmeyecek kadar azdı; annemin zihnimdeki sesi bana en çok bunu öğretti. O ses, tek bir şey söyledi:
"Hatalar, içinde taşıdığı seçimlerden gelir; sen benim en yanlış seçimimsin Minel."
Paragraf Yorumları