Kör gecenin karanlığı gökyüzünü çarşaf gibi örtmüştü. Her yer zifiriydi, tek bir ışık dahi yanmıyordu; bütün yanan mumlar tek tek söndürülmüş, şehir kendini o gece karanlığa bırakmak istemişti.
Hava soğuktu ama kar soğuğu gibi değildi, aksine ılık bir soğuk vardı fakat gecenin sonunda kar soğuğu sadece geceye değil, bütün kalplere doğacaktı.
Açık pencereden elleri ceplerinde dışarıya bakıyor ve hemen arkasındaki adamla sessizliği paylaşıyordu. Gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde karanlığın içinde kendini hissetmedi; karanlığı kendisinin var ettiğini düşündü.
"Bu gece her zamankinden daha karanlık," dedi elleri ceplerinde durmaya devam ederken. Gözleri gökyüzündeydi ama arada sırada camdaki yansımadan arkasındaki adama bakıyor, onun da bakışlarının üzerinde olduğunu görüyordu. Bir şey söylemedi fakat o da gözlerini karanlık gökyüzüne çevirdi. "Çok tuhaf," deyip ellerini ceplerinden çıkardı. "Seninle tekrar karşılaşmak ve tekrar böyle bir karanlık gecede yüz yüze gelmek." İlk önce başını çevirdi, ardından tamamen dönerek pencerenin ucuna yaslandı ve kollarını önünde bağladı. "Daha önce de seninle böyle bir gecede vedalaşmıştım, sense hâlâ yaşıyorsun."
Adam çenesini havaya kaldırdı ve baştan aşağı karşısındaki adamı süzdükten sonra, "Yanlış," diyerek düzeltti. "Hâlâ yaşatıyorsun, hâlâ yaşamamı istiyorsun."
Önünde bağladığı ellerini hafifçe çözdü ve başını sol tarafına yatırıp, "Sence neden?" diye sordu. "Seni yaşatmamın en büyük nedeni sence ne?"
Adam endişeden uzak fakat soğuk bir ifadeyle güldü. Kafasını iki yana sallayıp, "Neden mi?" diyerek yineledi. "Çünkü sen Prometheus, sen henüz bana ne yapmak istediğine karar veremedin." Prometheus donuk bakışlarla adamı incelerken, yaslandığı pencerenin kenarından kısa adımlarla uzaklaştı ve adamın oturduğu masa ile sandalyenin yanına geldi. Üstten bir şekilde adama bakarken ellerini masaya yaslayıp üzerine eğildi. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı ve maskeyle kapattığı yüzüne rağmen, adam gözlerinden yüzünün resmini çizebiliyordu. "Yanlış cevap," dediğinde sesi maskeden dolayı boğuk çıkıyordu. "Seni yaşatmanın sana daha büyük bir ceza olduğunu bilecek kadar seni tanıyorum."
Adam gözlerini kıstı ve hemen karşısına oturan Prometheus'u adım adım izledi. Her hareketini hafızasına kazıdı, her hareketinde gizlenen imgeleri defterine kaydetti. "Doğru cevap," dedi adam ve işaretparmağını havaya kaldırdı. "Ama bir şeyi hep unutuyorsun. Beni yaşatırken kendini de yaşatıyorsun ve ben senin her adımını öyle bir takip ettim ki bir sonraki adımını kolaylıkla çözebiliyorum. Sana zararlıyım, artık bunu sen de biliyorsun hatta Prometheus, yüzündeki maskenin bile bir anlamı yok artık. Maskeni çıkar; karşıma onlarca, yüzlerce kişi getir ve aralarında sen de dur. Bakışlarından seni direkt tanırım, attığın adımdan bilirim, nefes alışından da hissederim."
Prometheus dirseğini masaya koydu ve ellerindeki eldivenlere rağmen masada ritim tutarak sert sesler çıkarmaya başladı. "Haklı olabilirsin," dedi en sonunda ama rahatsız görünmüyordu. "Fakat sen beni sadece fiziksel olarak tanıyabilirsin; planlarımı, yollarımı ve düşüncelerimi asla bilemezsin."
"Kesin konuşamazsın," dedi adam ve Prometheus'un yüzüne doğru eğildi. "Senin geçmişini biliyorum, geçmişini bildiğim biri olarak karşımdasın; bu ne demek biliyor musun? Yazdığın bütün defterlerindeki planları ezberledim demek. Bütün yollarını tahmin edebilirim demek. Bütün düşüncelerinin asıl nedenini çözebilirim demek. Kabul et Prometheus, senin en güçlü düşmanın benim."
Prometheus rahat bir nefes verdi ve sırtını sandalyeye yaslayarak, "Madem öyle, bunların beni korkutmayacağını da bilmen lazım," dedi. "Düşmanlardan keyif alırım fakat senin boynunu tek bir hamleyle kırmam saniyelerimi bile almaz."
"Elbette," dedi adam karşı çıkmayarak. "Ama ben senin karşında fiziksel olarak güçlü değilim ki. Ben senin karşında senin geçmişinle beraber güçlüyüm. Prometheus, senin karşında seni bildiğim için güçlüyüm. Durma, benim boynumu tek bir hamleyle kır çünkü ben senin boynunu kırmam, bunu biliyorsun."
Adamın sesindeki tehdidin tınısını alan Prometheus hafifçe tebessüm ettikten sonra, "Bana geçmişimin zarar vereceğini düşündüren ne?" diye sordu.
Adam omzunu umursamaz bir edayla kaldırdı, bir an olsun gözlerini Prometheus'un gözlerinden ayırmıyordu. "Güçlüsün," dedi Prometheus'u işaret ederek. "Çeviksin, akıllısın ve her şeyden önce, en önemlisi, çok zekisin." Bakışları kısıldı. "Pişmanlığı hissedemiyorsun, acıyı hissedemiyorsun, sevgiyi hissedemiyorsun; bunlar yüzünden daha güçlüsün ve bunlar yüzünden daima dikkatlisin." Kafasını salladı, duraksadı ve masanın üzerinden Prometheus'a biraz daha yaklaşıp fısıldadı. "Fakat senin de hissettiğin duygular var; o duygular seni güçlü kılan ama bir yandan da dikkatini dağıtabilecek duygular: intikam, kin, öfke, hırs ve en önemlisi nefret." Prometheus yaslandığı yerden doğruldu ve o da adama yaklaşarak cevap verdi. "Sorumun cevabını alamadım."
"Aldın," dedi adam ve gözlerini sıkıca yumdu. "Geçmiş, Prometheus, geçmiş. Bütün duyguların geçmişinde saklanıyorsa geleceğinde yoluna çıkacak bütün duygular seni yok edebilir çünkü hepsi sana aittir." Gözlerini açtı.
Prometheus kısa bir süre düşündü; kafasının içinden binlerce düşünce geçse de asıl önemli olan hangisi, biliyordu. "İntikam," diye fısıldadı adamın gözlerinin içine bakarak. "Hem canlı hem cansız hissettiren bu duyguyla ilk tanıştığımda kaç yaşımda olduğumu sen benden daha iyi biliyorsun." Adam hiçbir şey söylemeden öylece dinledi.
"İntikam öyle bir duygu ki bir elimi gökyüzüne kaldırdığımda avcuma yıldız tozları doluyor fakat aynı anda diğer elim ise yeryüzünde toprağa zehrini ekiyor." Prometheus derin bir nefes daha aldı. "Yıldız tozlarını serbest bırakmayı ben istemedim fakat gökyüzü beni kabul etmedi; ben de yeryüzüne zehrimi ektim."
Kafasını sallayan adam, "O zehri bana defalarca yedirdin," dediğinde gece boyunca ilk defa sesinde acı duyuldu. "Geriye hiçbir şey kalmadı."
"Kaldı," dedi Prometheus. "Benim zehrim hiçbir zaman çürümez, her seferinde yenisini ekerim. Ama bak..." deyip sol elini havaya kaldırdı. "Bu elim boş çünkü artık elimi gökyüzüne uzatmıyorum."
Adam öfkeyle, "En son ne zaman elini gökyüzüne uzattın ki?" diye sordu. Ellerini yüzüne yerleştirip şakaklarını ovdu.
"Beni çok iyi tanıdığını söylüyorsun, nasıl bilmezsin?" diye sordu Prometheus. Ses tonundan öfkelenmeye başladığı anlaşılıyordu; bir elinin parmakları hafifçe içeri kıvrılmıştı. "Geceydi," diye başladı söze. "Bu geceden belki de daha karanlıktı ama gökyüzünde yıldızlar vardı. Yerde yatıyordum, sokak soğuktu ama yer sıcaktı çünkü güneş sıcaklığını yere bırakmıştı. Diğer çocuklarla kaçmak için sokağa çıkmıştık çünkü üzerimizden bir kumar döneceğini biliyorduk. Bütün çocuklar kaçmayı başardılar, bense büyüyünce o kaçan çocukların hepsini öldürdüm; neden, biliyor musun?" Adamın şakaklarını ovalayan parmakları duraksadı, gözlerini kaldırıp Prometheus'a baktı. "Eğer onlar da benim gibi kaçmayı başaramasalardı, o gece tecavüze uğrayan erkek çocuğu onlardan biri olabilirdi."
Adam bildiği hikâyeyi Prometheus'un o boğuk sesinden dinlerken ürperdi ve küçük erkek çocuğunu sanki yanında hissetti. "Benimle oynadıkları onlarca kumardan en sonuncusu buydu," dedi Prometheus. "O gece son kez elimi gökyüzüne kaldırdım ve kimse kurtarmıyorsa yıldızlara tutunmak istedim, ellerime tozdan başka hiçbir şey bulaşmadı." Fısıldayarak devam etti. "O geceden sonra bir daha benimle kumar oynayamadılar, o geceden sonra bir daha elimi gökyüzüne uzatmadım. Şimdi anladın mı? Doğduğumda iyi biri olmamak için doğmuştum ama iyi biri olmak istedim, çaba gösterdim; insanlar buna izin vermedi, insanlar beni yarattı ve ben onların Tanrısı oldum; herkes kendi Tanrısını aslında içinde yaşattı."
Bakışlarını ilk defa kaçıran adam pencereden dışarıya bakıp derin bir nefes aldı; aldığı nefes ciğerlerine battı. "Bütün bu duygular seni var etti ama bütün bu duygular da seni yok edecek."
