İnsanlar demir parmaklıklar arkasından tutsak bir şekilde Tanrı'yı mı izliyordu yoksa Tanrı demir parmaklıklar arkasında kilitli mi kalmıştı?
Demir parmaklıkları inşa eden cennetteki melekler miydi, cehennemdeki melekler mi?
Kapı neredeydi?
Kapının anahtarı insanlarda mıydı yoksa anahtar sadece Tanrı mıydı?
Belki de anahtar cehennemdeki meleklerdeydi ve o kapıları sadece yangın çıktığı zaman açacak, insanları ateşe davet edecekti; belki de insanların bulundukları yer cennetti ve cennet o kadar soğuktu ki insanlar ısınmak için cehennem meleklerinin açtıkları kapıdan içeriye gireceklerdi.
Asıl soru ise tam olarak şuydu: Tanrı hangi taraftaydı?
Aydınlık odanın floresan ışığı kadının gözlerini alıyordu fakat bakışlarını bir an olsun ışıktan çekmiyor, kafasının içindeki seslere daha fazla odaklanmak istiyordu. O sesler ona gerçek yolları gösterebilirdi, bir çıkış yolu sunabilirdi fakat kadının istedikleri bunlardan çok daha ayrı şeylerdi.
Onun istediği kurtuluş değil, yok etmekti.
Kendiyle beraber her şeyi yok etmekti.
Kaç saattir, kaç gündür, kaç aydır orada olduğunu bilmiyordu. Tek bildiği, ihtiyacı olan sıcaklığa bir an önce kavuşmak istediğiydi.
Kumral saçları yattığı yastıkta dağılmış, kemikli yüzü daha da belirginleşmişti. Dolgun dudaklarında kuruluk hiç geçmeyecekmiş gibi yer etmişti ve yeşil gözlerindeki sonsuz koyu ışık bir yanıp bir sönüyordu.
Elini sertçe çekiştirdi ve yatak başlığına bağlı olduğunu hatırlayarak öfkeyle nefesini verdi. Ayakları da aynı şekilde yatağın ayakucundaki demirlere bağlıydı ve X şeklinde yatakta uzanıyordu.
"Kimse gelmeyecek mi?" diye bağırdı yüksek sesle; sesi odanın içinde yankılanıp tekrar ona döndü. Kendi nefesinden, kafasındaki seslerden başka hiçbir ses yoktu. Herhangi bir yanıt beklerken tavana bakmayı sürdürdü. "Hey!" diye bağırdı en sonunda. "Beni neden tekrar bağladınız?"
Olduğu yerde çırpınmaya başladığında tavanın köşelerindeki hoparlörlerden ilk önce klik sesi duyuldu, ardından uzun bir bip sesinden sonra o bilindik besteyi duymaya başladı.
Frédéric Chopin'in bilindik bestesi çello sesiyle birleşip her zaman olduğu gibi kulaklarına dolduğunda, "Lanet olsun!" diye haykırdı. "'Cenaze Marşı' mı?"
Her gün, her saat başı bu ses yattığı odayı doldururdu, ardından da o bilindik adamın sesini duyardı. Önce sonuna kadar besteyi dinletirdi; ardından konuşmaya başlardı fakat bu sefer bestenin bitmesini beklemeden mikrofonun başındaki adamın boğazını temizlediğini duydu.
"Bugün biraz daha gerginsin, İdil Erezli?" Bestenin sesi kısıldı fakat tamamen kapatılmadı.
O tanıdık sesi duyan kadın gözlerini kapatıp açtı ve bakışlarını hoparlörün yanından alıp kameraya çevirdiğinde gözlerinde yanıp sönen ışık kendini daha fazla belli etmeye başladı.
"İlacım nerede?" Dişlerini sıkarak sorduğu soru, çene kemiklerini ne kadar fazla sıktığını hatırlatınca çenesini serbest bırakmaya çalıştı.
Mikrofonun ucundaki ses, kısık bir vızıltıyla beraber güldü. "Her seferinde uyuşturucu krizine girmiş gibi davranıyorsun, bu hiç hoş değil. Zamanı gelecek ama şimdi değil."
"Şimdi!" diye haykırdı İdil Erezli ve olduğu yerden kalkmaya çalıştı. Çabası boşunaydı; bakışları aralık kapıya döndü ve gözleri kısıldı. Yüzünde medikal maskesi olan bir doktorun içeriye gelip ona ilacını vereceği anı sabırsızlıkla bekledi.
"Boşuna bekliyorsun," dedi mikrofonun ucundaki ses. "Bugün senin için özel bir gün olacak. Kendini en son ne zaman gördün?
Ne zaman bir aynaya baktın?"
İdil Erezli aralık kapıya doğru bakarken, sorulan soruyu bir süre düşündü ve cevapsız bırakmaya karar verdi. Aslında verebileceği bir cevabı yoktu. "Ben söyleyeyim," dedi o ses. "Oldukça uzun bir süredir kendini görmüyorsun. Saçlarının dökülüp beyazladığını, yüzündeki yaraların aldığı hali, kesiklerindeki iltihapları, dudaklarındaki zehri. Hiçbirini bilemeyecek ve sadece hissedip hayal edecek kadar uzun bir süre. Artık hayal etmekten sıkılmadın mı?"
İdil Erezli dudaklarını birbirine bastırdı ve elini yüzünde gezdirmek istedi fakat şu an bunu yapamazdı. Bağlandığı için parmaklarının ucunda hissettiği karıncalanmanın bir başka sebebi de o parmakların ucunda yüzündeki yaraları hissetmesiydi.
"İstemiyorum." İdil Erezli'nin verdiği net yanıt hissizdi fakat daha derinlerde yine öfke vardı. "Sadece ilaçlarımı istiyorum."
"Bak," dedi mikrofonun ucundaki ses. "Damarlarına bak. Parçalanan, yok olan, mahvolmuş damarlarına bak. Ölüme direniyorsun İdil Erezli."
"Ölüme direnmiyorum," dedi sert bir sesle. "Sen benim ölüme direnmemi istiyorsun; bana işkence etmeyi seviyorsun."
Mikrofonun ucundaki ses yine güldü ve derin bir nefes aldı. "Sana büyük bir sürprizim olacak; o kadar büyük bir sürpriz ki bugünü asla unutamayacaksın. İki oğlunu da özledin mi?"
İdil Erezli sadece tebessüm etti, bakışları kameraya döndü, gözlerindeki ışık tamamen parladı. "Sence?" diye sordu. "Sence özledim mi?"
Mikrofonun ucundaki ses ilk önce sessizliğini korudu; bu sessizlik asır gibi gelirken ardından kısık bir sesle soludu. "Küçük oğlun elimden kaçtı." Bekledi ve bir daha fısıldadı. "Kaçtığını sanıyor. Biliyorsun, değil mi? O her zaman benim avcumun içinde."
İdil Erezli başını sağa yatırıp kameraya o kadar dikkatlice baktı ki sanki mikrofonun ucundaki kişiyle göz göze geldi. "Biliyorum," dedi aynı kısık tınıyla. "Sen de biliyorsun, değil mi? Bir gün sen de onun avcunun içinde olacaksın. O zaman her şey daha farklı olacak."
Mikrofonun ucundaki kişi buna karşı çıkmadı. "Sense o günleri göremeyeceksin," dedi sadece. "Neden küçük oğlunla oynuyorum biliyorsun, değil mi? Çünkü Korel Erezli'ye her zaman muhtaçtın, ona muhtaçlığın seni ona tutsak etti." Durup bekledikten sonra mikrofonun ucundaki adam hareket etti. "Büyük oğlun ise her zaman sana muhtaçtı ve onu hiçbir zaman kabullenemedin."
İdil Erezli mikrofonun ucundaki adamın bu söylediklerinde haklı olmadığını biliyordu fakat aksini iddia etmek yerine, "Çok şey bildiğini sanıyorsun," diye mırıldandı. "Ama hiçbir şey bilmiyorsun."
"Biliyorum," dedi ve mikrofona biraz daha yaklaştı. "Korhan Erezli senin için içi dolu bir silahtı; Korel Erezli ise o silahın tetiğiydi. Sen o silahın tetiğine hiçbir zaman basamadın." Bekledi, bestenin sesini biraz daha yükseltirken derin bir nefes alıp verdi. "Ben o tetiğe çoktan bastım, İdil Erezli ve o içini doldurduğun silahını sana doğrultmama çok az kaldı. Beni anlıyor musun? Kurşun sana saplanacak."
İdil Erezli'nin bakışları değişti, yutkunurken bir kere daha elini bağlandığı ipten kurtarmaya çalıştı; o kadar imkânsızdı ki dişlerini birbirine bastırıp sessizce haykırdı. Bestenin sesi gitgide yükseldi; "Cenaze Marşı" odanın her yerinde yankılanırken kadının kulakları çınlamaya başladı.
Gözlerini kapattı; kapattığı gözlerinde iki oğlunun da yüzünü gördü. O iki yüz, tam karşısında ona bakıyordu; Baktıkları kişi anneleriydi, gördükleri kişi ise bambaşka biriydi.
"Senin kim olduğunu biliyorum," dedi İdil Erezli dişlerinin arasından. "Bunları neden yaptığını da biliyorum. Ne yaparsan yap, istediklerine ulaşamayacaksın."
"Ben kimim?" dedi keskin tınısı ürpertici olan o ses.
İdil Erezli korkusuzca, çenesini dikleştirerek, "Prometheus," diye fısıldadı. "Her gün adını söylememi istiyorsun, eğer adını söylemezsem ilaç vermiyorsun; bugün ben kendim sen sormadan söyleyeceğim." Mikrofonun ucundaki adam beklenti içindeydi, İdil Erezli o beklentiyi karşıladı. "Sen Prometheus'sun. Hep söylediğin gibi, sen ateşi çalan Tanrı olarak kalacaksın."
Prometheus sessizliğini korudu, bir süre sonra o bip sesiyle mikrofonun tamamen kapatıldığı belli oldu.
Mikrofonun başındaki adamın gittiğinin farkındaydı, marşın sesi o kadar yüksek geliyordu ki dişlerinin arasından kendi çıkardığı hırlamaların sesini duyamayacak duruma gelmişti. Çello sesi kulaklarından asla silinmiyor; ses kesilse bile yerini koruyordu.
"Buradan bir gün kurtulacağım," dedi İdil Erezli. Göğsünün altında ince bir sızı hissettiğinde yaralardan olduğunun farkına vardı. "Kurtulacağım. Kurtulduğumda her şey daha farklı olacak. Geride bıraktığım herkes, kimliğinin altında yok olacak."
Kapalı gözlerinin arasından kurduğu cümleler sonsuz bir ölüm isteğinin habercisiydi. Kurtulmak derken ölümü kastetti, ölümü istemek ile ölümü seçmek arasında ise fark vardı. İstese ölümü seçebilirdi ama güçlü bedeni ölümü seçmiyordu; kendi içinde ise ölümü istiyordu.
Kendisini bu derece yıpranmış, mahvolmuş, düşmüş, parçalanmış görmek İdil Erezli'nin ölmeyi istemesine neden oluyordu; hiçbir zaman gücünü kaybetmeyi göze alabilecek bir kadın olmamıştı.
Güç, İdil Erezli için varlığıydı; eğer gücü olmazsa varlığının da bir önemi kalmazdı.
"Prometheus," dedi öfkeyle. "Bir gün kimliğinin altında sen de yok olacaksın. O ateşi sadece sen çaldın ama senden sonra başkaları da çalmaya başladı. O ateş bir gün seni de yakacak, henüz bunun farkında değilsin."
