Gürültüler, insanların kalp atışlarını duymamızı engellerdi ve çığlıklar en çok gürültülü yerlerde duyulmazdı.
İnsanlar en çok kahkahalarının ve gözyaşlarının arasında bir başkasının sesini işitmek istemezdi, bir başkasının çığlıklarının onları bölmesine izin vermezdi.
İnsanlar en çok mutlu oldukları an vicdansızlaşırlardı. İnsanlar en çok mutsuz oldukları an körleşirlerdi.
İnsanların çok mutlu olduğu bir anın içindelerdi.
Kalp atışlarının duyulmadığı, gürültülü bir yer Prometheus için mabet gibiydi; mabedinde öfke ya da nefret yoktu ama her iki duyguyu da ortaya çıkarıp onu kullanabilecek kadar zekiydi.
Kendi mabedini en çok gürültülü yerlerde inşa eder, duymak istemediği sesleri de o mabede gizlerdi.
Yeni yaratacağı mabedinin kapısından içeriye girdiğinde bu sefer kendini daha farklı, daha dinç ve daha gerçek hissediyordu. Gerçeklik, Prometheus için bazen güzeldi fakat şu an gerçeklik istediği bir tarafta olamazdı.
Her adım atışında kendini sanki biraz daha yükseltiyor, her yükseldiğinde ellerine daha fazla güç geliyor ve gücünü her hissettiğinde mabedinin üzerine sanki toprak atılıyordu. O toprak her atıldığında mezarlığa dönüşecek mabedinden tek başına kurtulacaktı, Prometheus gömüldüğü çoğu mezardan elleriyle kazıyarak çıkmıştı.
Büyük tiyatro salonunun içinde ağır ağır yürüdü; oyun neredeyse bitmek üzereydi. İnsanların yüzündeki gülümseme Prometheus'un hoşuna gitmişti, gürültüleri ve kahkahaları severdi; ayrıca tiyatro salonundaki karanlık, onu gizleyen bir pelerin gibiydi.
Yüzündeki maskeyi düzeltti ve dördüncü sıradan girerek insanların arasından yürüdü. Onu fark eden kişiler vardı fakat tiyatro oyununun içinde de maskeler olduğu için önem vermiyorlar, pek fazla dikkat etmeden sadece gözlerini kaçırıyorlardı.
İzledikleri tiyatro oyunu Eros'u konu alıyor ve komik bir dille anlatıyordu. Sahnedeki adam birkaç saniye Prometheus'la göz göze geldi fakat dikkatleri üzerine çekmeyerek oyununu oynamaya devam etti. Gür sesiyle Eros'u canlandıran adam bembeyaz giyinmişti ve altında bir etek, elinde ise tüylü bir ok vardı. Bu görüntü her ne kadar akıllardaki Eros görüntüsüyle örtüşse de Prometheus'un aklında daha farklı bir Eros vardı.
Prometheus kendisi için ayrılmış olan koltuğa oturdu ve sırtını yasladıktan sonra hemen yan tarafına baktı. İstediği kişi hemen yanında oturuyordu, elinde su şişesi vardı ve keyifle tiyatro oyununu izliyordu. O kadar dikkatli izliyordu ki yanına birinin oturduğunu bile fark etmemişti; bu, adam için oldukça riskli bir durumdu. Normalde dikkati bir an bile dağılmazdı.
Sahnedeki Eros, "Ey!" diye bağırdı. "Şimdi kimin kıçına bu oku saplayacağım ve o kişiyi âşık edeceğim? Kendi kıçıma bu oku saplasam ve aynadan kendime baksam? Hayır hayır, bu çok saçma. Ey!
Neden kimse bana âşık olmuyor? Bu tüylü iğrenç ok yüzünden mi?"
Seyirciler hep bir ağızdan gülmeye başladılar ve Prometheus'un yanındaki adam da kahkaha attı.
"Güzel oyundur," dedi Prometheus yanındaki adama. "Başka şehirlerde de izlemiştim."
Adam, Prometheus'un yüzüne bakmadı ve kafasını onu geçiştirmek istermiş gibi aşağı yukarı salladı. "Fakat bazı şeyler yanlış işlenmiyor mu? Yunan mitolojisini kimse doğru düzgün bilmiyor."
Adam gözlerini devirdi ve duruşunu dikleştirerek oyunu izlediğini belli etmek istermiş gibi bakışlarını kıstı; Prometheus ise umursamadan devam etti. "Eros, Afrodit'in oğluydu ve Psykhe'yle tanışana kadar elinde oklarla birilerini birilerine âşık ederdi. Psykhe o kadar güzeldi ki Afrodit'in güzelliğini gölgede bırakıyordu ve annesi Eros'tan Psykhe'ye gidip bu büyüyü bozmasını istedi. Eros, Psykhe'nin yanına gittiğinde o da güzelliğine vuruldu ve gözlerini ondan alamadı."
"Beyefendi, oyunu izliyorum," dedi adam ve Prometheus'a döndüğünde yüzünde maskeyle birisinin yanında oturduğunu gördü.
Kaşları çatıldı. "Siz?" dedi ve yüzüne yaklaştı. "Neden maske takıyorsunuz?"
Prometheus tiyatro sahnesini işaret etti. "Ben de bu oyunun bir parçasıyım, birazdan sizinle beraber sahneye çıkacağız. İstemez miydiniz? Sahneye alışmak zaman alıyor ama ilk çıkışınızı burada, ikinci çıkışınızı ise başka sahnede yapmak istiyorum."
Adam meraklı ama bir o kadar da temkinli bir sesle, "Neden ben, anlayamadım?" diye sordu fakat adamın sesindeki o heyecan Prometheus'a ulaştığında gülümsedi.
"Çünkü siz seçilmiş kişisiniz," diyerek ellerini yukarıya doğru açtı. "Sizi bizzat ben seçtim, şimdi izin verirseniz hikâyeme devam edeyim ve oyun bittikten sonra sahneye çıkalım; herkes sizi bilsin istemez miydiniz? Takdirleri toplamak muhteşem olmaz mıydı? Alkışlanmak?"
Sahnedeki adam Eros, tüylü kanatlarıyla havada uçuyor ve bir yandan da Psykhe'yi arıyordu. "Ey Psykhe!" diye bağırdı. "Neredesin, donuyor bir yerlerim, etek çok kısa." Herkes yeniden gülmeye başladı.
"Tabii," dedi adam ve anında karşısındaki kişiye duyduğu saygı değişti. "Zaten daha önceden de izlediğim bir oyundu, sizi dinleyeyim."
Prometheus maskesinin ardından gülümsedi.
İnsanlar onu hiçbir zaman şaşırtmazdı. Saygıyı, saygınlığı gördüğü zaman gösterirlerdi; kendi çıkarlarına göre bir yol izlenecek ise o yol için gururu bırakıp dizlere bile kapanırlardı fakat sonrasında hiç saygı duymamışçasına o dizleri tekmeler, saygı duydukları kişiyi yere devirmek isterlerdi.
Bir sanatçıdan çıkarları varsa onu sömürürlerdi fakat o sanatçı bir gün yıkılırsa onu biraz daha yıkmak için toprağı kazar, onu derine gömerlerdi.
Gerçekler bunlardı; yalan ise gerçeklerini duydukları an başlardı.
İnsan, gerçekliğinde kötüydü, yalanında ise en büyük oyuncuydu.
Prometheus insanların ruhunu çözmüştü ve o ruhla oynamayı çok iyi biliyordu.
"Eros, Psykhe'den kendini gizlemek istedi, kim olduğunu bilmesine gerek yoktu." Prometheus devam ederken kelimelerini oldukça dikkatli bir şekilde seçiyordu. "Onu kendine âşık etti ama ona kendini hiç göstermedi sadece geceleri onun yanına gitti ve mumları yakmasına bile izin vermedi. Sadece karanlıkta Psykhe'yle görüşüyordu ve Psykhe o karanlığa rağmen Eros'a âşık oldu, evlenmek istedi. Eros tek bir şartla kabul etti; o da kendini göstermemesiydi. Psykhe aşkından kabul etti fakat bir zaman sonra Psykhe'nin aklına girdiler. Eros'un bir canavar olabileceğini söylediler. Psykhe dayanamadı ve bir gece elinde mumla kocasının yanına gitti. Eros'u gördü. Yakışıklılığıyla, kanatlarıyla ve göz alıcılığıyla uyuyordu. Psykhe onu görünce tutuldu, bir daha âşık oldu ve dalgınlıkla elindeki mum kanadına damladı. Eros gözlerini açtığında sözünü dinlemeyen karısını gördü ve o gün orayı terk etti." Prometheus sustu. Tiyatrodaki herkes kahkaha atıyor ve bir an bile durmuyorlardı. Sahnedeki Eros'un eteği belinden düşmüştü ama yine de dizlerinin üzerine çökmüş, Psykhe'ye evlilik teklifi ediyordu. Psykhe ise kabul etmiyordu.
"Sonra?" dedi adam merakla, Prometheus'un anlattığı hikâye dikkatini çekmişti. "Birbirlerine kavuştular mı?"
Prometheus kafasını onaylar gibi salladı. "Kavuştular ama biz seninle şimdi başka bir hikâyeye yeni bir son yazacağız çünkü gördüğün gibi sahnede de benim anlattığım gibi işlenmiyor. Gerçekler ne kadar gizlenirse yalanlar o kadar fazla çığlık atar. Duymuyor musunuz? Yalanlar çığlık atıyor."
"Ne yapacağız?" diye sordu adam merakla ve elindeki su şişesini yere bırakıp ellerini birbirine sürttü. "Başarabileceğimi sanmıyorum." Heyecanlıydı ve heyecanı her halinden belli oluyordu.
Prometheus bir elini adamın omzuna koydu. "Gerçekleri göstereceğiz, çığlık atan yalanları ebediyen susturacağız ve o zaman insanlar, gerçekler için çığlık atmaya başlayacak." Kafasını rahatlatmak istermiş gibi salladı ve derinden gelen bir sesle, "Sen rol yapmayacaksın," dedi. "Belki de bu tiyatroda rol yapmayan tek kişi sen olacaksın ama herkes seni izleyip, muhteşem oyunculuğun için seni ayakta alkışlayacak."
Adam söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı ama yine de sahneye çıkmanın verdiği heyecanla kabul etti. Kendini kanıtlayacak olması, kendini göstermesi adam için büyük bir lütuftu.
Oyun Psykhe'nin Eros'un evlilik teklifini reddetmesiyle son bulurken, insanlar alkışladı ve ayaklandılar. O sırada Prometheus ayağa kalkıp, "Durun!" diye bağırdı ve yanındaki adamı da kolundan tutup ayağa kaldırdı. "Şimdi sıra bende Eros, biraz da ben konuşacağım!"
İnsanların alkışlayan elleri duraksadı ve ilk baktıkları yer sahnedeki Eros oldu. Eros oldukça profesyonelce, "Sen!" dedi ve oyununu oynamaya devam etti. "Burada ne işin var?" Eros'un sesinde öfke vardı.
Ayaklanan seyircilerin hepsi geri oturdular ve bakışları Prometheus'a yöneldi, o sırada sahne ışığı ona döndü. Prometheus kahkaha attı; öyle güzel rol yaptı ki yanındaki adam ona hayran hayran baktı.
"Şimdi oraya geleceğim, oraya geleceğim ve sana haddini bildireceğim." Promethues sahneye doğru yürümeye başladı ve insanların yanından geçerken, herkesin şaşkınlıkla birbirleriyle konuştuklarını işitti. Kolunu tuttuğu adamı da yanında götürürken, her şey gerçekle bağlantılı ama bir o kadar da sahteydi.
Prometheus sahneye çıkıp yanına da adamı aldı. Adam tam karşısındaki seyircilere baktığında hafifçe tebessüm etti; o kadar kalabalıktı ki heyecanlanmıştı ve bu heyecanı geçecek gibi değildi.
"Ben Eros'um," dedi sahnedeki oyuncu. "Sen kimsin ki benim karşıma bir anda çıkabiliyorsun?"
İnsanlar oyunun devam ettiğini düşünerek keyfiyle kısa bir süre daha alkışladılar ve rahat bir pozisyon alarak izlemeye devam ettiler.
"Ben kim miyim? Senin lanetinim, Psykhe'ye zehri içirecek kişiyim." Adamın kolunu bıraktı ve sahnede adım atarak öne çıktı. "Benim kim olduğumu en iyi sen bilirsin, senin bana yaptıklarını unutmadım ama bugün intikamımı senden almayacağım." Adamı işaret etti. "Ondan alacağım!"
Eros boğuk bir şekilde kahkaha atıp, "Bu da kim?" dedi. "Bir Tanrı bile değil."
Adam tedirginlikle Prometheus'un sırtına baktı ve gözleri yavaş yavaş başına doğru çıktığında büyük bir korkuyla nefesini verdi. "Neler oluyor?" diye fısıldadı ve bir şeyler zihninin içinde alev alev yanmaya başladı. Hayal mi görüyordu, yanlış mı anlıyordu yoksa hisleri onu yanlış mı yönlendiriyordu?
Çok kötü bir sonun yaklaştığını hissetti; bu son, adamın nefesinin kesilmesine neden oldu.
"Dört kardeştik!" diye bağırdı Prometheus. "Bir tanesinin omuzlarına dünyayı verdin ve onun adı Atlas oldu. Diğerini yerin dibine gönderdin, onun adı Menoitios ve lanet olsun ki onun çığlıklarını hâlâ duyuyorum. En kötüsü ise en masum olan kardeşimi Pandora'ya vermiş olman ve kardeşim Epimetheus'u hiç affedemedim. Ben mi?" dedi Prometheus. "Benim zekâmı, çevikliğimi sevdin Eros fakat ben sana ihanet etmediğim halde..."
"Ettin!" diye bağırdı Eros. "Ateşi çaldın, benim ateşime insanlar muhtaçtı ama sen onların ellerine ateşi verdin ve bana olan muhtaç- lıklarından bir tanesini yok ettin."
"Ben ateşe ellerimi uzattım," dedi Prometheus ve elini yukarıya kaldırdı; kastettiği güneşti. "Ondan bir parça aldım ve insanlığa dağıttım. Sense o ateşi söndürdün, beni ise kurban ettin. Bir dağın tepesine gönderdin. Orada bir kartal..." Prometheus adama baktı ve o sırada sahne arkasından birkaç kişi gelip adamın kollarına sahte kanatlar geçirdiler. Tüylü kanatlar bir kartalınkine benziyordu. "Her gün ama her gün benim ciğerlerimi yedi; her gün o ciğerlerim yenilendi."
Adam dinlediklerinden ötürü donakalmış dururken, geriye bir adım atmak istedi fakat hemen arkasındaki iki siyah pelerinli adam onu tuttu. "Hayır," diye fısıldadı. "Bu olamaz."
Eros sahneden geriye doğru çekildi ve siyah pelerinli adamlar kartal kanatları olan adamı öne doğru çektiler. Prometheus maskesinin ardından o adama baktığında, "Ciğerlerimi her gün parçaladın," diye fısıldadı. "Her gün tekrar ettin ve vazgeçmedin. Seneler boyunca sürdü ama bir şeyi unuttun, Prometheus intikamı çok sever."
Adam duyduğu isimle beraber, "Hayır!" diye bağırıp çırpınmaya başladı fakat onu serbest bırakmıyorlardı. Adam seyircilerin yüzüne tek tek baktı. "Kurtarın, o bir katil! O beni öldürecek!" Prometheus seyirciye döndü ve bir anda, "İntikam için benimle misiniz?" diye bağırdı, tiyatro salonunu inletti. "Söyleyin, benimle misiniz?"
Seyirciler bir an bile düşünmeden alkışlayarak, "Seninleyiz!" diye bağırdılar.
"İmdat!" diye bağırdı adam ve arkasında kalan Eros'a baktı fakat Eros oldukça ruhsuz bir ifadeyle olanları izliyordu. "Bu bir tiyatro değil, beni öldürecek! Kurtarın!"
"Evet," dedi Prometheus adama dönerek. "Seni öldüreceğim ve intikamımı alacağım!"
Seyirciler daha yüksek bir sesle alkışlamaya başladıklarında adam kendisi için yapılacak hiçbir şey olmadığını fark etmişti.
Prometheus'un dediği olmuştu, orada tek rol yapmayan kendisiydi fakat insanlar onun ölümünü bile alkışlayacaklardı; en kötüsü de buydu.
"İstediğin oldu," dedi sadece adamın duyabileceği şekilde. "Adını herkes duyacak, herkes bilecek ve saygıyla anılacaksın."
Sessiz değil, gürültülüydü. Karanlık değil, aydınlıktı. Yalnız değil, herkesleydi ama kurtaranı yoktu.
En acı veren ölüm bu olmalıydı.
