Her tarafın camdan olduğu bir küpün içindeydim ve ortada sadece bir masa, masanın üzerinde ise bir defter vardı.
Oturduğum sandalyede durmadan o deftere bir şeyler yazıyordum, ne yazdığımı göremiyordum ama delirmiş gibi elimdeki kalemle son sürat bir şeyler yazmaya devam ediyordum.
Küpün dışında bir adam duruyordu, bu adam Korel Erezli'ydi ve dışarıdan çırpınarak bana bakıyordu fakat onu görmezlikten geliyor, yazmaya devam ediyordum.
Ben hâlâ o küpteydim, bu kez Korel'i suyun içinde boğuyorlardı, onu yine görmezlikten geliyordum ve bunu her yapışımda daha kötü bir olay oluyordu. O olayların her birinde ben Korel'i görmezlikten gelmeye devam ediyordum.
Bir ses bana Korel'in Prometheus olduğunu haykırıyordu, bu ses hafızamın sildiği Mine'ye aitti, ardından o ses anneme aitti ve en sonunda babama.
Ben yazmaya devam ediyordum.
Küpün dışında yangın çıktı, Korel gözlerimin önünde yanmaya başladı fakat ben onu yine görmezlikten gelip yazmaya devam ettim.
Bütün o savaşların ortasında Korel kaldı, ben bir küpün içinde korundum, o küpün içinde korunurken herkes bana Korel'in Prometheus olduğunu haykırıyordu.
Elim duraksadığında gözlerim kâğıda dönmüştü; gördüğüm Prometheus'un alfabesiydi, onun alfabesiyle deftere yazıyordum. Anlamsız bir dil, anlamsız cümleler, karmaşık kelimeler; dönüştüğüm kişi Prometheus olmuştu.
Bakışlarımı karşıma çevirdiğimde camın dışından beni izleyen Korel'in yüzüyle karşılaştım; eli camdaydı, yanmıştı, boğulmuştu ve son gördüğüm gibiydi. Yüzünde Joker makyajı vardı. "Bana inanmıyor musun yine?" diye sordu bana. Tek soru.
Ardından titreyerek gözlerimi açmamla bunun bir kâbus olduğunu fark edip acıyla inlemem bir oldu çünkü yine bileklerimden beni bağlamışlardı, ayaklarımdan da öyle. Etrafıma baktığımda bir odanın içindeydim; camdan değildi, hastane odası olmalıydı fakat bu kez yüzümde büyük bir acı vardı, ellerimde hatta kollarımda.
"Bırakın!" diye bağırdığımda gözlerimden yaşlar akmaya başladı fakat çırpınmaya devam ettim; o an kollarımdaki tırnak izlerini gördüm, avuçlarımdaki. Aynıları yüzümde de olmalıydı. "Bırakın!" diye bağırdığımda tarih tekerrür ediyordu, Korel yine gitmişti ve ben yine gözlerimi bir hastane odasında açmıştım fakat bu kez hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Bu kez ona olan inancımdan vazgeçmeyecektim, bu kez onu yüzüstü bırakmayacaktım, bu kez onu ateşe sürüklemeyecektim, ne olursa olsun ona inanacaktım çünkü boynumdaki bu kolyeyi takan... Bakışlarım boynuma kaydığında gerdanımın boş olduğunu fark ettim ve içeriye doktorlarla beraber babam girdi. "Kolyem!" diye öyle bir haykırdım ki neredeyse bileklerimdeki kemerler kopacaktı. "Onu bana geri verin! Korel!"
Hemşireler beni tutmaya başladığında, babam ayakucumdan bana bir şeyler söyledi fakat acıyla bağırıyordum.
Bana o kolyeyi veren, bileğime dövme yapan, benimle saatlerce sevişen, saçlarımı okşayan, yangının ortasından kurtaran, işkence çekmemi engelleyen, inançla gözlerimin içine bakan adam bir seri katil olamazdı; Prometheus olamazdı. Beni bir katil gibi öpmüyordu, sarılmamı dilerken hiç de katil gibi bakmıyordu; Korel hiçbir zaman bir katil gibi değil bana zarar vermek istemeyen biri gibi dokunuyordu.
"Korel!" diye haykırdığımda hemşirenin elinde sakinleştirici iğneyi gördüm ve sesim daha acı dolu çıkmaya başladı. "Eğer o iğneyi bana yaparsanız buradan çıktıktan sonra kendimi öldürürüm! Beni uyuşturmayın!" Babama öfkeyle bakıp küfürler savurmaya başladım. Doktorların şaşkınlığı ve hemşirelerin bozguna uğraması en büyük yıkımı olmuştu babamın.
Büge'nin yüzü geldi aklıma, hamileydi ve bir çocuk parkında Prometheus onu asarak öldürmüştü. Hamileydi, hayata karşı inancı vardı, aile olacaktı ve Prometheus dalga geçermiş gibi onu çocuk parkında öldürmüştü.
Haykırışlarım hıçkıra hıçkıra ağlamaya dönüştüğünde, "Büge," diye inledim. "O öldü." Birkaç kez daha çırpınıp doktorun yüzüne baktım. "O öldü, değil mi? Yaşama imkânı yok, öyle değil mi? Bebeği de öldü, değil mi?" Bu savaşta Gürkan zarar görmesin diye çabalarken en büyük zararı kendi görmüştü.
"Gürkan," diye fısıldadım bir hemşireye. "O nerede?"
Birbirlerine baktılar. Bir kez daha haykırarak, "Korel!" dedim, ardından, "Büge," diye fısıldadım. "Ben şizofren değilim, onlar gerçek." Babam bir şeyler söylediğinde yeniden ona küfürler savurdum ve sonunda, "Keşke ölmüş olsaydın!" diye bağırdım. "Keşke gerçekten ölmüş olsaydın ya da Prometheus annem yerine seni katletseydi!"
Bu kez doktorlar beni dinlemeyip sakinleştirici iğneyi vurduklarında kan ter içinde kalmıştım ama çırpınmaya devam ettim, her çırpınışımda canım daha fazla yandı.
Büge ölmüştü, gülen yüzü karşımdaydı; kırmızı ruju, korkusuzluğu, yavaş yavaş hislerini tanımaya başlaması ve Gürkan'a olan aşkı. Bebeği için o büyük hevesi, aile olma isteği.
"Büge'nin kimsesi yok," diye fısıldadığımda vücudumun yavaş yavaş uyuşmaya başladığını hissettim. "Mezarına kim gidecek?" Gözlerim artık ağlamaktan acıyordu. "Gürkan nerede? Yaşıyor mu? O dayanamaz." Büge'nin mezarına çiçekler ekilmezdi, Büge'nin mezarına gidemezdim; Büge'yi Prometheus katletmişti. "Büge'nin annesi onu sevmiyor ki," diye inlediğimde başımı iki yana salladım fakat artık ellerim ve bacaklarım tamamen uyuşmuştu. "Korel onu öldürmez ki," dediğimde kalbimde büyük bir acı vardı. "Evet, onlar birbirlerinden pek hoşlanmazlar ama Korel ona kıymaz." Gözlerim ağır ağır kapanmaya başladığında parçalandığımı hissediyordum. "Korel hamile bir kadını öldürmez," dedim kendimi inandırmak istiyormuş gibi. "Korel bunu yapmaz."