Son kelimeyi söylemesiyle beraber çello sesi kısıldı; aralık kapının itildiğini ve ayak seslerini duydu. İdil Erezli'nin dudaklarında tebessüm oluştuğunda kapalı gözlerinin ardından, "İlacım," diye fısıldadı. "İstiyorum."
Bekledi, o kadar uzun bir süre bekledi ki gözlerini açmak istemedi; büyük bir şehvetle ilacın damarlarında dans edişini hissetmek istedi. Herhangi bir hareketlenme olmadığında, hatta kısılan çello sesinden başka bir ses işitmediğinde bir an hayali bir ses duyduğunu düşündü ve kapalı gözlerini kaşlarını çatarak yavaşça açtı.
İlk başta bulanık gördü; tam karşısında yatağın ayakucunda birinin durduğunu fark etti. Bulanık görüşünü düzeltmek için birkaç kez gözlerini kırptığında netliğe kavuşan gözleri ilk başta tam karşısında bembeyaz doktor önlüğüyle birinin durduğunu gördü. Her zamanki gibi ilaç için orada olduğunu sandı fakat bakışları tam karşısındaki adamın yüzüne doğru tırmanıp gözlerini gördüğünde, damarlarındaki kanın aksi yönde hareket ettiğini, boğazının kuruduğunu hissetti.
Yüzünde medikal maske vardı, yeşil gözleri ise tam karşısındaki kadına bakıyordu. Bakışlarında birçok duygu vardı ancak o duyguların hepsinin içi bomboştu. O duyguların gözlerinde varlığı olabilirdi ama o varlık dolu değildi.
İdil Erezli'nin dudakları aralandı ve o tanıdık, bildiği gözlere baktı; o gözlerde bir işaret aradı, bir iz aradı. Gördüğü, duygulardı; gördüğü, duyguların yokluk içinde savaşmasıydı.
Annesiyle aynı göz rengine sahip olan Korhan Erezli, tam karşısında bağlı şekilde yatan annesini izliyor, bakışlarını bir an olsun onun üzerinden ayırmıyordu.
İdil Erezli oğlunun gözlerinin içine bakıyor, zihninin bir yerlerinde hâlâ hafızasının ne kadar dinç olduğunu sorguluyordu. Korhan Erezli'nin gözlerini unutmamıştı; oysaki İdil Erezli kendi oğlunun bile gözlerini unutacak kadar sefil bir haldeydi, bunu biliyordu.
"İlk defa," dedi İdil Erezli ve kafasını iki yana salladı. "Uzun zamandır ilk defa karşımda tanıdığım biri duruyor." Prometheus'un bahsettiği sürpriz tam karşısında, onun gözlerinin içine bakıyordu. "Oğlum," dedi İdil Erezli. "Buradasın."
Korhan Erezli öylece bakmaya devam etti ve bir an bile kıpırdamadı, bir an bile gözlerini annesinden ayırmadı.
"Halimi görüyor musun?" dedi İdil Erezli. "Bu haldeyim. Prometheus yüzünden bu haldeyim. Beni cezalandırma. Bana bunu yapma. Silahı bana doğrultmayacaksın, değil mi oğlum?"
Korhan Erezli çenesini hafifçe yukarıya kaldırdı ve ifadesiz bir yüzle, "Neden?" diye sordu sadece. Sorusu o kadar derin, kendisi için o kadar anlamlıydı ki İdil Erezli'nin bakışlarından bir an şimşekler çaktı.
"Beni çıkar buradan," dedi İdil Erezli. "Ben bu kadın değilim, olamam. Biliyorsun oğlum."
"Neden yaptın?" dedi tekrar Korhan ve birkaç adım atarak annesinin hemen yan tarafına geldi; o sırada İdil Erezli, oğlunun elindeki aynayı gördü. "Bana bunu neden yaptın? Bir tek sana inandığımı, inanacağımı hep biliyordun."
"Oğlum!" diye inledi İdil Erezli ve olduğu yerde hareket etmeye çalıştı. "Sana her şeyi anlatacağım, beni dinleyeceksin. Çöz ellerimi, Prometheus'un bana zarar vermesine nasıl izin verirsin?"
Korhan kafasını iki yana salladı. "Sen," dedi ve annesinin yüzüne yaklaştı. "Benim inancımı yok ettin. Biliyorsun anne, benim inancım bir kere yok oldu mu bir daha hiçbir zaman geri dönmez." İdil Erezli oğlunun gözlerinin içinden geçen her ifadeye ayaklarını basarken, derinlerde geçmişin sislerinin dağıldığını gördü ve nedenlerle beraber yok oluşlar bir bir üzerine devrildi.
"Benim ölmemi isteyecek kadar mı?" diye sordu İdil Erezli.
Korhan Erezli kafasını bir kere aşağı yukarı salladı. "Bu sorunun yanıtını sen benden daha iyi biliyorsun, anne. Beni en iyi sen tanıyorsun. Beni en iyi sen biliyorsun. Beni en iyi sen görüyorsun." Elindeki aynayı havaya kaldırıp annesinin yüzüne tuttu. "Bak, ne görüyorsun?"
İdil Erezli aynaya bakmadan önce, "Evet oğlum," diye fısıldadı. "Sana çok büyük bir yanlış yaptım, affedilemez bir yanlış yaptım ama sen de benim kim olduğumu, nasıl biri olduğumu daha iyi biliyorsun. Beni buradan çıkar."
Korhan Erezli hiçbir şey söylemeden aynayı annesinin yüzüne tutmaya devam etti; İdil Erezli ise bir cevap alamayacağını fark edip bakışlarını oğlundan ayırdı ve tam karşısındaki küçük el aynasından kendi yüzüne baktı.
Mimiklerinde herhangi bir şaşkınlık belirtisi olmadı; kafasında hayal ettiği gibiydi fakat gözlerinde o yanıp sönen ışık öyle bir parladı ki bütün enerjiyi tüketti ve bir anda patladığında İdil Erezli gözlerini kapattı. Yüzündeki çürümüş yara izleri, çökükler, morluklar ve dudaklarındaki kuru siyahlık aslında ne kadar da ölü olduğunu gösteriyordu.
İdil Erezli çoktan ölmüş gibiydi; İdil Erezli bu hayatta çoktan yok olmuştu.
"Gördün mü?" dedi Korhan Erezli. "Sen çoktan ölüsün, ben karşımda çoktan ölmüş bir kadını görüyorum."
"Sen?" dedi İdil Erezli. "Sen aynaya baktığında ne görüyorsun?" Korhan Erezli çenesini dikleştirip üstten üstten annesine baktığında, "Eğer bir şeyleri daha geç fark etseydim o aynadaki ölmüş yüz ben olacaktım, sen değil," diyerek tokat gibi bir cevap verdi. "Sen beni Prometheus'un kollarına bıraktın. Ben de seni Promethues'la yalnız bırakıyorum."
Diğer elinde tuttuğu şırıngayı açığa çıkardığında İdil Erezli aralanmış olan gözlerinden şırıngaya baktı ve o ilaca muhtaç olduğunu bir kere daha hissetti; damarları sızlamaya başladığında ise, "Bir gün bu odadan kurtulacağım," diye fısıldadı. "Öleceğim belki de ama yaşarken kurtulursam her şey daha kötü olacak, Korhan. Her şey daha berbat olacak."
Korhan Erezli ilk başta hiçbir şey söylemedi ve annesinin gözlerinin içine bakarak şırınganın ucundaki iğneyi annesinin damarına yaklaştırdı; kendi elleriyle annesini ölüme biraz daha yaklaştırmak istedi.
Korhan Erezli annesinin yaşarken ölmesini, ölürken yaşamasını diledi.
İğneyi annesinin tenine geçirdiğinde İdil Erezli gözlerini kapattı ve altdudağını dişlerinin arasına alarak kafasını hafifçe aşağı yukarı salladı. Şırınganın ucundaki ilaç diğer günlere göre damarlarını daha fazla yaktığında kaşlarını çattı ve nefesinin hafifçe kesildiğini hissetti.
"Bu sefer daha farklı," dedi Korhan Erezli. "Bu seferki daha acı. Bu sefer ölüme doğru çok daha büyük bir adım attın."
İdil Erezli'nin damarları cayır cayır yanarken gözlerini kocaman açıp Korhan Erezli'nin gözlerinin içine baktı; buğulu görüntünün ardından oğlunun yeşil gözlerinin onun üzerinden ayrılmadığını fark etti. Dudaklarını aralayıp bir şeyler söylemek istedi fakat nefesi öyle bir kesildi ki boğazını sanki biri sıktı. Elleri yumruk oldu.
Korhan Erezli o sırada elini cebine soktu, bir bileklik çıkarıp annesine salladı; annesi ise bilinci açık son saniyelerini yaşıyordu. Buğulu görüntünün ardından o bilekliğe bakıp ne olduğunu çözmeye çalıştı.
"Bu bileklik," dedi Korhan Erezli, sesinde derin bir his gizliydi. "Bu kapıyı açabilen tek anahtar. Bu anahtardan dünya üzerinde sadece iki tane var ve o iki anahtar da hiçbir zaman bu kapıyı açmayacak." Korhan Erezli'nin sesi İdil Erezli'nin kulaklarında gitgide siliniyordu, gözleri zorlukla açık duruyor, bakışları bileklikte geziniyordu. "Bilekliğin biri bende," dedi Korhan ve başını sağa yatırdı. "Diğeri ise kimde, biliyor musun?" Bakışlarından anlamsız bir ifade geçti. "Doğuş Karaer'de."
İdil Erezli'nin nefesi biraz daha kesildi, bakışları daha fazla silikleşti ve olduğu yerde titremeleri durulmaya başladı; bedeni cayır cayır ateşe maruz kalmışçasına yanarken, karnından ve göğsünden kızgın yağlar dökülüyormuş gibi hissediyordu.
Korhan Erezli annesinin yüzüne yaklaştı; İdil Erezli bilincini kaybetmeden önce oğlunun son cümlesini duydu. "Gördüğün gibi," dedi Korhan Erezli. "Bu iki anahtar hiçbir zaman bu kapıyı açmaz ve sen hiçbir zaman kurtulamazsın."
Tanrı cennetteki meleklerin ellerini tutuyor, onlarla beraber cehennemdeki meleklerin yangını çıkarmasını bekliyordu.
Tanrı her iki taraftaydı.
Tanrı hem cennet hem cehennemdi.
***
Gökyüzü yeryüzüne, yeryüzü gökyüzüne savaş açmış gibi hissediyordum; bense o aralıkta sıkışıp kalmıştım.
Gökyüzüne başımı çevirdiğim zaman yalanlar yüzüme yağmaya başlayacaktı, yeryüzünde ise cellatlar her tarafımdan beni kuşatmıştı.
Ben yalanları dinlemek istemiyordum. Cellatlar beni öldürebilirdi fakat yalan olmadığı sürece her acıya da katlanabilirdim, bunu biliyordum.
Restoranın içinde bizi bekleyen iki adama doğru yürürken cellatları daha net bir şekilde hissediyordum; bakışlarımı gökyüzüne çevirip bile isteye yalanlara kucak açmak isteyen tarafımla savaşa girdim ve gözlerime acıyla yanmaması için ders verdim.
Canım ne kadar yanarsa yansın artık o yalanları istemiyordum.
Korel kolundan destek alan elimi kibarca kendinden uzaklaştırdı ve masanın yakınına geldiğimizde beni arka tarafında bıraktı. Adımlarım daha da hızlanırken bakışlarım Cüneyt Erezli'ye odaklandı. O da bana bakıyordu; gözleri bir an olsun Korel'e dönmüyordu.