Prometheus cebinden bıçağını çıkardığında adamın bakışları bıçağa kaydı; gördükleri kaldırabileceğinden daha fazlaydı.
"İmdat!" diye bağırdı son kez fakat Prometheus bir anda adamın boynunu hızla kesti. Gözünü bile kırpmadı, bir an bile düşünmedi ve adamın boynundan fışkırırcasına kanlar sıçrarken adamın gözleri irileşti; nefes almakta zorlanarak Prometheus'un yüzüne baktı. "Neden?" Son kelimesi bu oldu, son sorusu bu oldu ve birkaç dakika içerisinde başı geriye düşerek öldü; pelerinli adamlar onu kollarından tutmasalardı çoktan yere düşmüştü.
"Çünkü," dedi Prometheus ölümcül bir tınıyla ve yüksek sesle. "İntikamın verdiği his, en büyük acıyı bile buza dönüştürebilir ama o acı tekrar alevlenmek isterse buzu bile yakar."
İnsanlar kısa bir süre sessiz kaldılar, sustular, ardından hepsi ayağa kalkıp alkışladılar. Öyle içten, öyle yürekten alkışlıyorlardı ki Prometheus sahneye doğru döndüğünde sesleri iyice yükseldi ve çoğunun yüzündeki gülümsemeyi Prometheus gördü.
"Sizler!" diye bağırdı Prometheus seyircilere. "Benim yönettiğim kullarımsınız. Hepiniz aslında bensiniz!"
Kalp sesleri yoktu; gürültü o sesleri siliyordu. Ölümün acı çığlıkları yok olmuştu, son nefesini veren adam çoktan unutulmuştu ve geriye intikamın tadı kalmıştı.
Prometheus ellerini açıp havaya kaldırdı ve kafasını bir kere salladı.
O an ışıklar kapandı; karanlık Prometheus için aydınlandı.
Perde ağır ağır kapandığında artık tek değildi; onun kalbi birçok kalbin içinde atıyordu ve kötülük, insanların ellerinde tuttuğu bir ışıktı.
Yalanlar çığlıklarını kesti; gerçekler avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı.
İnsanlar sahteydi; gerçek olan sadece Prometheus'tu ve herkes, içinde Prometheus'u taşıdığını hissettiği zaman gerçek olacaktı.
***
Denizleri aşmak, yolları geçmek, karanlığı aydınlığa döndürmek hatta gökyüzünü yeryüzüne indirmek, yeryüzünü de bütün renklere boyamak istiyordum. İçimdeki bu kademsiz isteklerin nereden, nasıl doğduğunu anlayamasam da parmaklarımın ucundaki sıcaklık, bana tek bir şeyi fısıldıyordu.
Korel Erezli'nin kendimi güvende hissetmemi sağlayan sıcaklığı ve bir aileye sarılıyormuş gibi hissettiren kolları vardı.
Bugün içimden geçen ve şaşırmama neden olan duygular bunlardı. Yüzüme doğru ışık vurduğunun farkındaydım hatta dakikalardır uyanık olsam da gözlerimi açmıyor, kendimi uyutmaya zorluyordum.
Bugün bu koltuktan bir an olsun kalkmak istemiyordum, gözlerimi uykunun hapsinden de uzaklaştırmak istemiyordum.
Bugün hislerim bana hiçbir şey yapmamam gerektiğini söylüyordu çünkü nedense kendimi kötü hissetmeme neden olacak bir gün başlayacakmış gibi geliyordu.
Korel'in derin nefesleri saçlarıma çarpıyordu. Kendimle inatlaşmak yerine gözlerimi istemeyerek ağır ağır açtım ve bakışlarım ilk olarak karşı pencereyle kesişti. Cam kapalıydı ve camdaki damlalar yağmur yağdığını ya da yağmış olabileceğini simgeliyordu. Buğulanan camdan hâlâ yağıp yağmadığını anlayamıyordum. Yağmurun sesini duyamıyordum.
Bir bacağım Korel'in bacaklarının üzerindeydi ve uyuduğum şekilde yatıyordum. Başım göğüs kafesine denk geliyordu ve kulağımda kalbinin sesi vardı. Bir eli beni öylesine sıkı sarmıştı ki neden hareket edemediğimi şimdi daha iyi anlıyordum.
Bir eli koltuğun kenarından yere inmişti ve bacaklarından bir tanesi de yerdeydi. Benim rahat etmem için kendisi çok daha fazla rahatsız uyumuştu ama yine de gülümsemeden edemedim. Başımı kaldırıp ona baktığımda saçlarım çenesine sürtündü ve derin nefeslerinin kesildiğini hissettim. Aralıklı olan dudaklarını birleştirdi, kaşları çatıldı. Bir bacağını koltuğun üzerine tekrar aldığında hiç ummadığım anda bana doğru döndü ve koltukla kendisi arasına beni sıkıştırdı. Bacağını üzerime atma sırası ona geçerken, göğüs kafesi tam boynuma geliyordu. Alnım alnına çarptığında, "Korel," dedim nefes alamayarak.
Kolları beni daha sıkı sardı ve koltukla onun arasında iyice sıkışmama neden oldu. Uyku sersemi altındakinin ben olduğumu bilmiyor muydu? "Korel," dedim tekrar ve zorlukla yüzüne baktığımda dudaklarındaki o tebessümü gördüm. Ellerimi göğüs kafesine yerleştirdim. "Hiç rahat değilim şu anda."
"Falan filan." Uykulu sesini duyunca ben de gülümsedim ve sesinin daha kalın çıktığını fark ettim. "Gece boyunca yeterince rahat uyudun."
"Sen uyumadın mı?" Korel soruma hazırlıksız yakalanmış gibiydi.
"Hayır, gece boyunca seni izledim." Şaşırmıştım ve ciddi olup olmadığını anlamak için yüzünü inceledim. O sırada Korel tek gözünü araladı ve yüzüme baktıktan sonra, "İnandın mı?" diye sordu. "Kendi kendine konuşma huyundan ne zaman vazgeçeceksin? Sürekli konuşuyorsun, bir an bile vazgeçmeden konuşuyorsun. Hem miniksin hem gevezesin. Bir an bile susmuyorsun, uykunda bile."
Utandığımı hissettiğimde, "Üzgünüm," dedim. "Bu yüzden mi uyuyamadın?" Halbuki Korel'in yüzünde derin uyku çekmiş bir adamın ifadesi vardı. "Şaşırdım çünkü gürültülü yerlerde uyumaya alışık olduğunu düşünüyordum."
Korel kaşlarını havaya kaldırdı ve diğer gözünü de açtığında alayla bana baktı. Burnumu işaretparmağı ile ortaparmağının arasına alıp çektiğinde, "Her şeye bir cevabın var," dedi. "Bir dahaki sefere uyurken ağzını bantlayacağım."
Utancım artınca göğsünden onu iteklemeye çalıştım ama hiçbir etkisi olmadı. "Yüzüme vurmasan olmaz mı? Neler konuşuyordum?"
"Korel okşa beni, Korel evet orası, Korel ellerin çok büyük ve sen beni ellerinle..."
Sertçe onu itekleyip, "Sus," diye inledim. "Yalan söylüyorsun."
Korel muzip bir ifadeyle gülünce onun uykulu halini daha çok sevdiğimi fark etmiştim. "Ağzını bantlarım," dediğinde gözlerindeki ifadeyle beraber gelecek olan cümlenin beni alaşağı edeceğini anlamıştım. "Ama konumumuz bu şekilde olmaz ve sen benim altımda olursun."
"Korel!" diye bağırdım ve onu daha fazla iteklemeye başladım. Korel'le aramızdaki bu çekimin bir anda kor bir ateşmiş gibi alevlenmesi ve bizi çepeçevre sarması bozguna uğramama neden oluyordu.
Göğsünden itekleyen ellerimi tek eliyle tuttu ve diğer eli ensemi kavradığında yüzü yüzüme yaklaştı. "Utandın mı?" diye fısıldadığında ondan kaçmaya çalışıyordum ama bir tarafım da ona sürükleniyordu. "Utanman beni daha fazla deli eder." Gözleri dudaklarıma kaydı ve birkaç saniye orada oyalandıktan sonra, "Kendime şaşırmama neden oluyorsun," diyerek daha çok kendine bir savaş açtı. "Büyüdün Minel, büyüdün."
Benim de gözlerim onun dudaklarına kaydığında, "Anlamadım," diyerek kaşlarımı havaya kaldırdım. "Bunu daha önce de söylemiştin."
Aramızdaki duygular değişime uğradığında Korel yüzüme daha fazla yaklaştı ve çekildiğim yerde beni nelerin beklediğini az çok görebildim.
Gözleri tekrar dudaklarıma kaydı ve alnı alnıma yaslandığında, "Farkında değil misin?" diye sordu. "Seni öptükten sonra ne olduysa oldu ve ben bir kere o çok sevdiğin bulutlarını ellerimin arasına aldım, bırakamıyorum."
"Hiç olmamasını mı isterdin?" Sorum Korel'in gözlerinin dudaklarımdan ayrılıp gözlerime odaklanmasına neden oldu.
"Aksine, Bulut Kızı," dediğinde dudakları dudaklarıma yaklaştı, döndü ama gözleri gözlerimden ayrılmadı. Yaprak sarısı gözleri öylesine yakınımdaydı ki ben kendimi sonbaharın ortasında, kurumuş yaprakları olan bir ağacın altında oturuyormuş gibi hissediyordum. "Çok geç kalmışım çünkü bulutların bana yaşadığımı hissettirdi."
Gülümsedim ve gülümsemem onu da gülümsetince, "Sanma ki gerçekler, bu cümle kadar yumuşak olacak," dedi ve bir eli belime gitti, beni sertçe kendine bastırdı. "Sadece seni korkutmamaya çalışıyorum."
Dudakları ile dudaklarım arasında kalan o kısacık mesafede nefesi nefesimle karıştığında gözlerimi yumup, "Senden korkmuyorum," dedim. Korkuyor muydum, bilmiyordum ama ona meydan okumak hoşuma gidiyordu. "Senin nasıl biri olduğunu ya da nasıl biri olabileceğini bilerek seninle yürüyorum."
"Fazla cesursun. Bu masum görüntünün altında tezat bir şekilde neler yatıyor? Göster bana." Üstdudağı dudağıma doğru değdiğinde odanın kapısının sertçe açıldığını duydum ve irkilerek geriye kaçtım. Gözlerimi açtığımda Korel'in gözlerinin sıkıca kapalı olduğunu gördüm.
Aralıklı olan dudakları düz bir çizgi halini aldı ve gözlerini sıkıca yumup, "Siktir oradan," diye hırladı. "Böyle şeyler sadece filmlerde olmuyor muydu ulan?"
Kimin geldiğini Korel'in önümü kapatan vücudundan göremiyordum fakat birkaç saniye sonra bir kadın sesi, "Korel," diye seslendiğinde kaşlarım çatıldı.
Korel gözlerini açtı ve ilk başta benimle göz göze geldi, ardından homurdanarak benden uzaklaştı ve önümü tamamen açarak koltukta oturur bir vaziyet aldı.
Bakışlarım kapıda duran kadınla karşılaştığında kaşlarım daha fazla çatıldı ve o kişinin Duygu olduğunu anladım.
Bacakları benim boyum kadar olan sarışın kız.
Duygu ikimize dikkatlice bakarken, "Siz kardeş değil miydiniz?" diye sordu ve yüzünü buruşturdu. "Ben mi yanlış hatırlıyorum?"
Hâlâ yattığımı fark ederek ben de Korel'in hemen yanında doğruldum ve kollarımı önümde bağladım.
"Neden odaya pat diye giriyorsun?" Normalde Korel'in belki de çok sinirlenebileceği bir durumdu ama Duygu'yla konuşurken sakindi.
"Başka bir kadınla olduğunu düşünemedim." Duygu beni inceliyordu. Kıvrımlarını belli eden siyah taytıyla ve üzerine giydiği siyah askılı bluzuyla seksi göründüğünün farkında mıydı acaba? Evet, farkındaydı çünkü duruşunda bile büyük bir özgüven vardı. Sapsarı saçlarını atkuyruğu şeklinde toplamıştı ve kemikli yüzü daha fazla açığa çıkmıştı. "Sadece sana ziyarete gelmek istedim çünkü uzun zamandır seninle görüşemedik. Beni özlemedin mi?"
Gerçekten mi? Korel'e başımı çevirip baktığımda onun da Duygu'ya baktığını gördüm. Öfke soluk boruma takılınca boğazımı temizledim ve kendimi fark ettirmeye çalıştım ama Korel'in gözleri bana dönmedi.
"Aslında benim de seninle konuşmam gerekiyordu," dediğinde kendimi o odada çok büyük bir fazlalıkmış gibi hissettim. "Ama şu an değil, pek müsait değilim."
"Hayır, müsaitsin," dedim ve kollarımı indirerek Korel'in omzuna bir kere dokundum. "Şimdi çıkıyorum."
"Mine'ydi, değil mi?" Duygu'nun sorusu gerilmeme neden olurken benden önce Korel hemen, "Minel," diye düzeltti ve o da ayağa kalktı.
"Nasılsın Minel?" Bakışlarım ona döndüğünde elini uzatıp gülümsediğini gördüm. "Seninle bu kadar sık karşılaşacağımızı düşünmemiştim ve o gün doğru düzgün tanışamadık."
Bana uzattığı eline bakarken onun sevecen sesine zıt bir şekilde, "Gerek yok tanışmamıza," dedim ve elini indirmesine neden oldum. "İkimizin bir arkadaşlığı olabileceğini düşünmüyorum."
"Neden?" dedi Duygu; söylediğim cümle onun yüzündeki o yapay gülümsemeyi bir an bile silemedi. "Beni nasıl görüyorsun anlayamadım ama buradan bakıldığında ikimiz de aynı noktada görünüyoruz."
Dudaklarım farkında olmadan öfkeyle aralandığında Duygu'nun cesaretinin söndürülmesi gerektiğini biliyordum ama bunu yapacak kişi ben değildim, Korel'di. Bunun da farkındaydım.
Bir anlığına Duygu'ya bunun açıklamasını yapmak ve Korel'le sevişmediğimi söylemek istedim ama sonrasında mantıklı düşündüğümde Korel'le yaşadıklarımın detaylarının Duygu'yu ilgilendirmediğini fark ettim.
"Seninle aramızda olanla Minel'le aramızdakinin alakası yok," dedi Korel bir anda açıkça. Duygu'nun gözlerine şaşkınlık uğradı. "Bir daha kapıyı çalmadan bu odaya girme hatta benimle konuşmak istediğinde telefonumdan ulaşmaya çalış, çat kapı ziyaretlerden hoşlanmadığımı çok iyi biliyorsun." Duygu daha büyük bir şaşkınlıkla baktı. "Aslında," dedi Korel devamında. "Artık pek görüşeceğimizi de sanmıyorum."
Bu kez Duygu'nun dudakları şaşkınlıkla aralandı ve gözleri bana döndüğünde küçümseyen ifadesi kendimi kötü hissetmeme neden oldu. "Ciddi misin?" O kadar şaşkındı ki bakışları bana her döndüğünde beni biraz daha küçümsüyordu. "O ve sen? Birlikte?"
"Kural bir," dedi Korel ve işaretparmağını havaya kaldırdı. "Nerede duracağını bil." İkinci parmağını havaya kaldırırken Duygu'nun yüzüne yaklaştı. "Kural iki, gözlerini onun üzerinden çek." Duygu benim üzerimde olan bakışlarını Korel'e yönlendirip yutkundu. "Kural üç, anlaşma bittiğinde yollar ayrılacaktı. Anlaşma bitti."
İçimdeki öfkenin söndüğünü ve yerine keyfimin geldiğini hissederek hafifçe tebessüm ettim ve Duygu'nun az önceki o küçümseyen ve dalga geçen ifadesinin bir yapbozun parçaları gibi dağılışını izledim.
Yarım dakika sonra, "Nasıl istersen," diye mırıldandığında yüzüne az önceki gibi bir gülümseme yerleşti ama bu sefer çok daha yapaydı. "Seninle olmak güzeldi."
Korel, Duygu'ya cevap vermedi, onu görmezden geldi ve açık kapıya bakarak, "Turuncu, çıkalım hadi," deyip kapıya yürüdü. Fakat o sırada Duygu, Korel'den önce davrandı; hızlı adımlarla odadan çıkarken sinirlendiğini ve sinirine yenik düştüğünü anlayabiliyordum.
Arkasından bakarken Korel bana dönerek,"Hadisene," dedi. "Neyi bekliyorsun?"
Korel'le odadan çıktık ve merdivenlerden inerken gözlerim Duygu'yu barın içinde aradı.
Barda birkaç kişi vardı ve yeri temizliyorlar, masaları düzeltiyorlardı. Gecenin aksine barda hijyen kokusu vardı ve pencerelerden vuran gün ışığıyla saatin kaç olduğunu merak ettim.