"Belki öyle, belki de değil," dedi Prometheus ve oturduğu sandalyeden kalkıp ayakta dikildi. "Sana o geceyi anlatmadım, o gecenin ardında bıraktığı intikam duygusunu anlattım ve siz, o geceden sonra intikam almak istememe neden olan izleyicilerdiniz. Elimi havaya kaldırdım, sizleri gördüm; elimi aşağı indirdiğimde diğer elim yeryüzündeydi. Gözlerinizin içine baka baka ektim ben zehrimi."
Adam kısa bir süre masanın üzerine baktı fakat daha fazla dayanamayıp gözlerini tekrar Prometheus'la buluşturdu. "Benden karımı aldın, bir kızımı aldın, daha ne istiyorsun?"
"Çok daha fazlasını," dedi Prometheus. "Dünya üzerinde hissedebileceğin bütün acıları hissetmeni istiyorum; hissetmediğin acı kalmasın istiyorum ama bu gece, senin düşündüğünün aksine ölmen için sana bir şans vereceğim."
Adamın gözleri aydınlandı ve Prometheus'un gözlerinin tam içine bakarak dürüstlüğünü ölçmeye çalıştı. "Nasıl?" diye sordu tereddütle.
Prometheus pencere kenarına gitti ve tekrar gökyüzüne baktığında karanlığın biraz daha grileştiğini fark etti. "Kumar," dedi, ardından tek elini cebine yerleştirdi. "Senelerdir bu kumarhanede, bu odada kilitli yaşıyorsun; hiçbir zaman dışarı çıkamadın ve kimse burada olabileceğini düşünmedi ama bak, Tanrın sana iyilik yapacak ve ayağına kızın Minel'i getirecek Doğuş."
Doğuş Karaer bir anda ayağa kalkınca oturduğu sandalye geriye düştü. "Aklımla oynuyorsun," dedi. "Nasıl?"
Prometheus penceredeki yansımadan Doğuş'un yüzüne baktığında o yansımada göz göze geldiler. "Senin düşündüğünün aksine Doğuş; küçük masum kızın peşime düşmeye başladı, onu buraya çağırdım."
"Ona ne yapacaksın?" diye sordu Doğuş ve Prometheus'un hemen yanına gidip kolunu kavradı fakat o sırada Prometheus kolunu hızlı bir hareketle Doğuş'tan kurtardı ve elini onun boynuna dolayıp pencerenin kenarına doğru çekti. Refleksleri belki de herkesten kuvvetli olan Prometheus'un hisleri de yırtıcı bir hayvanınki kadar güçlüydü. Tehlikeyi hemen anlardı; Doğuş onun için bir tehlike değildi.
"Onun hafızasıyla oynayacağım," dedi Prometheus ve Doğuş'u pencerenin demir parmaklıklarına yasladı. "Ona bir tercih hakkı vermeyeceğim ama seninle şimdi bir kumar oynayacağız." Boğazına sarılı olan parmakları çenesine uzanınca Doğuş öksürmeye başladı ve Prometheus çenesini sertçe kavradı. "Bu ev, onun için geçmişi demek ve küçük kızın için üç kapı açılacak; o kapılara seninle beraber karar vereceğiz."
"Ona zarar verme," dedi Doğuş, sıkılan çenesinin arasından. "Ondan artık uzak dur, yaşına rağmen başına gelebilecek en büyük acıları çekti."
"Birincisi," dedi Prometheus duymazdan gelerek. "Onu öldüreceğim." Doğuş kafasını hızla onu engellemek istermiş gibi iki yana salladı. "İkincisi..." Çenesini kavradığı elini gevşetti. "Bu labirent gibi olan evden kaçmaya çalışacak ve eğer çıkışı bulursa seni de bulmuş olacak; bu odaya girdiğinde senin yaşadığını hissedecek ama aynı anda seni öldüreceğim."
Doğuş gözlerini sıkıca yumdu, altdudağını dişledi. "Bulamaz," diye fısıldadı. "O bu evi çoktan unutmuştur."
"Düşündüğünden daha fazlasını hatırlamaya başladı," dedi Prometheus. "Senin yaşadığına sonuna kadar emin artık. Artık ailesini hissediyor bu yüzden seni bulma ihtimali de var ama bulmasıyla ölmen bir olacak; şuna bakın!" dedi alayla. "Ne büyük acı." "Üçüncüsü?" dedi Doğuş gözlerini açarak.
"Üçüncüsü ve en güzeli..." dedi Prometheus. "Hiçbiri olmazsa ona annesinin bu güzel mektubu Mine'nin ruhuyla okutulacak, sen de uzaktan sadece izleyecek ve hiçbir şey yapamayacaksın." Elini arka cebine atıp mektubu çıkardı ve Doğuş'a uzattı. Çenesini tamamen serbest bıraktığında Doğuş hızla mektubu alıp okumaya başladı.
Okurken yüzünün şekli değişiyor, kafasını iki yana sallıyordu. Bazen gözleri doluyor fakat o yaşları geri gönderiyordu. "Hayır," dedi Doğuş, "bu kadarını kaldıramaz. Bu çok kötü."
"Düşündüğünden daha güçlü," dedi Prometheus. "Benim peşime düşüp korkusuzca karşıma çıkmak isteyecek kadar da cesur."
"Başka bir yolu yok mu?" dedi Doğuş fakat o sırada Prometheus mektubu Doğuş'un elinden çekip aldı.
"Seç," dedi Prometheus. "Burası kumarhane, oyunu kuralına göre oynayalım."
Doğuş düşünmeden, "Beni bulursa öldür beni," dedi direkt.
"Bensizliğe alıştı, yıkılır ama çabuk toparlanır."
"Diğer ihtimaller?" diye sordu Prometheus. "Ölmesi mi, yaşaması mı? Yaşarken gerçeklerle yüzleşmesi mi, ablasının ruhunun ona seslenmesi mi?"
"Bunu yapma," dedi Doğuş ve dizlerinin üzerine çökerek âdeta Prometheus'a yalvardı. "Her şeyi yap, bunu yapma."
Prometheus üstten üstten meydan okuyan bir ifadeyle Doğuş'a bakarken, "Seç," dedi tekrar. "Bir daha sormayacağım ve kendi bildiğimi okuyacağım."
Dizlerinin üzerine çöken Doğuş Karaer ellerini de yere koydu ve başını öne eğerek kızının yüzünü gözlerinin önüne getirdi; orada bir yerlerde nefes alıyor, hissediyor, duyuyordu. Kalbiyle hissediyor, aklıyla düşünüyordu; kızının nefes alması, onun kalbine güzelliği dolduran tek gerçeklikti.
"Ölmesini istemiyorum," diye fısıldadı Doğuş Karaer. "Her şeyi yap ama kızımın canını bağışla; annesinin düşündüğünün aksine, o bu hayatı hak ediyor."
Prometheus birkaç dakika Doğuş'un eğik olan başına baktı, başka bir şeyler söylemesini bekledi fakat hiçbir tepkiyle karşılaşmadığında masanın üzerindeki ipi alıp Doğuş'un elleri ile ayaklarını bağladı, ardından ağzını bir bantla sıkıca kapattı. Doğuş hiçbir şey söylemeden ne yapıyorsa ayak uydurdu; kendisini yönlendirmesine izin verdi.
En sonunda Prometheus yavaş adımlarla odadan çıkıp gitti. Ardından kapıyı kilitlerken, başını kaldırıp kapıya bakan Doğuş'un tek istediği, kızının onu bulmasıydı.
Saniyeler geçti; Doğuş çöktüğü yerde bir an olsun hareket etmedi, direnmedi.
Dakikalar geçti; Doğuş kızının ruhunu ruhunda hissederek arkasında bağlanan ellerini yumruk yaptı ve gözleri kapıda öylece bekledi.
Saatler geçti; Doğuş gözlerini ayıramadığı kapıya bakarken kaçınılmaz sonun geldiğini anlamıştı çünkü silahlar patlamaya başlamış, koşan ayak seslerini işitmişti.
Kapılar açılıp kapanıyordu; bir odadan başka bir odaya geçiliyordu ve en sonunda hemen yan odasına girildiğini duydu. Olduğu yerde sürünerek kapının önüne kadar gitmeye çalıştı fakat imkânsızdı; Prometheus ellerini bağladığı ipin diğer ucunu pencerenin demirine bağlamıştı. Kendi kendine kapalı olan ağzından sesler çıkarmaya çalıştı fakat sesi neredeyse hiç çıkmıyordu. Kızının adını haykırmaya çalıştı fakat o kadar silah sesinin arasından onun boğuk sesi duyulmadı.
İlk başta bir sessizlik oldu, sonrasında gürültü sesi duyuldu ve kızının yan odada olduğunu anladı.
"Kaç," dedi genç bir adam sesi. "Arkana bakmadan kaç, istedikleri sensin, ben onları oyalayacağım."
"Seni bırakmam," diyordu kızı. "Bunu asla yapmam."
Doğuş kafasını iki yana salladı ve kafasını arkasındaki duvara sertçe vurmaya başladı; amacı ses çıkarmaktı fakat başaramıyordu.
"Kaç," dedi genç adam. "Bunu yapmazsan seni korumaya çalışırken öleceğim, hiçbir kurtuluşum olmayacak."
"Yalan söylüyorsun," dedi Minel. "Seni bırakmayacağım." İnatçı yönü annesine benziyordu, ne zaman vazgeçmesi gerektiğini hiçbir zaman bilemeyecekti.
Odanın içinde hareketlenme oldu. Genç adam, "Bak o küçük kıza," dediğinde Doğuş neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. "O küçük kız geçmişinde kurtarılmayı bekliyor, bunu şimdi yapmazsan hiç yapamazsın. Bu şekilde ikimiz de zarar göreceğiz."
Doğuş o an yan taraftaki odanın hangisi olduğunu anladığında, parçalanan parmağının yeri sızladı.
Mehveş Karaer'in intihara teşebbüs ettiği o odanın içindelerdi; o kötü olaydan sonra bir daha o odaya girmemişlerdi. Kızı şimdi o odanın içindeydi.
"Kalbim kalbinin üzerinde atmaya devam edecek." Kızının cümleleri Doğuş Karaer'e ulaştığında kalbinin üzerine sert ve zehirli bir hançer saplanmış gibi oldu. "Babam öyle söylerdi, babam hiçbir zaman yalan söylemezdi."
Babası haykırmak istiyordu; kızının inancını köreltmek uğruna haykırmak, onun karşısına geçip ayaklarına kapanmak istiyordu.