Korel ilk önce ağabeyine elini uzattı, ağabeyi ise samimi bir tavırla Korel'i elinden çekip sarılarak eliyle sırtına bir kere vurdu. "Nasılsın?"
Korel cevap vermedi ve iyiyim der gibi kafasını bir kere salladı. Bakışları babasına dönerken, sırtımdan şiddetli bir ürpertinin geçtiğini hissettim. Bu ürperti, Korel'in bedeninin beklemediğim şekilde gerilmesinden dolayıydı.
"Baba," dedi Korel. Sesi o kadar kısık, o kadar sakindi ki gerçekten konuşan o mu diye kulaklarımda kalan sesini tekrar dinlemek istedim.
Cüneyt Erezli'nin bakışları benden ayrılıp Korel'e döndüğünde beklemediğim şekilde ona o kadar samimi bir ifadeyle gülümsedi ki dudaklarım şaşkınlıkla aralanmasın diye birbirine bastırdım.
Cüneyt Erezli de tıpkı Korhan Erezli gibi Korel'i kendine çekti ve Korhan'dan daha uzun bir süre Korel'e sarıldı. Korel'in bir kolu öylece dururken, diğer kolu samimiyetsiz bir şekilde babasına sarılmıştı; daha çok sarılmış gibi duruyordu.
"Seni görmemiz için bir sebep mi olması gerekiyordu?" dedi Cüneyt Erezli sitemkâr bir ifadeyle. Korel'den ayrıldıktan sonra kaşlarını havaya kaldırıp bana baktı. "Bizi tanıştırmayacak mısın?"
Korel geriye çekilip yanıma geldi ve şaşırtıcı bir şekilde elini belime yerleştirerek beni nazikçe öne itekledi. "Minel," dediği sırada elimi kaldırıp Korel'i susturdum ve Cüneyt Erezli'ye elimi uzattım. "Minel Karaer," dedim elimi uzatırken. "Tanıyorsunuz. Doğuş Karaer ve Mehveş Karaer'in kızlarıyım."
Korel'in kafasını iki yana salladığını hissettim ve bu hareketi onun sözünü dinlemediğim için yaptığını anladım. Önemsemedim.
Cüneyt Erezli'nin yüzündeki ifade bir an silindi fakat bu çok kısa sürdü, yüzüne tekrar gülümseme yerleştirdiğinde havada kalan elime öylece baktım. O sırada Korhan, "Evet," diye öne atıldı ve elim onun avcunun içiyle birleşti. Eli oldukça sıcaktı. Parmakları olmayan elini cebine yerleştirmişti. "Minel Karaer. Tanıyoruz, tanımaz mıyız?"
Parmakları elimin tersine batmaya başladığında elimi nazikçe çekip tekrar Cüneyt Erezli'ye baktım. O da elimi tuttu ve sıkarken, "Yine de tanıştığımıza memnun oldum," dedi başını sağa yatırarak. "Bu ikinci tanışmamız."
"Belki de ikinci değildir," dedim ve ben de onun gibi başımı aynı yöne yatırdım. "Belki de daha çok kez böyle bir masada oturmuşuzdur, kimbilir?"
Korel belimde olan elini yumruk yaptı, hareketinin beni susturmak için olduğunu anladım. Benim olduğum tarafa doğru bakarken yavaşça kulağıma eğilip, "Yapma," diye fısıldadı. "Bu şekilde istediğin hiçbir şeye ulaşamazsın."
"Karışma," dedi Korhan ve bakışlarım ona kaydı. "Bu akşam Minel nasıl davranmak istiyorsa öyle davransın."
O an, masada kimin sözünün geçtiğini anlamaya çalıştım. Cüneyt Erezli'den Korhan Erezli'ye karşı bir atak ya da üstünlük belirtisi bekledim fakat o, sadece Korhan'a bakmakla yetindi, ardından eliyle masayı göstererek, "Oturalım," deyip sandalyesine kuruldu.
Korhan'la bakışmamız devam ederken, "Minel, otur," diyen Korel'in sesini duyunca kendimi kapıldığım kuruntudan ve Korhan'ın gözlerinden kurtararak önümdeki sandalyeye oturdum. Benim ardımdan Korel, en son ise Korhan masaya oturdu.
Karşımdaki iki adamın bakışları benim üzerimde gezinirken, Korel'inkiler yine babasının üzerindeydi. Korhan ise yüzündeki tebessümü bir an olsun silmiyordu.
Cüneyt Erezli'yi gözümde çok mu fazla büyütmüştüm yoksa Korhan Erezli, Cüneyt Erezli'yi gizleyen bir çeşit koruma mıydı, anlayamıyordum.
Korel özellikle ağabeyiyle göz göze gelmek istemiyor gibiydi.
"Tekrar hoş geldiniz, Cüneyt Bey," diyen garson, önümüzdeki beyaz tabakların üzerine siyah kaplamalı kocaman mönüleri bırakıp gülümsedi. "Bu akşam sadece sizin masanızla ilgilenecek garson benim. Herhangi bir ricanızda işaret etmeniz yeterli."
Gözlerimi dramatik bir ifadeyle devirdim ve kafamı iki yana sallayarak önümdeki kocaman mönüyü açtım.
"Ben siparişimi vereyim," dedi Korhan ve dirseğini masaya yerleştirdi, parmaklarını ise çenesine koydu. "Her zamanki viskimden istiyorum. Bu sefer tek buz. Şişeyi de yanıma getirirsen iyi olur."
Cüneyt Erezli kaşlarını kaldırmış mönüye bakarken, "Ben aç hissediyorum, Korhan," diye mırıldandı. "Sen aç değil misin?"
Korhan, "Hayır," diye yanıt verip Korel'e baktı. "Bu aralar işlerim çok yoğun olduğu için küçük kardeşim gibi masa başında pizza yemeye başladım."
Cüneyt Erezli mönüye bakarak adını ilk defa duyduğum birkaç yemek ismi verdi ve o da beni şaşırtmayıp yemekten sonra viski içeceğini söyledi.
Garson Korel'e baktığında Korel'in kaşları çatıldı. "Bira?" deyip tek kaşını kaldırdı. "Normal bira. Markasını söylesem de bilmezsin, o yüzden rasgele getir. Şişede olsun, bardağa boşaltma."
Yüzümde tebessüm oluştuğunda Korel de bana bakıp göz kırptı; bu yaptığı sıcak hareket daha fazla tebessüm etmeme neden olurken gözlerim Cüneyt Erezli'ye kaydı; yüzünde Korel'e karşı hissettiği hayal kırıklığını ve utancı gördüm.
Cüneyt Erezli Korel'den utanıyordu; Korel'i istediği gibi gösteremediği ve eğitemediği için ona öfkeleniyordu.
"Biradan daha iyi seçeneklerimiz var aslında," dedi garson; onun da yüzünde şaşkınlık ifadesini gördüm. Koskoca restoranda tek bira isteyen Korel'miş gibi bakıyordu.
"Birayı sever," dedi Cüneyt Erezli. "Ağzının tadını pek bilmez."
Sesindeki öfke yüzümdeki tebessümü silerken, böyle bir durumda bile Korel'e sinirlenmesi kaşlarımı çatmama sebep oldu.
Garson bana baktığında, "Bira," dedim Korel gibi. "Ona ne getiriyorsan bana da aynısından lütfen." Cüneyt Erezli'ye döndüm. "Ağzının tadını bilmeyen tek kişi Korel değil galiba."
Cüneyt Erezli'nin bakışları bana döndüğünde öfkesi bir kat hafiflemişti fakat oturuşundaki gerginlik fark edilmeyecek gibi değildi.
Korhan sırtını sandalyeye yasladı ve ellerini bir kere birbirine çarpıp, "Bak sen şu işe," diyerek güldü. "Korel, ben bile sana böylesine destek çıkmamıştım. Bir bira da benim içesim geldi."
Korhan'ın rahatlığı ve masadaki gerginliği görmezden gelmesi sinirlerimi bozsa da öte yandan iyi bir şey yaptığını görebiliyordum. Eğer masada Korhan olmasaydı öylece birbirimize öfkeyle bakıp sadece sessizliği dinleyecekmişiz gibi geliyordu.
Korel'in bakışlarının üzerimde gezindiğini biliyordum; neden bunu yaptığıma anlam vermeye çalışıyordu fakat bakışlarımı ona döndürüp istediği kapıları ona açmaya gönüllü değildim. Konu Korel olduğu zaman bazen mantığımı devre dışı bırakabiliyor ve yaptığım bir hareketi sonradan neden yaptım diyerek sorgulayabiliyordum.
Yine o anlardan birini yaşıyordum; bu an asla son bulmayacak gibi gelse de meydan okuma peşine düşmek istemiyordum.
Restoranın içindeki caz parçasının ritmi uykumu getirecek kadar hafif olsa da Korel'in oturduğu yerde bacağını titretmesi ve çıkan o ses beni tekrar hayata döndürüyordu. Korel'in hisleri beni masada canlı ve dinç tutan tek etkendi.
Garson masaya bir viski şişesi, viski bardağı ve iki bira şişesi getirdi. Bira şişesini önüme koyarken Korhan'la bakışlarımız tekrar kesişti ve aslında sürekli beni göz hapsinde tuttuğunu fark ettim. Ona aynı şekilde bakmak isteyen bir tarafım vardı fakat Korhan'ın yeşil gözlerindeki ifade o kadar keskindi ki aynı ifadeyle bakmamın imkânsız olduğunu da biliyordum.
Masadaki derin sessizlik ve insanların sadece gözleriyle anlaşması uzun bir zaman alırken, boğazımı temizledim ve önümdeki birayı bardağa dökmeden kafama diktim. Cüneyt Erezli bu hareketimden sonra kendini hangi dünyada görecekti, umurumda değildi fakat bir anlığına daha ağır içkiler istedim. Cesarete ihtiyacım vardı.
Bakışlarım Korhan'ın elinde tuttuğu viski şişesine kayınca, "Kesmedi galiba?" dedi Korhan bana bakarak. "Yoksa sen de kardeşim gibi alkolik misin?"
"Ben alkolik değilim," dedi Korel. "Bir şeyi bırakmak istememek ona saplantılı olmak anlamına gelmiyor."
Korhan kardeşine bakarken yüzündeki tebessüm bir an bile silinmedi. "Neden bırakmak istemediğine göre değişir ama bu," dediğinde Korel'in tam gözlerinin içine bakıyordu. "Nedenin ne? Su yerine alkol tüketen bir adamsın." Bakışları bana doğru döndü. "Küçük kızlara da kötü örnek oluyorsun."
Korel'in çenesinin seğirdiğini fark ettim, parmakları tuttuğu bira şişesini biraz daha kavradı. "Sizinle burada 'ben küçük kız değilim' kavgası yapmayacağım ama Korel'e katılıyorum," dedim onu göstererek. "Bir şeyi bırakmak istememek ona saplantılı olmak anlamına gelmez ve hayır, alkolik değilim, sürekli alkol alan biri de değilim ama alsaydım da bu elimde öylesine hava olsun diye gezdirdiğim bir kristal bardak değil, bira şişesi olurdu."
Korhan bana bakmaya devam etti ve elinde tuttuğu viski bardağını masaya bırakırken Cüneyt Erezli'nin, "Buraya neye ya da kime öfkelenerek geldin?" diye sorduğunu duydum. "Kılıcını kuşanıp gelmişsin çocuğum ama bu şekilde bir yere varamazsın." Bir an, onlara neden bu kadar bilendiğimi ve öfkelendiğimi düşünmeye başladım. Sahiden neden bu kadar öfkeliydim onlara? Günlerce beni bildiği ve tanıdığı halde yanımda olan Korel'e bile bu kadar öfkelenmemişken neden bu iki adama karşı bu kadar öfkeli hissediyordum? Onların geçmişimin bir yerinde kocaman yara açtıklarını mı düşünüyordum? Bilemiyordum.