Yeri temizleyen bir adam başını kaldırıp Korel'e baktı ve elinden süpürgeyi bırakıp, "Sırtlan," diyerek selam verdi. "Yukarıda olduğunu bilmiyordum."
Adamın gözleri bana doğru döndü ve çok kısa bir an beni inceledi. Korel göz ucuyla bana baktıktan sonra çıkış kapısına doğru yürüdü ve "Saat kaç?" diye sordu adama.
"İki buçuk." Öğleden sonraya kadar uyumuş olmamız beni şaşırtsa da ağrıyan başımı yeni yeni hissedebiliyordum ve nedeninin fazla uyumak olduğunu anlayabiliyordum.
Korel sadece kafasını salladı ve çıkış kapısına doğru yürümeye başladık.
Bardan dışarıya çıktığımızda yerlerin ıslak olduğunu ve yağmurun hafif hafif çiselediğini gördüm. Gülümsediğimde Korel'in bakışları bana döndü. "Yine yağmur," diye homurdandı.
"Şiddetini artıracak gibi görünüyor."
"Minel bunu beğendi." Korel'in gözleri gülümsememe takıldı ve bana baktığı sırada, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım.
"İçeride beni koruduğun için."
Korel'in kaşları çatıldı ve kendisi de yaptığına anlam veremezmiş gibi, "Senin için yapmadım," dedi ama söylediğine inanmak istemedim. "Sadece Duygu'dan sıkıldım."
Ne olursa olsun bir kadından bu şekilde bahsetmesi canımı sıktığından, "Ondan bir eşya gibi bahsetme," dedim ve Duygu'yu savunmam onu şaşırttı. "Neyin anlaşmasından bahsediyordunuz?"
Korel motosikletine doğru yürümeye başladı, ben de onu arkasından takip ettim. Motosikletinin arkasındaki kaskı alıp bana uzattığında, "Çok safsın," dedi fakat yüzünde dalga geçen bir ifade yoktu. "Duygu'yla sadece seks yapmak için bir araya geliriz ve başka bir iletişimimiz olmaz. Bu karşılıklı bir istek, yani o da beni istekleri için kullanıyor. Bu kadın erkek olaylarından daha farklı bir durum. Anlaşmamız bunun üzerineydi ama artık bitti." Yüzümü buruşturdum ve kaskı elinden alıp başıma geçirmeden önce, "Biriyle sadece seks yapmak için birlikte olmak mı?" dedim. "Benlik değil. İki insanın birbirine dokunması bence sadece duygulardan ve hislerden geçmeli. Seks bir ihtiyaç değildir."
Kaskı başımdan geçirirken elini cebine attı ve motosiklet için eldivenlerini taktığında ilk defa böyle bir şey yaptığına şahit oldum. "Öyle mi dersin?" Gülümsedi ve motosikletinin arkasındaki diğer kaskı eline aldı. "Senin için ihtiyaca dönüşeceğim zaman hatırlatırım bunu sana."
"Korel," deyip karnına sert bir yumruk attım. En azından sert bir yumruk attığımı düşündüm ama Korel bir milim bile hareket etmedi. "Seninle ihtiyaçlarım için sevişeceğimi mi düşünüyorsun?"
Kaskı başından geçirdi ve sırıttığını hissettim. "Benimle sevişeceksin yani?" Başını alayla salladı. "Sürekli cümlelerinle düşüyorsun Çilli, kendine hâkim ol biraz."
Dilimi sertçe ısırdım ve kendime içten içe küfürler sıralarken onu cevapsız bıraktım. Onun yanından geçip motosikletinin yanına gittiğimde bakışlarıyla beni takip etti. Yüzündeki gülümsemenin silinmediğine adım gibi emindim.
Motosikletinin arkasına bindiğimde yağmur biraz daha hızını artırmıştı.
"Kendime şaşırıyorum, normal değil," dediğinde neyden bahsettiğini anlamamıştım. O da motosikletine bindi ve ayaklarını yerden kaldırarak motosikletin motorunu çalıştırdı.
Sormadım ve kızgın bir şekilde kollarımı beline doladım. "Bu kadar çok istemek." O kadar kısık bir sesle konuşmuştu ki benim duymayacağımı sanmış olmalıydı fakat ben onu duymuştum; belki de bir hayaldi ama duyduğum cümle gülümsememe neden olmuştu.
"Nereye gidiyoruz?" Yola çıktıktan yaklaşık beş dakika sonra dayanamamıştım. Korel cevap vermeyince daha yüksek bir sesle bağırdım. "Nereye gidiyoruz? Sesimi duymuyor musun?"
"Bağırmasana kızım," dedi Korel ve anacaddeyi tercih etmek yerine otoyoldan gittiğini fark ettim. "Lucero'nun yanına gideceğiz, akşamki dans seçmeleri için."
Beline dolanan kollarım gevşedi ve elimi yumruk yaptığımda Korel bunu hissetmiş olmalıydı. "İstemiyorum." Sesimin ona ulaşmadığına emindim çünkü ben bile kendi sesimi duyamamıştım. "Neden bunu yapıyorsun?" Bu sefer bağırmıştım.
"Çünkü senin ne istediğini senden daha iyi biliyorum." Boğuk çıkan sesine rağmen öfkesini hissedebilmiştim. "Kendini bugün serbest bırak, kendini bana bırak. Kendini özgür bırak."
Güne dair içimde oluşan korkularımı aşabilmiş değildim ve atıştıran yağmur bile beni kapıldığım karamsarlıktan kurtaramıyordu. Gevşettiğim kollarımı tekrar ona sıkıca sarsam da ruhumun Korel'in yanından uzaklaştığının farkındaydım.
Kumarhaneyi ve orada olanları düşünmediğimi, zihnimin içinde gerilere attığımı, aklıma her gelişinde başımda şiddetli bir ağrı oluşturmasından çözebiliyordum. O kadar geri plana atmıştım ki zihnimin kendi kendine o günü silmeye başladığını görebiliyordum.
Kendi geçmişini unutan ya da unutmak isteyen ben olabilir miydim? Eskiden olsa belki de bu düşündüğüm yüzünden kendime gülebilirdim ama artık öyle değildi; sürekli kaçan ve yaşadıklarını kaldıramayan o kızla her göz göze geldiğimde kaçmak daha kolay geliyordu.
İçimdeki bu karamsar ve kötü duyguların nedeni, geri plana attıklarım olabilir miydi?
Başımı yaslandığım yerden gökyüzüne kaldırdım ve kaskın arkasından koyu bir renge bürünmüş olan bulutlara baktım.
Bütün sakladıklarımı, gizlediklerimi, kendime bile itiraf edemediklerimi o bulutlara saklamışım gibiydim ve yağmurlar yağdığında bütün hepsi benim üzerime yağıyordu.
Sokaktaydım, gidebilecek bir evim yoktu ve o yağmurlara maruz kalmak zorundaydım. En kötüsü de buydu.
Korel her şey olabilirdi ama benim saklanmak istediğim yağmurlar üzerime yağarken evim olamazdı çünkü o da bulutlarda gizliydi, bunu biliyordum.
Motosiklet yavaşlayınca daha önceden de geldiğimiz yere yanaştığımızı fark ettim. Kubbe şeklindeki dans atölyesi ve kapıda karşılayan adam aynıydı. Yine yağmur yağıyordu, yine sebebimiz danstı fakat daha önceden buraya gelen o iki insan değildik. Lucero, "Hey!" diye bağırdı ve yağmuru umursamadan bizim olduğumuz tarafa yürümeye başladı.
Korel motosikleti durdurup indiğinde ben de ona eşlik ettim ve kasklarımızı çıkardık.
Lucero, Korel'e sıcak bir şekilde sarıldı ve geriye doğru çekildiğinde Korel'in yüzünü ellerinin arasına aldı. "İnanmayacaksın ama daha iyi görünüyor sen." Aksanlı sesi ve kötü Türkçesi eskiden olduğu gibi tekrar yüzümü gülümsetirken dönüp bana baktı ve omuzlarımdan tutarak sarıldı. Kollarının arasında afallamış bir şekilde Korel'e baktığımda o gülümsüyordu. "Minil," dedi yine adımı yanlış söyleyerek. "Aynı şeyi senin için söyleyemem. Zayıf bir insan."
Korel, "Zayıf bir insan," diyerek Lucero'yu tekrar etti. "Hadi içeriye geçelim de şu yağmurdan bizi kurtar."
Lucero hızla onaylayarak başını salladı ve eliyle açık kapıyı işaret etti. Hep beraber dans atölyesinden içeriye girdiğimizde kocaman atölyede değişen hiçbir şey olmadığını gördüm. Bakışlarım camdan kubbeye doğru döndü ve birkaç adım atıp onları geride bıraktım. Yağmurun cama çarparken çıkardığı sesler sanki ruhumu rahatlatıyordu ve yanımda o sesle dans ederek dönmesine neden oluyordu.
"Muhteşem bir yer burası." Defalarca kez söylemek isteyeceğim cümleyi yine tekrar ettim. "Öyle güzel ki böyle bir evim olsun isterdim."
Atölyenin içi yine loş ışıklarla aydınlanıyordu. Lucero ve Korel hemen arkamda büyük ihtimalle İspanyolca konuşuyorlardı. Ne dediklerini anlamasam da ismimin geçtiğini duyabiliyordum. Korel'in akıcı İspanyolcasını dili bilsem bile anlayamazdım çünkü çok hızlı konuşuyordu.
Kubbeye bakarken arkamdaki sesleri kesildi ve bana doğru yürüdüklerini hissettim. "Dans yarışması?" dedi Lucero sorgular gibi. Başımı çevirip ona baktığımda gülümsüyordu ve sıcacık gülümsemesi içimi ısıtmıştı.
"Evet, maalesef." Dudağımı büktüğümde Korel'le göz göze geldik ve kaşlarını çattığını gördüm. "Hiç çalışmadım ve uzun zamandan beri dans etmedim. Yarışmaya katılsam bile kazanamam."
Lucero söylediklerimi anlamaya çalışırken yüzünü buruşturuyordu ve ne demek istediğimi anlayamayınca dönüp Korel'e baktı. Kaşlarını çatmış olan Korel tercümeyi yapınca Lucero'nun yüzünde de aynı ifade belirdi. "No, no, no," dedi ve ellerini havaya kaldırdı. "Pesimista."
Kaşlarımı havaya kaldırdım.
"Senin karamsar olduğunu ve çok güzel dans ettiğini, bu yüzden vazgeçmemen gerektiğini söylüyor. O dans yarışmasına gidecekmişsin, eğer gitmezsen hayatında çok büyük bir eksiklik olacakmış. İstediğin buymuş." Korel cümlesini bitirdiğinde bir elini Lucero'nun omzuna koydu. "Diyor ki, bu kız dans etmek için dünyaya gelmiş." Güldü. "O söylüyor, ben değil."
"Korel," deyip gözlerimi devirdim. "Sadece tek bir kelime söyledi, bu kadar anlamı nasıl çıkardın?"
Korel tekrar güldü ve burnuma fiske vurdu. "İspanyolca böyle bir dil işte. Tek kelimeyle her şeyi anlatırsın."
Lucero bir Korel'e bir bana bakarken neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Azıcık anladığı Türkçesi de kaybolup gitmiş gibiydi.
Korel'in söylediklerini duymazdan gelip Lucero'ya döndüm. "Uzun zamandır dans etmedim, nasıl başaracağım?"
Lucero hiç ummadığım anda tek elimi tuttu ve havaya kaldırıp beni kendi etrafımda döndürdü. Elimi bıraktığında parmağını şakağıma bastırıp, "Burası değil," dedi. Eli kalbime indi. "Burası. O zaman çok güzel dans edersin."
Lucero'nun gözlerinde bile bana karşı olan inancı vardı ve bu kendimi daha kötü hissetmeme neden olmuştu. Aynı inançlı bakışları daha önceden Korel'in gözlerinde de görmüştüm.
"Bu kadar çok mu inanıyorsunuz bana?" diye sorduğumda bakışlarım ikisinin üzerinde geziniyordu. Kendime bile bu kadar inanmazken, karşımdaki iki adamın bana bu derece inançla bakması güvenimin yerine gelmesine neden olmuştu.
"Evet," dedi Korel ve yanımdan geçip gitti. Atölyenin köşesindeki koltuklardan birine oturduğunda cebinden sigarasını çıkardı ve ucunu alevlendirdikten sonra kısa bir nefes çekti. "Ve sen başkalarının inancına ihtiyacı olan bir kız değilsin. İnsan ilk önce kendine inanmalı. Eğer kendine inanırsan başkaları da sana inanır. Senin gözlerinde kendine inanan o küçük kızı görüyorum."
Ağır adımlarla Korel'in oturduğu koltuğun oraya yürüdüğümde beni süzüyor, sigaranın dumanı yüzünü örtüyordu. Hemen karşısına oturduğumda elimi önümüzdeki masaya yasladım. "Bugün içimde çok kötü bir his var."
Korel'in yüzü değişti ve kaşları çatıldı; iki kaşının ortasındaki boşluğu elimle düzeltme ihtiyacı hissetmiştim. Bir süre bana öyle baktıktan sonra içimi rahatlatmak istermiş gibi, "Yaşadıklarını çok fazla geri plana attın," dedi. "Bugün düşündüğünün aksine güzel bir gün, güzel bir akşam olacak."
Onun da bakışlarında dürüstlük belirtisi yoktu ve yüzünün aldığı şekil aynı hisleri benimle paylaştığını gösteriyordu. "Gerçekten buna inanıyor musun, yoksa içimi mi rahatlatmaya çalışıyorsun?"
Korel umursamaz bir tavırla omuzlarını silkti ve sigarasından son dumanını çekti. "Gün umurumda değil, ben bugün sana inanıyorum."
Bir süre yüzüne baktıktan sonra kafamı tedirginlikle salladım. O sırada Lucero ellerinde tabaklarla masaya geldi ve Korel'e İspanyolca bir şeyler söyledi. Korel gülümseyerek, "Aç olduğumuzu söylemiştim," diye bana açıklamada bulundu. Masanın üzerine gelen yemeğe baktıktan sonra hınzır bir ifadeyle güldü. "O da zaten yemek yapmış. Ye bakalım İspanyol yemeklerini, beğenecek misin?"
"Paella," dedi Lucero bana büyük bir keyifle ve merakla bakarken. Korel beni göstererek Lucero'ya bir şeyler söyledi ve Lucero bana dönerek, "İlk defa?" dedi ve ellerini birbirine çarptı.
Hepimizin önüne çatal ve kaşıkları koyduğunda o da oturdu ve heyecanla yemeğini yememi bekledi.
Paella içinde birçok sebzeyi barındıran bir yemek gibi görünüyordu ve köşelerinde midyeler vardı. "Deniz ürünleri mi var içinde?" diye sordum Korel'e ve elime çatalı aldım. "Güzel kokuyor."
Korel yüzündeki gülümsemeyi silmeden önce Lucero'ya dönüp kısaca bir şeyler sordu. "Pollo?"* dedi Korel. Lucero kafasını onaylayarak salladı. "Conejo?"** Lucero açıklama yaptı ve Korel kaşlarını kaldırıp geniş bir şekilde gülümsedi. "Caracol?"***Lucero yine kafasını salladığında Korel eline çatalını aldı ve önümüzdeki yemeğe daldırıp ağzına afiyetle götürdü. Çiğnerken bana dönüp, "İçinde birçok şey var," dedi. "Deniz ürünleri, sebzeler, baklalar. Bence bir tadına bakmalısın."
Aç olduğum için olsa gerek Korel'in yüzündeki gülümsemeyi sorgulamadan elime çatalı alıp Korel gibi yemeğe daldırdım ve ağzıma attım. Deniz ürünlerinin tadı daha fazla gelse de aradaki tavuk tadını da alabiliyordum. "Mmm," deyip birkaç çatal daha aldım. "Çok güzelmiş." Lucero durumdan hoşnut bir şekilde çatalını batırdı ve hep beraber yaptığı güzel yemeği yedik.
Tabağın sonuna geldiğimizde uzun zamandır ilk defa böylesine karnımı doyurduğumu fark etmiştim. Son lokmayı ağzıma attığımda gülümsedim ve ağzım dolu bir şekilde, "Perfecto," dedim Lucero'ya. Korel başka tabaktaki tatlıyı yerken kısık sesle güldü ve eliyle ağzını kapattı. "Ona bu yemeğin tarifini bana vermesini söyler misin?"