Gözlerim tamamen kapandığında Büge Anekdot Merkezinin kantininde oturmuş, gülümseyerek bana bakıyordu; ayaklarında yine o topuklu ayakkabıları vardı ve dudaklarında kırmızı ruju. Beni gülümseyerek yanına çağırıyordu, öyle sıcak bir gülümsemeydi ki sanki ölmemişti.
Ama benim en yakın dostum ölmüştü, üstelik küs ayrılmıştık; en büyük üzüntü kaynağım da buydu.
***
Acıyla inleyip uyandığımda bir kez daha haykırışlarım hastaneyi doldurdu ve bir kez daha ağlamalarla, sakinleştiricilerle son buldu. Yine babama küfürler savurdum, yine doktorlar beni engelleyemedi. Yine bana hiçbir bilgi vermediler. Bu birkaç kez daha tekrar etti fakat neyse ki en sonunda Büge'nin cenazesi için benim hastaneden çıkışımı beklediklerini söylediler ve bir kez daha uyuşturup beni uyuttular.
O an anlamıştım, tek yapmam gerekenin çırpınmak yerine sakin kalmak olduğunu çünkü uyku arasında konuşmalarını duyabiliyordum. Gerçekten akli dengemin yerinde olmadığını konuşuyordu hemşireler, Korel'e inanmaya devam etmem onlara göre çılgınlıktı, ayrıca bu çırpınışlarıma anlam veremiyorlardı, rahatsızlığım dışında.
Ben de Korel'den öğrendiğim gibi devam ettim; en güzel maskemi takıp rol yapmam gerekiyordu.
Hatta bir gece vakti uyandığımda gözlerimi açmadan yatakta öylece bekledim; babam hemen yan tarafımdaydı, adım seslerini işitebiliyordum.
Yan odadaki haber kanalından ses geliyordu; spiker Prometheus'tan bahsediyordu.
Diyordu ki: Korel Erezli'nin Prometheus olduğu kesinleşti ve şehirde olağanüstü hal ilan edildi, o bulunana kadar insanların sokağa çıkması yasaklandı. Bu seri katilin dehşetinden korunmak için halka kapılarını kilitleyerek uyumaları gerektiği söylendi.
Sonra benden bahsedildi, baş harflerimle. M.K. dendi benim için; akli dengemin yerinde olmadığı, Korel tarafından esir tutulduğum söylendi. Gürkan'ın ise sevdiği kadının, en yakın dostu tarafından öldürüldüğü söyleniyordu. Ben ve Gürkan temize çıkmıştık; ben onlara göre bir şizofren olduğum ve Gürkan da kazık yediği için.
En büyük nefret Korel'eydi hatta hükümet Korel'i bulana para ödülü verecekti; bu yüzden sokağa çıkma yasağına rağmen kendini cesur ilan eden insanlar sokaklara dökülmüştü. Dertleri paraydı; bazıları ise para bir yana Korel'in canını almak istiyorlardı.
Bütün ülke, herkes Korel'in Prometheus olduğuna inanıyordu. Benim dışımda.
Hayır, bu kez inanmaya devam edecektim, ondan vazgeçmeyecektim; büyük bir oyun vardı, aksini düşünmeyecektim.
***
"Kimsenin gitmediği bir mezarlık gördün mü?" diye sormuştu bir keresinde Korel bana. "Yağmur en çok onların dostudur." Şimdi bir mezarın başında duruyordum, mahkemenin üzerinden üç gün geçmişti, gerçekten de Büge'nin cenazesi için beni beklemişlerdi ya da yan tarafımda ayakta bile durmakta zorlanan Gürkan'ı, bilmiyordum.
Yağmur yağmıyordu, güneş en tepedeydi ve Büge'yi kazılmış o toprağa tabutuyla koyuyorlardı. Sağ tarafımda babam vardı, sol tarafımda Gürkan'ı yanındaki iki adam kollarından tutmuştu, karşımızda da Büge'nin annesi vardı.
Kızının cenazesine bile sarhoş gelmişti; timsah gözyaşları döküyordu, o kadar inandırıcı değildi ki Büge'nin kalbimde bıraktığı sızı daha da şiddetlendi.
"O karanlıktan korkar," diye fısıldadı Gürkan ağlaya ağlaya. "Bakmayın onun cesur göründüğüne, her gece ışıklar açık uyumak isterdi." Gözü kimseyi görmüyordu, beni gördüğünde bile sarılmamıştı. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü, onun da sakinleştiricilerle ayakta durabildiğine emindim. "Tabutun içi çok karanlık, bunu ona yapmayın."
Sessizce ağlamaya devam ederken bütün yasaklara rağmen bizi uzaktan çeken basını görebiliyordum. Son iki gündür sakinlik maskemi takmaya o kadar alışmıştım ki bu da artık doktorlar tarafından tuhaf karşılanıyordu ama pek de umurumda değildi. Tek istediğim; gerçeklere ulaşmak, Büge'nin intikamını almak ve Korel'i bu düştüğü çukurdan kurtarmaktı.
Büge'nin tabutunu toprağın içine koyduklarında kulaklarıma sanki kahkaha atan sesi doldu, yine o güzel yüzü ve ayrılırken bana karşı olan kırgınlığı. Onu anlamamıştım, bütün çabasına rağmen hiçbir şekilde anlamak istememiştim. Şimdi düşündüğümde onu anlamak zaten büyük bir yıkımdı, bir de bununla yüzleşmek fazlasıyla ağırdı.
Tabutun üzerine toprak atarlarken Gürkan artık ayakta durmakta zorlanıyordu. Dizlerinin üzerine çöktüğünde kendimi tutamayıp ellerimi omuzlarına yerleştirdim ve yanına eğildim.
"Minel," diye mırıldandı acıyla. "Aile olacaktık, yemin ederim korkularımı yenmiştim, ona söyleyecektim ama elimden kayıp gitti." Öyle şiddetli ağlıyordu ki hıçkırıkları korkunç bir hal almıştı. "Minel, korktuğum başıma geldi," dediğinde başını iki yana salladı. "Hem Büge'yi hem bebeğimi kaybettim. Bu kez ben gitmedim ama onlar gitti, ben yine aynı kaderi yaşadım." Elleriyle uzanıp toprağa dokunduğunda alnımı omzuna yaslayıp ağlamaya devam ettim. "Nasıl yaşanacak böyle?" diye sordu. "Bu şekilde yaşanmaz ki, ne yapacağım ben?" Avuçlarının içinde toprak ufalanıp küçüldü. "Küs ayrıldık," dedi, tıpkı benim gibi o da küs ayrılmıştı. "Kırdım, parçaladım, öyle ayrıldık. Elimden gitti." Yumruklarını sıktı, gücü kalmamıştı. "Nasıl yaşanacak böyle?" diye sordu bir kez daha. "Ben yaşayamam."
Ona, yaşayabilirsin, diyemiyordum çünkü ben de yaşadığımı hissedemiyordum. Tek yapabildiğim, alnım omzuna yaslı bir şekilde onunla beraber hüngür hüngür ağlamak oldu. Kendimi durduramadığım gibi onu da susturamıyordum.