Korhan'ın masanın üzerinden bana doğru eğildiğini gördüm; yüzü önüme yaklaştığında, "Fazla gerginsin," diye fısıldadı. "Hep böyle belli mi edersin? Eğer gerginliğini gizleyemezsen herkes o noktana oynar. Biraz rahatla." Elindeki viski bardağını dudaklarına yasladı ve tek yudumda içtikten sonra başını eğdi. "Şunu da unutma. Ben girdiğim her kabın şeklini alırım."
Tenimin cayır cayır yandığını ve kızardığımı hissedebiliyordum. Bir ter damlası ense kökümden aşağıya süzülürken Korhan'dan bakışlarımı ayıramıyordum. Yeşil gözlerindeki kendi yansımam korkmama sebep oldu çünkü o kadar öfkeli görünüyordum, yüzüm o kadar kendim gibi değildi ki bir an gözlerimi kapattım ve kendime sakinleşme fırsatı sunmaya çalıştım.
Masaya Cüneyt Erezli'nin yemeğinin geldiğini fark ettiğimde Korel, "Tartışmak için burada değiliz," deyip gözlerimi açmama sebep oldu. Bakışlarım ona kaydığında bana baktığını gördüm. Kurumuş yaprak sarısı gözlerinde bana destek olmasını istediğim o ifadeyi aradım fakat Korel bana sanki her şeyi mahvetmişim gibi bakmaya devam etti. "Yeter," dedi bu sefer direkt bana. "Her neye öfkeli hissediyorsan bunun suçlusu benim ailem değil, sen buraya öfken için değil gerçekler için geldin, Minel."
Gerçekten ailesini bana karşı savunuyor muydu? Kaşlarım havaya kalktı, yüzümde hayal kırıklığıyla dolu bir gülümseme oluşurken başımı önüme eğdim ve oturduğum masada tek olduğumu fark ettim. Ben buraya belki tek gelmemiştim ama bu masada tek başıma, hem geçmişle hem şimdiyle hem de geleceğimle savaşacağımı biliyordum; yalnızdım.
Korel yanımda değildi; o haklıydı. Henüz her şey yeni başlıyordu.
Korhan bardağındaki viskiyi tazelerken, "Korel," diyerek kardeşine baktı. "Onu suçlayamazsın, girdiği durumu anlamak gerekiyor. Onun için her şey çok daha zor."
"Benden hastalıklı gibi bahsetme," dedim ve elimdeki bira şişesini sertçe masaya koydum. "Benim hakkımda çok mu fazla şey biliyorsun?" Cüneyt Erezli'ye baktım. "Biliyorsunuz? Benim hakkımda ne biliyorsunuz?"
Cüneyt Erezli odaklanmış önündeki yemeği yerken konuşmalar sanki umurunda değilmiş gibiydi ya da beni ciddiye almıyordu. Korel ise göz ucuyla bana bakıyor fakat kafasını iki yana sallamaktan başka hiçbir şey yapamıyordu.
"Hastalıklı gibi bahsetmedim," dedi Korhan kelimeleri tane tane söyleyerek. "Ama hasta olmadığını da iddia edemezsin. Sana yardımcı olmamızı istiyorsan bize çektiğin kılıcı indirmen gerekiyor."
Beni masada tek ciddiye alan Korhan'dı. Belki işinden dolayıydı, belki de işine yarayacak bir tanıktım fakat Korhan'ın bakışlarındaki ifade bana karşı oldukça ilgiliydi. Bir an ona haksızlık ettiğimi hissettim ve ellerimi havaya kaldırarak, "Tamam," diye mırıldandım. "Sakin olmaya çalışacağım ama bana dürüst olunmasını istiyorum. Şunu bilmenizi istiyorum ki artık yalana ve oyuna tahammülüm kalmadı. Ben buraya yalanlar için değil, gerçekler hakkında yardım almak için geldim."
Korhan'ın yüzündeki gülümseme silinmişti ve ciddiyetle bana bakıyordu, yemeğini yemeye devam eden Cüneyt Erezli'ye döndüm. "Cüneyt Bey, beni dinliyorsunuz, değil mi?"
Cüneyt Erezli lokmasının bitmesini bekledi ve peçeteyle ağzını sildikten sonra elini kaldırdı. "Benimle bu üslupla konuştuğun sürece seni ciddiye alabilirim; diğer türlü seni duyamam, çocuğum."
Çocuğum demesi daha fazla öfkelenmeme sebep olsa da kendimi dizginlemeye çalıştım ve Korel'e döndüm. "Ve sen," dedim ona bakarak. "Beni ailene yönlendiren sendin, şimdi onlara karşı böyleyim diye beni suçlayamazsın."
Korel elini saçlarına geçirip, "Ne biliyorsam anlattım," dedi. O da öfkelenmişti ve bakışları bir bana bir babasına dönüyordu.
"Bunları konuşmak anlamsız." Korhan'ın sesi Korel'le aramızdaki gerilime bomba gibi düştü. "Babam ve ben burada sana yardımcı olmak için oturuyoruz. Emin ol seni anlıyorum, dürüst olmamamız için hiçbir sebebimiz yok. Bizi kafanda nasıl bir yere koydun bilmiyorum ama düşündüğün kadar kötü insanlar değiliz."
Korhan'ın kelimeleri seçerek konuşması ve ses tonundaki sakinlik bana da bulaşırken, derin bir nefes aldıktan sonra, "Beni tanıyorsunuz," diyerek ikisine de baktım. "Ve ben ikinizle de yüz yüze geldim. Cüneyt Bey sizinle bir kere yüz yüze geldim, Korhan Bey sizinle de..."
"Bana Korhan de." Cümlemi yarıda kesip samimi bir şekilde gülümsedi. "İş ilişkilerim dışında ismimin yanına bir şey koyulmasından hoşlanmam."
Ona asla ağabey demeyeceğimi bildiğimden, "Pekâlâ," diye mırıldandım. "Korhan." Adını direkt söylemek tuhaf hissettirmişti. "Seninle de birkaç defa yüz yüze geldim, hatta daha fazla. Madem beni tanıyordunuz, neden bana bunu söylemediniz?"
Cüneyt Erezli son lokmasını yedikten sonra tekrar ağzını sildi. "Seni sadece bir kere gördüm," dedi elini kaldırıp garsonu çağırırken. "Gördüğümde de kötü bir haldeydin ve başkalarının hayatına burnumu sokma gibi bir huyum hiçbir zaman olmadı." Garson yanına geldiğinde viskisini istediğini belirtti.
Cüneyt Erezli'den bu konuda çok da fazla bir açıklama beklemiyordum çünkü onunla yüz yüze geldiğim zaman her şey çok daha kötü bir haldeydi ve bana yardım edebileceğini hiç düşünmemiştim; öyle de yapmıştı. Cüneyt Erezli'nin umurunda değildim, en büyük sebep buydu.
"Anlıyorum," dedim gülümseyerek. "Kısaca umurunuzda değildim." Cüneyt Erezli sadece yüzüme baktı; ifadesi oldukça düzdü. "Hâlâ da değilim ama sen," dediğimde Korhan'a odaklandım. "Beni anladığını, yardım etmek istediğini söylüyorsun. Bu hislerin yeni mi açığa çıktı, yoksa beni defalarca gördüğünde de bu hislerin var mıydı? Sen neden söylemedin?"
Korhan ilk olarak bana, ardından Korel'e bakarak, "Onun söylemediğini sana benim söylemem ne kadar doğruydu?" diyerek okları Korel'e döndürdü. "Seninle en yakın olan oydu ve ben onun ağabeyiyim, sana söylemediğini anladığımda bunu yüzüne vuramazdım. Ama şu var: Sorsaydın ben sana söylerdim." Korel'e bakmayı sürdürdü. "Onu bu konuda uyardım, kendisine sorabilirsin. Söylemesi gerektiğini belirttim fakat o bunu yapmadı."
Bakışlarım Korel'e döndüğünde Korhan'ın bu kadar dürüst davranmasından ötürü canım yanıyordu. Korel bana bakmak yerine ağabeyine bakıyordu. Aralarında uzun bir bakışma geçtikten sonra Korel bana dönüp, "Evet," dedi ağzının içinde. "Bunu bana söyledi ama istediğini yapmadım."
"Dürüst olacağız," dedi Korhan çenesini dikleştirerek ve bakışlarıyla Korel'e meydan okudu. "Beni ilk başta engelleyen de sendin."
Korel'e neden diye bağırmak istiyordum, hayal kırıklığıyla gözlerinin içine bakarken neden diye haykırmak istiyordum fakat bu masada onunla tartışmaya girmemem gerektiğinin bilincindeydim.
Henüz.
Bakışlarım Cüneyt Erezli'ye döndüğünde ellerimin titrediğini hissediyordum fakat bunu kesinlikle göstermek istemiyordum.
Ellerim masanın altında parmaklarımla oynarken, "Size bir şey sormak istiyorum," diyerek izin istedim. Bu şekilde suyuna gitmem gerektiğini az çok anlamıştım.
Cüneyt Erezli doldurduğu viskisinden bir yudum alıp, "Senin sorularını yanıtlamaya geldik," diyerek kaşlarını kaldırdı.
Yüzündeki anlamsız ifadeyi görmezden gelerek hatta Korel'i tamamen göz ardı ederek, "Eşinizle," derken Korel'in gerildiğini, oturuşunun değiştiğini hissettim. "Annemin arasında nasıl bir ilişki vardı?"
"Minel," dedi Korel ve kolumda parmaklarının varlığını hissettim. "Konunun bununla ne ilgisi var?"
"Bununla ne mi ilgisi var?" dedim kaşlarımı çatıp Korel'e dönerek. "Annenin anneme denek olduğu zamanlar yardım ettiğini söyledin."
Korel'in gözlerinden ateş çıksaydı çoktan kül olmuştum; bunu hissetmek zor değildi.
Korhan'ın bakışlarını üzerimde hissetsem de bir şey demedi ve babasının konuşmasını bekledi; Cüneyt Erezli ise ifadesini bir an bile bozmadan, "Anneni İdil'in anlattıklarından az çok biliyorum," diyerek söze girdi. "İdil hastalarla ilişkilerini benimle paylaşmazdı, gizliliğe çok önem verirdi ama annenin durumu biraz daha farklıydı çünkü İdil onun psikiyatri doktoruyken annen sürekli evden kaçardı ve baban her seferinde İdil'i arardı. İdil de dinlediklerinden nerelere gidebileceğini bilirdi." Cüneyt Erezli Korel'in aksine eşinden bahsederken geçmiş zaman kipini kullanıyordu, bu dikkatimi çekmişti.
"Bir saniye," dedim elimi kaldırarak. "İdil Erezli annemin uzun zaman boyunca doktoru muydu?"
Cüneyt Erezli ilk önce bana, sonra Korel'e bakıp kaşlarını çattı. "Bilmiyor muydun?"
"Baba," dedi Korhan araya girerek. "O hiçbir şey hatırlamıyor; hatırlasa bile böyle bir detayı o yaştayken nasıl bilsin? Bunu sadece Korel söyleyebilirdi, o da söylememeyi tercih etmiş."
Korhan'a şaşkınlıkla bakarken Korel'in, "Bunu yapma," diyerek dişlerini sıktığını fark ettim.
"Sen biliyor muydun?" dedim Korel'e dönerek büyük bir şaşkınlıkla. Şaşkınlık duygumun hâlâ yerinde olması tuhaftı.