Kısa bir sessizlik oldu; sessizliği dikkatle dinleyen Doğuş Karaer, bir silahın kilidinin açılma sesini duydu. "Prometheus beni canlı mı istiyor?" diye sordu küçük kızı. "Onu serbest bırakmazsanız beni canlı bulamayacak."
Doğuş Karaer korkuyla başını arkasındaki duvara daha sert bir şekilde vurmaya başladı ve aynı anda hırladı. Geride duran bacaklarını yere çarpıp ses çıkarmaya çalıştı fakat bacaklarından da demirlere bağlanmıştı ve yere çarpamıyordu. En yüksek sesi başını çarparak çıkarabiliyordu.
"Koş!" dedi genç adam fakat kızının koştuğunu duymadı. "Koş!" dedi tekrar. "Peşinden geleceğim." Minel bu sefer koştu ve bir kapı açıldı; Doğuş'un gözleri kendi kapısına döndü fakat açılan kapı onun kapısı değildi. Kafasını histerik bir şekilde çarpan Doğuş'un kulaklarına çellonun sesi dolduğunda kumarı kaybettiğini anladı.
Kızı onu bulamamıştı; kızı onun canını farkında olmadan bağışlamıştı fakat bu bağışlama, onun için ölümden daha kötüydü.
Doğuş Karaer kafasını vurmayı bıraktığında başı öne düştü. O sırada bulunduğu odanın kapısı açıldı, içeriye iki tane takım elbiseli adam girdi ve onu ayağa kaldırıp iplerinden kurtardılar.
"Kafası kanıyor," dedi adamlardan biri ve ardından duvara baktılar. "Duvara çarpmış."
Çarpmamıştı, bilerek vurmuştu fakat onlar bunu anlayamazdı. Doğuş'un elleri ve ayakları bağlandığı demir parmaklıklardan ayrıldı fakat bedeninden ayrılmadı. İki adam kollarına girdi ve ayaklarını yere sürte sürte onu büyük salona kadar götürdüler.
Onu salonun en karanlık köşesine, havuzun arkasında dizlerinin üzerine bıraktıklarında kızının yüzünü gördü ve o an bedeni de yana düştü. Burnuna dolan kan kokusu kendi başından geliyordu fakat hissettiği kan kokusu Mine'nin, kızının kanının kokusuydu.
Minel'in gözlerine baktığında büyüdüğünü gördü. Saçları uzamıştı; küçük bir kız çocuğundan çok, artık bir kadın gibi olmuştu ve duruşu bıraktığı halinden daha güçlüydü. Fakat bakışları... o bakışları hiç değişmemişti. Hâlâ muhtaç, istekli ve kimsesiz bir kız çocuğu gibi bakıyordu. Gözlerinde daima umut vardı fakat sanki o umudu bile artık istemiyordu.
Çırpınışlarını izledi, mektup okunurken yüzünün şeklinin değiştiğini gördü, hayal kırıklığını bakışlarında tattı ve dizlerinin üzerine çöküşüne şahit oldu.
Doğuş Karaer'in gözlerinden yaşlar dökülürken, kendini canlı değil de bir mezarın içinde hissediyordu; o mezarın içinde kızını izliyor fakat bir ölü olduğu için kızını kurtaramıyordu.
Minel'in gözlerinde umut son bulacak, kimsesizlik ise baki kalacaktı, bunu biliyordu.
Onun gözlerine umudu eken babasıydı, kimsesizliği aşılayan ise gidişiydi.
Minel Karaer, Doğuş Karaer'in en yaralı ve en korkak tarafı olarak kalacaktı.
***
Dizlerim acıyordu, ellerim acıyordu, bedenim acıyordu, kalbim acıyordu, ruhum acıyordu.
Hissedebileceğim bütün acıları hissediyormuşum gibi geliyordu; ruhum kendi acısına rağmen bu kadar acıyı nasıl kaldırabiliyordu bilmiyordum. Çığlık çığlığa bağırmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak ya da sonsuza kadar gözlerimi kapatıp o anı zihnimden yok etmek istiyordum fakat bu imkânsızdı.
Kucağıma düşen ellerime bakıyordum; çellonun sesi yavaş yavaş silinerek susmuştu, kendi nefes sesimden başka hiçbir ses duyamıyordum, kulaklarım ise acıyla çınlıyordu. Tam karşıma bakmaya cesaretim yoktu.
Ağlamak istiyordum.
Delicesine, ciğerimi söke söke ağlamak istiyordum ama ağlayamıyordum; ruhum sökülüyordu, iğneler kalbime batıyordu, boğazım cayır cayır yanıyordu fakat ağlayamıyordum.
Başımı hafifçe yerden kaldırıp etrafıma baktım, kaç dakikadır öyle durduğumu bilmiyordum.
Büge hemen yan tarafımda duruyordu, Gürkan onun yanındaydı; takım elbiseli adamlar gitmişti ve arkama baktığımda hiçbir din adamını göremedim. Hepsi yok olmuştu, kocaman salonda kimse kalmamıştı.
Havuza korkarak baktım; Özge'nin cesedi yere serili duruyordu, Korhan ise sırtı bana dönük bir şekilde cenin pozisyonunda yatıyordu. Yüzü Özge'ye dönüktü fakat hiç kıpırdamıyordu.
Onun yüzünü hayal etmek bile kurşun yemişim gibi hissettirirken nasıl olacaktı da ben Korhan'ın yüzüne bakabilecektim?
Salonun diğer her yerine baktım, Korel'i göremedim. Ayağa kalkıp onu aramak istesem de bacaklarımda kuvvet yoktu fakat bu beni engelleyemezdi; sürünmeyi seçtim.
Yerde sürünerek havuza doğru giderken Korhan'a bakıyordum. Bir an olsun kıpırdamıyor, nefes dahi alamıyor gibiydi. Ona da mı bir şey yapmışlardı?
Kuruyan boğazıma rağmen, "Korhan?" diye fısıldadım. Biraz daha sürünüp onun yanına ilerledim. Arkasına ulaştığımda elimi kaldırıp ona dokunacak gibi oldum fakat bunu yapmadan önce, "Korhan," dedim tekrar. Mumların çoğu açık olan kapıdan dolayı rüzgârdan sönmüştü fakat havuzun etrafını saran mumların birkaçı yanıyor ve Korhan'ın yüzünü aydınlatıyordu.
Elleri ve ayakları bağlanmıştı; ilk olarak ellerine uzandım ve bağlanan halatı zorlukla açtım. Korhan hareket etmeden, öylece durdu ve ellerini arkasından bir an olsun çekmedi. Kocaman adam karşımda ufacık bir çocuğa dönmüş gibiydi.
Bacaklarına bağlanmış olan ipleri de sökünce, "Korhan," diye fısıldadım tekrar. Başımı eğip yüzüne baktığımda kalbimi acıtan, durmasını isteyeceğim o görüntüyle karşılaştım.
Ağzında bir bant vardı, gözlerini Özge'nin ölü bedenine dikmişti ve nefes almıyor gibiydi. Kaldıramayacak gibi oldum; gözlerimi onun gözlerinden hızla uzaklaştırdım ve ağzındaki bandı yavaşça çekip çıkardım. Hayır; hareket etmedi, yattığı yerden kalkmadı, Özge'ye bakmaya devam etti. Sürünerek hemen karşısına geçtim ve görüş açısını kapatıp Özge'yi gizledim.
"Korhan," dedim tekrar. Sesim titriyordu, ellerimi onun yüzüne doğru uzattığımda ellerimin de titrediğini gördüm. Ne diyeceğimi bilemiyordum, giden bir can için özür dilenir miydi? Bu vicdan azabı beni yaşarken öldürürdü.
Bakışları daldığı noktadan uzaklaşıp yavaş yavaş yüzüme tırmandı. En sonunda gözlerime kilitlendiğinde bakışlarında öyle net bir acı gördüm ki o acıyla Korhan'ın da yaşayamayacağını düşündüm. Onu tanıdım tanıyalı ilk defa gözlerinde kederi görmüştüm.
"Yaşadığını söyle," dedi; sesinin kısıldığını fark ettim. "Onun ölmediğini söyle." Çok fazlaydı, bu kadarını kaldırabilecek gibi değildim. Ağzımı açamadım, ona tek bir kelime dahi söyleyemedim ve yüzüne utanmadan bakmaya devam ettim. "Söylesene," dedi tekrar. "O ölmedi, değil mi?"
Daha önce Özge ve Korhan'ın arasındaki bağı bilmiyordum ama şimdi gördüğüm, birbirlerine dolanan iki sarmaşık olduklarıydı.
Tam o sırada kumarhanenin dışından bir silah patlama sesi geldi; başımı hızlıca kapı tarafına çevirip, "Korel!" diye bağırdım. Durduğum yerden kalkmaya çalıştım fakat Korhan kolumdan sertçe tutup beni aşağıya çekti ve kendine yaklaştırdı. Gözlerimin içine bakarak, "Söyle," dedi. "O yaşıyor mu?"
"Korhan, lütfen," deyip kolumu ondan kurtarmaya çalıştım fakat yapamıyordum; öyle güçlüydü ve öyle sıkı tutmuştu ki hareket dahi edemiyordum.
"Söyle!" diye bağırdı Korhan gür bir sesle. Gözlerinin acıyla dolduğunu gördüm. "Bana onun yaşadığını söyle!"
Dışarıdan başka bir silah sesi daha duyulduğunda, "Korel!" diye inleyip çırpınmaya başladım. "Ona bir şey yapacaklar." Yaptığım bencillik miydi bilmiyordum fakat Korel'e bir şey olacağı düşüncesi beni mahvediyordu.
Korhan kolumu bırakmadan yattığı yerde doğruldu ve dizlerinin üzerinde Özge'ye doğru gitti; beni de arkasında sürüklüyordu. Peşinden giderken ondan kurtulmaya çalışıyordum ama buna izin vermiyordu.
Özge'nin yüzüstü düşen vücudunu hafifçe çevirdiğinde onun rengi gitmiş yüzüyle karşılaştı. Özge'nin dudakları aralıklı duruyordu, gözleri açıktı, direkt Korhan'a bakıyordu, gözlerinde yaş olduğuna yemin bile edebilirdim.