Toprak tabutun üzerini kapattıkça Gürkan daha fazla yıkıldı; güneş cayır cayır yakarken, gökyüzü yağmurunu bile vermedi. "Bebeğimin mezarı bile olmayacakmış," dedi Gürkan. "Büge bunu hak etmedi. O, annesi boğulduğu için karnındayken öldü; bunu hak etmedi. Hiçbirini hak etmedi." Bir kez daha avuçladı toprağı ve bir kez daha nefesini verdi. "Bir çocuk parkında astı onu. Anne olacağını bilen biriydi, Minel." Gözleri dakikalar sonra bana döndü. "Anne olacağını bilen kişi sayısı o kadar azdı ki; bu nasıl olabilir?" O an gözlerinden okudum, o da Korel olma ihtimaline inanmıyordu. Hâlâ güveniyordu. "Nasıl olabilir?" diye fısıldadı eğilip. "Prometheus bunu nasıl öğrenebilir?"
Merak ediyordum, Gürkan o an o Joker makyajını bilse yine Korel'e inanmaya devam eder miydi? Etmeliydi, Korel Büge'ye zarar vermezdi.
"Arkasında bir not bırakmış yine, üstelik Büge'nin karnına yapıştırmış o notu," dedi Gürkan, bakışlarını tabutun olduğu tarafa çevirerek. "Yarım bir cümle yine; demiş ki, inanç seni yaşatıyor sanıyorsun." Gürkan başını iki yana salladı. "Bu ne demek? Büge'yle ne ilgisi var? Ne inancı, Minel? Büge bunu hak etmedi." Başını önüne eğip ağlamaya devam etti. "O zaten bu hayatı çok geç sevdi ve herkesin düşündüğünün aksine kaçılması gereken biri değildi, sevildiğinde sevgiyle tanıştı. Hissiz değildi, hislerle
tanışmamıştı. Büge kötü biri değildi." İnanç seni yaşatıyor sanıyorsun.
Benim Korel'e inancım ve durmadan bana inançtan söz etmesi... Hayır, imkânsızdı. Bu sadece bir rastlantıydı, başka hiçbir şey değildi. Prometheus her kimse Korel'in üzerine suçu atıyordu.
Kısık sesle Gürkan'a, "Bu acı geçer diyemem," dedim ağlayarak. "Ama istersen o yangını söndürmenin de bir çaresi bulunur Gürkan." Bakışları bana döndüğünde başını iki yana salladı, inanmıyormuş gibi. "İkimizin de bu hayatta yaşaması için bir neden kalmadı," dediğimde aklımı kaybetmiş gibi konuştuğumun farkındaydım fakat o an umurumda bile değildi. "Ve yarın ölecek olsak canımızı bile umursamayız çünkü Prometheus elimizden her şeyimizi aldı." Öyle kısık sesle konuşuyordum ki bir tek Gürkan beni duyuyordu. "Bu kez gerçek bir yola çıkalım, onu bulmak için. Prometheus'u bulmak için ve intikamımızı alabiliyorsak alalım, alamıyorsak da ölelim." Gürkan gibi mahvolmuş bir adama böyle bir teklifle gidilmezdi elbet, belki de gerçekten delirmiştim ama başka çarem yoktu. "Biliyorum," diye fısıldadım. "Korel değil Prometheus, o yapmaz."
Gürkan gözlerini kaçırdığında yeniden Büge'nin mezarına baktı ve büyük bir nefes verdi. Ellerinin tersiyle gözlerini sildiğinde "Ben de inanmıyorum," dedi fakat artık eskisi gibi emin değil gibiydi. "İnanmak istemiyorum," diye düzeltti. "Çünkü bu kadarı çok fazla, anlıyor musun?"
"O halde?" diye sordum. "O halde, benimle misin?"
Gürkan dönüp bana baktı. İnanç insanı ayakta tutardı; ikimizi de ayakta tutan Korel'e olan inancımız ve savaş arzumuzdu, o an fark etmiştim.
"Seninleyim," dediğinde bıkkın bir nefes verdi. "Zaten artık yapacak hiçbir şeyim kalmadı."
Alnımı bir kez daha omzuna yasladığımda ve yeniden mezarlığa döndüğümde, "Bu kez gerçekler açığa çıkacak," diye fısıldadım. "Tek yapmamız gereken, inanmaktan vazgeçmemek." "Peki bunu nasıl yapacağız?" diye sordu.
"Korel, Prometheus değil," deyip başımı salladım. "Fakat bir bağlantıları olduğuna eminim. İşte o bağlantıyla ilerleyeceğiz." Yutkunduğumda koluna girip Gürkan'ı kaldırdım, ardından, "Gece babam uyuduktan sonra sana geleceğim," diye fısıldadım. "Bekle beni."
***
Gürkan'ın kapısının önünde beklerken arkamı durmadan kontrol ediyordum çünkü gecenin karanlığı beni koynuna almıştı ve dışarıda korkunç bir hava vardı. Normalde temmuz ayında gökyüzünde yıldızlar kendini belli ederdi fakat bugün bulutların arkasına gizlenmişlerdi, tek bir yıldız bile parlamıyordu. Bu yüzden gece her zamankinden daha karanlık görünüyordu.
Cenazenin ardından eve gidip yatağa girmiş, gün boyu yataktan çıkmamıştım, babamla hiçbir şekilde konuşmuyordum bu yüzden ne düşündüğümü bile bilmiyordu fakat konuşmalarını duyabiliyordum; hastaneye yatırılmam gerektiğini tartışıyorlardı doktorumla. Aksini söylese de doktor diretiyor olacak ki babam, "Düşüneceğim," diyerek o telefonu kapatıyordu.
Kendime bir şey yapacağımdan korktuğu için her saat başı beni kontrole geliyordu, adım seslerinden anlayabiliyordum hatta öyle iğrençti ki bazen saçlarımı okşuyordu. Onun dokunduğu her saç telimi tek tek yerinden çıkarmak istiyordum. Bütün hayatımızı mahveden babamdı.
Korel Prometheus değildi ve onun Prometheus olduğunu söylemişti.
Babam beni denetleyip gittikten hemen sonra pencereden kaçma konusunda ustalaştığım için yine o şekilde kaçmıştım.
Kapıda korumalar vardı, hükümet beni korumaları için göndermişti fakat onlardan kurtulmam da oldukça basit olmuştu. Kısa boyum o gün avantaja dönüşmüştü.
Gürkan kapıyı açıp başıyla selam verdi ve içeri geçmemi işaret etti. Hızla içeriye girdiğimde evin darmadağınık olduğunu gördüm. Gürkan Büge'nin o evde olan bütün eşyalarını etrafa yaymıştı, savaş alanı gibiydi.
Tek bir fotoğraf Gürkan'ın elinde duruyordu: Büge'yle beraber çekildikleri.
"Gürkan," diye mırıldandığımda kendimi tutamayıp ona sarıldım ve Gürkan da sanki bu anı bekliyormuş gibi karşılık verdiğinde kolları sıkıca bana dolandı, bir süre hiçbir şey söylemeden o şekilde durduğumuzda Büge'nin etraftaki elbiselerine bakmamaya çalışıyordum çünkü acıya gözlerimizi dikip baktığımızda o acı gücümüzü elimizden alırdı, artık bundan emindim.