Korel kendini tutamayıp kahkaha atmaya başladığında elin deki tatlıyı bıraktı ve sırtını koltuğa yasladı. O kadar içten ve o kadar çok eğleniyormuş gibi gülüyordu ki dayanamadım ve ben de gülmeye başladım. Lucero ikimize delirmişiz gibi bakarken Korel, "Ben tarifi biliyorum," dedi kahkahaları arasından. "İstersen hemen vereyim." Kaşlarımı havaya kaldırdım ve onu dinliyormuş gibi baktım. Korel zorlukla kahkahasını kestiğinde, "Tavuk," dedi. "Midye, kalamar," kafamı onaylayarak heyecanla aşağı yukarı salladım, "domates, biber." Parmağını havaya kaldırdı. "Olmazsa olmazı iki şey var; birisi pirinç." Onu dinlemeye devam ederken diğerini bekledim fakat Korel'in gülümsemesinin mutluluktan değil de dalga geçtiğinden dolayı olduğunu anladığımda yüzümün şekli değişti.
"Diğeri nedir?"
Boş tabağı havaya kaldırdı ve gözleri kısık bir şekilde bana baktı. "Salyangoz."
Söylediği kelimeyi anlamaya çalışırken "Sal... ne?" dedim ve gözlerim irice açıldı, ardından elimle ağzımı kapattım. "Salyangoz mu dedin sen?" Korel yine gülmeye başladığında bakışlarım Lucero'ya döndü. "Doğru mu söylüyor, gerçekten içinde salyangoz mu var?"
Lucero neden böyle tepkiler verdiğimi anlamasa da başını onaylarmış gibi salladı. "Güzel miydi?"
"Lanet olsun." Ayağa kalktım ve elimi ağzımdan çekemedim. Gözlerim tekrar Korel'e döndüğünde neden bu kadar çok eğlendiğini yeni anlayabiliyordum. "Sen çok kötü bir adamsın, bu en kötü olduğun andı."
"Hadi oradan," dedi ve alayla yüzümü inceledi. "Bana kusacağını söyleme sakın, Lucero çok üzülür." Bakışlarım Lucero'ya kaydığında yüzünün asıldığını gördüm.
Elimi ağzımdan çektim ve yüzüme yapay bir gülümseme yerleştirirken elimi Lucero'nun omzuna koyup, "Perfecto," dedim. "Salyangoz muhteşemdi."
Lucero'nun yüzü düzeldi ve ellerini tekrar birbirine çarparak ayağa kalktı. Korel'in hâlâ eğlendiğini hissetsem de ona bakmayı reddettim ve Lucero'yu izledim.
Atölyenin içinde hızla yürüdü ve köşede duran müzik setinin düğmesine basarak atölyenin içinin güzel bir şarkıyla dolmasına vesile oldu. Şarkıyı bildiğim için gülümsedim ve tekrar yanıma yaklaşan Lucero'yu izledim.
"Yarışma öncesi dans?" Bana elini uzatıp davetine yanıt bekledi. Dudaklarımı büktüğümde Lucero taklidimi yaptı ve elimden tutup beni kendine çekti.
"Dans et," dedi Korel ve rahat bir şekilde koltuğa kurulduğunda işaretparmağıyla beni gösterdi. O sırada elinde duran içki şişesini görmüştüm. "Durma, dans et. Kendini özgür bırak."
Gözlerinin içine baktım ve ondan cesaret almak istedim; gözlerimin içine öyle bir baktı ki sanki benden önce o cesareti kendi damarlarından içmişti, bu yüzden bakışları beni kendime getirdi.
"Sen izleyecek misin?" diye sordum mutsuz bir sesle ve parmaklarım Lucero'nun ellerini sıkıca tuttu. "Benimle dans etmeyecek misin?"
Korel kafasını salladığında gülümsüyordu. "Gittiğimiz yerde edeceğim." Öyle içten kurmuştu ki cümleyi, sanki onun ellerini tutuyormuş gibi hissetmiştim. "Sadece bana zaman ver."
Lucero beni kendi etrafımda döndürdü ve birkaç adım atarak ona ayak uydurmamı sağladı. "O halde çalışmadan mı dans edeceksin?"
Korel içkisinden büyük yudumlar aldığında ne yapmaya çalıştığını anlamıştım. Uyuşmaya çalışıyordu, uyuşmadan benimle dans edemezdi; bunu anlayabilmiştim. "Bana sen yön vereceksin," dediğinde şarkının sesi yükseliyordu ve Lucero'yla olan adımlarımız hızlanıyordu. "Kendini özgür bırak."
Ne demek istediğini anlamadım ve kaşlarım çatıldı fakat Lucero görüş alanımı kapatmıştı. Korel'i tamamen göremediğimde onunla tam aramıza geçip, "Hisset Minil," dedi yüzüme karşı. "Hisset." Gözlerimi sıkıca yumup kendimi müziğin ritmine bıraktığımda parmaklarımın ucundaki hislerin kalbimden geldiğini anladım.
İlk önce Lucero'nun elleri beni sarıyor ve yön veriyordu fakat bu çok da uzun sürmedi; bir süre sonra kendi başıma dans etmeye başladım ve bu dakikalarca sürdü. Gözlerimi bir an ol sun açmazken, Korel'in varlığını hisseden tarafım ve zihnimdeki yüzü bana yön veriyordu.
Dans etmeyi özlemiştim ve asıl hissettiğim ise artık dansı kaçış gibi göremediğimdi.
Dans benim için karşıma ruhumu alıp ellerini tuttuğum bir rüya haline gelmişti. Kendi ruhuma yön verirken parmaklarımın ucundan akıp giden zamanlarımı görebiliyordum.
Lucero'nun elleri beni tekrar bulduğunda gözlerimi açmadım ve onunla beraber dans ettik. Bana komutlar veriyordu, hepsine uyuyordum fakat aslında içimden ne geliyorsa da onu yapıyordum.
Ellerimi iki yana açtığımda, gökyüzüne havalandığımda ya da yeryüzüyle kucaklaştığımda... Hepsi benim ve ruhumun istedikleriydi.
Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum fakat bir an bile olsun gözlerimi açmadığımdan müzik kapatıldığında Lucero'nun artık yanımdaki varlığını hissetmiyordum.
Gözlerimi hafifçe araladığımda ilk karşılaştığım yüz müzik setinin yanında duran Lucero'ydu. Büyük bir heyecanla alkışlamaya başladı ve bana doğru yürürken Korel'e bakarak İspanyolca bir şeyler söyledi.
Korel'in oturduğu tarafa baktığımda onu düşündüğümden daha farklı bir şekilde buldum ve dakikalar değil, saatler bile geçmiş olabilirdi.
Elindeki içki şişesinin dibini bulmuştu ve başı koltuğa yaslıydı, gözleri direkt benim üzerimdeydi. Bakışlarının ilk defa alkolden dolayı bu kadar baygın olduğunu görüyordum. Gözlerini bir an olsun benim üzerimden ayırmıyordu.
Lucero yanıma geldiğinde alkışlamaya devam ediyordu; yüzünde gülümseyen o ifade vardı. İspanyolca bir şeyler daha söyleyip beni bir kere daha kendi etrafımda döndürdü.
"Neler söylüyor?" diye sordum Korel'e fakat o Lucero'yu dinlemiyormuş gibiydi.
"Seni sonsuza kadar dans ederken izleyebilirim."
Kaşlarım havalandı, dudaklarım aralandı ve ona dikkatle bakarken, "Lucero yani," dedi. "Öyle söylüyor. Seni sonsuza kadar dans ederken izleyebilirmiş."
Bakışları öylesine anlamsız ve öylesine anlamlıydı ki bir an, sadece bir an Korel'in büyülenmiş bir şekilde bana baktığını düşündüm fakat hemen sonra bu düşünceyi kafamdan kovdum. Korel beni daha önce de dans ederken izlemişti, şimdi değişen hiçbir şey yoktu. Neden böyle hissedecekti ki?
"Teşekkür ederim." Lucero teşekkürüme karşılık ellerini havaya kaldırdı ve beni dans kıyafetlerinin olduğu yere yönlendirdi. Korel'i de çağırdığında Korel elini kaldırıp gelmeyeceğini belli etti.
"Korel," dedim mutsuz bir sesle. "Kıyafet bakmayacak mısın?" Lucero da benimle beraber ona bir şeyler söyledi fakat Korel dinlemiyormuş gibiydi ve hâlâ bıraktığım boşluğa bakıyordu. Dans etmek mi istemiyordu yoksa kafasına takılan başka şeyler mi vardı, anlayamıyordum.
Korel'i arkamızda bırakıp kıyafetlerin olduğu yere geldiğimizde daha önceden de buradan elbise aldığımı hatırladım ve gülümseyerek Lucero'nun ellerini tuttum. "Çok iyisin Lucero, teşekkür ederim."
Sıcak bir ifadeyle bana bakıp, "Onu çocukluk bilirim," dedi ve bahsettiğinin Korel olduğunu anladım. "Senin için var, sen için de yok."
Ne dediğini anlamasam da gülümseyerek karşılık verdim ve odadan çıkışını izledim. Lucero odadan çıkar çıkmaz elbiselere dokundum ve yerdeki, ayağıma uygun olan dans ayakkabılarına baktım. Yepyeni görünüyorlardı ve bu yeni görüntü, aklıma tek bir şeyi getirmişti.
Korel dans yarışmasına katılacağımın hesabını daha önceden de yapmıştı ve Lucero'yu da ona göre hazırlamıştı.
Korel Erezli. Bazen beni benden daha çok düşünen, bazen de ellerime neşteri veren o adam.
Onu tanıdıkça ulaşamayacağım aydınlığa da karanlığa da kendimi tutsak hissediyordum.
Korel Erezli'ye tutsak olmuştum.
Açık kahverengi bir elbiseyi askıdan çektim ve bedeninin uy gun olduğunu gördüğümde üzerimdekilerden hızla kurtulup o elbiseyi üzerime geçirdim.
Kat kat püskülleri olan elbise kısaydı ve boyundan bağlamalıydı; sırtı ise oldukça derin bir dekolteye sahipti. Odanın içindeki aynaya doğru ilerlemeden önce ayaklarıma krem rengi topuklu dans ayakkabılarını giydim.
Aynada kendimle yüz yüze geldiğimde üzerimdeki elbiseye bakarak gülümsedim. Kalçalarımı hareket ettirdiğimde elbisenin püskülleri de sallandı ve daha geniş bir şekilde sırıttım. Bakışlarım yüzüme kaydığında dağınık olan saçlarımı düzelttim ama toplamadım. Gitgide uzayan saçlarım kürekkemiklerimin altına kadar gelmişti fakat onlar bile sırtımdaki dekolteyi kapatamıyordu.
Dekolte kalçalarımın başladığı yere kadardı.
Kendimle daha fazla zaman kaybetmeyip atölyeye doğru ilerlerken ayağımdaki ayakkabıların rahatlığı içime su serpti.
Atölyeye çıktığımda Lucero'yu Korel'in yanında değil de müzik setinin orada gördüm; sırtı bana dönüktü. Korel ise hâlâ koltukta tam karşısına bakıyordu, elinde yeni bir şişe vardı fakat o şişeden pek de fazla içmemişti.
"Geldim," dediğimde bakışları bana ilk dönen kişi Lucero oldu ve gözleri kocaman açıldıktan sonra ıslık çaldı.
"Perfecto!" diye bağırdığında utancımdan gözlerimi ondan kaçırıp Korel'e döndüm. Başı yavaş yavaş bana döndüğünde yüzüme bakmak yerine üzerimdeki elbiseye odaklandı.
Gözleri ayaklarımdan yukarıya tırmandı ve duruşu değişti; yaslandığı yerden doğrulduğunda elindeki şişeyi yere bıraktı. Olduğum yerde püskülleri oynatmak istermiş gibi döndüm ve saçlarım da yüzümün etrafında dans etti. "Nasıl olmuşum?"
Korel oturduğu yerden zamana meydan okurmuşçasına oldukça yavaş bir şekilde ayağa kalktı ve bana doğru yürümeye başladı. Adımları kendinden emin değildi ve biraz sarsak yürüyordu. Korel sarhoş muydu?
Onu ilk defa böyle görüyordum.
"Arkanı dön," dedi ve çatallaşan sesini düzeltme ihtiyacı hissetmedi. Söylediğini yapıp arkamı döndüğümde yan bir şekilde ona baktım. Korel'in gözleri sırtımda gezindi ve parmakları saçlarıma dokundu. Lucero'nun o sırada bizi yalnız bırakmak istermiş gibi az önce çıktığım yere doğru yürüdüğünü gördüm.
Saçlarımı omzuma alıp sırtımı tamamen açığa çıkardı. Parmak uçları çıplak olan omuzlarıma dokunduğunda Korel'in buz gibi soğuk olduğunu hissettim. İşaretparmağı ile ortaparmağı omzumdan aşağıya indi ve ensemden kürekkemiklerimin ortasına ilerledi. Nefesi omzumun oraya düştüğünde eğildiğini anladım. Sakallı yüzü, saçlarımın tepesine dokundu ve derin bir nefes aldıktan sonra dudakları kulağıma yaklaştı. "Tenin bembeyaz." Parmakları kürekkemiğimin aşağısına kaydı ve nereye doğru yol izlediğini anladım. "Omuzlarında da çiller var." Dudakları kulağımdan uzaklaşırken nefesi omzuma yaklaştı. Parmakları kürekkemiğimin altındaki ize dokunduğunda gözlerimi sıkıca yumdum ve soğukluğunu o izin üzerinde hissettim. Dudaklarını omzuma dokundurduğunda parmakları da o izin üzerinde geziniyordu.
"Biliyor musun," diye fısıldadım. "O izin nasıl olduğunu bilmiyorum ve hatırlamıyorum." Dudakları omzumdan uzaklaştı, yüzü de geriye gitti. "Ve bilmek ya da hatırlamak istemiyorum. Kendi izlerimin öyküsünü merak etmiyorum."
Korel'in parmakları duraksadığında böyle bir şey duymaya hazırlıklı olmadığını anladım. Birkaç saniye sonra parmaklarını o izin üzerinden uzaklaştırdığında ruhunun da söylediğim cümleyle beraber benden adım adım uzaklaştığını hissettim.
Bedenimi ona döndürdüğümde gözlerimi açtım ve havada kalan elini tutup, "Ama senin izlerin," dedim. "Senin izlerinin öyküsü. Onları bilmek istiyorum, ezberlemek istiyorum, dokunmak istiyorum. Korel, ben onları görmek istiyorum."
Geriye bir adım atacağı sırada baygın bakan gözlerinin içine baktım ve elinden tutup onu kendime doğru çektim. "Saklama." Artık benim de sesim çatallaşıyordu. "Saklanma. Sürekli kazak giymek zorunda değilsin, sürekli vücudunu gizlemek zorunda değilsin. Sürekli gizlenmek zorunda değilsin."
Korel gözlerimin içine bakarken yaprak sarısı gözlerinden ne ler geçtiğini anlayamıyordum ama o, en derinlerime dokunuyordu. Parmaklarının dokunduğu izimin olduğu yer hâlâ sızlıyordu fakat ben onun izlerini bir an olsun sızlatamıyordum.
"İz değil," dediğinde devamında ne geleceğini biliyordum. "Emare. Benim için armağan."
Onu onaylayarak başımı salladım. Lucero'nun adım seslerini duyduğumda Korel'in elini bıraktım ve o da benden bir adım geri çekildi.
Çıktığı yerden bize baktığında Korel'e bir şeyler söyledi, Korel ise omzunu silkti ve umursamaz bir tavırla bana baktı. "Gidelim mi artık?"
"Gidelim." Korel Lucero'yla kısaca vedalaştı ve ben de sarılarak ona teşekkür ettiğimde gözlerinde büyük bir inançla bana baktı.
Lucero elini havaya kaldırdı ve onun eline çakmam için bekledi. Hızlıca elimi eline çarptığımda, "Güç sende," deyip güldü. "Hayranım."
Korel elini belime koyarak beni çıkış kapısına yönlendirdi. Karşı gelmeden onunla yürürken Lucero'ya el salladım ve ona arkamı döndüm. Korel'in bir adımı diğerine uymuyordu. "Korel," diye mırıldandım. "Sarhoş musun?"
Korel omuzlarını silkti. "Çok daha fazlasına ihtiyacım var."
"Zorunda değilsin." Çıkış kapısını açtı ve soğuğun yüzümüze çarpmasına neden oldu. Yağmur hızlanmıştı. "Dans etmek için sarhoş olmana gerek yok, vazgeçebiliriz."
Korel gözlerini bana çevirip, "Artık vazgeçmekten bahsetme," dedi. "Bugün hiçbir şeyden vazgeçmeyeceksin."
Korel'in neden kendini böylesine zorladığını bilmiyor ve anlamıyordum ama onu anlayabilmek bazen imkânsız olabiliyordu. Karşı çıkmak yerine tamamen sessizliğe gömüldüm ve yola kadar eli belimde yürüdük.