"Bunu bana bu kadar etraflıca söylemedin." "Biliyordu tabii ki," dedi Korhan.
"Tam olarak değil," dedi Korel, Korhan'a dik dik bakarken. "Hiçbir zaman bu kadar derinlikli olabileceğinden emin değildim."
"Hadi ama Korel," dedi Korhan ve kafasını iki yana salladı. "Neden bir şeyleri bu kadar gizliyorsun?"
Aynı soruyu ben de sormak istediğim için başımı Korel'e çevirip, "Evet," diye tekrarladım. "O haklı. Neden bunu gizledin?" Korel gözlerini kapatıp ellerini kaldırdı. "Bak," diyerek masaya doğru yüksek sesle konuşmaya başladı. "Eğer bir şeyleri tamamen gizleseydim seni bu masaya oturtmaz, bu ortamı sağlamazdım. Bazı şeylerden emin değildim ve ailemden duymanı istedim."
"Korel," dedi Cüneyt Erezli; ona baktığımda kaşlarının çatık olduğunu gördüm. "Sesini alçalt."
Tınısındaki tehdit kendimi kötü hissetmeme sebep olurken Korel kapattığı gözlerini açtı ve ellerini aşağıya indirdi. Hiçbir şey söylemeden başını bana çevirip baktığında gözlerinin derinliklerindeki saf acıyı o an gördüm.
Babasının karşısında acı çeken bir Korel Erezli vardı; peki ya sebebi neydi? Bilindik bir korku değildi, kesinlikle değildi. Acı vardı; acı çekmekten korktuğu için derinlere gömdüğü bir korkusu vardı.
"Her neyse," diye konuşmasına devam etti, Cüneyt Erezli. "Bir gün İdil annenin hastalığıyla daha fazla baş edemedi ve onu bir akıl hastanesine yatırmaya karar verdi."
Annemin rahatsızlığı neydi? Bana verilen dosyayı incelemem gerektiğini fark ettim; henüz kapağını açmaya bile cesaret edemiyordum ama artık zamanı gelmiş gibiydi.
Cüneyt Erezli viskisinden sakince bir yudum daha aldı ve sanki masal anlatıyormuş gibi devam etti. "O akıl hastanesini İdil kendisi bizzat seçmişti." Sustu, Korel'e baktı. Denek kısmını anlatıp anlatmadığını çözmeye çalışıyordu.
İdil Erezli'ye karşı içimde şiddetli bir öfke hissederken, "Annem, İdil Erezli yüzünden mi denek oldu?" diye sorup Korel'e baktım. "Annemi o bok çukuruna gönderen annen miydi?"
Korel yüzüme bakmak yerine masaya bakarken Cüneyt Erezli'nin sadece, "Evet," dediğini işittim ve kalbimdeki bir damar şiddetli bir şekilde koptu. "O hastanenin öyle bir yer olduğunu bilemezdi. Sonrasında onu oradan kurtaran da İdil oldu. Çok sonra fark ettik ama onu kurtardı. Anneni tanımamızın bir sebebi de bu. İdil'in en farklı hastalarından biriydi."
"Kurtarmak mı?" dedim kelimenin altını çizerek. "Birini kurtarmak size ne anlam ifade ediyor?" Korel'e ve Korhan'a baktım. "Ben şimdi sizi kendi ellerimle ateşe atsam sonra da o ateşten kendim çekip çıkarsam kurtarmış mı olacağım?"
Korel masaya bakmaya devam ederken, beni göz hapsine alan Korhan, "Haklısın," diye mırıldandı. "Sonradan annemin yaşadığı pişmanlık çok büyüktü, bir şekilde annenin yaşadığı acıları silmek için çok uğraştı hatta benim yeni savcı olduğum zamanlardı ve Prometheus davasına başlama nedenlerimden biri de buydu. Annene hepimiz çok üzüldük." Korhan'ın ses tonundaki samimiyet gözlerine ulaşıyor muydu, farkında değildim. Yeşil gözlerinde sert bir katman vardı ve katran bile dökülse erimeyecek gibi görünüyordu. Ardında kalan duyguları ise hiçbir şekilde anlayamıyordum.
"Bu olanlara gerçekten üzüldük." Cüneyt Erezli'nin sesi samimiyetsiz geliyordu, bakışları da donuktu; üzülmediğini anlayabiliyordum. "Babanla iletişime geçip elimden gelen her şeyi yapabileceğimi söyledim."
Korel masanın üzerinde duran birayı kafasına dikip neredeyse yarısına kadar içti. Korhan ise üçüncü bardak viskisini doldururken Korel'e bakıyordu. O an aralarındaki yine o satranç masasındaymış gibi olan bakışmalarına şahit oldum.
"Babam size ne dedi?" diye sordum Cüneyt Erezli'ye bakarak. "Onunla ben konuştum." Korhan devreye girdiğinde bakışlarım ona yöneldi. "Babamın sözcüsü olarak onunla konuşan bendim. Her türlü yardımı yapabileceğimizi söyledik. Emin ol baban senin kadar öfkeli değildi." Kaşlarım daha fazla çatıldı. "İnan bana, baban bizim nasıl insanlar olduğumuzu az çok biliyordu. Biz kafandaki gibi kötü değiliz, Minel; sizin aileniz için çok çabaladık."
"Babam tuhaf bir adamdı, kabul ediyorum ama size karşı öfkeli olmadığına inanmıyorum." Verdiğim net yanıt Korhan'ın kaşlarını kaldırmasına sebep oldu. "Benim annemi bok çukuruna sürükleyen, ona acı çektiren dolaylı olarak İdil Erezli'ymiş. Babamın öfkeli olmaması için hiçbir neden yoktu."
"Öfkeli olması için elbette nedeni vardı," dedi Korhan ve kaşlarını kaldırmaya devam etti. "Öfkesi anneme yönelikti ama annem gittiği ve ortadan kaybolmasının sebebi Prometheus olabileceği için baban bize tepki bile veremedi. Suçlu annemdi, biz değildik."
İkinci bir şaşkınlık dudaklarımın aralanmasına sebep olduğunda Korel'e tekrar baktım ve annesinin Prometheus'la ilgisi olduğunu hiçbir zaman söylemediğini düşündüm. "Korel," dedim dikkatle ona bakarken. "Bana bunu söylemedin."
"Bu çok daha ayrı ve bizim ailemizle ilgili bir konu," dedi Cüneyt Erezli kaşlarını çatıp. "Kesinleşmiş bir şey yok zaten ortada, Korhan'ın kendi düşüncesi."
Korel'in bacağı daha fazla titremeye başladı fakat bakışları bir an bile Korhan'dan ayrılmıyordu, yüzü bembeyaz olmuştu. Yutkunduğunu ve âdemelmasının hareket ettiğini gördüm. Öfkesi, alnında belirginleşen damarlarından anlaşılıyordu.
"Her neyse," dedi Korhan ve konuyu sert bir şekilde kapattı. "Benim Prometheus davam da bu şekilde açılmış oldu."
Bakışlarım tekrar Cüneyt Erezli'ye döndüğünde onun da bana baktığını fark ettim. Gerçeklerin sırtıma ağır geleceğini fark etmeye başlamıştım; yalanlar daha acısız, daha sığdı fakat gerçekler o kadar acılı, o kadar derindi ki biraz daha batarsam acı beni boğacakmış gibi geliyordu.
"Babama bir konuda yardım etmişsiniz, bu doğru mu?" diye sordum Cüneyt Erezli'ye.
"Evet," dedi hızlıca ve viskisinden bir yudum aldı. "Normalde yapmayacağım bir şeydi ama İdil'in anneni farkında olmadan kötü bir yola sürüklemesi kötü sonuçlara sebep oldu.
Affettirmek istedim, yaptıklarımdan sonra baban bizim aileyi affetti fakat sen bir şeyleri eksik hatırladığın için öfkeni yenemiyorsun, çocuğum."
Affetmek. Babam böyle bir şeyi affetmek için Cüneyt Erezli'den mi yararlanmıştı? Bir pazarlık mıydı bu?
"Sizden ne istedi?" diye sordum hemen; Cüneyt Erezli sanki bu soruyu bekliyormuş gibi gülümsedi. "Bu seni hiç ilgilendirmez. Baban ile bizim aramızda olan bir durum."
"Hadi ama baba," dedi Korhan ve yaslandığı sandalyede doğruldu. "Bunu söylemen gerekiyor, saklanacak hiçbir şey kalmadı artık. Minel'in gerçeklere ihtiyacı var."
Cüneyt Erezli dönüp Korhan'a baktı ve o an bakışlarının değiştiğini fark ettim. Cüneyt Erezli Korhan'a karşı kesinlikle üstünlük gösteremiyordu, aksine bakışlarında bir çeşit aşağılık duygusu vardı.
"Hayır," dedi Cüneyt Erezli. "Bu Doğuş Karaer ile bizim aramızda sır olarak kalacak. Kendisi isteseydi kızına söylerdi."
"Belki de söyledi ama ben hatırlamıyorum. Sen de mi biliyorsun?" diye sordum Korhan'a.
Kafasını sallayıp babasına bakmaya devam etti. Korel'e döndüğümde onun hâlâ Korhan'a bakmaya devam ettiğini gördüm. "Sen de biliyorsun, değil mi?" diye sordum. Korel'e bakarken bir cevap vermesini bekledim ama dudaklarını bir an bile aralamadı, istediğim cevabı vermedi.
Onun yerine Korhan, "Hayır," diyerek omzunu kaldırıp indirdi. "Bak bunu bilmiyor çünkü Doğuş Karaer sadece benimle ve babamla konuştu bu konuyu."
"Çok saçma," dedim ve dirseklerimi masaya yaslayıp parmaklarımı saçlarıma geçirdim. "Annem, İdil Erezli yüzünden denek oluyor, sonra onu İdil Erezli kurtarıyor. Sonra İdil Erezli ile Prometheus arasında bir şeyler oluyor, İdil Erezli yok oluyor ve babam sizden yardım istiyor. O yardım nasıl bir yardım olabilir ki? Babam sizden ne isteyebilir?"
Korhan ve Cüneyt Erezli bakıştı. "Kesinlikle bunu senden saklamak istemiyorum," dedi Korhan fakat Cüneyt Erezli elini kaldırıp onu susturdu. "Bunu bilmesine gerek yok."
"Ne bu?" dedim öfkeyle ve ikisinin de gözlerinin içine baktım. "İyi polis kötü polis oyunu mu? Bunu planladınız mı?" Bakışlarım Korel'e döndü. "Sen nesin? Hakem mi?"
Cüneyt Erezli'nin bakışlarına acıma duygusu yerleşirken, "Hayır," diyerek karşı çıktı. "Burada bir oyun yok, plan da yok. Üslubun yine çok kötü oldu." Sandalyesini itekleyip ayağa kalktı. "Geri döndüğümde üslubunu düzeltmiş olmalısın yoksa bu konuşma burada biter."
Arkasını dönüp tuvaletlerin olduğu yere yöneldiğinde kalktığı boş sandalyeye bir süre baktıktan sonra, "O kadar anlamsız ki," diye fısıldadım.
Kimsenin beni duymasını beklemiyordum fakat Korhan duydu. "Öyle," diyerek bana katıldı. "Bu kadar karmaşık hissetmenin nedeni, yaşananların senden gizlenmesi," diyerek okları Korel'e döndürdü. "Eğer en başından bazı şeyleri bilseydin ne altında yalan arardın ne de bir oyun." Bakışları Korel'e odaklandı. "En başından ona her şeyi ama her şeyi anlatman gerekirdi, Korel. Bizi düşürdüğün hal hiç hoş değil."