Geriye çekilip gözlerini sildikten sonra, "Ne yapacağız?" diye sordu, omzunu kaldırıp indirdi.
Etrafıma bakıp, "Korel'in evinden gelen şeyler nerede?" diye sordum. "Eşyadan ziyade o daktilo ve daktilodan çıkanlar, Gürkan. O kâğıtlar nerede?"
Gürkan çok kısa bir an düşündü, ardından beni yönlendirmesiyle üst kata çıktık. Gürkan ile Büge'nin yatak odasının önünden geçtiğimizde oranın da darmadağınık olduğunu gördüm, aşağıdan bile daha kötü haldeydi.
Başımı iki yana salladığımda, acıya gözlerini dikip bakma, diye kendime hatırlattım, yoksa gücünü kaybedersin.
Çalışma odasına girdiğimizde köşedeki tozlu daktiloyu gördüm ve onun yanında üst üste duran kâğıtları. Hemen sandalyeyi çekip o daktilonun başına oturduğumda kâğıtları karıştırmaya başladım, yine o anlamsız kelimelerle karşılaştım. Anlamak mümkün değildi, böyle bir dil olmadığına emindim.
"Çözülebilecek bir dil değil," dedi Gürkan ve masaya yaslandı. "Eğer buradaki kâğıtların bizi Prometheus'a götüreceğini düşünüyorsan bu, Korel'in Prometheus olduğunu göstermez mi?" Bakışlarım hızla ona döndüğünde gözlerini benden ayırmıyordu. "Minel," dedi kısık sesle. "Prometheus'u Korel'in belgelerinde arıyorsun, farkında değil misin?"
"Farkındayım," dediğimde yutkundum. "Çünkü Prometheus Korel'in de düşmanı, Gürkan."
Gürkan kaşlarını kaldırdı, benden daha inançsızdı; halbuki her zaman benden daha inançlı olurdu.
"Öyle bakma," diye fısıldadığımda kâğıtlardan birkaç tanesini masaya yerleştirdim. "Korel Prometheus değil Gürkan. Hiç olmadı." Kâğıtları işaret ettim. "Ve onun belgelerinden Prometheus'u arıyorum çünkü Korel, Prometheus tarafından esir alındı, denek olarak kullanıldı. Bir şekilde bu kâğıtlar bize yol gösterecektir ardından..."
"Korel senden intikam almak için geri döndü," dedi Gürkan sakin bir sesle. Kaskatı kesildiğimde elimdeki kâğıt masaya düştü. Bildiğim ya da tahmin ettiğim her şey artık Gürkan'ın iki dudağının arasındaydı. "Çünkü senden nefret ediyordu Minel. Onu unuttuğun için." Bakışlarım ona döndüğünde tedirginlikle kollarını önünde bağladı. "Hayatı sana zindan edeceğini söylüyordu, bunun için çabaladı da."
"Gürkan..." diye mırıldandım.
"Ayrıca," dedi gözlerini kısarak. "Azra Dinçer'i gerçekten o otel odasında tuttu." Dudaklarım aralandığında yutkunmakta zorlandım. "Çünkü benden aldığı paralarla otel çalışanlarını susturmuştu o zaman."
"Bunun neden yapsın ki?" diye sordum fısıltıyla. "Bence sen her şeyi yanlış anladın."
"Anlamadım," dedi Gürkan kaşlarını kaldırarak. "Yapmasının nedenini bilmiyorum ama yakaladığımda böyle bir şeyden haberi olmadığını söyledi, sonrasında da seviştiklerini." Başını iki yana salladı. "Azra Dinçer'e fiziksel hiçbir zarar vermedi ama onu o otel odasında esir tuttu; belki konuşmasın diye, belki de korksun diye, bilmiyorum ama Göksel'e ulaşamadığı için Azra'ya ulaştı çünkü o iki kızın konuşması senin hakkındaki bütün planlarını mahvederdi."
Elim enseme gittiğinde, "Azra doğru mu söylüyor yani?" dedim, ardından alayla gülmeye çalıştım. "Ne yani, Korel günlerce onu yanında tuttu ve Prometheus olduğunu mu söyledi? Eğer Prometheus ise neden onu öldürmedi o zaman?"
"O otel odasında ne oldu, bilmiyorum," dedi Gürkan net bir sesle. "Tek bildiğim o kızla aralarında bir seks ilişkisi olmadığı."
"Saçmalık," dediğimde sırtımı sandalyeye yasladım. "Korel'in bunun için mantıklı bir açıklaması vardır elbet." Kaşlarım çatıldı. "Saçmalık," dedim daha yüksek bir sesle. "Korel bunu asla yapmaz." Yeniden doğrulup kâğıtlara yöneldim. "Hayır," dediğimde kalbimde bir karanlık vardı. "Sen yanlış anlamış olmalısın."
"Minel," dedi Gürkan, ardından bana yaklaşıp ellerini masaya yerleştirdi. "Senelerdir Korel'le beraberim ve senden daha iyi tanıyorum onu. Bütün tuhaf hareketlerine, gözü karalığına, hepsine şahit oldum ve yapbozun parçaları birleştikçe..." Sustuğunda gözlerine korku doldu. "O bir kaskla, seni taciz eden adamın kafasını ezdi Minel," dediğinde fısıldıyordu. "Sence bunu normal bir insan yapabilir mi?"
Gözlerimiz kesişirken kalbimdeki karanlık daha fazla büyüdü. "Onun yaptığı kesin değil," dedim ama gözlerimin önünde o adamın başına kaskla vuruşu asla gitmiyordu. "Belki de sonrasında Prometheus geldi ve onun üzerine suçu atmak için..."
"O adamı Korel öldürdü." Gürkan o kadar net konuştu ki susmak zorunda kaldım. "Ve bunun üstünü de öylece zekice örttü ki senin için yaptığı planlarını bu şekilde ilerletti."
Yüzüne baktım, gözlerindeki korkuya ve inançsızlığa, ardından, "Bunu neden yapıyorsun?" diye sordum endişeyle. "Neden diğer insanlar gibi davranıyorsun? Neden körü körüne bir yolda ilerliyorsun? Prometheus zeki biri, bütün suçları Korel'in üzerine atmış olabilir." Gürkan geriye çekildiğinde derin bir nefes verdi. "Ayrıca benden intikam almaya çalıştığını biliyordum fakat başaramadı çünkü bana kıyamadı Gürkan. Bütün bunların dışında Korel'in gerçekten küçükken yani henüz çocukken bile benim ailemi katledebileceğine inanabiliyor musun?"
"Sandığın kadar küçük değil," dediğinde kalbim sıkıştı. "Merkeze girmek için yaşını küçülttü."
"Yine de o yapmış olamaz," diye fısıldadım. "Onu hatırlıyorum, küçüklüğünü. O iyi biriydi, hep benimleydi ve bir kez bile..."