Motosikleti geride bırakmıştık.
Korel elini kaldırıp yoldan geçen bir taksiyi durdurdu ve arka kapıyı açıp geçmem için bekledi. Şaşkınlıktan kaşlarımı çattığımda, "Bugün senin günün," dediğini duydum. "Her şey istediğin gibi olacak. Kendini özgür bırak."
Aynı cümleyi tekrar edip duruyordu.
Kendini özgür bırak.
Koltukta yanıma oturduğunda dans yarışmasının olduğu yerin adresini verdi ve taksi hareket etti. Yağmur damlaları gitgide camda daha fazla iz bırakıyordu ve ön camdaki silecekler hızını artırıyordu. Hava kararmıştı ve gökyüzünde yağmurdan dolayı tek bir yıldız bile yoktu, varsa bile bizden gizleniyorlardı.
Ellerimi sıkıca kucağımda birleştirdiğimde camdaki yansımadan Korel'in yüzüne baktım ve onun da camdan dışarıyı izlediğini gördüm. Elini cebine atıp sigarasını çıkardı, ucunu yaktığında kırmızı ışık yüzünü aydınlattı ve göz göze geldik.
Aramızda mesafeler vardı, ona dokunamıyordum, teni tenime temas etmiyordu fakat buz gibi bedeni sanki bedenimi sarmıştı. Alkol müydü Korel'i bambaşka hale getiren, yoksa başka bir şey miydi bilmiyordum ama ne olduysa ben dans ettikten sonra olmuştu.
Korel'in sarhoş olmasına ya da sarhoş olmak istemesine neden olacak bir şeyler olmuştu.
Dayanamayıp, "İyi misin?" diye sordum. Takside radyo açıktı ve akşam haberlerini veriyordu.
Korel'in iyi olduğunu söylemesini bekledim fakat o sorumu cevapsız bırakıp, "Sen iyi misin?" diye sordu.
"Bilmiyorum." Verdiğim dürüst cevap, iki kaşının ortasında boşluk oluşmasını sağladı. "Sadece heyecanlı hissediyorum, elime yüzümü bulaştırırsam?"
Defalarca tekrar ettiği cümleyi yine tekrar etti. "Kendini özgür bırak."
Ağrı ağır ona destek çıkarmış gibi başımı sallayıp bakışlarımı ondan ayırdım. İçimdeki heyecanı aşamasam da ona belli etmemeye çalışarak derin nefesler almayı denedim. Akşam haberlerini dinleyerek kafamı dağıtmak istedim fakat o haberlerin de içimi daha fazla sıktığını fark ettiğimde yağmurun sesine odaklandım.
Pıt pıt pıt.
Bir damarın atışı gibi.
Camdaki bir damla, başka bir damlanın üzerine geliyor ve ikisi beraber aşağıya süzülüyordu.
Yansımadan arada sırada Korel'e bakıyordum fakat o dalgın gözlerle yolu izlemeye devam ediyordu. İçimdeki korkuyu ve kötü hisleri Korel bile silemiyordu ya da silmek istemiyordu.
Tek öğütlediği özgürlüktü ve onu da başaramıyordum.
"Geldik." Taksi şoförünün sesiyle kendime geldiğimde büyük bir salonun önünde durduğumuzu ve önünün kalabalık olduğunu gördüm. Gözlerim açıldı fakat Korel çoktan taksi şoförüne parayı verip arabadan inmişti. Yine beni şaşırtıp kapımı açtı.
Elini bana uzattığında eline baktım ve gözlerimdeki şaşkınlığı fark eden Korel, "Hadi ama," dedi. "Nasıl yapılır bilmiyorum, in arabadan."
Korel günü benim günüm ilan etmişti ve o gün bozulmasın diye elinden geleni yapıyordu.
"Sarhoşluk sende tuhaf bir etki bıraktı." Gülümsememin arasından verdiğim yanıt hafif bile olsa Korel'i de gülümsetti. Elini tutup arabadan indiğimde parmaklarımız kenetlendi.
"Dans yarışması bittikten sonra bir daha bu adamı göremeyeceksin."
Kurduğu cümle ne kadar esprili olsa da kötü hissetmeme neden olmuştu ve içinde gerçeklik payı olabileceğini anlamıştım. Korel'e baktığımda onun da yüzünde ciddi bir ifade vardı.
Ellerimize baktığımda ilk defa elimi tuttuğunu fark ettim ve bu düşünce parmak uçlarıma kadar titrememe neden oldu. Altdudağımı içeriye kıvırdığımda yanaklarımın kızardığını biliyordum.
Korel bana yan gözle baktı ve beraber büyük salonun kapısına yürüdük.
Her şeyin bu kadar yolunda olması ve iyi ilerlemesi tuhaftı.
Hissediyordum, kötü giden bir şeyler vardı.
"Bu kalabalık neden? Herkes yarışma için mi geldi?" Şaşırmıştım çünkü bu kadar kişinin katılabileceğini düşünememiştim.
"Dışarıdan misafir kabul edilebiliyor, izlemeye gelmiş olmalılar." Heyecanlandım ve Korel'in elini daha sıkı tuttum. Korel sıktığım eline bakıp, "Sakinleş," dedi. Ardından yine fısıldadı:
"Kendini özgür bırak."
"Kendini özgür bırak," dedim onun gibi tekrar ederek ve kapının önüne gittik.
Adam bize baktığında sıraya girmediğimizi fark etti. "Sıra o taraftan," diyerek elinde tuttuğu deftere yöneldi.
"Minel Karaer ve Korel Erezli." Korel adlarımızı söylediğinde adam tekrar bize baktı. "Dans yarışması için geldik."
Adamın bakışları ilk önce benim üzerimde ve kıyafetimde gezindi, ardından Korel'e baktı ve kaşları çatıldı. Elindeki defterden isimlerimizi aradığında önümüzü açıp, "Salonun arka tarafına gidin, sizi yönlendirecekler," diyerek bilgi verdi.
Korel hiçbir şey söylemeden içeriye girdiğinde sıcaklık bizi kucakladı ve durmadan yağan yağmurdan ıslanan çıplak bedenim ısındı. "Üşüyor musun?" diye sordu Korel. "Titriyorsun."
"Artık değil," diyerek yanıt verdiğimde titrememin nedeninin korkudan ve heyecandan olduğunu söyleyemedim.
Koridorlar tıka basa doluydu, her çeşit insan vardı; bakışlar bize dönse de Korel'in üzerine başına baktıktan sonra kafalarını çeviriyorlardı. Okları takip ederek salonun arka tarafına gittiğimizde dans etmek için bekleyen insanları gördüm ve dans müziği kulağıma erişti.
Kızlar oldukça şıktı ve yüzlerinde tonlarca makyaj vardı. Saçları özenliydi. Erkekler de bir o kadar dikkat çekici giyinmişlerdi. Dans edecek kişiler heyecanla kendi aralarında dans edip çalışıyorlardı. Birkaç kız kendi etrafında dönüyor, birkaç tanesi şarkısını açmış, onu hissederek heyecanlarını gidermeye çalışıyordu.
Oradaki en sakin kişiler belki de bizdik çünkü insanlar saatler öncesinden gelmiş gibi görünüyordu.
Direktöre benzeyen takım elbiseli bir adama doğru yürüdüğümüzde Korel, "Minel Karaer," diyerek adamın elindeki kâğıdı gösterdi. Adam umursamaz bir ifadeyle kâğıda baktıktan sonra,
"İki çift sonra sizde sıra," dedi. "Şarkı tercihinizi söylediniz mi?"
"Evet." Korel beni şaşırtmaya devam ediyordu fakat ona artık bunu söylemek istemiyordum.
Direktör yanımızdan ayrıldığında, "Sadece iki çift mi," deyip tek ayağımın üzerinde durdum. "Gerçekten mi?"
Korel elimi bırakıp karşıma geçti. Gözleri gözlerimin üzerinde bir süre gezindikten sonra, "Sakin ol," dedi ve eli çenemi kavradı. "Hemen geliyorum."
"Nereye?" dedim ama o çoktan geriye bir adım atmıştı. Elini havaya kaldırdı ve peşinden gitmeyeyim diye beni durdurduğunda tedirginlikle arkasından baktım ama ön tarafa ilerleyip gözden kayboldu.
Tek başıma o kadar insanın ortasında kalınca duvar kenarına ilerleyip insanları izlemeye başladım.
Fark edilmiyordum.
Kızlar birbirine savaş açmış gibi bakıyor, hünerlerini gösteriyorlardı; erkekler ise güç gösterisi yapıyordu.
Kimse beni rakibi olarak bile görmüyordu.
Korel ise yine beni yalnız bırakmıştı.
İçimdeki korkunun nedeni bu muydu? Korel beni sürekli hiç ummadığım anlarda yalnız bırakıyordu ve şimdi de yalnız mı bırakmıştı? Buna inanmak istemiyordum, bunu düşünmek istemiyordum.
Korel'in bana böyle bir kötülük yapacağı düşüncesinden kurtulmak istiyordum.
Çiftlerden birinin gösterisi bitince geriye sadece tek bir çift kalmıştı ve onlar da önümüzdeki kırmızı perdenin gerisinde durmuştu. Kız adamın ellerini sıkıca tutmuş, heyecanını defalarca dile getiriyordu. Adam ise onu heyecanından sıyırıyordu.
Kıpkırmızı duvarlar ve kırmızı perde üzerime gelmeye başlamıştı.
Dakikalar geçmişti ve Korel hâlâ ortalarda yoktu.
Beni bırakıp gitmişti, beni yine yalnız bırakmıştı.
"Minel!" Duyduğum tanıdık sesle başımı çevirdiğimde Büge ile Gürkan'ı gördüm. Hemen arkalarında Korel yürüyordu. Onu görmenin verdiği rahatlıkla Büge'ye doğru koşar adımlarla ilerledim ve ona kendimden bile beklemediğim şekilde sıkıca sarıldım.
"Sizin ne işiniz var burada?" Gürkan'a döndüm ve ona da sarıldım. "Nereden biliyordunuz?"
Büge ve Gürkan oldukça şıktı. Büge siyah bir elbise giymişti, Gürkan'ın üzerinde ise lacivert bir takım elbise vardı.
Gürkan Korel'i işaret ettiğinde onun sırtını duvara yasladığını ve elleri ceplerinde bizi izlediğini gördüm; gözleri yüzümdeki gülümsemede geziniyordu. "Bize o haber verdi."
"Bu yarışmaya katılmayı ne kadar çok istediğini biliyordum," dedi Büge ve tekrar sarıldığında Korel'e Büge'nin omzunun üzerinden baktım. "Başaracaksınız ve muhteşem görünüyorsun."
"Kandırma beni Büge, baksana buradaki kadınlara. Hepsi benden katbekat güzel."
Büge kızarak kafasını salladı. "Kendinin ne zaman farkına varacaksın acaba?" Geriye bir adım atıp beni dikkatlice süzdü. "Jüriyi büyüleyeceksin ve salonda izlediğimiz kadarıyla kimse senin kadar iyi dans edemiyor."
İkisine de içtenlikle gülümsedim. "Teşekkür ederim, burada olduğunuz için." O sırada aklıma günler sonra amcam geldi ve yüzümdeki gülümseme silindi. Bakışlarım Korel'e döndüğünde tedirginliğimi o da hissetmişti. "Amcam," dedim. "O da burada olsun isterdim. Neler başardığımı görsün isterdim, beni nelerden vazgeçirmeye çalıştığını bilsin isterdim."
Bunların dışında amcamı özlediğimi hissettiren hangi duyguydu? Aylarımı onunla geçirmem miydi yoksa ona karşı beslediğim minnet duygusu muydu?
"Arayalım o halde," dedi Büge ve çantasından telefonunu çıkarıp bana uzattı. "Çağır onu buraya."
Büge'nin elinden telefonu aldım ama gözlerimi Korel'den ayıramadım. Ondan onay bekleyen bir tarafım vardı. Korel de, "Ara," dediğinde parmaklarım hızla tuşlara dokundu ve rehbere girip amcamın adını buldum. Üzerine tıklayıp telefonu kulağıma götürdüm ve yanıt vermesini bekledim.
Telefon bana oldukça uzun gelen bir süre boyunca çaldı ama amcam açmadı. Kapatma düğmesine bastıktan sonra Büge'ye telefonu uzattım. "Açmıyor." Korel'le göz göze geldik. "Bugün dans yarışması olduğunu biliyordu, benim aradığımı düşünmüştür."
Kırgınlık kalbimin ortasına döşenmiş bir mayın gibi beni esir aldığında Korel yaslandığı duvardan ayrılıp yanıma geldi. Ayaklarımla o mayına basmamı engellemek istermiş gibi elini omzuma koyup, "Rahatla," dedi. "Belki o da izlemeye gelmiştir ve sana sürpriz yapmıştır."
Amcam dansa bağlılığımı en iyi bilen insanlardan biriydi ve gerçekten beni düşünüyorsa gelirdi. Hiçbir şey söylemedim ve kalbimdeki mayınlı bölgeden uzaklaştım.
"Her neyse, biz gidelim," dedi Gürkan ve Büge'yi kolundan çekti. "Sizi sahnede izleyelim."
"Yarışmadan sonra eğlenceye gidiyoruz?" dedi Büge ve kaşlarını çattı. Korel'e baktığında işaretparmağını salladı. "Sen de geliyorsun."
"Tamam, tamam," dedim ve Büge'yi hafifçe itekledim. "Bol bol alkışlayın."
"Islık bile çalacağım," dedi Büge ve dil uzatarak bize arkasını döndü. Gürkan'ın koluna girdiğinde hayranlıkla onları izledim.
"Anne, ya çok kötü dans edersem?" Sese doğru döndüğümde arkamdaki kızın annesine homurdandığını duydum, sesi ağlamaklıydı. Hemen yanında kavalyesi vardı. "Çok korkuyorum."
Annesinden önce babası kızına sıkıca sarılıp, "Yapacaksın," dedi. "Biz sana sonsuz güveniyoruz."
Gözlerimi hızla onların üzerinden çektiğimde Korel'in beni izlediğini gördüm. İçerideki dans eden çiftin şarkısı bitmek üzereydi ve onlardan sonra biz çıkacaktık. Perdenin arkasına ilerlediğimizde kızın sesini hâlâ duyuyordum.
O an anlamıştım.
Dışarıdaki kalabalık öylesine gösteriyi izlemeye gelen misafirler değildi, dans edecek olan insanların aileleriydi.
Benim bir ailem yoktu; Korel kötü hissetmemem için sevdiğim herkesi çağırmıştı.
"Az önce beni bırakıp gittin sandım," deyip ona döndüm. "Yalnız kaldığımı düşündüm."
Korel yavaşça ellerini omuzlarıma yerleştirip yüzüme eğildi. "Bu gecenin sende kötü bir iz bırakmasını istemiyorum, seni seven herkes burada. Yalnız değilsin."
Ona acıyla gülümseyip, "Biliyorum," diye fısıldadım. "Benden önce amcamı aradın ve açmadı, değil mi?" Korel cevap vermedi ama gözleri benim haklı olduğumu bağırdı. "Bugün yalnız hissetmemem ya da kötü hissetmemem için her şeyi yapıyorsun. Farkındayım Korel, ailemin eksikliğini kapatmaya çalışıyorsun ama bunlara gerek yok."
Ailemin eksikliğini uzun zamandır böylesine derinlerde hissetmemiştim. Annemden önce babamın bana olan inancı ve ben dans ederken gözlerindeki şefkat zihnime kazılmış bir tablo gibi orada duruyordu.
O tablo zihnimin içinde sallanıyordu ama yere de düşmüyordu. Halbuki hemen yanındaki annemin tablosu çoktan paramparça olmuştu.
"Ben buradayım," dedi Korel ve elleri omuzlarımdan yanaklarıma ulaştı. Elleri sıkı sıkı yüzümü kavradığında bakışları bakışlarımı esir aldı. O an gördüm; Korel Erezli'nin gözlerinde bir baba yoktu, bir anne yoktu. Korel Erezli'nin gözlerinde bir aile vardı ve o aile bana inançla bakıyordu.
Korel Erezli'ye sarılmak, bir aileye sarılıyormuş gibi hissetmekti.
Korel Erezli'nin gözlerine bakmak, bir ailenin inancını hissetmekti.
Sahnedeki dans şarkısı sustu ve alkış sesleri yükseldi ardından, "Minel Karaer ve Korel Erezli!" diye adlarımız anons edildi.
"Sizin sıranız!" diyen direktörün sesi hemen yanımızdan geliyordu ama bakışlarımı Korel'in gözlerinden ayıramıyordum. Onun da bana çevirdiği, baygın bakan gözlerinin arkasındaki sır kapılarının tek tek açıldığını gördüm.