Korel'in çenesi bir daha seğirdiğinde dakikalardır ağabeyinin yüzünden bakışlarını ayırmadığını fark ettim. Öyle bir kilitlenmiş bakıyordu ki nefes almayı unutmuş gibiydi. Korhan'ın da bunun farkında olduğunu biliyordum.
"Bana gerçekten yardımcı mı olmak istiyorsun?" diye sordum Korhan'a. Hızlıca bir kere başını aşağı yukarı salladı ve hafifçe tebessüm etti. "O halde bana babanın babama neden yardım ettiğini söyler misin?" diye sordum.
Korhan çenesini dikleştirdi ve babasının gittiği yöne bakarken, "Şu an değil," diyerek sadece dudaklarını oynattı. "Babamı bilmezsin ama şu an bu masada ne konuşulduğunu bile biliyordur," diyerek başıyla hafifçe yan tarafımızda duran garsonu işaret etti.
Bakışlarım garsona döndüğünde gözlerinin masanın üzerinde olduğunu fark ettim. Gerçekten bir şeyleri dinliyormuş gibi oldukça ilgiliydi fakat göz göze geldiğimizde gülümseyerek bakışlarını kaçırdı.
Masanın üzerinden Korhan'a doğru eğildim; o da bana doğru eğildiğinde fısıldayarak, "O halde bana sonradan o sırrın ne olduğunu söyleyecek misin?" diye sordum.
Korhan bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra, "Gözlerinde meraktan öte umut var," diyerek beni şaşırtan bir yanıt verdi. Gözlerimi ondan kaçırmama sebep olan bu yanıt kendimi kötü hissettirmişti. "Hâlâ bir şeyler için oldukça umutlu görünüyorsun. Evet, sana o sırrı söyleyeceğim ama şu an değil; bir de işbirliği yapacağız."
Tekrar bakışlarım Korhan'a döndüğünde yüzümde istemsiz bir gülümseme oluştu. "Nasıl bir işbirliği?" diye fısıldadım.
Korhan ise geriye gitti, sırtını sandalyeye yaslayarak, "Bana vereceğin her bilgi karşılığında sana bilgilerimi sunacağım," dedi aksanlı bir tınıyla. Aynı aksan Korel'de de vardı. "Merak etme, senden istediğim bilgiler hiçbir zaman sana zarar verecek şeyler olmayacak. Aksine iyiliğine olacak çünkü benim Prometheus'a ulaşmama yardım edecek en doğru yol sensin. Ben bir şeyleri karşılıksız yapmayı da seven biri değilim." Kafasını sağa yatırıp üç parmağının olmadığı eliyle çenesine dokundu. "Yarın öğlen ofisime gel."
Korhan Erezli'yle işbirliği yapmak. Bu sağlıklı düşündüğümde tercih edeceğim bir yol olamazdı ama başka bir çarem olmadığını da yeni fark ediyordum. Korel bana tamamen sırtını dönmüş ve gerçekleri bir mezarın derinlerine gömmüş gibi görünüyordu. O mezarlığı saatlerce eşeleyip gerçeklere ulaşmak için çaba sarf edeceğim kadar zamanım yoktu. Korhan bana açık olan o mezarı sunuyordu ama karşılığında ben de ona zihnimi sunacaktım.
Korhan Erezli benden yok olan geçmişimi istiyordu. Ben onun için Prometheus'a ulaşabileceği anahtardım.
"Tamam," dedim net bir sesle. "Artık ben de bir şeyleri karşılıksız yapmayı sevmiyorum. Bana ne verirsen onu alacaksın, Korhan Erezli fakat hafızamı biliyorsun, hatırlamam gerekecek. Hatırlamama yardımcı olacak mısın?"
"Dur orada," dedi Korel; dakikalardır ilk defa sesinin çıktığını duydum, kabul etmemi bekliyormuş gibiydi. Korhan da ben de sanki bu tepkiyi hiç beklemiyormuşuz gibi ona döndüğümüzde bakışları bir ona bir bana kayıyordu. En sonunda bakışları Korhan'da sabit kaldığında, "Minel hiçbir yere gelmiyor," dedi kelimelerin üzerine basarak.
Korhan, Korel'in aksine sakin bir sesle, "Ona yardımcı olmaya çalışıyorum," deyip ardından ekledi: "Senin aksine."
Son cümle Korel'in bamteline dokunmuş olacak ki yumruğunu sertçe masaya vurdu. "Bu konu hakkında çok fazla yorum yapıyorsun ama Minel ile ikimizin arasında olan bir konu ve seni hiç ilgilendirmez."
Korhan bir Korel'e bir de masaya vurduğu eline bakarak, "Kendine hâkim ol," dedi. "Babam birazdan geldiğinde bu hareketini ona söyleyecek bir adam olduğunun farkına var." Bakışları tekrar garsona döndü.
Korel ise umursamaz bir şekilde, bu sefer yumruğunu masaya daha sert vurduğunda olduğum yerden sıçradım ve Korel'e bakarak, "Sakin ol," diye mırıldandım. "Doğru söylüyor. Senin aksine bana yardımcı olmaya çalışıyor."
Korel bana döndü. "Kapa o çeneni. Hiçbir şey bildiğin yok senin." Tekrar Korhan'a baktı. "Senin derdin neyse sonra konuşacağız, şimdi zamanı değil."
Korhan hiddetle kaşlarını kaldırdı fakat o sakinliği hâlâ üzerindeydi. "Tehdit ediyormuş gibi konuşuyorsun, sana hiç yakıştıramadım. Özellikle şu konumdayken."
"Yeter," dedim ikisine bakarak. "Ben buraya birileri birilerini suçlasın diye gelmedim; evet, sürekli bu ruh halindeyim ama gerçekten tek derdim benim hayatım." Korel'e baktım. "Kendine gel, buraya gelirken ne düşünüyordun ki? Baban ve ağabeyin bana yardımcı olacaktı, bunu sen de söyledin."
Korel kaşlarını çatıp ağabeyinin yüzüne dikkatle bakarken, "Onun derdi başka," dedi. "Onun derdi benimle, sen umurunda bile değilsin."
Korhan işaretparmağını havaya kaldırıp sallarken diliyle damağına üç kere vurdu. "Bu yaptığın hiç dürüst bir davranış değil, Korel. Küçüklüğünü bildiğin bir kız var yanında, ona günlerce önceden tanıdığını söylemedin ve şu anda dürüst olmamaya devam ediyorsun. Söylesene, benim derdim neymiş?"
"Bir dakika," dedim ve Korel'e baktım. "Sen benim küçüklüğümü mü biliyorsun?"
"Evet," dedi Korhan ve hayretle bakmaya başladı. "Bunu söylememiş olamaz. Sen babanla bizim evimize geldiğinde Korel de o evdeydi hatta ablanı da biliyordu."
Korel bu defa yumruğunu masaya o kadar sert vurdu ki tabaklar titredi, bir su bardağı masaya devrildi; yan tarafta duran masalardaki insanların bakışları bize döndüğünde elimi alnıma koydum ve Korel'e hayal kırıklığıyla bakmaya başladım. "Beni gazetelerden bildiğini söylemiştin," dedim. "Ablamın ölümünü ve beni gazetelerden bildiğini söyledi bana."
Korel ayağa kalktı, ellerini masaya yerleştirerek ağabeyinin üzerine doğru eğildi. "Korhan," dedi sert bir sesle. "Sonuçları hiç hoşuna gitmeyecek şekilde konuşuyorsun, bunu yapma." Tehditkâr tını kulaklarıma dolarken Korhan'a baktım. Korhan ise sadece bana bakıyordu.
Korel'in söylediği hiçbir şey umurunda değildi, açıklamaya devam etti. "Ama sonradan ablanın öldüğü yerde senin de olduğunu öğrendiğimizde Korel senin için..."
"Ne?" dedim tek nefeste; sesimin titrediğini fark ettim. "Tekrar eder misin? Ablamın öldüğü yerde benim olduğum mu?.. Ne?!"
"Neler oluyor?" Cüneyt Erezli'nin sesini duyunca irkildim, titreyen ellerimi saçlarıma geçirdim. "Herkes size bakıyor. Korel? Otur yerine."
"Bilmiyor muydun?" dedi Korhan büyük bir şaşkınlıkla ve Korel'e baktı. "Sen bunu nasıl söylemezsin?"
Bu Korel için son damla olmuştu; bir anda Korhan'ın elinde tuttuğu viski bardağını sertçe çekip yere fırlattı; cam tuzla buz olurken, önümüzde duran masayı hiddetle itekledi. Masa sol tarafa kayarken önümdeki tabak kucağıma düştü ve çığlık atarak ayağa kalkıp Korel'e baktım.
Masa Korhan'ın önünden çekilirken hâlâ sandalyesinde oturmuş Korel'e bakıyordu, yüzündeki ifadesizlik silinmemişti.
Korel sandalyenin kollarına ellerini koyarak ağabeyinin yüzüne yaklaşıp bir şeyler fısıldadı; bakışlarım Cüneyt Erezli'ye döndüğünde restorandaki müziğin tamamen kapatıldığını ve herkesin bize baktığını o an fark ettim.
Korhan oturduğu yerden kalkmayıp Korel'in yüzüne bakmaya devam etti, Korel ise fısıldayarak bir şeyler söylemeye devam ediyordu; aralarda kendi adımı da duyuyordum.
Korhan ise sessizliğini bozup yüksek sesle, "Beni tehdit etme," dedi. "Beni bunlarla korkutma. Bir şeyleri gizleyen hiçbir zaman ben olmadım. Söylesene kardeşim, korktuğun nedir?" Beni gösterdi, ardından Korel'e sanki bir zavallıymış gibi baktı. "Onu kaybetmekten korkuyorsun, değil mi? Şunu unutma, yalanlarla onu yanında tutamazsın."
"Yeter!" diye bağırdı Korel ve ağabeyini yakasından tutarak oturduğu sandalyeden kaldırdı. Aynı boylarda olan iki kardeş birbirlerinin gözlerinin içine bakarken Cüneyt Erezli garsona bir şeyler söyledi ve hemen arka tarafımdan iki adamın geldiği gördüm. Adımları Korel'e ve Korhan'a ilerlerken bakışları tamamen Korel'in üzerindeydi.
Korhan'ın kolları iki yanında sallanırken hiçbir tepki vermiyordu. İnsanın aklını kaçırmasına sebep olacak bir sakinliği vardı. Korhan dingin bir deniz ise Korel dalgalar içinde kalan bir okyanustu.
Cüneyt Erezli'nin Korel'in kolunu tutup, "Kendine gel," dediğini duydum. Korel babasının sesini duymadı ve ağabeyinin yüzüne bakmaya devam etti fakat Cüneyt Erezli, Korel'in kolunu daha sert kavrayıp kendine doğru çevirmeye çalıştı. "Bana bak, Korel."
İki adam Cüneyt Erezli'nin yanına geldiğinde, "Korel'i buradan uzaklaştırın," dedi Korhan; Cüneyt Erezli de kafasını salladı. Korhan'ın dudaklarından çıkan tek cümle bu olmuştu.
"Benimle oynama," dedi Korel, Korhan'ın gözlerinden bir an olsun gözlerini ayırmadan. "Korktuğum hiçbir şey yok benim." İlk defa gözlerini Korhan'dan ayırıp babasına baktı. "Sınırlarımın olduğunu unutuyorsunuz ama ben o sınırları çoktan aştım ve sınırlarını aşmış Korel'i görmek istemezsiniz." İki adam Korel'in arkasına gelip onu çekmek istediklerinde Korel Korhan'ı sertçe itekleyip, "Bırakın!" diye haykırdı. "Çek şu adamlarını arkamdan." Bakışları babasının üzerindeydi.