"Ne kadarını hatırlıyorsun ki?" diye sordu ve bir kez daha üzerime eğildi. "Sana Korel'in Prometheus olduğunu söyleyemem ama senin kadar da aksini savunamıyorum artık Minel çünkü acı bana gerçekleri de göstermeye başladı. Yürüdüğün yolu bir de tersten yürümeye başla, o zaman gerçekleri göreceksin."
Zihnimde çanlar çalmaya başladı, son cümlesi beni bir anının içine yuvarladı.
"Günlük tutmak istiyorum Korel," demiştim bir havuzun başındayken. Mevsim sonbahardı, havuzun içini kuru yapraklar doldurmuştu ve ikimiz o havuzun başında konuşuyorduk. "Fakat bu günlüğün başkalarının eline geçmesinden korkuyorum. Nasıl engelleyeceğim?"
Korel'in elleri ceplerindeydi, üzerinde beyaz bir tişört vardı fakat üşüdüğünü anlayabiliyordum. "Şifre belirle kendi kendine," dedi Korel sakin bir sesle. "Kendi alfabeni oluştur ya da kelimeleri değiştir. O zaman senin dilini, bir tek sen anlayabilirsin."
"Nasıl yani?" dediğimde gözlerimi kocaman açmıştım. "Kelimeleri tersten yazmak gibi mi?"
"Evet," dedi Korel gözlerini açarak. "Bu da bir ihtimal."
"Minel," dedi Gürkan beni dürterken ve o anının içinden gerçeğe döndüğümde göz göze geldik. "İyi misin? Ne oldu?"
"Buldum," diye fısıldadığımda hemen önümdeki kâğıtlara döndüm ve her kelimeye dikkat kesildim, ardından tersten okumaya çalıştığımda Gürkan da benimle beraber kâğıtların üzerine eğildi.
"Ne buldun?" dedi dikkatlice bakarken.
"Bilgisayarını getir," dedim hızlıca. "Çabuk."
Gürkan birkaç saniye yüzüme baktıktan sonra hemen dizüstü bilgisayarını getirip önüme koyduğu. Çabucak internette bir çeviri sitesine girdim. Tersten olan cümleyi düz yazıp çevirdiğimde İspanyolca bir kelime ortaya çıktı.
"Bingo!" diye bağırdığımda gülerek Gürkan'a baktım. "Bu özel bir alfabe değil, kelimeler sadece tersten yazılmış. Eğer Türkçe kelimeler olsaydı daha rahat anlardık fakat mektubun dili de İspanyolca ve bak," hızla kâğıdı önüne itekledim, "Los le odnabor, yazıyor, bunu bu şekilde yazdığımızda elbette ki mantıklı kelimeler çıkmaz fakat..." Tersten parmağımla gösterdim, "Robando el sol, diye okuduğumuz İspanyolca olduğunu görüyoruz, anlamı ise güneşi çalmak." Gürkan'ın gözleri kocaman açıldı. "Korel'in şifresi buydu ya da bilemiyorum, Prometheus'un ama bu şifreyi çözdük. O İspanyolca kelimeleri tersten yazıyor."
Gürkan kocaman bir ağızla bana bakarken birkaç dakika ona şaşkınlığının geçmesi için fırsat tanıdım, ardından, "Bunu nasıl anladın?" diye sorduğunda yüzümdeki gülümseme yavaş yavaş silindi, kâğıtlara baktım.
"Korel bana geçmişte bunu söylemişti ya da ben ona bu taktiği verdim, bilmiyorum fakat sonuç olarak çözdük." Kâğıtların üzerine eğildim. "Şimdi tek yapmamız gereken bu kâğıtları tek tek çevirmemiz ve sen de bana yardım edeceksin."
Gürkan kısık sesle bir şeyler mırıldandı fakat ne dediğini anlayamadım. Karşımdaki raftan birkaç temiz kâğıt alıp ilk önce önümdeki kâğıtlarda yazanları temize çekmeye başladım, düz şekilde. İlk kâğıtlarda Gürkan bana yardımcı olmadı fakat sonrasında ayak uydurduğunda işimizi iki saatte bitirmiş olduk.
Önümüzde beş kâğıt vardı; daha fazlasına artık zamanımız kalmadığında hemen telefonu çıkarıp ilk sayfayı okuttum. Birkaç saniye sonra uygulama İspanyolcadan Türkçeye çevirdiğinde birkaç cümle anlamsız görünse de asıl hikâye ortaya çıkıyordu.
Bundan yüzyıllar önce, Tanrı Prometheus, büyük bir başkaldırı gerçekleştirdi ve gelecek zamanlarda kimisi buna bir efsane dedi, kimisi korkunç bir hikâye, kimisi ders çıkarmak istedi fakat ben, bunu her gece masal gibi dinleyerek büyüdüm.
Prometheus dört kardeşiyle beraber Tanrı'nın emirlerine itaat etmek üzere yaratılmıştı fakat diğer kardeşleri buna tepki gösterip canlarından olmuştu, Prometheus ise bir başkaldırı gerçekleştirip aralarındaki en zekisi olarak Tanrı'nın gözüne girmişti.
"Zekâ," derdi bana masalı anlatan kişi. "En büyük silahtır, bunu hiç unutma."
Tanrı'nın gözüne girdikten sonra içindeki o öfke dinmiş ama intikam dürtüsü bir türlü son bulmamış, o son bulmayan intikam dürtüsü ise onu felaketlere sürükleyecekmiş.
"İntikam," derdi bana masalı anlatan kişi. "En büyük suçtur, bunu hiç unutma."
Prometheus günlerce kardeşlerinin acısıyla gözyaşları dökmüş ve o gözyaşlarından ilk insanı yaratmış. Topraktan değil gözyaşından oluşan bu insan kendileri gibi değilmiş. Güçsüzmüş, acizmiş, çok çabuk acıkıyormuş, susuyormuş ve hayatta kalmakta zorlanıyormuş.
Prometheus'un vicdanını sızlatıyor, onu merhamete sürüklüyormuş; ilk hatasını da merhameti yüzünden yapmış.
"Merhamet," derdi bana masalı anlatan kişi. "En büyük hatadır, bunu hiç unutma."
Prometheus, yarattığı insanlar daha rahat yaşasın diye gidip ateşi çalmış, bu ateş kimine göre bilgi demekti, kimine göre gerçek bir ateşti fakat masalı anlatan kişiye göre güneş demekti.
Prometheus güneşi çalıp insanlığa kazandırdığında artık insanlar üşümüyordu ve ateşi yakabileceklerini öğrenmişlerdi, çoğu zaman güneşin yolunu izleyebiliyorlardı ve bu onlara doğruları gösteriyordu.
Fakat Tanrı bunu öğrendiğinde bütün yarattığı insanlığı öldürmüştü; ardından güneşi söndürmüş, ateşi elinden almış ve Prometheus'u bir dağın yamacına göndermişti. O dağın yamacında sürekli bir kartal tarafından ciğerinin yenilmesi emrini vermişti. Yenilen ciğer ertesi gün yenileniyordu ve yine kartal gelip o ciğeri yiyordu, bu senelerce sürdü.
"Kartal," derdi bana masalı anlatan kişi. "İnsanoğlu kartaldır, bunu hiç unutma."