Korel ellerini yüzümden indirip elimi tuttuğunda perdenin arkasındaki bir basamağa adımını attı. Hemen arkasındaydım, onu izliyordum ve ondan başkasına bakmak istemiyordum. Heyecanım, hislerim ve gerçekler; hepsi şimdi üzerime geliyordu fakat ben sadece Korel'in güven veren kollarına sığınmak istiyordum.
Bana son bir kez dönüp baktı ve gözlerindeki anlam bir an bile olsun silinmezken başını tekrar çevirdi. Merdivenlerden yukarıya birkaç basamakla tırmandığımızda salonda derin bir sessizlik vardı.
Önündeki perdeyi tuttu, omuzlarını dikleştirdi ve derin nefes aldığını hissettim. Sonrasında perdeyi sertçe açtı ve sahneye ilk adımını atan Korel oldu. Onun arkasında ilerlediğimde bakışlarımı zorlukla onun sırtından ayırıp sahneye baktım.
O kadar büyük ve kalabalıktı ki şaşkınlığımı gizleyemedim. Korel'in elini daha sıkı tuttuğumda bu sefer onun da parmak boğumlarını hissediyordum; o da bu kadar kalabalık olmasını beklemiyordu, elimi sımsıkı tutuyordu.
Onlarca değil, yüzlerce insan vardı ve hepsi koltuklarına oturmuş bizi izliyordu. Birkaç adım attık ve gözlerim sahnedeki koltuklarda Gürkan ile Büge'yi aradı ama uğraşmama bile gerek kalmadı. Büge ayağa kalkıp ellerini salladı. Gürkan onu oturtmaya çalışsa da başarısız oluyordu.
İçtenlikle gülümsedim.
"Korhan." Sessizce fısıldayan Korel'in yüzüne baktığımda koltuklardan birine dikkatle baktığını gördüm. Söylediği isimle beraber baktığı yöne döndüğümde Korhan'ın ön sıralardan birinde oturduğuna şahit oldum. Bakışları Korel'in değil, benim üzerimdeydi.
"Kötü bir şey olmasın," diye fısıldadığımda Korhan'ın dudaklarımı okumasını istedim.
"Olmayacak." Korel'in net yanıtıyla beraber bakışlarım hemen önümüzde oturan üç jüri üyesine döndü ve bizi incelediklerini fark ettim.
O anda sahnenin üzerindeki ışıklar kapatıldı ve tek bir ışık Korel'le ikimizin üzerine yansıtıldı. Her yer karanlığa gömülmüştü, artık seyircileri göremiyorduk fakat onlar bizi daha net görüyorlardı.
Bir müzik sesi kulaklarıma ulaştığında Korel'in seçtiği şarkının çaldığını anladım. Daha önce dinlediğim bir şarkıydı.
Radical Face, "The Strangest Things".
Korel tuttuğu elimi bırakıp seyircilere yan döndü. Ben de ona doğru döndüğümde bakışlarımız bir an olsun birbirinden ayrılmıyordu. Şarkı gitgide yükselirken Korel, "Kendini özgür bırak," diye fısıldadı. Gözleri benim üzerimdeydi fakat söylediği kişi sanki ben değildim. Elleri kazağının eteklerini tuttu, yutkundu, âdemelmasının aşağıya ilerleyişini izledim. Nefesini tutup gözlerini sıkıca yumdu ve kazağını yavaşça yukarıya sıyırdı. Ne yapacağını anladığımda parmaklarım ona doğru uzandı fakat artık her şey için çok geçti. Korel kazağı başından çekip çıkardıktan sonra yere attığında karşımda yarı çıplaktı. "Kendimi özgür bırakıyorum, artık saklanmıyorum."
En başından beri konuştuğu kişi ben değildim; en başından beri özgürlüğe muhtaç kişi ben değildim.
Korel'in bahsettiği sadece ve sadece kendi özgürlüğüydü.
Yüzlerce insan şimdi onun bütün vücudunu görüyordu, herkes onu izliyordu ama onun gözleri sıkıca kapalıydı.
Gözlerim bedenine sadece bir anlığına kaydığında kalbimin acıyla kasıldığını, aslında o mayınlı bölgenin kırgınlıklarımdan değil de acılarımdan dolayı oluştuğunu anladım.
O mayınlı bölgeye doğru koşuyordum.
Gövdesi tamamen izlerle doluydu ve o kadar kötü bir haldeydi ki dövmeler bile o izleri kapatamamıştı.
Bıçak izleriydi.
Yanık izleriydi.
Kırbaç izleriydi. Neşter izleriydi.
Acının izleriydi.
Her izin üzerinde bir dövme vardı ve her dövmenin bir hikâyesi olduğunu o an anladım.
Bakışlarım bedeninden ayrılıp yüzüne tırmandığında gözlerini açmış olduğunu gördüm; bana bakıyordu ve gözlerinde daha önce hiç görmediğim ve belki de bir daha göremeyeceğim ifadelere kucak açtım.
Acı ve özgürlük.
"Özgürsün," diye fısıldadığımda sesim titriyor, boğazım acıyordu. "Saklanmıyorsun."
Ona doğru bir adım attım ve şarkının ritmi yükselmeye başladı. Korel sanki dans etmek için değil de bana sarılmak istermiş gibi elini uzattı.
Bir elimi omzuna koyduğumda onun da bir eli sıkıca belimi kavradı. Diğer ellerimiz birbirini kavradığında geriye bir adım attım ve o da bana ayak uydurdu. Her adım atışımızda gözlerindeki özgürlük ve acı harelerine daha fazla yayılıyordu ve ben kalbimdeki mayınlardan kaçmak yerine onlara daha fazla yaklaşıyordum.
Şarkı yükselirken Korel beni sertçe kendine çekti; göğüs kafesim onunkine çarptığında ellerimiz ayrıldı ve elimi kalbinin üzerine koydum.
Oradaydı, kalbi atıyor hatta hızlı atıyordu fakat avcumun içine de en derin izleri çarpıyordu. O kadar sıcaktı ki izleri, bakışlarımı onun gözlerinden ayırıp hâlâ alev alev yanıyor mu diye izlerine bakmak istedim.
Korel onun bedenine baktığımı gördüğünde geriye bir adım attı ve ben de onun elini tutarak ona yaklaştım. Geriye adımlar atan Korel'e parmak uçlarımda ilerlerken bakışlarım hâlâ gövdesindeydi.
Kalbinin üzerinde yan yatmış bir kibrit vardı ve kibritin bir tarafı kül olsa da yanıyordu, diğer tarafı ise henüz yanmıyordu ve kül olmamıştı. Ateşin ve külün olduğu taraf aydınlıktı ve çevresindeki küçük bulutları görebiliyordum. Ateşin ve külün olmadığı taraf ise karanlığa boyanmıştı; oradaki küçük yıldızları seçebiliyordum.
"Gece misin, gündüz müsün?" diye fısıldadığımda elini bıraktım ve kendi etrafımda dönerek ona doğru koştum. Korel ise geriye giden adımlarını durdurdu; kucağına atladığımda kolları bedenimi sardı. Beni o şekilde döndürürken, bacaklarımı beline doladım ve iki elimi de kalbinin üzerine koydum. "Gecem misin, gündüzüm müsün?"
Bacaklarımı doladığım yerden ayırdım ve ellerim kalbinin üzerinden omuzlarına tırmandı; parmaklarıma izleri çarpmaya devam ederken ateşi daha fazla hissettim.
Ayaklarım yerle buluştuğunda Korel omzunda duran bir elimi tuttu ve yine dans etmeye başladık. Adımları beni takip ederken, bu sefer daha hızlıydık ve sanki dans etmiyor, savaş veriyorduk.
"Hangisi olmamı isterdin?" diye sorduğunda nefesi yüzüme çarptı ve fısıltısında kayboldum.
Durdum ve bir bacağımı Korel'in bacağına dolayıp hafifçe kalçamı dışarıya çıkardım. Korel'in belimde duran parmakları sırtımda ağır ağır hareket etmeye başladığında beni geriye doğru yatırdı ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Tuttuğu elimi bıraktığında elimi göğüs kafesinden aşağıya indirip karnının üzerine koydum. Kasıldı, tırnaklarımı izlerinin üzerinde gezdirdiğimde, "İkisi de," diye karşılık verdim. "Hem gece hem gündüz. Hem karanlık hem aydınlık."
Korel sahnenin hem en aydınlık yüzüydü hem de en karanlık tarafıydı.
Onu bütün çıplaklığıyla aydınlığında görebiliyordum fakat zifiri karanlığında ona ulaşamıyordum ve içinde yüzlerce insan barındırıyordu.
Dudakları çenemin hizasında durduğunda parmaklarım duraksadı. Belimde duran eli kalçalarıma doğru inerken kalbimin hızlandığını o an fark ettim. "Hiçbir gece zifiri karanlık değildir," dediğinde dudakları çeneme sürtünüyordu. "Benim yıldızlarımı görebiliyorsun ama onlara ulaşabiliyor musun?"
"Hayır." Bir anda kucağından sıyrılıp ondan uzaklaştım. Korel o şekilde kalırken arkasına geçtim. Duruşunu dikleştirdi, sırtımı sırtına yasladım. "Fakat güneşini görebiliyorum, içinde korkularını taşıyor." Tüm bedenimi sırtına döndürdüğüm vakit tam karşımda tekrar o izleriyle karşılaştım. Kürekkemikleri yanıklardan dolayı aşınmıştı, sırtı neredeyse parçalanmıştı, kolları ise çok kötü haldeydi. İzlerin üzerinde dövmeler vardı; ben o dövmeleri anlayamıyordum ama hepsini tek tek incelemek, öğrenmek istiyordum. Korel Erezli'nin bütün izlerinin ve bütün dövmelerinin öyküsünü dinlemek istiyordum.
Dayanamadım, parmaklarımı o izlerin üzerinde gezdirdim ve bir anda Korel'e arkadan sıkıca sarıldım. Başım yan bir şekilde kürekkemiklerinin arasına girdiğinde yüzüm seyircilere dönüktü.
Korel izin vermedi, döndü ve beni omuzlarımdan yavaşça itekledi; geriye düşeceğim sırada belimden tutup beni kendine yasladı. Eli çenemi kavradığında başımı kaldırdı. "Dinle Minel," dediğinde sesi daha yüksek çıktı. Onu dinlemek istemediğim için geriye kaçtığımda Korel beni durdurmadı. Kendi etrafımda birkaç defa döndükten sonra onun etrafında dönmeye başladım ve ellerimi havaya kaldırıp gökyüzüne uzanmak istermiş gibi parmaklarımın ucuna yükseldiğimde gözleri beni izliyordu.
Kaldırdığım ellerimi indirdim, bedenine dokunmak için tam karşısına geçtim fakat bir anda kollarımı tutup bana öylece baktı; bakışlarındaki acı yerli yerinde durdu fakat özgürlüğü artık göremiyordum. "Yüzünü geceye döndüğünde gündüzü arkanda bıraktın," dedi, bir daha beni itti ve elimi bırakmadı; kendi etrafımda dönmemi sağladığında tekrar kendine çekip elini belime koydu. Diğer eli elimi kavradığında bu sefer adımlar atarak dans etme sırası ondaydı, ben onu takip ediyordum. "Gecenin karanlığından dolayı adım atamadığında ve yardıma ihtiyacın olduğunda hemen arkandaki o gündüz ışığının ben olduğumu hatırlayacaksın." Elini uzatıp beni uzaklaştırdı ve sonra bir anda çekip sarıldı; bedeniyle bedenim bir bütün olduğunda dudaklarını kulağıma yaslayıp fısıldadı: "Senin için daima gündüz olacağım." Gülümsedim. Ellerim sırtına dokundu, parmaklarımı gezdirdim; o izlere daha fazla dokunma ihtiyacıyla yanıp tutuştum fakat Korel yüzünü tam gözlerimin hizasına getirdiğinde artık gözlerinde o acı da yoktu. "Sense hiçbir zaman o gündüze ulaşamayacaksın."
Gülümsemem soldu. Ellerimi kendinden uzaklaştırdı ve tekrar dans etmeye başladık; son cümlesinden sonra kendimi kocaman bir karanlığın içinde bulduğumda artık dans etmiyor, onun omzuna tutunuyordum. Korel ise benim yerime dans ediyor ve bana öğretiyordu. "Neden?" dedim ve sesimdeki akislere acının notaları bulaştı. "Beni karanlıkta bırakmak istiyorsun, beni geceye tutsak ediyorsun."
Adımları hızlıydı, orantılıydı ve ne kadar sarhoş olursa olsun bir an bile karıştırmıyordu. Sarsılıyordu, dengesini sağlayamıyordu ama güçlü bedeni bir an bile olsun devrilmiyordu.
Korel bana cevap vermedi.
Oradaydım, kalbimdeki mayınlı bölgenin hemen bir adım uzağındaydım ve adım attığım an parçalanacak, belki de ölecektim; Korel ise hemen arkamdaydı ve beni ne geri çekiyordu ne de o mayınlara atıyordu.
Bekliyordu; bir gün o mayınlara basacağım anı görmek istiyordu.
Bedenini bedenimden uzaklaştırdı ve hareket edemeyecek gibi durduğumda arkama geçti. Elleri omuzlarımı kavradı ve alkol kokan nefesi saçlarıma çarptı, ardından nefesini ensemde hissettim ve elleri de kollarımda kaydı.
Korel'in arkamda eğildiğini hissettiğimde dönmek istedim fakat bana izin vermedi ve elleri kollarımı sımsıkı tuttu.
Hapsoldum.
Nefesi omuzlarıma çarptı, omuzlarımdan aşağıya kaydı ve parmakları sırtımda durdu. "Buradasın," diye mırıldandığında gözlerimi sıkıca kapattım ve Korel'in dudaklarını kürekkemiğimdeki izde hissettim. Bastırdığı dudakları bir süre orada durdu; zihnimde beklemediğim görüntüler oluştu ama ben o görüntüleri de yok ettim ve sadece onun dudaklarının izimi iyileştirmesini bekledim.
İyileştirmedi; zamana göre kısa, bana göre uzun bir süre boyunca dudakları orada durdu ama iyileştirmedi, aksine acıdı; öyle bir acıdı ki sanki Korel oraya yeni bir iz daha bıraktı.
Ellerinin baskısı uzaklaştığında gözlerimi açıp ona doğru döndüm; şarkı bitiyordu, dans ise umurumda değildi. Korel dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette bana bakarken ben de onunla tamamen göz göze gelebilmek için dizlerimin üzerine çöktüm ve parmaklarım saçlarına dokundu, ardından sakallarına.
Tam karşısında dizlerimin üzerine çökmüş ona bakarken bedenine bakmadım, çenesindeki emareyi izledim. İlk tanıştığım oydu; ellerimin ilk hissettiği de oydu.
Parmaklarım sakallarından çenesindeki ize ilerledi ve yüzümü yüzüne yaklaştırdığımda, "Beni gündüzüne almadığında seni geceye tutsak edersem?" diye fısıldadım ve dudaklarım çenesinin hizasında durdu; Korel gözlerini gözlerimden ayırmadı.
Ne demek istediğimi anladı, gözlerine tekrar o özgür adam ulaştı fakat yanında acı yoktu.
Dudaklarımı çenesindeki ize bastırıp gözlerimi sıkıca yumdum; iyileştirmek istedim, geçirmek istedim, hâlâ yanmakta olan o ateşi söndürmek istedim. Çenesindeki emareyi öptüm.
İyileşmedi, geçmedi.
Dudakları hafifçe hareket etti ve aşağıya indirdiğinde dudaklarımla dudakları arasında sadece bir nefeslik mesafe kaldı.
Şarkı son notalarına basarken elleri yüzümü kavradı ve dudakları dudaklarımın üzerine kapandı.
Öyle derin, öyle içten, öyle kendinden vazgeçiyormuş gibi öptü ki ben mi onu geceme tutsak ettim; o mu beni gündüzüne aldı anlamadım ama yeryüzü ile gökyüzü sanki yer değiştirdi ve biz o aralıkta sıkışıp kaldık, belki de vedalaştık.
Şarkı sustu, sessizlik etrafımızda dans etti ve dudaklarımız birbirinden ayrılmadı. Üstdudağım onun dudaklarının arasına yerleştiğinde keskin bir nefes verdi; beni kendine çekti ve daha büyük bir istekle öptü.
Benim de ellerim onun yüzüne yerleştiğinde titriyordum. Soğuk değildi, hem de hiç değildi ama ölecekmiş gibi onun kollarında titriyordum.
Dudakları dudaklarıma nefesiyle özgürlüğünü bıraktı ama acılarını kendine sakladı. Kendimi öylesine özgür hissettim ki aralanan dudaklarımın arasında duran Korel'in dudakları beni sanki o özgürlükle beraber yok etti ve ben bu yok oluşa hapsoldum.
Özgürlüğe hapsoldum.