Yaşanılanlar yüzünden ne yapacağımı bilemez halde her iki tarafa da bakıyordum fakat kendi içimde oluşan yangını nasıl söndüreceğimi de bilmiyordum; Korel'e duyduğum öfke, kendime karşı acıma duygum ve Korhan'ın sözlerinde hissettiğim o umut beni olduğum yerde öylece tutmaya sebep oluyordu.
Korhan'ın cümleleri bana umut olmuştu; Korel ise o umutları tek tek yok etmeye çalışıyormuş gibi davranıyordu. Buraya gelirken Korhan'ın bu şekilde davranacağını düşünmüyordu, büyük ihtimalle planları suya düşmüştü.
Korhan Erezli de zeki bir adamdı.
Bir anda bileğimde sıcak bir el hissettim ve çekiştirildiğimi fark ettim. "Gidiyoruz," dedi. Bileğimi tutan el Korel'den başka kimseye ait değildi.
Beni sertçe çekiştirip çıkış kapısına sürüklerken birkaç kere tökezlemiştim ama Korel ise bunu umursamamıştı. Geride kalan enkazı görmek için başımı çevirdiğimde Korhan'ın hâlâ gözlerimin içine baktığını fark ettim. Geride dağılmış bir masa, çoktan yok olmuş bir aile ve kendi umudumu bırakmıştım.
"Bırak beni," deyip bileğimi ondan kurtarmaya çalıştım fakat Korel izin vermedi. "Bırak!" diye bağırdım. "Seninle gelmek istemiyorum."
Sesimin Korhan'a ulaştığına adım gibi emindim fakat tam çıkış kapısına geldiğimizde tekrar arkamı döndüm ve Korhan'ın bana değil kardeşine baktığını gördüm.
"Korel, bırak beni!" diye bağırdım bir daha fakat sesim ona ulaşmıyormuş gibi davranıyordu. Restoranın çıkış kapısının önünde bir süre bekledikten sonra ileride geldiğimiz araba ile şoförü gördü. O tarafa yürümeye başlarken, beni de peşinden sürükledi. "Korel!" diye haykırıp elini iteklemeye çalıştım, kurtulmak imkânsızdı.
Lüks arabanın önüne geldiğimizde Korel şoförün üzerine yaklaşıp, "Anahtarı ver," dedi.
"Korel Bey..." dedi şoför gerileyerek ve arabaya çarptı. "Bunu yapamam, Cüneyt Bey'in kesin emri..."
"Ver lan şu anahtarı!" diye kükredi Korel ve boşta kalan eliyle şoförün yakasını kavrayıp onu arabanın üzerine yatırdı. Şoför korkuyla bana bakarken, ben hâlâ elimi kurtarmaya çalışıyordum. Restorandan çıkan iki adam hızlı adımlarla bize yaklaşırken Korel onları gördü, dirseğiyle şoförün yüzüne vurup elini cebine attı. İlk attığı cebinde anahtara ulaştı ve şoför burnunu tutarken yana eğildi.
Korel şoförü umursamadan beni yolcu koltuğunun kapısına götürdü ve kapıyı açıp beni koltuğa itekledi. Beni ailesinden kaçırıyordu; bir şeyler ters gitmiş, bir şeyler planlarına göre ilerlememişti ve hemen oradan uzaklaşmak istiyordu. Kapıyı kapatırken, "Sakın," dedi ürkütücü bir sesle ve uzun zaman sonra ilk defa bakışları bakışlarıma döndü. "Kaçmaya çalışma. Seni yakalayacağımı biliyorsun." Kapıyı sertçe kapattığında o bakışlarını ilk defa gördüğümü fark ettim.
Korel'in gözlerindeki sonbahar kor gibi yanıyordu; Korel gözlerinde bir mevsimi öldürmüş gibi bakıyordu.
Sürücü koltuğuna bindiğinde gözlerini kıstı ve tam karşıya, babasının gönderdiği iki adama baktı. Motoru çalıştırıp park edilen yerden arabayı hızla çıkarırken arka tarafta kalan çöp konteynırına çarptı fakat umursamadı; köklediği gazla arabayı iki adamın üzerine sürdü.
Tam o sırada restorandan Korel'in babası çıkıp arabaya doğru yürümeye başladı. Korel'in bakışları babasına döndü; direksiyonu öyle sıkı kavramıştı ki parmakları bembeyazdı.
Babası iki adamın ortasında durdu; Korel arabayı onların üzerine sürerken, "Korel," dedim. "Baban orada." Arabayı babasının üzerine mi sürecekti yoksa ben her şeyi yanlış mı anlıyordum?
Cüneyt Erezli çenesini dikleştirip başını yukarı kaldırdı ve meydan okuyan bir ifadeyle arabaya baktı. Elini kaldırdığında Korel büyük bir emir almış gibi arabayı sertçe durdurdu. Cüneyt Erezli ile araba arasında sadece bir metre vardı.
Babası Korel'e arabadan inmesi için işaret edince Korel'in parmakları direksiyonu daha sıkı kavradı; gözlerim yüzüne döndüğünde dişlerini sıkıca kenetlediğini fark ettim. Kendini bu emre uymamak için zorluyormuş gibiydi ama en sonunda parmaklarının gevşemesi ve bir elinin kapının koluna gitmesi babasıyla arasındaki ilişkinin boyutunu daha fazla sorgulamama neden oldu.
Korel arabadan indi, kapıyı sertçe kapattı ve ruhsuz adımlarla sanki biri sırtından itekliyormuşçasına Cüneyt Erezli'ye doğru ilerledi. İki adam geriye çekildiğinde yolun ortasında sadece Cüneyt Erezli ile Korel Erezli kalmıştı.
Korel babasının tam karşısına geçip ellerini arkasında birleştirdi. Omuzları düşük bir şekilde babasının yüzüne bakarken, babasının çenesini dikleştirip bir şeyler söylediğini gördüm. Maalesef duyamıyordum çünkü kapılar kapalıydı ve Cüneyt Erezli görünüşe göre oldukça sessiz konuşuyordu.
Korel hiçbir şey söylemeden babasının yüzüne bakmaya devam etti. Babası birkaç cümle daha kurup Korel'e doğru bir adım attı; Korel ise beni afallatarak geriye doğru kaçmak için yarım adım attı.
Babası geriye adım attığını fark etti, sertçe Korel'i ensesininden kavrayıp onu hızla kendine çekti. Başı başının hizasında durduğundan, ondan çok da kısa olmayan babasından bakışlarını ayıramıyordu. Cüneyt Erezli'nin üstdudağı yukarıya kıvrıldı ve kindar bakışlarla oğluna bir şeyler söyledi. Korel duyduklarından sonra kafasını iki yana salladı ve başını babasının elinden kurtarmak istedi ama babası izin vermedi. Cüneyt Erezli'nin bakışları bana doğru döndüğünde Korel başını öne eğdi ve kafasını iki yana sallamaya devam etti. Cüneyt Erezli bir süre bana baktı; gözlerimiz sessizce birbiriyle kavga ettikten sonra tekrar Korel'e döndüğünde kısa bir cümle daha kurdu.
Korel başını kaldırdı, kaşları çatıldı, arkada birleştirdiği ellerinin yumruk şeklini aldığını gördüm. O sırada Cüneyt Erezli, "Cevap ver!" diye haykırdı ve ses kapalı kapılara rağmen arabanın içini doldurdu.
Korel sessizliğini koruyup babasının yüzüne bakmaya devam ederken, bu hareketi Cüneyt Erezli'nin çenesinin öfkeden seğirmesine neden oldu. Her şey birkaç saniye içerisinde gerçekleşirken, Cüneyt Erezli Korel'in ensesinde duran elini çekti ve sert bir tokadı Korel'in yüzüne geçirdi. Korel'in başı benim içinde olduğum arabaya döndüğünde bakışlarımız kesişti, gözlerim irileşti ve elim kapının koluna gitti.
Açmak için uğraşırken kapıların kilitlendiğini fark ettim ve elimle ağzımı kapatarak Korel'e bakmayı sürdürdüm.
Elleri hâlâ arkada birleşmiş haldeydi, yumrukları o kadar sıkıydı ki ellerinde renk kalmamıştı ama o ellerini havaya kaldırmıyor, babasına karşılık vermiyordu. Nedeni saygı değildi, Korel'in gözlerinde saygı yoktu; daha farklı bir duyguydu fakat bu duyguya isim veremiyordum.
O sırada gözlerim restoranın kapısına yöneldi ve kapıda olanları izleyen Korhan'ı gördüm. Hiçbir şey yapmıyordu, onları ayırmıyordu, sakince izliyordu. Babasına seslenerek bir şeyler söyledi. Ne dediğini duyamadım ama birkaç kişi restorandan dışarıya çıkıp olanları izlemek istediğinde Cüneyt Erezli duruşunu dikleştirdi ve geriye çekilerek Korel'in geçmesi için izin verdi.
Korel'in babası, kimliğini insanlardan gizleyen bir kalpsizdi; saygı ve duruş onun için çok önemliydi, bu yüzden Korel'i serbest bıraktığını anlayabiliyordum.
Korel'in gözleri restoranın kapısına döndü, ağabeyiyle kısa bir süre bakıştı, ardından elleri arkasında bağlı arabaya doğru geri geri yürümeye başladı.
Arabanın kilidi açıldı, Korel tekrar arabaya bindi; Cüneyt Erezli yolun ortasından ayrılırken iki adam tekrar yerini aldı.
Korel gaza bastı; geçen birkaç dakika yüzünden kendimi toplayamazken Korel'den gözlerimi alamıyordum. O ise tam karşısına bakıyordu, arabayı sürmeye başlamıştı.
İki adam son anda geriye çekildiğinde Korel hemen vitesi artırdı ve gazı yavaş yavaş değil, hızla kökledi. Araba bir anda hızlandığı için yüksek bir homurtu çıkarırken çok çabuk kendini toparladı ve yolda kaymaya başladı.
Boğazımda şiddetli bir yanma ve karnımda korkunun verdiği karıncalanmayı hissederken titreyen ellerimi havaya kaldırıp, "Lanet olsun! Neler oluyor?" diye haykırdım. "Ne yaptığını sanıyorsun?" Arabayı o kadar hızlı kullanıyordu ki motosikleti hızlı kullanmasını yeğlerdim. Henüz trafiğe çıkmamamıza rağmen yüksek hız beni öyle bir korkutmuştu ki kalbim avcumun içinde atıyormuş gibiydi.
Korel dikiz aynasından arkaya bakarak birisi takip ediyor mu diye odaklandı ya da ben öyle anladım; ben de başımı çevirip arka tarafa baktığımda kimsenin gelmediğini gördüm. Korel virajı sert alınca bedenim sola kaydı, vites kaburgama geldiğinde acıyla inledim. Tekrar bir viraj daha aldığında bedenim sağa kaydı ve cama çarpmaktan kendimi son dakikada kurtardım. Trafiğe çıktığımızı fark ettiğimde Korel bir kere elini direksiyona sertçe çarptı ve vitesi artırdı.
Zorlukla kafamın arka tarafında kalan emniyet kemerini çekiştirerek takmaya uğraştım; yerini bulamazken öfkeden ve korkudan dolan, titreyen gözlerimi sabit tutmaya çalıştım. En sonunda kilidi taktığımda bu sefer direksiyonu sağa kırdı ve bir arabayı solladığını gördüm. Yol kalabalıktı; arkamızdan yükselen korna seslerini duyabiliyordum.