"İşte masalın bu kısmı asıl gerçek," diye devam ederdi. Senelerce işkencelere uğrayan Prometheus bir gün dayanamaz ve kartal gelmeden önce bir zehir yutar, o zehirle hem kendisini hem kartalı öldürmek asıl amacıdır çünkü Tanrı, Prometheus'un ölümsüzlüğünü de elinden almıştı.
"Zehir," derdi bana masalı anlatan kişi. "Kurtuluştur, bunu hiç unutma."
Kartal gelip ciğerini yediğinde ikisi de zehirlenerek ölür ve Prometheus'u yeniden yaşatmak tek bir olaya bakar: Tıpkı insanlığı gözyaşlarıyla o yarattığı gibi, insanlık da ateşle onu yeniden yaratabilir.
"Bir gün Prometheus geri gelecek," diye devam ederdi masalı anlatan kişi ve biz, o gelene kadar görevini devralacağız, iyiliğin (insanı yaratması ve ona ateşi vermesi) hiçbir işe yaramamasının ve kimsenin Prometheus'u kurtarmamasının (yarattığı insanlar, ona değil diğer Tanrı'ya tapmıştır) öcünü alacağız. Prometheus yeryüzüne inene kadar biz ateşi (ölümü) çalmaya devam edeceğiz ve çaldığımız ateşlerle kartalları (insanları) yakacağız.
"Tanrı," derdi bana masalı anlatan kişi. "Sensin, bunu hiç unutma."
"Tanrı," derdi bir kez daha bana masalı anlatan kişi. "Ateşi çalanlardır, bunu hiç unutma."
Masalına son verirken ise her zaman aynı cümleyi tekrar ederdi: "Ateşin yandığı ilk yer, senin yuvandır; Prometheus'un yuvası ise zehri içtiği yerdir."
"Daima başlangıca geri dönersin," diye devam ederdi. "Çünkü başlangıç, senin ateşinin yandığı ilk yerdir."
Telefon elimde titrerken Gürkan eliyle ağzını kapatıp geri geri yürümeye başladı. O an ikimiz de aynı şeyi düşünüyorduk: neden böyle bir yazı yazıldığını ve Korel'in neden bunu yaptığını.
Kalbimdeki o karanlık ve korku daha fazla büyüdüğünde başımı iki yana salladım, ardından diğer kâğıtları da tarayıcıdan geçirdim ve gördük ki aynı masalı defalarca farklı şekillerde anlatmıştı. Bir tanesinde karga yiyordu ciğerini, bir tanesinde masum bir güvercin.
Beyaz bir güvercin.
Fakat hikâye aynı kalıyordu ve son cümle her zaman sabitti: Başlangıç, senin ateşinin yandığı ilk yerdir, yazıyordu, daha fazlası değil. O kâğıtlarda değişmeyen tek cümle bundan ibaretti.
"Sikeyim," diye fısıldadı Gürkan ve sesindeki acıyı duydum. "Bunları Korel mi yazdı?"
Onu yazarken bulduğumu söyleyemedim ama evet, biliyordum, bütün bunları Korel yazmıştı hatta aynı dilde babamla Prometheus'un da sözleşmesi vardı.
Delirmekte olmam ya da şizofreni rahatsızlığımın olması, şu an, telefonu masanın üzerine bıraktığımda bunlardan daha geçerliymiş gibi geliyordu çünkü bir adamın her seferinde bir masalı, özellikle Prometheus masalını farklı şekilde ama aynı sonla yazması akıl kârı değildi.
Dehşeti iliklerime kadar hissediyordum fakat gözlerimin ardında durmadan dönüp duran görüntü, Korel'in morgdaki o çaresiz bakışlarıydı. Beni onun Prometheus olduğuna inandırmışlardı, o ise suçsuz bir ifadeyle bana bakıyordu. Sonrasında defalarca işkencelere uğramıştı; gözlerimin önünde bunu yapmışlardı ve ben engelleyememiştim bile.
"Bu bir kanıt," diye fısıldadı Gürkan fakat ben kendimden başka hiç kimseyi o an dinlemek istemiyordum. "Bu bir kanıt, Minel. Bu kesin bir şekilde Korel'in..."
"Hayır," diye fısıldadığımda bütün o gerçekleri elimin tersiyle itekledim ve yine ona inanmayı seçtim. "Bunun bir nedeni olmalı, Prometheus belki de denekken zorla yazdırıyordu." Gürkan'a baktığımda bana inanmayan gözlerle odaklandığını fark ettim. "Gürkan," diye fısıldadığımda acıyla nefesimi verdim. "Aylarını hatta senelerini geçirdiğin adamı bir düşün," dedim hiddetle. "O adam bir seri katil, bir sosyopat olabilir mi?" Gürkan gözlerini kıstı fakat söylediklerime anlam veremiyor gibiydi. "O seni kurtarmış, Gürkan ve beni de defalarca kurtardı. O yandı, bir yangından çıktı, defalarca ötekileştirildi hatta ona inanmadılar, kötü davrandılar. Bunu ben de yaptım, biliyorum fakat bu kez yapmayacağım, körü körüne bütün bunlara inanmayı..."
"Minel!" dediğinde Gürkan'ın sesi yüksek çıktı. "Bütün bunlar dediğin Korel'in yazdıkları, beni anlıyor musun?"
"Evet," dememin hemen üzerine, "hayır," diye devam ettim. "Belki de değiştirmişlerdir, birisi evine girmiştir, bir nedeni olmalı." Gözlerim korkuyla dolduğunda kalbimdeki karanlık sanki artık bütün vücudumu kaplamış gibiydi. "Prometheus bir seri katil, olamaz," diye fısıldadım. "Annemi, ablamı öldüren, o kumarhanede Özge'nin canına kıyan, benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayan..." Gürkan kaşlarını kaldırdı, Korel de seninle sanki oynamadı mı, dermiş gibi. "Hayır," diye inledim. "Buna inanmam, kimse inandıramaz beni. Günlerimi geçirdiğim o adam Prometheus olamaz. O kötü biri değil, Gürkan. Onun hisleri var, anlıyor musun? Onun kalbi var, merhameti var."
"Bunlar bir manipülasyon olabilir," dedi Gürkan fakat direnci kırılıyor gibiydi. "İnan bana onun Prometheus olması beni öldürür fakat aksini düşüneceğimiz başka hiçbir şey yok elimizde. Söyle bana, neden kaçtı? Kaçtıysa nerede? Bize neden ulaşmıyor?" Sesi baskındı. "Büge öldü ve o beni bulmadı bile, Minel. Yanımda değil. Bir haber göndermek zor değil, Korel elbet bir çaresini bulabilirdi."
"Korkuyordur belki," dediğimde gözümden birkaç damla yaş aktı fakat hızla o yaşları sildim. "Ve onu bizim bulmamızı bekliyordur. Bak, dinle; Korel bu daktilonun bulunduğu odanın annesine ait olduğunu söylüyordu, belki de bunları annesi yazmıştır." Hayır, Minel, dedi iç sesim, onu yazarken gördün. "Hayır," dedim kendime karşılık olarak. "Gürkan, hayır. Korel Prometheus olamaz, onun hisleri var." Karanlık, sarmaşıklara dönüştü; kalbimi sarmaşıklar sarmaya başladı. "Hayır," dedim. "Bütün yaşadıklarımız yalan olamaz." Üzerindeki tişörtü kavradığımda başımı öne eğdim ve sessizce ağlamaya devam ettim. "Büge'yi Korel öldürmüş olamaz," dedim kendime ve en çok ona. "O kıyamaz."