Korel Erezli'ye hapsoldum.
O ateş sönmedi ama ben de o ateş sönmesin istedim.
Parmakları yüzümü daha sıkı kavradı, elleri arasında yüzüm kayboldu ama buz gibi parmakları tenimle temas ettiğinde sanki yanıyordum ve sadece onun soğukluğuyla daha fazla harlanacaktım.
Bir eli yüzümden ayrılıp başımın arkasına geçtiğinde başını yan yatırdı; öpücüğü derinleşmeye başladığında ben de yüzünde olan elimi ensesine yasladım. Nefes alamıyordum; onun nefesi sanki ikimize de oksijen oluyordu.
Bir şeyler vardı; daha önce öptüğü gibi değildi, daha farklıydı. Beni kendi özgürlüğüyle yaşatmak istiyordu ama bir yandan da kendi tutsaklığımla beni ölüme sürüklüyordu.
Onda bulduğum özgürlük benim tutsaklığımdı; kendi tutsaklığım ise Korel için en büyük özgürlüktü.
Işıkların açıldığını ve alkış seslerini çok sonradan fark ettim; dudaklarını dudaklarımdan ilk ayıran Korel oldu. Gözlerimi yavaşça araladığımda artık gözlerinde ne acı ne özgürlük vardı.
Gözlerinde gündüzün ışığını ve gecenin karanlığını gördüm. Korel Erezli gözlerinde hem geceyi hem gündüzü taşıdı; o hiçbir zaman sadece bir tanesi olmayacaktı. İçimden bir ses beni tam tersine ikna etmeye çalışsa da o sesi dinledim.
Korel Erezli benim için gökyüzüydü.
Gülümsedi. Onun gülümsemesine karşılık verdiğimde dans yarışmasını kazanmak, dereceye girebilmek ya da bir üst tura geçebilmek umurumda bile değildi.
Çöktüğümüz yerden doğrulduğumuzda seyircilere döndük ve insanların gerçekten içtenlikle bizi alkışladıklarını gördüm; baktıkları kişi ise kesinlikle ben değildim, Korel ve Korel'in vücuduydu.
Büge ayağa kalkmış alkışlıyordu; ıslık çalan ise Gürkan'dı. Gözlerim Korhan'a döndü ve onun da ağır ağır alkışladığını gördüm ama gözlerindeki acı, ondan hiç uzaklaşmamıştı.
Jüri üyeleri kendi aralarında bir şeyler konuşuyor, önlerindeki kâğıda bir şeyler yazıyorlardı; bir jüri üyesiyle gözlerimiz kesiştiğinde gülümsediğini gördüm.
Yüzümdeki gülümseme daha çok yayıldığında alkışların arasında çok ince ve tiz bir melodinin sesini duydum ve dudaklarıma kondurduğum tebessüm donuklaştı; tam o sırada Korel elimi tuttu ve geriye bir adım attı.
Beklediğim o kötülük yaklaşıyordu; beklediğim o kötülük geliyordu ve bu kötülük annesinin kucağında yeni doğmuş bir bebek gibi değildi, annesinin kucağında ölmek üzere olan bir bebek gibiydi. Nefesi tükenmek üzereydi, bana doğru gelen bebeği yaşatmak da öldürmek de istemiyordum.
O bebeği istemiyordum.
Melodi yükseldi. Başlangıcı benim de geriye bir adım atmama neden oldu ve Korel'e dönüp baktım; o bana değil, tam karşısına bakıyordu.
Hayatım boyunca bu ses bana geçmişi, büyük bir depremde yıkılmış olan bir aileyi hatırlatacaktı.
Çellonun ağır ve iç parçalayan sesi, "Cenaze Marşı"nın notalarına vuruyordu; bu marş ise bana sadece Prometheus'u hatırlatıyordu.
"Lütfen," dedim sadece dudaklarımı oynatarak. "Lütfen, lütfen, lütfen." O bebek gözlerini bana dikti, uzun uzun baktı ve son nefesini vermeden önce sanki gülümsedi; o bebeğin son nefesini duydum ama yalvarmaya devam ettim. "Şimdi değil, şu an değil. Lütfen."
Bir anda, zamanı bile durduracak kadar kısa bir zamanda, kulaklarıma şiddetli bir çınlama ulaşıncaya dek salonun içinde bir ses yükseldi ve yukarı taraflarda oturan insanların olduğu yerde bir patlama gerçekleşti.
Beklediğim o kötülük gelmişti; bebek çoktan ölmüştü ama ölümü benim de nefesimi kesmeye başlamıştı ve aslında anlamıştım ki o bebeğin kalbindeki damarlar ile benim kalbimdeki damarlar birbirine bağlıydı.
Kötülük benim damarlarıma bağlanmıştı ve kaçmak istesem de beni tek bir hamlesiyle kendisine çekebiliyordu. Kurtuluşumun ne olduğunu biliyordum.
Gözlerim patlamanın olduğu yere dönerken sanki ağır çekimde orada oturan insanların uzuvları salonun tavanına yükseldi ve başımıza doğru o uzuvlar yağmaya başladı. Kanın yanık kokusunu alıyordum ve gökyüzünden kanlar da uzuvlarla beraber sanki yağmur gibi yağmaya başlamıştı ya da bu benim aklımın bir oyunuydu. Sahnenin önüne parçalar düşmeye başladığında gözlerimi patlamanın olduğu yerden ayıramıyordum; patlamadan dolayı yangın çıkmıştı, ateş her an her tarafa sıçrayacak gibi görünüyordu.
Kulaklarım çınlıyordu, insanların çığlıkları derin bir kuyunun içinden geliyormuş gibiydi ve koşuyorlardı. Zaman hem çok hızlı akıyordu hem de hiç olmadığı kadar yavaştı. Çellonun sesi daha fazla yükseldiğinde salonun içinde başka bir patlama daha oldu ve dengemi sağlayamayıp geriye düşeceğim sırada beni tutan el Korel'in eliydi.
Elimi sımsıkı tutuyordu ama hareket etmiyordu; bir an bile olsun kıpırdamıyordu fakat ben de başımı çevirip ona bakamıyordum.
İnsanlar kaçmaya devam ederken jüri üyeleri sahneye çıktı ve hemen arkamızdaki perdenin arkasından geçerek onlar da salonu terk etti.
Başka bir patlama daha olduğunda yüksek sesle çığlık attım fakat bu sefer Korel'in eli de beni dengede tutamadı ve geriye düştüm. Parmakları hâlâ parmaklarımın içindeydi, sımsıkıydı ama beni ayakta tutamamıştı.
Koltuklar yanmaya başlamıştı ve alevler ne kadar gerilerde olsa da ön taraflara sıçramaya başlamıştı; ateşin kokusunu bile alabiliyordum. İnsanların cesetlerinin kokusunu alabiliyordum. Yanan bir insan böyle mi kokuyordu?
"Hayır!" diye bağırdığımda salondaki herkes yok olmuştu ve geriye sadece ailem sayabileceğim kişiler kalmıştı. Gürkan ile Büge ayakta durmuş öylece bize bakıyorlardı; Korhan sahnenin köşesine geçmiş olanları izliyordu.
Sahnenin en gerisinde ise bir gölge vardı.
"Durmayın!" diye haykırdım; artık kimse ölsün istemiyordum, kimse yok olsun istemiyordum, kimsenin katili olmak istemiyordum. "Kaçın, ölmeyin!"
Benim damarlarıma bağlı olan kötülüğü kendimden nasıl ayıracağımı biliyordum ama o an o damarı kesemiyordum; elimin içinde Korel'in eli vardı, ben o damarı kestiğim an onun da sarmaşıklarını kesecektim.
O sırada bulunduğumuz yerdeki sahnenin yukarısından bir ses geldi ve başımı kaldırdığımda yukarıdan aşağıya inen iki beden gördüm; öyle tuhaf ve öyle korkutucuydu ki çığlık bile atamadım, kesik kesik aldığım nefesler bile tamamen benden uzaklaştı.
"Korel," dedim en sonunda kısık sesle. Neden ona seslendiğimi bilmiyordum, onun beni kurtaracağına inanan bir tarafım mı vardı? "Yukarıya bak." Korel donuk bir ifadeyle tam karşısına bakmaya devam ediyordu, bakışları hemen ilerideki ateşlerin arasındaki gölgedeydi fakat profilinden yüzünde ufacık bir hareketlenme bile olmadığını seçebiliyordum; ateşin rengi en çok onun yüzünü aydınlatıyordu ve sanki ateş onun yüzünde yanıyordu.
Onu geriye çekmek istedim fakat bir an bile olsun hareket etmezken elimi de bırakmadı.
Sahnenin yukarısından halatlara bağlı iki beden aşağıya doğru inerken zemine bakamıyordum çünkü parçalanan insanların bedenleri hemen karşımdaydı; kokularını duymak istemediğim için elimle burnumu kapattım ama imkânsızdı.
Gökyüzüne başımı çeviremiyordum çünkü neyle karşılaşacağımı bilemiyordum; korktum ama korkudan başka bir duygu daha vardı.
Tam karşıma baktım; orada duran ve beni seven insanlara baktım. Kaçmıyorlardı, orada öylece duruyorlardı fakat biraz daha dururlarsa ateş onlara da sıçrayacaktı, ödüm kopuyordu.
"Kaçın!" diye haykırdım bir daha onlara. "Ne olur gidin! Ölmeyin!"
Tam o anda baktığım yönden bir ışık yansıtıldı ve sinema salonlarındaki projeksiyon aletlerine benzer bir makinenin ışığı gözümü aldı. Elimi kaldırıp o ışığı kesmek istedim ve bakmaya çalıştım ama aslında o ışık bana değil de tam arkamızda kalan kırmızı perdeye vuruyordu.
O bebek ölmüştü, görüyordum. Bedeni buz gibiydi, hissediyordum ve dünyadan uzaklaşmıştı, anlıyordum ama benim nefeslerim sanki o bebeği canlandıracaktı; benim nefesim kesilmediği sürece o bebek defalarca canlanıp tekrar ölecek gibiydi.
Başımı arkamızda kalan perdeye çevirdim. Salonun içindeki ışıklar kapatıldı, ateşin ışıkları kaldı sadece ve yansıtılan görüntüye dikkatlice baktım. Amatör kamerayla çekilmişti, çok eski bir zamana ait gibi görünmüyordu ama yeni de değildi; belki de videoyu çeken bunu düşünmemizi istemişti.
Bir video dönüyordu ve tanımadığım, daha önce görmediğim ama sanki içinde olduğum bir oda kameraya çekiliyordu.
Kamera ilk önce duvarlara odaklandı ve orada anlayamadığım, anlamlandıramadığım bir şeyler yazdığını gördüm; ardından kamera odanın içinde dolandı ve köşede duran çatlamış aynayı gördüm. O aynanın üzerinde de bir şeyler yazıyordu ve kırmızıya boyanmıştı.
Çello sesi daha da yükseldi, bu yükseliş sanki videonun içinden geldi ve kamera odanın içinde biraz daha dolandığında odanın ortasında bir sandalyede yarı çıplak oturmuş bir adamı gördüm. Kamera sırtını çekiyordu; amatör çekim olsa da o kişinin kim olduğunu anladığımda boşta duran elimi kalbimin üzerine koydum ve videoyu izlemeye devam ettim.
Bebek kesik bir nefes aldı.
Kötülüğe bağlı olan damarlarım biraz daha gerildi.
Kamera o çıplak sırta yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı; ben o sırttaki izleri ezbere biliyormuşçasına tanıdım ve sadece bir kez Korel'e dönüp baktım.
Arkasını dönmemişti, omzunun üzerinden videoyu izliyordu. Profilinden anladığım kadarıyla gözleri kısıktı ve kirpikleri yanaklarına gölge düşürmüştü. Yüzünün bir tarafı alevler içinde gibiydi, diğer tarafı karanlıktaydı. "Korel," diye fısıldadım hatta acıyla inledim. Çehresinin karanlık olan tarafına ışıklar çarptı.
"Bir şeyler söyle, yalanlar söyle."
İlk defa Korel'den gerçekleri değil, yalanları dilenmek istedim; ilk defa Korel beni yalanlara inandırsın istedim.
Korel bana bakmadı ve cevap vermedi; videoyu izlemeye devam etti. Başımı tekrar perdeye çevirdiğimde kamera az önceki kırık aynaya yaklaştı ve o bedeni tamamen gördüm.
Oda çok küçüktü ve odayı aydınlatan tek ışık, küçük bir pencereden vuran ayın ışığıydı. Vakit geceydi. Kamera aynadaki adama biraz daha yaklaştı ve o an kalbimdeki mayına bir adım atmama neden olan o görüntüyle karşılaştım.
Korel bir sandalyede yarı çıplak oturmuştu ve gözleri kapalıydı; saçları dağılmıştı, yüzü tanıdığım Korel'e aitti ama sanki çehresi değildi. Simsiyah bir çelloyu bacaklarının arasına yerleştirmişti ve o çelloyu çalıyordu; parmaklarından damlayan kanlar ise çelloya rengini veriyordu. Kendinde değil gibiydi; yüzünde hafif bir tebessüm vardı ve çaldığı "Cenaze Marşı"na ayağı ve başıyla eşlik ediyordu.
O an bulunduğumuz ve bu zamana kadar Prometheus'u hissettiğim bütün yerlerdeki çelloyu çalan kişi videodaki Korel Erezli'ydi; biz o melodiyi dinliyorduk.
"Korel," dediğimde kalbimde bastığım mayın bacağımı parçalamıştı, yere düşmüştüm; artık kaçabilmem de mümkün değildi.
Korel beni sakat bırakmıştı.
"Yalvarırım bana yalanlar söyle." Parmaklarımla daha sıkı kavradım elini. Cevap vermesini bekledim ama o hiçbir cevap vermiyordu, hareket etmiyordu; Korel yok gibiydi. Ben sanki ruhsuz bir heykelin elini tutuyordum. "Bana yalanlar söyle!" diye haykırdığımda sesim sanki ateşi bile söndürdü. "Ben değilim de! Söylediğin her yalana inanacağım, söz veriyorum."
Elimi uzatıp o videodaki adama dokunmak istediğimde parmaklarından damlayan kanlar beni korkuttu ve Korel'in arkasına saklandım; ikisi de aynı kişiydi ve bu bir çelişkiydi.
Korel Erezli'nin elini tutarken ve ondan korkarken onun arkasına saklanmam en büyük çelişkiydi. "Hayır!" diye inlediğimde gözlerimi sıkıca kapatmak ve kendimi bütün gerçeklerden soyutlamak istiyordum. "Gerçekleri istemiyorum, lütfen."
Sahneye başka ışıklar çarptığında videodaki Korel hâlâ çellosunu çalıyordu fakat o ışıklara bakma isteğiyle yanıp tutuştuğumda beni en kötüsünün beklediğini bilmiyordum.
Gözlerim ilk önce sahnenin yukarısına kaydı ve halatları gördüm, gözlerimi yavaşça aşağıya indirdiğimde başka bir acılı feryat dudaklarımdan firar etti ve Korel'in arkasına daha fazla saklandım.
Halatlara kukla gibi bağlı iki adam vardı; kollarından halatlarla bağlanmışlardı ve sırtları bize dönüktü. Yarı çıplak olan bu bedenlere bakarken artık saklandığım yerin de güvenli olmadığını, bana tekrar hayata dönmek üzere olan o bebek bile haykırdı ve zorlukla yerden destek alıp ayağa kalktım; Korel de benimle aynı yere bakıyordu ama benim gibi bakmıyordu, bunun farkındaydım.
Kuklalardan bir tanesinin kollarına takılmış olan siyah kanatlar vardı ve o kanatlar sanki onu uçuyormuş gibi gösteriyordu.
Az önce dans ederken bizim üzerimizde olan ışıklar şimdi o iki erkek bedeninin üzerindeydi.
Kuklaları yukarıdan biri hareket ettirdiğinde birbirlerine yaklaştılar; halatları görmeseydim onların kendi isteklerine göre hareket ettiklerini düşünebilirdim ama ayakları da havadaydı ve gerçek değil gibiydiler.
Bedenleri birbirine döndüğünde o iki yüzle karşılaştım ve elimi saçlarıma geçirip, "Hayır," diye fısıldadım. "Hayır. Daha fazlasını istemiyorum. Artık kimse ölsün istemiyorum."
Bedenler birbirine yaklaştı, kolları hareket etti ve birbirlerine sarılarak dans etmeye başladılar. Karşımda bir tiyatro sahnesi varmış gibiydi ve ben de o tiyatro oyunun bir oyuncusu olabilirdim. Kuklaları hareket ettiren kişi onları çellonun ritmine göre dans ettirirken, oyunun en acılı tarafı ben ve Korel'dik, bunu biliyordum.