"Ne halt ettiğini sanıyorsun?" diye bağırdım. "Amacın ne? Ölmek mi istiyorsun? Senin öfke nöbetinin suçlusu ben miyim?"
"Sensin!" diye bağırıp direksiyona sertçe bir kere daha vurdu. "Beni onlarla aynı masaya oturttun, beni onlarla karşı karşıya getirdin! Ölmekten mi bahsediyorsun? Ölümden korkmuyormuş gibiydin! Onlarla aynı masada oturduktan sonra ölüm seni korkutmaya mı başladı?" Bana dönüp yola bakmaması daha fazla korkuttu. "Sen onlara inanıyorsun!"
"Lanet olsun!" diye inledim. "Önüne bak!" Bana bakmaya devam etti. "Korel, önüne bak diyorum! Güvende olduğuma inanmıyorum, anlıyor musun?" Kafamı iki yana salladım ve ellerimi saçlarıma geçirdim. "Beni oraya onlara inanmam için sen götürdün, inanmamam mı gerekiyordu?" Sesim öyle titriyordu ki daha fazla bağırdım. "O masaya otururken senin bilip de anlatmadıklarını ortaya dökeceklerini bilmiyor muydun?"
Korel'in yüzünde babasının attığı tokattan kalan kızarıklık gözlerime çarptığında o görüntüyü kafamdan silmek istedim çünkü canının fiziksel olarak yanması, hem de bunun babası tarafından gözümün önünde yapılması kaldırabileceğimden daha ağır gelmişti.
Korel'e de kaldırabileceğinden daha ağır geldiğini hissediyordum; yüzüne baktığımı fark etmişti.
"Bilmiyordum! Ben onlarla böyle anlaşmadım!" diye bağırıp başını yola çevirdi. "Onlardan biriyle işbirliği mi yapacaksın?"
"Onlar dediğin senin ailen," dediğimde başı tekrar bana döndü. "Korhan çok şey biliyor, o bana yardımcı olacak."
"Yanılıyorsun," dedi ve biraz daha hızlandı. "O düşündüğün gibi biri değil, seni saçma sapan bir yola sokmaya çalışıyor. Ona inanma, onunla işbirliği kurma. Senden istediğini alacak ve istediğin hiçbir şeyi vermeyecek."
"Korel!" diye bağırdım ve ellerimle sertçe torpido gözüne vurdum. "Senin anlatmadığın çoğu şeyi anlattı ve sen de doğru olduklarını söyledin. Bunları sen değil, o anlattı! Doğrularımdı onlar. Sen neden anlatmadın? Oraya gitmeden önce de anlatabilirdin ama anlatmadın! Lanet olsun, ablam öldüğünde ben de oradaymışım ve sen bunu biliyordun!"
Korel eliyle birkaç kere kafasına vurdu. "Düşünemedim," dedi kendi kendisiyle konuşurken. "Bunu yapabileceğini düşünmem lazımdı, her şeyi bozacağını düşünmem lazımdı, anlaşmaya uymayacağını düşünmem lazımdı."
Korel babasının tokadına alışık mıydı? Tek derdi benmişim gibi davranıyordu ama öfkesinin babasına olabileceğini düşünüyordum. Öfkeli olmalıydı, ona sinirlenmeliydi, kendini çok kötü hissetmeliydi ama o tokadı umursamıyormuş gibiydi.
"Ne anlaşması?" dedim ve önümüzde bir tır olduğunu gördüm. "Korel dikkat et." Korel tırın üzerine doğru sürmeye devam etti. "Korel, bunu yapma." Sesim sakindi fakat titriyordu. "Korel dikkat et."
"Onunla işbirliği yapmayacaksın," dedi Korel dişlerini sıkarak. "Onunla iletişim kurmayacaksın."
"Bunu yapma!" diye bağırdım ve sertçe onu kolundan itekledim. "Sen gerçekleri söylemezken o bana söyledi, senin yapamadıklarını o yaptı diye böyle sinirlenemezsin! Onlara öfkelenip beni ölüme sürükleyemezsin!"
"İstediği buydu!" dediğinde durmadan kafasını iki yana sallıyordu. "İstediğini ona verdim."
Tıra biraz daha yaklaştığında gözlerimi kapatıp ellerimi yumruk yaptım. "Ben bir oyuncak değilim," diye inledim. "Ben bir piyon da değilim. Benimle oynayıp duramazsınız. Beni yönetemezsiniz. Ben o satranç tahtasında değilim, Korel! Aranızdaki savaşta silah da değilim."
Korel'in bakışlarının bana döndüğünü hissettim; gözlerimi açmadım ve kendimi en kötüsüne hazırladım. "Seni kullanarak benden intikam almaya çalışıyor," dediğinde gözlerimi deviresim geldi.
"Ciddi misin?" dedim yumruklarımı daha fazla sıkarak. "Bu kadar klişe mi cidden? Hem ben senin hayatında önemli biri değilim, beni neden kullansın sana karşı?"
Korel sustu, gözlerimi yavaşça açtığımda önümüzde tır olmadığını gördüm; yol ışıkları sürekli arabanın içine çarparken, onun öfkeli yüzünü aydınlatıyordu. Bağırıp çağırmanın bir faydası olmayacağını anladığım anda yutkunarak onu sakinleştirmeye çalıştım. "Ne bekliyorsun benden?" dedim çaresizlikle. "Senin anlatmadığın birçok şeyi o bana anlattı, sen bunu yapamazken o yaptı. Ben geçmişimi de geleceğimi de istiyorum. Korhan'la işbirliği yapmam şu an tek çıkar yol gibi görünüyor, başka bir yol göremiyorum."
Korel'in yüzü acıyla kasıldı; arabanın hızının biraz da olsa düştüğünü fark ettim. Direksiyonu kavrayan parmakları bembeyaz kesilmişti; gözleri ise hâlâ o mevsimi öldürüyordu ama o gözlerde bir meşale parladığında, "Anlamıyorsun," diye fısıldadı. "Kaldıramazsın, çok ağır."
"Korel," dedim muhtaç bir tınıyla. "Bana acımaktan artık vazgeç, bana acıma. Düşündüğünden çok daha güçlüyüm, güçsüz olacaksam da geçmişimle güçsüz olmak istiyorum. Bunu yapma." Duraksadım ve titreyen elimi koluna yerleştirerek sıktım. "Sana olan inancımı daha fazla öldürme. Sana karşı inancımı sonsuza dek öldürmeme sebep olma."
Gözlerim yüzündeki kızarıklığa her döndüğünde içimde ona karşı oluşan öfkenin yok olduğunu hissediyordum. Korel gözlerimin önünde yıkılmaz, başkaldıran görüntüsünden arınmıştı ve karşımda küçük bir erkek çocuğu gibi olmuştu.
Onun yaşanmışlıklarına, onun tokatlarına, onun çocukluğuna sahip çıkmak istedim.
Korel başını bana çevirdi ve aynı anda sert bir fren darbesiyle arabayı durdurdu. Bedenim öne giderken, Korel'in bakışları bir an bile olsun benden ayrılmadı. "Bana ne zaman inandın ki?" dedi gözlerini kısarak. "Bana ne zaman inanmayı tercih ettin?" Daha çok bir soru değil, bir yakarış gibiydi ama anlayamamıştım. "İnanmasan da inancın bitse de umurumda değil. Ben bana inanılmamasına alıştım."
Yolun ortasında durduğu için arka tarafta kalan arabalardan korna sesleri yükselmeye başladı fakat Korel umursamadan yüzüme bakmaya devam etti.
"İnandım." Kelime Korel'e ulaştığında o meşale sanki irislerini büsbütün yaktı. "Ne olursa olsun inanmak istiyorum, bunu görmüyor musun? Bu hayatta tek inandığım kişi sensin, başka kimse yok. Hayatımda güvenebileceğim başka hiç kimse yok." Gözlerinin içine baktım. "Senden başka. Sana güvenmeyi seçtim, neden her seferinde bunu boşa çıkarıyorsun?"
Korna sesleri arttı fakat Korel bir süre daha bana baktıktan sonra umursamayıp araçtan indi ve sırtını arabaya yaslayıp cebinden sigarasını çıkardı. Çakmağıyla sigarasının ucunu yaktığında ben de emniyet kemerimi açtım ve arabadan inerek yanına gittim. Bana baktı ve sigarasından büyük bir nefes alıp yüzüme üfledi.
Arkada kalan ve yanımızdan geçen arabaların sürücüleri küfür ediyordu; hemen arkamızdaki adam bir yandan kornaya basıyor bir yandan da dönmek için yan tarafımızın boşalmasını bekliyordu. Trafiği tamamen olmasa da bir noktada kilitlemiştik.
Gözlerini benden kaçırdığında çekinmeden elimi çenesine yerleştirdim ve bakışlarının tekrar bana dönmesini sağladım.
Korel'in mevsimi ölmüş gözleri bana döndüğünde, "Lütfen," dedim. "Benden gizleme, beni başkalarına itme."
Korel'in çenesi seğirdi, bileğimi kavrayıp, "Sakın," dedi. "Ona güvenmeyeceksin." Bileğimi kavrayışı sıkıydı; o kadar sıkıydı ki sanki beni bırakmak istemiyormuş gibiydi.
"Bana neden ablam öldüğünde orada olduğumu söylemedin?" diye sordum. "Neden? Bunu neden söylemezsin? Nasıl söylemezsin?"
"Çünkü bu kadarla sınırlı değil," dedi dişlerini kenetleyip gözlerimin içine bakarak. "Anlamıyorsun, hiçbir şey bu kadarla sınırlı değil. Sana bunu söylememesi gerekiyordu."
"Söyledi," dedim konuyu Korhan'dan çıkarırken. "Söyledi ve bitti. Sınırlar umurumda değil, senin de sınırın umurumda değil. Bana söyle, ne oldu?"
Korel elinde duran sigarayı yere attı, ayakkabısıyla söndürürken, "Çok küçüktün," dedi. Düzeltti. "Çok küçükmüşsün." Birkaç saniye bekledi ve sanki duyacaklarımı kaldıramayacakmışım gibi bana bir adım daha yaklaştı. "Geride bir oyuncağını bırakacak kadar küçükmüşsün."
Canımın acıdığını hissettim, dizlerim titremeye başladığında bir elimi Korel'in koluna yerleştirip ona tutundum. "O kadar küçük bir çocuk ablasının ölümünü kendi gözleriyle görmüş," dedi derin bir nefes vererek. "O kadar küçük bir çocuk ablası için eline bir neşter almış." Parmaklarım koluna daha fazla gömüldü. Korel, gözlerimin en derininde kalan acılarıma bakarak cümlesine devam etti ve o korktuğum son cümleyi kurdu. "O neşteri bir adamın boynuna saplamış; o küçücük kız, ablası için o yaşta katil olmuş."
Korel'in koluna gömülen elim yavaş yavaş serbest kaldı; parmaklarımı koklamak istedim. Ellerimde sanki ilk defa kanın kokusunun varlığını hissettim; acı şahdamarımdan beni kavrarken, küçük kız çocuğu Minel tam arkamda durmuş, muhtaç bir ifadeyle bana bakıyordu. Parmaklarının arasında tuttuğu neşter geçmişin kanını akıtırken, tam karşımdaki gözler benim ellerime sanki daha keskin neşterleri uzatıyordu. Zihnim bozuk bir plak gibi döndüğünde sanki ilk defa gerçeği duyurdu ve ablamın varlığını ilk o an net bir şekilde hissettim. İlk defa geçmişimin bir sahnesi zihnimde tamamen canlandı.
Parmaklarımdan damlayan kan ablam içindi; ben ablam uğruna katil olmuştum.
Paragraf Yorumları