Korhan kolumu hafifçe bıraktı fakat Özge'nin o görüntüsünden sonra yerimden hareket edemedim. Korhan, Özge'nin yüzünü elleri arasına alıp onu kucağına doğru çekti. "Özge," dedi
Korhan, yanaklarını okşarken. "Aç güzelim gözlerini, geçti."
Ellerimi saçlarıma geçirip çekmeye başladım. Sürünerek geriye giderken gözlerimi Korhan'dan ayıramıyordum.
İlk önce Özge'nin alnından öptü, ardından yanaklarından öptü ve en sonunda dudağından öptü. "Buradayım," derken sesi öyle bir titredi ki sanki salonda deprem oldu, ben yerin dibine kadar sürüklendim. "Oyun bitti, gözlerini açabilirsin."
Geriye doğru gittiğim yerde salondaki masanın ayağına çarptım ve sırtımı yaslayarak kendimi olabildiğince gizlemeye çalıştım.
İleriden Gürkan sürünerek yanımıza gelmeye çalışıyordu fakat onun ellerini açacak gücüm bile yoktu.
Çok fazlaydı; bir insanın yaşayabileceğinden, kaldırabileceğinden fazlaydı.
Korhan kulağını yavaşça Özge'nin kalbine yasladı ve bir süre öyle durduktan sonra, "Atmıyor," diye fısıldadı. "Kalbi atmıyor." Başını yaslandığı yerden kaldırıp gözlerini bana çevirdi. Yanağına Özge'nin kalbinden kan bulaştığını gördüm; o kalbinin üzerine bırakılan iz sanki Korhan'ın yanağına bulaşmıştı.
Saçlarımı daha fazla çektim. Masanın altına gerileyip oraya saklandım. Kısık ışığa rağmen Korhan'ın gözlerinin tam üzerimde olduğunu görebiliyordum.
"Kalbi atmıyor," dedi Korhan bana bakarak. "Öldüğü anlamına geliyor, değil mi?" Kafamı korkarak iki yana salladığımda bedenimin titremeye başladığını hissettim. Korhan, Özge'den uzaklaştı ve dizlerinin üzerinden eliyle destek alarak yavaş yavaş ayağa kalktı. Gözlerim Korhan'ın sadece bacaklarını görürken, "Cevap ver," dedi. "Öldüğü anlamına mı geliyor?" Daha fazla titremeye başladım, saçlarımı kavrayan ellerim durmuyordu ve sanki her yerde deprem oluyordu. "Cevap ver!" diye kükredi ve sert bir şekilde yumruğunu altına saklandığım masaya vurdu. Tahta masa çatlarken çığlık atıp titremeye devam ettim.
Masanın altına eğildi ve beni kolumdan sertçe çekip öne çıkardı. Bedenim sürüklenirken sırtımı masanın ayağına çarpmıştım. "Öldüğünü söyle!" diye haykırdı.
Titreyen ellerimi kulaklarıma bastırıp çığlık atmaya başladım. Bedenim öne arkaya giderken, dizlerimi göğüs kafesime çekip gözlerimi kapattım. Art arda çığlıklar atarken Korhan'ın sesini bastırmaya çalışıyordum ama imkânsızdı. Aynı cümleyi tekrar edip duruyordu. Omuzlarımdan beni sarsıyordu fakat zaten öyle bir titriyordum ki onun sarsmasına gerek yoktu. "Öldü!" diye bağırdım en sonunda. "Öldü, o öldü! Benim yüzümden öldü!" Ellerimi kulaklarıma daha fazla bastırdım, gözlerimi daha sıkı yumdum. "O öldü!"
Her yer sarsılıyordu, dünya yok oluyor gibiydi; kendi çığlıklarımın arasında zihnimde başka bir kadın çığlık çığlığa bağırıyordu. Korhan'ın omuzlarımdan sarsan elinden önce başka elleri bedenimde hissediyordum.
"Minel!" diye bir ses duydum, bu ses Korel'den başkasına ait değildi. Zihnimin içinden mi geliyordu, gerçek miydi bilmiyordum ama gözlerimi de açamıyordum. Çığlıklar atmaya devam ederken, ellerimi kapattığım kulaklarımdan ayırdım ve tırnaklarımı boynuma saplamaya başladım.
"Öldü!" dedim tekrar. Damarımı sökmek istermiş gibi tırnaklarımı damarlarıma daha fazla bastırdım; kanın kokusunu alıyordum ama umursamadım. "Benim yüzümden öldü! Onu ben öldürdüm!"
Omzumu sarsan eller uzaklaşırken bir tepinme sesi duydum fakat gözlerimi yine de açamadım. "O gitti!" diye haykırdım.
"Onlar gitti! İkisinin de suçlusu benim!"
"Minel!" dedi Korel ve ellerimi boynumdan çekmeye çalıştığını hissettim; parmaklarımı, bileklerimi sıkıca kavramıştı. "Bak bana, bak bana, buradayım." Tırnaklarımı boynumdan çekmiyordum. "Gürkan!" diye haykırdı. "Onu buradan uzaklaştır, sakinleşmesini sağla. Korhan gözü dönünce ne yaptığını bilmez."
"Onun yüzünden öldü!" diye haykırdığını duydum Korhan'ın ama sesi gitgide uzaklaşıyordu. "Özge'yi o öldürdü!"
"Ben öldürdüm," dedim inleyerek. Bedenim öyle çok titriyordu ki sırtım masaya her çarptığında sert bir ses geliyordu.
"Benim yüzümden öldü."
Korel bileklerimi sertçe tutup çekti ve ellerimi havaya kaldırırken, "Aç gözlerini," diye bağırdı. Bedenim bütün gücünü kullanıyordu. "Aç gözlerini, ben buradayım. Sen kimseyi öldürmedin."
Kafamı iki yana sallayıp bağırmaya devam ettim. Korel titreyen bedenimi masanın yanından çekerken zorlanıyordu; karşısında ufacıktım ama o an artık gücümü ne kadar kullandıysam Korel'in gücü bana yetmiyordu.
Ellerimi bıraktı ve ellerini yüzüme yerleştirerek kilitlenen çenemi açmaya çalıştı. Bir eli ensemi tutarken, diğer eli çenemi açmaya çalışıyordu. "Minel," dediğinde çaresizliğini duydum. "Aç şu gözlerini, bir kere bana bak."
Kapalı gözlerimi zorlukla açmaya çalıştım fakat faydasızdı; Korhan ile Özge'nin görüntüsü bir türlü gözümün önünden gitmiyordu. Tırnaklarımı kendi etime batırmak istedim fakat acıyı hissetmedim; batırdığım yer Korel'in kolları, elleri, boynu ve yüzüydü fakat sesini çıkarmıyordu.
"Geçti," dedi çenemi sıkıca kavrayarak. "Bitti, geçti."
"Geçmedi," dedim acıyla. "Bu kadarı çok fazla, anlamıyorsun, çok fazla. Korel, çok acıyor, çok fazla acıyor."
Korel hiçbir şey söylemezken hareketlendiğimi hissettim; kollarını bana sararken, yerden havalandım. "Büge," diye seslendiğini duydum. "Gidiyoruz, kendine gel."
Büge, o iyi miydi? Tırnaklarımı batırmaya devam ediyordum, başımı Korel'in boynunun girintisine saklarken, Korel titreyişlerimden ötürü beni tutmakta zorlanıyordu. Yürüdüğünü hissettim, ardından adımları hızlandı ve rüzgâr sırtıma çarptı. En sonunda temiz havayı hissettiğimde o evden çıktığımızı anladım. Hava soğuk muydu bilmiyordum çünkü hissedemiyordum fakat rüzgârın saçlarımı uçurduğunu anlayabiliyordum.
Korel durdu; yere çöktüğünü hissettim. Yüzümü saklandığım boyun girintisinden uzaklaştırırken, "Minel," diye fısıldadı. "Aç gözlerini, çıktık o evden."
Gözlerimi hafifçe araladığımda her yeri bulanık gördüğümü fark ettim; diğer yandan başım dönüyordu, midem bulanmaya başlamıştı. Bulanık gören gözlerimin ilk seçtiği kişi hemen karşımdaki Korel oldu. Bir eliyle yanağımı tutarak başımın düşmesini engelledi. Başım geriye doğru düşerken, diğer eliyle ensemden tuttu.
"Korel," diye fısıldadım. Başımı bile sabit tutamazken nasıl olmuştu da tırnaklarımı onun etine geçirebilmiştim?
"Bitti," dedi sadece ve bir anda dudaklarını alnıma yasladı. Uzun bir süre öyle kaldıktan sonra geriye çekilip yüzüme baktı. "Ben buradayım."
Kafamı acıyla iki yana sallarken, başımı tekrar boynunun girintisine sakladım ve kollarımı bedenine sardım. Korel de aynı şekilde kollarını bedenime dolamış, sımsıkı sarılıyordu.
"Ne olur bana her şeyin kötü bir kâbus olduğunu söyle." Öyle içten dilemiştim ki Korel'in ağzından beni onaylayan bir cevap çıkmasını bekledim fakat o beklediğim cevabı vermek yerine, "Geçti," dedi belki onuncu kez.
"Korel," dedim elimi kalbime götürerek. "Çok acıyor."
Korel'in kolları sanki daha fazlası olabilirmiş gibi bedenime dolanırken, "Ben o acıyı geçireceğim," diye fısıldadı. "Ben gerekirse acını senden alıp kendime katacağım ama canının acımasına izin vermeyeceğim."
"Çok ağır," diye fısıldadığımda zihnimin bulanıklaşmaya başladığını hissettim. "O kadar ağır ki kaldıramıyorum."
"Sana söylemiştim; çok ağır, kaldıramazsın demiştim," dedi Korel. Haklıydı, ruhum bu kadarını kaldıramıyordu. Zihnim kapkaranlık bir ormanın içine girip yok olmaya başladığı sırada Korel kulağıma eğilip, "Olsun, ben senin kaldıramadığın acıyı da taşırım," dedi; son duyduğum cümlesi buydu, acıma merhem sürdü sanki ve karanlık beni içine hapsederken, kolları beni bir an olsun bırakmadı.
Bir yerlerde bir kadın çığlık atıyordu; o çığlıkları susturmak için ben de çığlık atıyordum ve biri beni omuzlarımdan tutup durdurmaya çalışıyordu. Savaşıyordum.
Bir el beni tutup karanlık bir kuyuya çekmeye uğraşıyordu; o eli durdurmak için tekmelerimi savuruyordum ve biri bedenime sarılarak beni durdurmaya çalışıyordu. Savaşıyordum.