Korel'in çaldığı çellonun sesi gitgide azalıyor ama tükenmiyordu, bitmiyordu.
Kuklaların bedenleri birbirinden ayrıldı ve bu sefer sırtları seyirci koltuklarının olduğu ve cayır cayır yanan tarafa döndü, yüzleri bize baktı ve ikisinin de açık gözleriyle karşılaştım.
Acıyla nefes aldığımda ve saçlarımı yolarcasına çektiğimde Korel dudaklarını oynatarak uzun zaman sonra bir şeyler söyledi ve elimi kavrayan parmakları gevşedi; bırakmak istemedim, daha sıkı tuttum.
"Amca." Kollarında ve boynunda halatlar vardı; gözleri açık bir şekilde bana bakıyordu ama baktığı aslında ölümden başka hiçbir şey değildi. Kukla gibi bağlanan amcama dokunmak istedim ama bunu yapamadım. Gözlerim bedenine kaydı, nasıl ölmüş olabileceğini anlamaya çalıştım ama görünürlerde hiçbir şey yoktu. Bakışlarım ellerine kaydığında iki elinin de kesik olduğunu fakat kanının hepsinin çekildiğini gördüm. Kalbinin üzerinde ise Prometheus'un hep karşılaştığımız alfabesinden bir harf kazınmıştı. "Özür dilerim, benim yüzümden."
Korel bir adım atıp kanatları olan bedene ilerledi; elimi artık tutmuyor gibiydi, o kadar gevşekti ki bıraksam bırakacaktı ama ben onu bırakmadım ve onunla beraber o bedene doğru yürüdüm.
Elini havaya kaldırdı, o bedene uzanıp, "Baba," diye fısıldadı; benim aksime babasının yüzüne dokundu. Cüneyt Erezli'nin cesedi tam karşımızdaydı ve boynunda derin bir kesik vardı; öylesine derindi ki bana annemin boynundaki kesiği hatırlatmıştı. Korel parmaklarını babasının boynuna ilerletti, yüzünü göremiyordum ama omuzları gerilmişti. Öyle uzun bir süre boyunca babasının boynuna dokundu ki ben kalbimdeki mayının üzerine basmasam da bir mayın kendiliğinden patladı. O mayını annemi gördüğüm zaman hissettiklerim patlatmıştı. "Baba," dedi tekrar Korel ve parmakları babasının boynundan ayrıldığında geriye doğru bir adım attı; arkasında kaldım.
Korel de şimdi benim annemi gördüğüm zamanki acıyla aynı acıyı mı hissediyordu?
Cüneyt Erezli'nin ciğerinin olduğu yerde bir oyuk vardı ve oradaki kanlar da çekilmişti; onun da kalbinin üzerinde bir harf vardı.
İkisinin de kalbine baktığımda aynı harf olduğunu gördüm.
Acıyla, öfkeyle, nefretle, kinle, korkuyla bağırdım. "Yeter! Beni öldür! Neredesin? Ben buradayım, beni öldür!" Ölmek istedim, parçalanmak istedim, tek bir parçam bile kalmasın istedim. "Benden her şeyi söküp alacak mısın?"
Kötülüğe bağlı olan damarlarımı kesmek istedim fakat Korel'in eli beni yine engelledi; onun için damarlarımı koparamadım.
Cüneyt Erezli ile amcamın cesedi, bulundukları yerden biraz daha havalandılar. Öne eğilen bedenleriyle gösteri sonrası reverans yapan iki kişi gibi görünüyorlardı; tiyatro oyunu son buluyordu ve biz seyirci miydik yoksa oyuncu muyduk?
Ben kendimi o tiyatro oyununun bir parçası değil de tamamı gibi hissediyordum ve herkesin sorumlusu bendim.
Gözlerim koltukların olduğu yere döndüğünde, yayılan ateşlerin arasından birinin bize doğru yürüdüğünü fark ettim. Cüneyt Erezli ve amcamın cesetlerinin tam ortasından yürüyordu, öyle karanlıktı ki kim olduğunu anlayamadım ve gözlerim kısıldı, bir adım atıp öne çıktım. "Prometheus?" dedim acıyla nefes vererek. "Sen misin? Buradayım. Gel ve beni al."
Zihnimden bir ses bana haykırdı: "Parmaklarındaki kanları hissetmiyor musun? Eline bak. Avuçlarında Prometheus'un akıttığı kanları saklıyorsun."
Bu ses annemin sesiydi; annem zihnimin içinde bana bağırıyordu. Gözlerim kısa bir an Korel'in elini tutan elime kaydı ve sonrasında yaprak sarısı gözlerine baktım.
Ona yalvarmak istiyordum, yakarmak istiyordum. Gözleri hâlâ babasının üzerindeydi; bakışlarında babasını kaybetmiş bir erkek çocuğunu değil de her şeyini tamamen yok etmiş bir adamı gördüm.
"Annem hiçbir zaman gerçeklerden emin olamadı." Cümle dudaklarımdan çıktığında buna inanmak istiyordum. "Anneme inanmıyorum."
İlerideki gölge yaklaştı, karanlıkla vedalaşırken ilk önce uzun bacaklarını gördüm ve gelen kişinin bir erkek olduğunu anladım. Durdu, büyük ihtimalle bize baktı ve bir adım daha attı. Zayıf bedenini ve düşük omuzlarını gördüm.
Oradaydım, bedenim yaşadıklarımdan dolayı titriyordu ve kalbimin içindeki mayının önünde duruyordum. Bir darbe daha yersem o mayınların üzerine düşecektim. Korel'i artık arkamda bile hissedemiyordum. O başka bir mayının başında durmuştu fakat bir bacağını değil de kendini kaybetmiş gibiydi.
"Ortaya çık!" diye haykırdığımda sesim salonda yankı yaptı ve o kişi bir adım daha attı. Karanlığa alışan gözlerim ilk önce kendine gelemeyip o kişiyi bulanık gördü, ardından gözlerimi kısıp ona baktım.
Kanlı bir el nefesimi kesmek istermiş gibi boynumu tuttu ve bileklerinden kanın kokusunu aldım; Mine'nin kanının kokusuydu. O eller boynumu o kadar sıkı sardı ki sanki boynum kesildi ve aldığım kanın kokusu annemin kanının kokusuydu.
Parmakları nabzımın üzerine öyle sıkı bir baskı yaptı ki kimse sizliğime dokunan atışlar babama aitti.
"Bir gün yok olup gidecek misin?" Elimde tuttuğum kitabı bıraktığımda babamın gözleri benim üzerimdeydi. "Eğer bir gün yok olursan ben bunu hissederim."
Babam yatağımın köşesine oturdu ve kırgın gözlerimi görmezden gelip saçlarımı okşadı. "Bir gün ölürsem saçlarını asla okşayamam ama yaşamaya devam ediyorsam saçlarında sürekli ellerimi hissedeceksin."
Saçlarımda parmaklarını hissediyordum, şefkatini duyuyordum; onun elleri bir an olsun saçlarımdan hiç ayrılmamıştı ve ben bunu yeni fark ediyordum. Belki de beni ayakta tutan sadece buydu.
Oradaydı, tam karşımda durmuş bana bakıyordu; gözleri benim üzerimdeydi. Bir babanın sıcaklığıyla, bir babanın şefkatiyle, bir babanın terk edişiyle, bir babanın ölümüyle.
Bir hayal gibiydi ya da bir rüya; kâbustu, belki de korkunç bir sanrı. Kurtuluş gibiydi ya da bir kaçış; orada durmuş bana bakıyordu.
Oradaydı.
Ellerinde kan vardı, parmaklarına kan bulaşmıştı ve benim çocukluğumun, hayallerimin, onsuz geçen zamanlarımın kanıydı. Ellerinde mızıkam vardı, ellerinde geçmişim vardı, ellerinde kaybolmuşluğum vardı. Ellerinde bütün yaşadığım acılar vardı, ellerinde gerçeklerim vardı, ellerinde kimsesizliğim vardı.
Kanlı ellerini uzatsa beni sanki kimsesizlikten kurtaracaktı.
Ellerinde tek bir şey eksikti.
"Bir gün ellerini hissetmezsem ve sen ölmemiş olursan?" Bir gün babamın beni terk edeceğini bilerek kuruyordum bu cümleleri ve babam da aramızdaki sessiz anlaşmayı gerçekleştiriyordu.
"O zaman ellerimi bağlamışlardır, parmaklarımı kesmişlerdir, kollarımı yakmışlardır kızım. Ben yaşadığım sürece senin saçlarını okşayacağım ve sen bunu hep hissedeceksin. Bir gün ellerim saçlarını okşamazsa ama kalbinde varlığımı hissedersen seni yakmamak için dokunmadığımı hatırla."
Ellerinde ateş yoktu; babam ellerini ateşten kurtarmıştı.
Onun elleri kocamandı ve benim küçük ellerim onun ellerinin arasında hep kaybolurdu fakat şimdi o kanlı elleri bile beni kimsesizlikten kurtaramazdı.
"Baba," diye fısıldadığımda gözlerim acıyla doldu ve kalbimdeki mayının üzerine düştüğümü hissettim, parçalandım. Parçalarım babamın önüne döküldü ama o parçalarıma değil de benim bıraktığım boşluğa baktı.
Kalbim durmuş gibiydi, zaman durmuş gibiydi; geçmiş, şimdi ve gelecek tam karşımdaydı. Bütün duygular arasından en çok hissettiğimi dile getirmek isteyip, "Yaşıyor musun? Hiç ölmedin mi?" diye sordum. Gözümden bir damla yaş düştüğünde bir adım daha atıp tam karşımda durdu; sahnenin yukarısındaydım ve o aşağısındaydı. "Gittin. Baba, ben seni hiç unutmadım, sen giderken beni unuttun mu?"
"Peki bir gün ölürsen?" Korkuyordum, babamı kaybetmekten korkuyordum.
"Ölmeyeceğim." Saçlarımı son bir kez şefkatle okşamıştı o gece. Annemin öldüğü günün bir önceki gecesiydi. "Senin için yaşayacağım, senin için gerekirse başkalarının son nefesini alacağım ama kendi nefesimi senin için tüketeceğim; sadece senin için son nefesimi vereceğim."
Babam bana bakmak istemedi, gözlerini benim üzerimden ayırıp Korel'e baktı; duygularının renginin değiştiğini gördüm ve o bakışlarında bütün gerçekler haykırmaya başladı.
"Prometheus," dedi babam ve o zihnimdeki sesinde hiçbir değişim olmadığını duydum. "Ben senin her adımını öyle bir takip ettim ki bir sonraki adımını bile çözdüm." Bir adım daha attı, gözleri Korel'in üzerinden ayrıldı ve Cüneyt Erezli'nin ölü bedenine baktı. "Bu yol ise sadece senin için çizildi."
Zihnimden bir ses bana bağırdı: "Sen bu tiyatronun bir oyuncusu değilsin. Sen bu tiyatronun kurucusunun elini tutuyorsun.
Sevgili kardeşim, gitgide Prometheus'a dönüşüyorsun."
Ses ablamın sesiydi; Mine bana bağırıyordu ve bağırırken acısını da duyuyordum.
Salonun içindeki ölümcül sessizlik, çello sesine muhtaç his settirmişti.
Cüneyt Erezli'ye bunu yapan babam mıydı?
Prometheus, Korel Erezli miydi?
İkisi de birbirlerini izlediler.
Babamın ve Korel'in gözlerinden bana hiçbir zaman söylemedikleri ve belki de söyleyemeyecekleri sırlar geçti.
Geçmiş parçalandı, gelecek gizlendi ve şimdi ise ellerimden kayıp giden hislerimle son buldu.
Elimi tutan Korel'in eli benden uzaklaştı, bakışları bana döndü ve ben de sanki son kez ona baktım.
Baktığım kişi Korel değildi, baktığım kişi o hep tanıdığım adam da değildi; gözlerinde yangın yoktu, gözlerinde sonbahar yoktu, gözlerinde sadece hiçlik vardı.
Baktığım kişi bambaşka biriydi ve daha önce görmediğim bir yüzdü.
Donuk bakışlarının arasından soğuk bir sesle, "Artık kan kaybetmiyorum," diye fısıldadı. "Artık hissetmiyorum."
Başka bir patlama sesi daha geldi ve bu patlama salonun içinde çok daha yakındaydı; başımı çevirmeme kalmadan bir bomba daha patladı ve ateş her yanımızı sardı. Salon alev alev yanıyordu.
Korel geriye bir adım attığında benden gidiyordu, bunu anlamıştım ve ellerimi uzatıp onu tutmak istedim ama o geriye doğru birkaç adım daha attı; bakışları bir an olsun değişmiyordu ve ben onunla geçirdiğim bütün zamanlarımın ellerimden kaydığını hissediyordum.
Kaçıyor muydu? "Yalan söyle," diye fısıldadığımda ayakta zor durduğumu fark ettim. "Gerçekleri istemiyorum."
Sahneden aşağıya indiğinde çıplak bedenine, izlerine baktım; gözlerimden başka yaşlar da düşmeye başladığında Korel'in daha kaç tane yüzü olabileceğini bilmiyordum ama onun gitmesini istemiyordum; onun bütün yüzlerindeki yalanlara inanabilirdim ama onun gidebileceğine inanamazdım.
Korel babamın aksine benden hiç gitmemişti ve bunu sadece hislerimle söylemiyordum, artık hatırlıyordum. En kötüsü, Korel ilk defa beni terk ediyordu ve nedenini anlayamıyordum.
Zihnimde ablam ve annem bağırıyordu; Korel'i suçluyorlardı, onu geçmişimi çalmakla, onların hayatlarını yok etmekle suçluyorlardı. Onları duymazdan geldim, onları duymak istemedim.
"Hayatımdaki herkes gidiyor," demiştim Korel'i izlerken. Elinde tuttuğu çerçevelere fotoğrafları koyuyordu. "Senin de bir gün gideceğini biliyorum, tamamen kimsesiz kalacağım."
"Korel!" diye bağırdım ama o dönüp bana bakmadı. Gerçekleri dinlemedim, ruhumu dinlemedim, kimseyi dinlemedim, sadece can çekişen küçük kızı dinleyip sahneden aşağıya atladım; babamın yanından geçip koşar adımlarla Korel'in arkasından gittim. "Korel!" diye bağırdım tekrar ve yeni bir patlama daha oldu. Başını çerçevelerden kaldırıp bana bakarak gülümsemişti; gülümsemesi gerçek bir gülümsemeydi. "Sen kimsesiz kalma diye ben hiç gitmeyeceğim, söz veriyorum." Babam gelmişti.
Korel bulunduğumuz yerden uzaklaşıp koltukların o tarafa yürüdü ve ateşin en fazla harlandığı yere yöneldiğinde peşinden koşmaya devam etmek istedim fakat tam o sırada bir el beni kolumdan tutup kendine çekti. Başımı çevirip baktığımda babamın yüzüyle karşılaştım; kolumu sıkı sıkı tutmuş, beni engelliyordu.
Gözlerim beni tutan eline kaydı; o elini uzattığında kimsesiz kalmayacak mıydım artık? Beni kimsesiz bırakan kişi yine babam değil miydi? Kırgındım, bin parçaya bölünmüştüm; kırılmıştım ve kırıklarım en çok da bana batıyordu ama babamın ellerine batmıyordu, beni bırakmıyordu.
Sahnenin arkasındaki perde de alevler altında kaldığında art arda patlamalar oluyordu.
Korel'e tekrar baktım, harlanan ateşin önünde durduğunda bakışları bana döndü. "Hiç gitmeyecektin!" diye haykırdığımda hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve bunu yeni fark ediyordum. "Söz vermiştin!"
Oysaki ben kendimi hâlâ kimsesiz hissediyordum.
Kendimi cennet ile cehennemin ortasında durmuş gibi de ğil de ölüm ile yaşamın arasında kalmış gibi hissediyordum. Kollarımı tutan kişi babamdı; gitmek istesem giderdim, biliyordum çünkü o benden gitmişti ve bana birinden nasıl gidilmesi gerektiğini o göstermişti. Ateşe yürüyen adam Korel'di; ona koştuğumda yanardım, biliyordum ama o bana zaten yanmayı ve yanmanın getirdiği acıyı öğretmişti.
Yanmaktan korkmuyordum, gitmekten korkmuyordum. Gecenin karanlığına rağmen yolları gördüm, o yollarda kör bir şekilde koştum; babam ben koşarken ellerimi tutmadı. Gecenin karanlığı babamdı.
Gündüz güneşine ellerimi uzattım, o güneş beni defalarca yaktı, Korel yanan ellerimi söndürmedi. Gündüz güneşi Korel'di. Geceyi ve gündüzü birbirine karıştırdım; ellerime emareler bıraktılar ve ben o emarelere bakarken Tanrı gökyüzümü yok etti.
Paragraf Yorumları