Yere düşmemem için beni tutan kişi Gürkan'dı, kollarımdan sıkıca kavramıştı, biraz daha inançsızlıkla yüz yüze gelirsem yıkılacaktım; beni durduran yine kendimdim. İnancımı kırmayan da bendim. Dışarıdan biri gerçekten delirdiğimi, aşktan gözümün kör olduğunu düşünebilirdi ama öyle değildi.
Daima başlangıca geri dönersin, diyordu. Çünkü başlangıç, senin ateşinin yandığı ilk yerdir.
Başlangıç ve ateş. Ateşin yandığı ilk yer. Gözlerimi açıp Gürkan'a baktığımda, "Onun nerede olduğunu biliyorum," diye fısıldadım; hem gülümsüyor hem ağlıyordum. "Biliyorum, Gürkan, hadi gidelim. Onun nerede olduğunu biliyorum."
Aceleyle hareket ettiğimde Gürkan kolumu kavradı; beni çevirip, "Nerede?" diye sordu.
"Anekdot Merkezinde," dedim hızla. "Çünkü ateşin ilk yandığı yer merkezdi; orası cayır cayır ateşler altında kaldı; ayrıca zemin katında bir yer var, orada bir seri katilin kaldığından söz etmişti Korel. Orası Prometheus'un iniydi ve şimdi Korel orada saklanıyor olmalı çünkü en bariz yerlere hiçbir zaman bakılmaz." Yürümek için hamle yaptığımda kolumu daha sıkı tutup beni engelledi. "Ne var?" dedim gülümseyerek. "O yoksa bile Prometheus orada olmalı, değil mi? Sonunda..."
"Sadece ikimiz gidecek değiliz," dedi Gürkan gözlerini kısarak. "Polislere haber vermemiz gerekiyor."
Polislere haber vermek demek, Korel oradaysa onu da kapana kıstırmak demekti. Kapana kısıldığı yerde ona zarar verebilirlerdi. Korel korkuyordu; bir tuzak bile kurulabilirdi ve o tuzakta en çok zarar gören kişi Korel olurdu.
"Hayır," dedim kolumu elinden kurtararak. "İkimiz gideceğiz ama gelmezsen tek gideceğim."
"Minel," dedi Gürkan inanamıyormuş gibi. "Gerçekten aklını kaybetmiş gibi..."
"Aklımı kaybetmedim!" dedim bağırarak. "Sadece ona düşmanmış gibi davranmaktan vazgeç, beni duydun mu? Bize zarar mı verecek, Gürkan? Bunca zamandır hiçbir şekilde bize böyle bir şey yapmamışken şimdi mi yapacak? Eğer sonucunda onu çaresiz bir halde bulursak polislere söylediğin için pişman olmayacak mısın?" Hafifçe onu itekleyip kapıya yürüdüm, merdivenleri hızla inmeye başladım, ilk uğradığım yer mutfak oldu. Çekmeceyi açtım, rasgele bir bıçağı belime yerleştirip üzerine beyaz tişörtümü indirdim, Gürkan beni izliyordu. "Ona bıçak çekmeyeceğim, ona ihanet etmeyeceğim. Bunu bir kez daha ona yaşatmayacağım."
Mutfaktan çıkıp dış kapıya yürürken arkamdan, "Bekle," diye seslendi ve peşimden geldi. "Bekle, Minel!" dedi fakat ben çoktan kapıdan çıkmıştım, Gürkan ise hemen arkamdaydı.
"Bekle, ben de geleceğim."
Omzumun üzerinden ona baktığımda, "Kimseye haber vermeyeceksin," dedim sert bir sesle. "Ve onu kurtaracağız, Gürkan."
***
Aylarımı geçirdiğim Anekdot Merkezi şu an tam karşımdaydı ve gecenin karanlığında kendi karanlığını örtemiyordu, bu merkez yandıktan sonra hiçbir şekilde gelip bakmamıştım ama şimdi görüyordum ki patlayan camları, yıkılan tarafı ve sağlam kalan yerlerdeki islerle büyük bir yangından çıkmıştı. Sol tarafta kalan kantinin olduğu yerde taşlar bile erimeye yüz tutmuştu ama diğer tarafında pek bir hasar yoktu.
Büyük ihtimalle yangın, kantinin olduğu taraftan başlamıştı. Yıkılan tarafı da kantinin olduğu yerdeydi.
Bir kuş ses çıkararak uçtuğunda irkildim ve sırtım Gürkan'a çarptı. O bahsettiğim gecenin karanlığı sanki daha fazla artmıştı, ayrıca burası oldukça korkutucu görünüyordu.
"Tek gelmemiz hataydı," dedi Gürkan fakat onu duymazlıktan gelip korkusuz görünmeye çalışarak merkezin büyük kapısından içeriye girdim. Burası daha karanlıktı. Gürkan'la aynı anda telefonlarımızın flaşlarını açtığımızda kırılan ve yanan kapıları, içeride patlayan camları, dökülen tavanı görebiliyordum. Her adımımızda başka bir çatırtı sesi geliyordu fakat içimdeki o korkuma yenik düşmek istemiyordum.
Bir keresinde Korel, beni annemin belgeleri için aşağı kapıya yönlendirmişti ve o zamanlar, bu ortamın değil fare seslerinin beni ürkütmesiyle eğlenmişti. İşte şimdi artık buradan da korkuyordum, zaman ve yaşadıklarım bana karanlıktan korkmayı da öğretmişti.
Aşağıya inen merdivenlere yöneldiğimde Gürkan arkamdan beni takip etti.
Biz ilerledikçe dışarının hafif aydınlığı da bizden ayrıldı, zifiri karanlıktaki tek ışık kaynakları bizim flaşlarımızdı.
Yolu tam hatırlamasam da merdivenden inip kalbimin sesinin götürdüğü yöne döndüm, ardından küf kokusu aldım. Bir fare ayaklarımızın altından geçtiğinde Gürkan küfür savurdu fakat fare şu an benim en son korkacağım şeydi.
Sonra Korel'le geldiğimiz o yerle yüzleştim. Burası yerin altında olduğu için yanmamıştı fakat biri gelmiş gibi de görünmüyordu. Soldaki kapıdan girince belgelere ulaşıldığını biliyordum ve bu tarafta eskimiş bir koltuk, bir masa ve kavlayan duvarlar vardı.
"Kimse yok," dedi Gürkan fakat o esnada tam karşımızda başka kapı belirdi, çenemle orayı işaret ettim. Gürkan gözlerini o yöne çevirdiğinde kaşlarını çatıp adımlarımı takip etti, beraber o kapıya yürüdük.
Ağır kapının kolunu çevirdiğimde kilitli değildi, kısık sesle açıldığında içerinin dışarısı gibi karanlık olmadığını fark ettim; bir mum yanıyordu hatta birkaç mum ve havalandırmadan esen rüzgârla o mumlar hareket ediyor, duvarlara gölgesini bırakıyordu.