Ellerimde, kollarımda, bedenimde acıyı hissediyordum; biri sanki damarlarımdan kanımı emiyor ve bunu yaparken keyif alıyordu. Gözlerimi açtığımda ateşle karşılaşıyor gibiydim ve kulaklarımda çınlamalar vardı.
Savaşamıyordum, kurtulmak istiyordum.
Bedenim titriyor, ellerim yanıyor, ayaklarım parçalanıyordu. Bu böyle ne kadar sürdü bilmiyordum fakat bir keresinde gözlerimi hafifçe araladığımda hemen yanımdaki sandalyede oturan Korel'le göz göze geldik. Hemen elimi tuttu ve ayağa kalkıp elini alnıma dokundurdu.
Hafifçe tebessüm ettiğimde tebessümüme karşılık verdi ve tekrar gözlerimi kapatırken bir şeyler fısıldadığını işittim.
Savaştım, kurtuldum, savaştım, kurtuldum ve en sonunda kendimi bembeyaz bir boşluğa bıraktığımda daha huzurlu hissettim.
Kulaklarım sesleri daha fazla duymaya başladı; bir saatin tik takları vardı, bir yerden su damlıyordu, bir yerlerden konuşma sesleri geliyordu, biri yanımda nefes alıyordu.
Gözlerimi araladığımda ilk karşılaştığım bembeyaz tavan ve hemen yanımdaki serum torbası oldu. Zorlukla yutkunarak koluma baktığım vakit damarıma bağlanan bir iğne gördüm. Yüzümü buruşturduğumda elim o iğneye doğru uzandı fakat başka bir el elimi tutup beni engelledi. "Dokunma, kötü bir şey değil."
Başımı çevirip ona baktığımda Korel'in yorgun, uykusuz gözleriyle karşılaştım. Göz altları morarmıştı ve yüzünde, boynunda izler vardı. Gözlerim eline kayınca orada da aynı izleri gördüm. Sol gözünden aşağıya inen iz, tırnak iziydi. İnce bir şekilde duruyordu. Boynunda daha fazla tırnak izi vardı; elinin tersi de izlerle doluydu.
"Korel," dediğimde boğazımın acıdığını hissettim. Korel oturduğu sandalyeden kalktı ve masanın üzerindeki şişeden bardağa su doldurarak yanıma geldi. Elini enseme yerleştirip başımı kaldırdı ve suyu içmeme yardım etti.
Ilık suyu içerken Korel'le göz göze geldim ve son yuduma kadar içtim. "Daha ister misin?" diye sordu. "Hayır, teşekkürler," diye mırıldandım ve elimin tersiyle dudaklarımı sildim; kuruyan dudaklarımı hissedebiliyordum.
Korel tekrar sandalyeye oturdu ve bana bakmaya devam etti.
"Neler oldu?" diye sordum en sonunda. "Hastanelerden hoşlanmıyorum."
Korel başını sağa yatırdı. "Bir saat kendine gelmeni bekledik, kendine gelemediğinde yapabileceğimiz başka hiçbir şey yoktu." Bir saat? Korel'in gözlerinden yorgunluk okunuyordu; pencereye baktığımda havanın karanlık olduğunu gördüm.
"Ne zamandan beri buradayız?" diye sordum. Bana dönüp bir yıldır deseydi bile şaşırmazdım çünkü kendimi senelerdir uyumuş kadar yorgun hissediyordum.
Korel duvardaki saate baktı; saat 23.30'u gösteriyordu. "On yedi saattir hastanedeyiz." Şaşırmadım ve başımı onaylar gibi aşağı yukarı salladım.
"Büge ile Gürkan neredeler?"
"Onları dinlenmek için bir otele gönderdim, birazdan gelirler," dedi Korel. "Büge de pek iyi değildi ama hastaneyi kabul etmeyecek kadar da ayıktı."
"Sen de onlarla gidebilirdin," dediğimde Korel gözlerini ağır ağır devirdi ve bakışlarını odadaki boşu boşuna açık olan televizyona çevirdi. Bir haber kanalı açıktı, savaş haberlerini veriyordu.
"Çok yorgun görünüyorsun, hiç uyumadın mı?" Gözleri belirgin derecede kırmızıydı.
"Hayır," dedi net bir sesle. "Pek uyumayı sevmem."
Gözlerim tekrar bedenindeki izlere kaydığında özellikle boynundaki izlerin derinliği canımı yaktı. "Ben yaptım, değil mi?" diye sordum; Korel gözlerini televizyondan ayırıp gözlerime baktığında boynunu, yüzünü ve ellerini incelediğimi gördü.
"Bir önemi yok," deyip ellerini saklamaya çalıştı. "Kendine daha kötüsünü yaptın."
Kaşlarım çatıldı; elim boynuma gittiğinde acıyı o an hissettim. Boynumda sargı bezleri vardı, derin bir sızı hissediyordum. Yüzümü buruştururken, parmaklarımı sargı bezinin üzerinde gezdirdim. "Çok mu acıyor?" diye sordu ve o da yüzünü buruşturdu.
"Sadece sargı bezleri rahatsız hissettiriyor," diyerek yalan söyledim. "Acımıyor." Parmaklarımı yavaşça sargı bezlerinden çektim ve kırılan tırnaklarıma, aralarında kalan kan kalıntılarına bakarak, "Ona ne oldu?" diye sordum Korhan'ı kastederek. O sırada içeriye bir hemşire girdi ve bana bakarak, "Uyanmışsın," dedi. Sımsıcak bir gülümsemeyle serum torbasına uzandı; bittiğini gördüğünde, "Bu da sonuncuydu," dedi. "Tatlım, izin ver de iğneyi çıkarayım."
Kolumu öne uzatıp duruşumu dik bir konuma getirdiğimde Korel oturduğu sandalyeden kalktı. "Kahve alacağım," dedikten sonra yüzüme bakmadan odadan çıktı.
"Bana ne oldu?" diye sordum, Korel odadan çıktıktan sonra hemşireye.
Hemşire göz ucuyla bana bakarak, "Ağır epilepsi nöbeti," dedi, ardından çenemden hafifçe kaldırarak boynumdaki sargı bezlerinden bir tanesini hafifçe açtı. O sırada dişlerimi sıkıp derimdeki yanmayı görmezden gelmeye çalıştım.
"Epilepsi mi?" dedim; kaşlarım havaya kalktı.
"Bilmiyor muydun?" dedi hemşire; gözlerindeki o şaşkınlığı gördüm. "Epilepsin var ve çok zor bir nöbet geçirmişsin, eğer bayılmasaydın senin için her şey daha kötü olabilirdi. Bilinç kaybı var mı?"
Sorusuna karşılık olarak kafamı iki yana salladım.
"Şimdiye kadar bunu bilmemen şaşırtıcı; çoktan ilaç tedavisine başlaman gerekiyordu çünkü kendine zarar verecek noktaya kadar gelmişsin."
Elim boynuma doğru gitti; gözlerimi hemşireden kaçırarak, "Ne zaman çıkabilirim?" diye sordum.
Hemşire duraksayarak, "Doktorla konuşmanı öneririm, sabah gelecek," dedi.
"Peki öneriyi kabul etmezsem ne zaman çıkabilirim?" diye sordum bu sefer de.
Hemşire bıkmış bir ses tonuyla, "İstediğin zaman," dedi. "Fakat erkek arkadaşının buna izin vereceğini sanmıyorum, bütün gün yanından bir an olsun ayrılmadı ve epilepsini bilmediği için ona zarar vereceğini de sanırım düşünemedi. Onun yaralarına bakmamızı reddetti ama sen ikna edebilirsin."
İçimden bir ses Korel'in epilepsimi bildiğini ve bilerek kendine zarar verdirdiğini söylüyordu çünkü ona zarar vermeseydim kendime zarar verecektim. "O iyi mi?" dediğimde hemşire hafifçe tebessüm etti.
"Tek derdi sensin, iyi mi bilmiyorum ama sen iyi olursan kendini daha rahat hissedecektir. Nöbetlerin burada da devam etti ve defalarca ona seni tutmaması gerektiğini söylesek de bizi dinlemedi."
Nasıl göründüğümü hayal edince kafamı utançla iki yana salladım, başımı önüme eğdim. O sırada odanın kapısı açıldı, içeriye Büge'nin girdiğini gördüm. Arkasından Gürkan ve Korel girince hemşire hafifçe tebessüm ederek kapıya doğru yürüdü. Korel'e bir şeyler söylediğinde o da kafasını salladı.
"Minel," dedi Büge ve hemen yanıma gelerek beni kendine çekip sarıldı. Acıyla inlediğimde geriye çekilip, "Canını mı yaktım?" diye sordu.
"Bedenini çok zorladı," dedi Korel. "Ani hareketler yapma."
"Özür dilerim," dedi bana bakarak ve yüzümü inceledi. "Kendini nasıl hissediyorsun?"
"İyiyim," deyip Büge'nin elini sıkıca tuttum. "Siz nasılsınız?" Gürkan'a döndüm. "Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?"
Gürkan ellerini ceplerine yerleştirip sırtını duvara yasladı. "Bizi düşünme, gayet iyiyiz ve keyfimiz yerinde hatta Büge'nin karnını doyurmakla uğraştım bütün gün."
"Tabii," dedi Büge gözlerini devirerek. "Üç döner, iki lahmacun gömen bendim zaten." Güldüm ve altdudağımı dişlerimin arasına aldım.
"Birazdan çıktığımızda ben de bir döner yerim artık."
"Nereye çıkıyorsun?" dedi Korel ve yan tarafıma doğru geldi. Sesinde bir babanın azarlayan tınısı vardı. "Sabaha kadar buradayız, doktorla konuşmamız gerek."
Yüzümü buruşturup, "Korel," diye soludum. "Lütfen, gitmek istiyorum."
Korel kaşlarını havaya kaldırıp kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Lütfen," dedim tekrar ve başımı pencereye çevirdim. "Bu şehirde daha fazla kalmak istemiyorum, içim daralıyor. Söz, İstanbul'da başka bir doktora gideceğim."
Büge elimi destek olurmuş gibi sıktığında, camdaki yansımadan Korel'in yüzünü gördüm. Gürkan Korel'in omzuna dokundu ve onay verdiğini gördüm. Korel ise başını önüne eğerek birkaç dakika düşündü. En sonunda, "Tamam," deyip camdaki yansımadan bana baktı. "İstanbul'da bir doktor ayarlarız."
Teşekkür ediyormuş gibi gülümsedim ve üzerimdeki çarşafı kaldırarak hastane önlüğüme baktım. Ayaklarım yerle buluştuğunda başım döndü fakat bacaklarıma tekrar kuvvet geldiğini görmek iyi hissettirmişti.
"Hadi siz çıkın da Minel'i giydirelim," dedi Büge. Kalktığı yerden odanın köşesindeki torbaya yöneldi ve içinden yeni kıyafetler çıkardı.
"Çabuk olun," dedi Korel; peşinde Gürkan'la odadan çıkarken, Gürkan son bir kez dönüp bana gülümsedi.
"Bu kıyafetler nereden çıktı?" dedim gri kazağa ve koyu kot pantolona bakarak. "Benim kıyafetlerim değiller."
"Gürkan'la yeni aldık," dedi Büge ve sırıttı; içten gülümsemeye çalışıyordu fakat başaramıyordu. "Geçmiş olsun hediyesi." Büyük ihtimalle o kumarhanede giydiğim kıyafetleri bir daha görmek istemeyeceğimi düşünüp yeni kıyafetler almışlardı. Haklılardı fakat rol yapmalarına gerek yoktu.
Büge pantolonu giydirmek için eğildiğinde, "Daha neler Büge," dedim ve elinden pantolonu aldım. "İyiyim, bir şeyim yok." Pantolonu bacaklarımdan geçirdim ve fermuarıyla düğmesini de kapattım. Bedenime tam olan pantolon bacaklarımı sıkıca sarmıştı.
Önlüğü üzerimden yırtar gibi çıkardım ve önce sutyenimi, ardından kazağı giydim. Büge beni izliyor, bakışlarını bir an olsun yüzümden ayırmıyordu.
Odanın içinde diğer tarafa doğru yürümeye başladığımda Büge, "Nereye?" diye bağırıp önüme geçti.
"Elimi yüzümü yıkayacağım," deyip yanından geçmek için hamle yaptım fakat eliyle beni durdurdu. "Büge, bıraksana," dedim kaşlarımı çatarak. "Derdin ne?"
"Bence şimdi yıkamamalısın, su soğuktur," gibi saçma bir bahaneyi öne sürdüğünde derdinin ne olduğunu az çok anlamıştım.
"Büge," dedim ve beni tuttuğu elini itekledim. "Aynayla yüzleşmeye hazırım, merak etme."
Yanından geçtim ve odanın sol tarafındaki banyonun kapısını açıp içeri girdim, ardından kapıyı kilitledim. Sırtımı kapıya yaslayıp bir süre öylece kaldım, derin bir nefesin ardından aynaya doğru eğildim.
Nefesimi tutarken, ilk gözüme çarpan şey yüzümdeki silik tırnak izleri oldu. Çeneme doğru belirginleşiyordu ve sonunda boynumda sargı bezlerinin arasında kırmızı derimi gördüm. Yaralarımın üzerini sargı beziyle kapatmışlardı fakat aralardan görünen kızarıklıklar izleri daha fazla merak etmeme neden olmuştu.
Kaşlarım çatıldı ve aniden boynumdaki bir sargı bezini sertçe çekip çıkardım.
Tırnak izi gibi değil de bıçak izi gibi duruyordu; derindi, aşağı doğru çekiliyordu ve yutkunduğumda bile canımı yakıyordu. Yaraların içi kanla doluydu fakat üzerine ilaç sürüldüğü için kan rengi pembeye dönmüştü.
Diğer sargı bezlerini de hızla çıkardığımda boynumla yüzleştim ve her kesiğin aslında ne kadar da derin olduğunu gördüm. Gözlerim tırnaklarıma kaydığında bütün tırnaklarımın kırıldığını fark ettim; içleri kanla doluydu. Bakmayı daha fazla kaldıramayacağımı fark edip hızlıca suyu açtım ve sabunu elime sıkarak güzelce yıkadım. Sonrasında yüzüme buz gibi suyu vurdum ve dağılan saçlarımı bileğime takılı olan tokayla yukarıdan atkuyruğu yaptım.
Odanın kapısının açıldığını duydum ve Korel'in sesini işittim. "Minel nerede?" Büge banyoyu işaret etmiş olacak ki kapıya vuruldu. "Ne yapıyorsun, çıksana artık."
Son kez soğuk suyu alnıma dokundurdum ve en sonunda da boynuma ellerimi değdirerek soğuk suyla yanmayı kesmeye çalıştım. Sırtımda ve kollarımda şiddetli bir sızı vardı fakat aynadan sırtıma ve kollarıma bakacak gücü henüz kendimde bulamıyordum.
Büyük ihtimalle darbe almıştım, sırtım morluklarla doluydu. Zaten hassas olan cildim daha kötü hale gelmişti.
"Minel, sana diyorum," dedi Korel ve kapının kulpu hareket etti. "Açsana kapıyı." Sesi o kadar endişeli geliyordu ki belki de kendime bir şey yapacağımdan korkuyordu. Korel Erezli normalde bu hisleri saklamaya alışık bir adamdı fakat kumarhaneye girdiğimiz andan beri artık saklamak istemiyordu.
Belki de artık bana oyun oynamayacak kadar acınacak haldeydim.
"Çıkıyorum," dedim ve son kez aynaya bakarak derin bir nefes aldım, ardından kapının kilidini açıp kendimi dışarıya attım.
Karşıma ilk çıkan kişi Korel'di ve önce bana, ardından boynuma baktı. Banyoya girdi, lavabodaki sargı bezlerini gördü, geri çıktığında kaşları çatıktı. "Neden sargı bezlerini çıkardın?"
Gözlerimi devirmek ile devirmemek arasında kararsız kalırken, "Ciddi misin?" diye sordum. "O sargı bezleri kötü görüntüyü kapatmaya çalışmaktan başka işe yaramıyordu, ben de söküp attım."
Korel'in sinirlendiği yüzünden anlaşılıyordu. "Mikrop kapmasın diyeydi, kafandan uydurma bir şeyleri."
"Hadi oradan," dedim ve ben de ona ters ters baktım. "Mikrop sadece bana mı uğruyor, sen neden yaptırmadın o zaman?"
Gürkan, "Tartışmayın," dedi ve ikimizin ortasında durdu. Korel'e dönüp, "Ben bir çaresine bakarım," dedi. Bana döndüğünde ise, "Merhem sürmeyi asla bırakma," diyerek emir verdi.
Birbirimize ters ters bakarken gözlerini ilk ayıran o oldu ve kapıyı açıp odadan çıktı; ardından biz de onu takip ederken, düşük omuzları dikkatimi çekmişti.
"Onun üzerine çok gitme," dedi Büge ve koluma girdi; başkası girse hasta değilim der, uzaklaşırdım fakat Büge her zaman dokunmayı seven biri olduğu için hiçbir şey söylemedim. "Hastaneye gelmeden önceki halini görseydin..." Sustu ve yüzüme baktı. "Korel bambaşka bir adammış Minel, onun ruhunu gören ilk insan bence sensin."
Tedirginlikle yutkunup Korel'in sırtına baktım. Endişelendiğini biliyordum ama görmediğim için Büge gibi düşünemiyordum. "Büge," dedim ve yüzüne baktım; onun da bakmasını bekledim, bir süre sonra o da gözlerimin içine baktı. "Korhan'a ne oldu?"
Büge'nin yüzündeki gülümseme yavaş yavaş silindi ve gözlerini kaçırarak, "Kapatalım bu konuyu," dediğinde kolunu sıktım.
"Büge," diyerek onu azarladım. "Kapatmayacağımı biliyorsun, ona ne oldu?"
Büge altdudağını dişlerinin arasına aldı ve geri serbest bırakırken, "Onu o evde bıraktık," dedi. "Korel seninle ilgilendiği için onunla hiç ilgilenmedi; Gürkan onun yanındaydı ama onu da kovmuş. Üç-dört saat sonra haber aldık ki ne polise haber verilmiş ne de başka bir şey yapılmış. Kendisi savcı olduğu halde bu işin üzerini örtecek gibi görünüyor."
"İmkânsız," dediğimde Özge'nin görüntüsü gözlerimin önünden gitmiyordu. "Özge'nin ailesi hiç mi şüphelenmeyecek."
"Özge kimsesiz bir kadınmış," dedi Büge ve ağzından çıkanı geri almak istermiş gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "Her neyse, ne yapacağını bilmiyoruz."
"Kimsesiz mi?" diye sordum fakat soru daha çok kendime yönelik bir soruydu. Kimsesiz bir kadın olan Özge, Mine gibi gözlerimin önünde canına kıymıştı ve onun hayatındaki tek kişi belki de Korhan'dı.
Korhan kimsesiz değildi ama bir kimsesizin her şeyi olmak, kendini kimsesiz hissetmekten daha kötüydü.
Hastaneden dışarıya çıktığımızda kapının önünde bir aracın beklediğini gördüm. Gürkan araca doğru yürümeye başladığında Büge'ye baktım ama o da beni araca yönlendirdi.
"Korkma, çalmadık," dedi Gürkan ve gri arabanın kilidini açtı. "Eskişehir'den bir arkadaşımdan ödünç aldım, İstanbul'a geldiğinde benden geri alacak."
Kaşlarımı kaldırdım ve kafamı aşağı yukarı salladım.
Gürkan sürücü koltuğuna, Büge ise yolcu koltuğuna oturdu. Korel'le arka koltuklara oturduğumuzda Gürkan arabayı çalıştırdı ve yavaş yavaş hastanenin önünden ayrıldık.
Korel cebinden sigarasını ve çakmağını çıkarırken, gözleri gözlerimle kesişti. Hızlıca sigarasını yaktıktan sonra pencereyi hafifçe açıp dumanını dışarıya üfledi. Soğuk rüzgâr bedenime çarptığında ürperdiğimi hissettim ve spor ayakkabılarımı çıkarıp bacaklarımı göğsüme çektim. Bakışlarım karşımdaki yola odaklanmış olsa da Korel'in üzerimdeki bakışlarını hissedebiliyordum.
"Üşüyor musun?" diye sordu Korel ve sigarasını hızlı hızlı içmeye başladı. Başımı ona çevirmeden kafamı aşağı yukarı salladım ve bu tepkimden sonra pencereyi kapattığını duydum. "Gürkan, klimaları açsana."