Fakat bunun dışında tam ortada bir sedye vardı, bembeyaz bir örtü serili olan. Örtünün yanında ameliyat malzemeleri ve sedyenin arkasında bir fanus, için pirana dolu olan.
Elim boğazıma gittiğinde Prometheus'un inini bulduğumuzu anlamıştım; o an kalbim korkuyla atmaya başladı.
İçeriye birkaç adım attığımda sağda duran çelloyla karşılaştım, Büge'nin ölümünün ardından çalınan çelloyla aynıydı. Biraz yanında kavanozlar vardı; kavanozların içindeki parçalar organlara benziyordu. Boğuk bir nefes verdiğimde soluma yöneldim ve büyük dolapla karşılaştım, bir buzdolabıyla ya da başka bir şey, bilemiyordum fakat adımlarımı atarken korku gitgide artıyordu.
Gürkan'ın nefes sesleri benim nefes seslerimle yarışıyordu; ben o dolaba doğru ilerlerken Gürkan ne yapacağımı anlamıştı. İkimiz de Prometheus'un ininde olduğumuzdan herhalde, fazlasıyla tedirgindik.
Dışarıdaki küf kokusu burada hâkim değildi, bir seri katilin mabedine göre oldukça temiz görünüyordu. Dolabın hemen yanındaki duvarda anlamsız kelimeleri gördüğümde, bunların Korel'in daktiloyla yazdığı kelimelerle aynı olduğunu anladım.
Tersten İspanyolca kelimeler.
Hayır, dedi iç sesim ama bunu sesli dile getirmek istemedim. Kalbimdeki korkunun yanına bambaşka bir duygu daha eklendi; hayal kırıklığı, belki bir de gerçeklerin ağırlığı tam emin değildim ama elim dolabın kulpuna gittiğinde omzumu kaldırıp indirdim, ardından derin bir nefes verip dolabı açtım.
Ve o an, elimdeki telefonu yere düşürebilecek kadar büyük bir korkuyla geriye kaçtım.
Bir buzdolabıydı ve buzdolabının içinde iki ceset vardı. Biri kalbi sökülüp masaya bırakılan Doğan Yankı'ydı. Kocaman gri buzdolabının içinde iki büklüm duruyordu; gözleri kapalıydı, dudakları açıktı ve kafatasında dikiş izi vardı.
Göğüs kafesindeki boşluk ise açıkta ortadaydı:
"Çocukluğumuz tohumumuzdur," yazıyordu ve eksik olan cümle artık tamdı: "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde büyür ve yetişiriz."
Biraz daha geriye gittiğimde dolabın sağ tarafındaki o cesetle karşılaştım; ceset değil, Erdem'in yani Kartal'ın kesilmiş başıyla. Biz o cesedi gördüğümüzde bir başı yoktu ve şimdi o baş, Prometheus'un buzdolabında gizleniyordu.
Altında bir not vardı:
"Ölüyor masum çocuklar ve yeşeriyor tohumunuzdan ekilmiş olan içinizdeki iblisler." Bu cümlenin devamı da kâğıtta yazılıydı: "O iblisler toprağımızı kurutuyor, bizi zehirliyor; masum çocuklar bu dünyaya bir daha gelemiyor, biz kötülüğe bulanıyoruz."
"Minel," diye fısıldadığında Gürkan, bulanan midemle öylece kaskatı durup buzdolabına baktım. Gürkan bir kez daha, "Minel," diye fısıldadı. "Dolabın sağına bak, Minel."
Gözlerim zorlukla buzdolabının içindeki cesetlerden ayrılıp sağdaki duvara baktığımda Prometheus'un cesetlerin üzerine bıraktığı alfabesini gördüm, tek tek harflere ayrılmış şekilde. 29 harfin altında bir şekil vardı; o şekil, Prometheus'un alfabesi yani dili demekti.
Adımlarımı o tarafa yönlendirdiğimde dizlerim korkudan titriyordu; hemen ayaklarımın dibinde bütün kesici ve delici aletler vardı, tezgâhın aşağı kısmındaydı.
Burası hisleri olmayan bir seri katilin eviydi; hiç çello çalmasa bile o çellonun sesi sanki kulaklarımdaydı.
Elimi kaldırıp alfabenin harflerini işaret ettim ve tek tek Prometheus'un cesetlerin üzerine bıraktığı harfleri hatırlamaya başladım. Doğan Yankı'nın arkasında bıraktığı harfi unutmam imkânsızdı, bu harf E'ye denk geliyordu. Kartal'a bıraktığı alfabe harfini birkaç dakika aradığımda onu da D harfinde gördüm. "E ve D," diye fısıldadım.
"G," dedi Gürkan, Cüneyt Erezli'nin üzerindeki harfi göstererek. "Ve A." Bu da amcamın üzerindeki harfti.
"R," dediğimde Volkan'a bırakılan alfabe harfini yakalamıştım.
Sıra Büge'ye geldiğinde ikimiz de nefesimizi tutmuştuk ama unutmak imkânsızdı. İkimiz de aynı anda, "D," dedik.
"Edgard," dedim zorlukla konuşarak.
Gürkan hırıltılı bir nefes verdi, dudaklarından bir küfür yuvarlandıktan sonra, "Korel'in diğer adı," dedi zorlukla konuşarak. "Korel'in diğer adı, Edgardo."
Bu cümlesinin ardından bir düşme sesi işittim, ardından bir gümbürtü; bakışlarımı o yöne çevirdiğimde onu gördüm ve onu görmemle çığlık atmam bir oldu.
Korel tam karşımdaydı, üzerinde mahkemeden kaçtıktan sonraki kıyafetleri vardı, gözleri korkutucu bakıyordu ve elindeki bıçağı Gürkan'ın boynuna yaslamış, bakışlarını bir Sırtlan gibi üzerime dikmişti.
Derin bir nefes verdim, rahatlamış gibi, ardından korkuyla titredim ve bir kez daha nefesimi verdim. Onu görmenin verdiği mutlulukla gülümsedikten sonra onu o şekilde görmenin korkusuyla kaşlarımı çattım. Elimi öne uzattığımda, "Korel, biziz," dedim, Gürkan'ı tanımadığını varsayarak. "Bir başkası değil ve neyse ki seni bulduk."
Korel, Gürkan'ı kendisine daha fazla yasladı, koluyla onu sarıp bıçağı boynuna iyice bastırdı. Gözlerindeki korkutucu ifade hiçbir şekilde silinmezken, o an bana bakan gözlerin Korel'e ait olmadığını anlamıştım.
Bana bakan kişi Prometheus'tu çünkü bakışlarında ölüm vardı; bu kez kendi ölümü değil, bizim ölümümüz.
"Tanıştığıma memnun oldum," dedi Korel sırıtarak. "Ben Korel Edgardo Erezli, eğer gerçeği tam anlamıyla duymak istiyorsanız," bıçağı yasladığı yerde çenesini kaldırdı, "ben Prometheus, adının anlamını taşımak için güneşi çalan o Tanrı'yım."
Ben Korel Erezli, adının anlamını taşımak için cehennem ateşini içmiş o kişiyim.
Paragraf Yorumları