Gürkan, "Tamam," deyip klimayı sıcak ayarına getirdi. Bir süre sonra arabanın içi sıcacık olduğunda mayıştığımı hissettim ve başımı koltuğun arkasına yaslayıp yanımdaki pencereden yolu izledim.
"Büge hemen uyudu," dedi Gürkan. "Bütün gün hiç uyumadı." Ben de kendimi tuhaf bir şekilde hâlâ yorgun ve uykusuz hissediyordum, gözlerimi kapatsam uyuyacak gibiydim. "Sen nasılsın, Turuncu?" diye bana sordu Korel.
İçimdeki sesi dile getirerek, "Hâlâ uykumun olması normal mi?" diye sordum Gürkan'a.
"Normal tabii," dedi Gürkan ve içimi rahatlattı. "Verilen serumlar ve ilaçlar seni uyuşturdu, gözlerini açık tutabilmen bile mucize. Geçirdiğin nöbet çok ağırdı."
Korel'in gerildiğini hissettim; Gürkan aynadan Korel'e baktı ve dudaklarını düz bir çizgi haline getirerek sessizliğe gömüldü.
Arabanın içinde sanki ölüm sessizliği vardı, kimse konuşmuyordu ve karanlık yol, içimi daha fazla parçalıyordu. Korel'e bakamıyordum fakat camdaki yansımadan bazen onun bana baktığını görüyordum. Sokak lambaları arada sırada onun yüzüne vuruyordu ve gözlerindeki yorgunluk beni üzüyordu. Dayanamadım, en sonunda, "Sen de uyumayı denesene," diyerek ona döndüm ve o sırada onun da bana baktığını gördüm.
"Uykum yok," dedi ama sesinden bile yorgunluk akıyordu. "Uykum gelirse uyurum." Yalan söylüyordu, uyumamak için direniyordu, bu çok açıkça belliydi.
"İnatlaşayım mı?" deyip gülümsedim fakat gerçek bir gülümseme değildi. "Sen uyuyana kadar uyumayacağım demeyi düşünüyorum."
Korel de aynı benim gibi samimiyetten uzak bir ifadeyle gü lümsedi. "Hadi oradan, bunu söylerken bile uyuyakalacaksın neredeyse." Haklıydı, gözlerimdeki ağırlık daha fazla batıyordu ve uykusuzluk başımı ağrıtmaya başlatmıştı. Boş boş onun yüzüne bakarken "Bak bak," dedi ve gözlerini açtı. "Gözlerin açık uyuyorsun, inatlaşma da uyu hadi."
Biraz daha inatlaşmak istedim fakat gözlerim bana destek çıkmayacak kadar kapanmaya muhtaç, başım öfkelenmeme neden olacak kadar ağrılıydı.
Korel'in bacağına baktım ve tekrar gözlerine odaklandım. Ne istediğimi anlayan Korel, "Gel," deyip beni kendine doğru çekti. Başımı yavaşça bacağına yaslayıp çıkardığı ceketiyle üzerimi örttü ve ben de cenin pozisyonu alarak ceketinin içinde kayboldum.
"Görüyor musun," dedi alayla. "Ceketim senin bütün bedenini sarıyor."
"Sürekli boyuma laf etmek zorunda mısın?" dedim fakat gözlerimi çoktan kapatmıştım. "Hep dediğim gibi, ben ufak değilim, sen kocamansın." Kapalı gözlerimin arasından güldüğünü hissettim ve o sırada, "Korel," dedim. "Bileğini uzatabilir misin?
Nabzını dinlemeye ihtiyacım var."
Korel elini yanağıma koydu ve bileği kulağıma denk geldiğinde hafifçe gülümsedim; bu sefer içten gülümsemiştim. Nabzı kulağımda atıyordu; atışları sakindi, duyabiliyordum. "Atışlar," dedim déjà vu'yü hissederek ve hissettirmek amacıyla. "Sarmaşıklarındaki nabzında. Öyle güzel ki ninni gibi."
Korel hiçbir şey söylemedi, bir süre cevap vermesini bekledim fakat sonunda dayanamayıp kendimi uykunun kollarına teslim ettim.
Bilincim yarı açık, yarı kapalıydı ve arada sırada yattığım yerde döndüğümde Korel'in üzerimi örttüğünü hissediyordum. Bir kere araba durduğunda Korel yavaşça başımı dizinden ayırıp koltuğa koydu ve bir süre gelmedi; huysuz bir şekilde hareketlenmeye başladığımda kapı açıldı ve içeriye soğukla beraber Korel girdi.
İlk önce üzerimdeki ceketi hafifçe aşağı indirip boynumu açığa çıkardı, sonra da buz gibi bir merhemi boynuma sürmeye başladı. Acıyla dişlerimi sıktığımda, "Uyu," dediğini işittim. "Bir şey yok." Daha nazik hareketlerle elindeki merhemi boynumdaki bütün yaralara sürdü ve sonra da yüzümdeki izlere dokundurdu. Eczaneye gittiğini o an anladım.
Gürkan'ın, "Kendi boynuna da sür," dediğini duydum.
"Gerek yok," dedi Korel kısık sesle.
Arabanın içinde tekrar sessizlik olduğunda boynumdaki yanma acılı bir hal aldı; büyük ihtimalle merhem mikrobunu emiyordu fakat bu kadar yanması normal değildi.
"Korel," dedi Gürkan ve yarı uykulu, yarı bilincim açık onların sesini ninni gibi duyarak uyumaya çalıştım. "Böyle olacağını sana en başında söylemiştim, hiç bu yola çıkmayacaktın."
Korel'in huzursuz bir nefes verdiğini hissettim. "Hiçbir şey olduğu yok, yolumdan vazgeçmiş değilim."
Sessizlik olduğunda Gürkan kısık sesle güldü. "O yolu çoktan yaktın sen, karşımda ilk tanıştığım Korel'i görüyorum. Geçmişin için çıktığın yolda onun geleceğini kurtarmaya çalışıyorsun. Gerçekte nasıl bir adam olduğunu en iyi ben biliyorum."
"Gürkan," dedi Korel hiddetle ve sesinin yüksek çıktığını fark ederek biraz alçalttı. "Ne demeye çalışıyorsun?" Sesi öfkeliydi fakat gerçek bir öfke değildi.
"Yüzüne yerleştirdiğin o maskeyi düşürdün," dedi Gürkan. "Eski Korel'i tekrar açığa çıkardın. Minel için değil köprüleri, bütün dünyayı yakarsın ve o dünyadan sadece onu sağ çıkarırsın. Ben bu adamı tanıyorum, biliyorum."
Korel'in cevap vermesini bekledim fakat o sustu. İnkâr etmedi, karşı koymadı, tepki vermedi ve sadece sustu. Bir süre sonra elini tekrar yüzüme koyduğunda nabzı kulağıma ulaştı. Hafifçe tebessüm ettiğimde sonsuza kadar aynı şekilde uyuyabileceğimi biliyordum, bu kez daha farklıydı, parmakları yüzümü de okşuyordu.
"Yakarım," diye mırıldandı. "Yaktım da Gürkan. Ve en çok ben yandım ama onu yine de kurtaramadım. Varsın bir kez daha yanayım ama bu kez Minel'i kurtarabileyim."
Soğuk bedenime çarptığında biri beni kucağına aldı ve arka mızdan kapının kapanma sesini duydum. "Eyvallah," dedi Korel; beni taşıyan kişi ondan başka kimse değildi. "Sonra görüşürüz." Gürkan da bir şeyler söyledi fakat kollarımı Korel'in boynuna sarıp başımı boynunun girintisine yerleştirdim ve uyuşuk bir şekilde, "Geldik mi?" diye sordum.
"Evet," dedi Korel ve evinin kapısının açılma sesini duydum. Ardından beni yatağa yatırdı, sonra da üzerimi örttü. Cenin pozisyonu alırken, üzerimdeki yorganı avcumun içine tuttum ve Korel'in, "Açma gözlerini ve uyu," dediğini duydum. "Çok yoruldun."
Son cümlesi bu oldu.
Sonrası kapkaranlıktı. O kadar karanlıktı ki bu karanlık beni rahatsız etti; adım atıyordum fakat attığım adımımı bile göremiyordum. Başımı gökyüzüne kaldırıyordum, siyahtı; yeryüzüne çeviriyordum, siyahtı. Uzun bir süre o siyahlığın içinde kilitli kaldım.
Sonra bir ses duydum; bana aitti ve o sese doğru koşmaya başladım. Şefkatli, istekli ve umutlu bir sesti. Koşarken bacaklarıma dokunuyorlardı, yolumu kesen taşlarla karşılaşıyordum fakat yılmıyordum. Kendi sesim beni bütün umuduyla çağırıyordu.
Sonra bir şey oldu, o sesim kesildi ve çığlık atmaya başladım; öyle çığlık atıyordum ki kendi çığlığımdan korktum. Koşmayı bıraktığımda bir el beni sertçe kendine çekti.
Boynuma bir bıçak dayadığında nefes dahi alamadım; çığlıklara annemin sesi katıldı, ardından ablam da bağırmaya başladı.
Boynumdaki bıçak sertçe çekilip kan akmaya başladığında kendi görüntümü çığlık atan halimle izliyordum. Gözlerim yok oluyor, karanlığın aslında ölüm olduğunu anlıyordum.
Sarsılarak olduğum yerden sıçradığımda karşımda onun yüzünü gördüm. "Sadece kâbustu," dedi Korel ve yüzüme gelen saçlarımı geriye attı. "İyi misin?"
Dudaklarım aralıklı bir şekilde nefes alırken kafamı iyiyim der gibi aşağı yukarı salladım ve Korel'in evinde olduğumuzu fark ettim. Evin içine loş bir ışık hâkimdi ve turuncu ışık Korel'in yüzüne çarpıyordu. "Ne zamandan beri uyuyorum," deyip elimi saçlarıma geçirdiğimde terden sırılsıklam olduğunu fark ettim.
"Çok değil, sekiz saattir," dedi ve oturduğu yataktan kalkıp mutfağa ilerledi.
"Sekiz mi?" deyip üzerimdeki yorganı attım. "Ne verdiler bana hastanede, uyku ilacı mı?"
Korel mutfaktaki ocağın başında bir şeylerle uğraşırken, "Normal çünkü çok yoruldun ve serumlar uyutabilecek etkide," dedi. "Hâlâ uykun var mı?"
Kendimi dinç hissediyordum fakat duş almaya ihtiyacım var gibiydi. "Hayır," dedim, ardından kendimi yataktan çıkarıp utangaç bir şekilde, "Duşunu kullanabilir miyim?" diye sordum.
Korel umursamaz bir tavırla omzunu silkti; bunun "umurumda değil, ne yapıyorsan yap" demek olduğunu anladım. Onun da saçları nemliydi; bu duşa girdiğini gösteriyordu. Onun mutfakta ne yaptığına bakmadan evinin banyosuna ilerledim ve duraksayıp, "Eşyalarım," diye inledim. "Onlar nerede?"
Korel omzunun üzerinden bana baktı ve koltuğu işaret edip tekrar arkasını döndü. Hızla çantaya uzandım; içerisinde annemin dosyasının olduğunu gördüğümde derin bir nefes alarak içinden iç çamaşırı, kot pantolon ve kapüşonlumu çıkardım.
Banyoya girdiğimde Korel'in mentollü şampuanının kokusu burnuma doldu. Aynaya bakmayı es geçerek duşu açtım ve üzerimdekilerden kurtularak kendimi duşakabinin içine attım. Sıcak su bedenime çarparken öylece bekledim ve derim buruşana kadar sıcak suyun altında kaldım. Sonrasında Korel'in mentollü şampuanını kullanıp güzelce temizlendim, fakat mentol yara izlerimi yaktı.
Uzun bir süre sonra duşakabinden çıkarken banyonun içinin buhar altında olduğunu fark ettim. Zihnim, düşünmeyi tamamen reddediyor ve bu benim isteğim doğrultusunda oluyordu fakat nereye kadar kaçabileceğimi de bilmiyordum.
Gözlerim aynayla buluştuğunda ilk olarak boynumun daha fazla kızardığını gördüm, ardından gözlerimin uyumaktan şiştiğini fark ettim. Bedenim ise daha fazla zayıflamış ve omuzla rım düşmüştü. Omuzlarımı dikleştirmeye çalıştım fakat belimdeki sızı geçmemiş, aksine artmıştı.
Korkarak aynaya sırtımı döndüm ve başımı çevirdiğimde sırtımdaki morluklarla karşılaştım. Kürekkemiğimdeki izin orada morluk vardı ve neredeyse izi kapatmıştı. Omuzlarıma doğru morluklar artıyordu ve sırtımın sağ tarafı koyu renkteydi.
Hızlıca önümü döndüm; aynaya bakmayı reddederek saçlarımı ellerimle taradım ve dişlerimi fırçaladım. İç çamaşırımı ve kot pantolonu giydiğimde sutyeni almadığımı fark ettim fakat umursayacak bir kafada olmadığımdan üzerime siyah kapüşonluyu geçirdim.
Banyonun kapısını açıp dışarıya çıktığımda ilk başta burnuma muhteşem bir koku çarptı, ardından Korel'in kendi kendine küfür ederek mutfaktaki dumanı dağıtmaya çalıştığını fark ettim. "Bu ne lan?" Elleriyle dumanı itekliyordu. "Altı üstü yirmi dakika patatesler yağda kaldı, bu kadar şova gerek var mıydı?"
Altdudağımı dişlerimin arasına aldım ve sırıtarak onun yanına gittim. "Çok güzel kokuyor."
Korel çıktığımı fark etmemiş olacak ki önce irkildi ve ardından dönüp bana baktı. İlk baktığı yer boynum olurken, sonrasında saçlarıma odaklandı. Islak saçlarımdan damlayan sular yerde ve üzerimde izler bırakıyordu.
"Çok mu güzel kokuyor?" dedi en sonunda ve yüzünü buruşturdu. Önündeki tavayı ocaktan çekip bana uzattı.
Yarısı kömürleşmiş patateslere bakarken, "Çok severim," dedim ve patateslere dikkat kesildim. Korel ciddiyetimi sorgularken, "Kömür yemeye bayılırım," diyerek onu alaya aldım.
Korel tavayı önümden çekip çöpe doğru yönlendirdiğinde, "Dur," deyip tavayı elinden aldım. "Yarısı hâlâ yerli yerinde, hallederim ben şimdi onları." Gözüm ocağa döndüğünde tencerenin içindeki makarnayla karşılaştım. Patatesin aksine oldukça lezzetli görünüyordu ve sanırım sosisliydi. Tezgâhın üzerinde ise dizüstü bilgisayarı vardı ve makarna tarifi açıktı. "Daha neler," dedim, yanmamış patatesleri tabağa koyarken. "Makarna yapmayı bilmiyor muydun?"
Korel'in kaşları çatıldı ve mutfaktaki masanın sandalyesine sertçe oturarak, "Bunda ne var da her duyan şaşırıyor?" dedi. "Yemek yapmak benim için vakit kaybı ama yaptığımda da güzel yaparım."
"Hım," dedim patateslere bakarak fakat daha fazla dalga geçmek istemediğim için, "Her duyan?.." diye sordum. "Başka kim söylüyor?"
Korel sırtını sandalyeye yasladı ve kollarını önünde bağlarken umursamaz bir sesle, "Duygu," dedi. "O da duyduğunda çok şaşırmıştı."
Duygu. Hani şu benim boyum kadar bacağı olan kız.
"Hım," dedim tekrar ve ayıkladığım patatesleri masaya koydum. Tencerenin içinden tabaklara makarnayı koyarken, "Ona yemek mi yaptın?" diye sordum. Sesimde kıskançlık mı vardı yoksa bana mı öyle geliyordu?
Korel sesimin her tonundan bütün duyguları seçebildiği için, "Neden sordun?" dedi. Onun tabağını önüne koyarken göz göze geldik ve yüzündeki ifade beni rahatsız etti.
"Sadece merak ettim; evine gelen her kıza makarna yapıp tavlamaya mı çalışıyorsun?"
Kendi tabağımı da masaya koydum ve karşısındaki sandalyeye oturmadan önce bilgisayardan yavaş, sakinleştirici bir şarkı açtım. "Seni tavlamaya mı çalışıyorum?" dedi ve çatalı eline alıp makarnasına batırdı.
Kötü bir cümle seçtiğim için dudaklarım düz bir çizgi halini aldı. "Sadece lafın gelişi," diyerek geçiştirmeye çalıştım fakat Korel, "Hayır," deyip içimdeki kıskançlığa su serpti. "Evime gelen kızlara makarna yapmıyorum." Gülümseyerek makarnaya çatalı batırdım ve çiğnemeye başladım. "Onlara daha güzel yemekler yapıyorum, sen bir makarnayla tav olacaksın diye makarna yaptım." Çiğnediğim makarna ağzımda takılı kalırken, Korel'in gözlerinde ve sesinde ciddiyet yoktu; dalga geçtiği açıktı fakat bu beni rahatsız etmişti. Yüksek bir ses çıkararak yutkunup "Çok komik," dedim. "Beni kolayca tavlanacak bir kız gibi görmen kalbimi kırdı."
Korel yemeğini yemeye devam ederken, "Ha yani zor yemek lerle tavlarım, öyle mi?" diyerek ikinci yanlış cümlemi yüzüme vurdu.
Masanın altından bacağına sertçe vurarak, "Korel," dediğimde yüzümün kızardığını hissettim. "Hiçbir şey söylemiyorum, tamam, kapat konuyu."
Çatalımı makarnaya batırıp ikinci lokmayı çiğnemeye başladığımda makarnayı çok güzel yaptığını fark ettim; sadece sosisli bir makarna gibi değildi ama bunu ona söyleyip havalara sokmak istemiyordum.
O tabağını benden daha hızlı bitirip ikincisine geçmişti fakat ben hâlâ birinciyi bitirmeye çalışıyordum. "O bitecek," dedi çatalıyla tabağımı işaret ederek. "Midene bir şeyler girmesi lazım, ilaç içeceksin."
"Ne ilacı?" dedim ve çatal tabakta donakaldı.
Korel önce bana, ardından çatala bakıp, "Ağrıkesiciler sadece," dedi. "Ağrıların yok mu?"
Kafamı salladım ve tabaktaki son makarna tanelerini de yedikten sonra masanın üzerindeki cam şişeden su doldurdum ve büyük yudumlar alarak içtim; Korel ise ikinci tabak makarnasını bitirdikten sonra arkamdali buzdolabından birasını aldı ve su niyetine içti.
Kafamın içinde ertelediğim, düşünmeyi istemediğim sesler tekrar gün yüzüne çıkmaya başladığında kendimi yeniden kumarhanenin içinde hissettim ve hızla ayağa kalkıp tabakları tezgâha koydum. Kendime uğraş aramaya çalışırken tabakları yıkamak istedim fakat Korel'in, "Merhem," dediğini duydum; başımı çevirdiğimde elinde merhemle bana baktığını gördüm. "Yaklaş, boynuna sürelim."
Yüzümü buruşturdum ve tezgâhın yanından ayrılarak onun yanına gittim. "Merhem canımı daha fazla yakıyor."
"Ama geçiriyor," deyip kaşlarını çattı. "Çocuk gibi söylenme."
"Sen benden daha çocuksun çünkü hiç sürmüyorsun," diyerek topu ona attım. "İnatlaşayım mı?"
"Dene istersen," dedi ve parmağına merhemi sürdükten sonra çenemi hafifçe yukarı kaldırıp nazikçe boynuma sürmeye başladı. "Ellerini tutar, yine sürerim." Duraksadı, gözlerime baktı ve yüzümü buruşturduğumu gördü. "Çok mu acıyor?" Kafamı iki yana hayır dermiş gibi salladım fakat merhem daha fazla acımasına neden oluyordu. O sırada Korel hiç ummadığım bir şey yaparak boynuma üfledi ve soğuk nefesi boynuma çarparken ilacı sürmeye devam etti.
Korel'e ne olmuştu? Beni gerçekten bu kadar düşünüyor muydu yoksa o kadar kalın bir maske takmıştı ki ben gerçekte nasıl bir adam olduğunu görememiş miydim?
Gözlerimi yüzünden ayıramıyordum ve onun da yüzü yüzüme yakındı. Boynuma ilacı sürerken, o da yüzünü buruşturuyor ve arada sırada yüzüme bakarak acı çekip çekmediğimi anlamaya çalışıyordu.
"Korel," dedim kısık sesle ve gözlerinin tekrar bana dönmesine neden oldum. "Gerçekten o mektubu biliyor muydun?" Bu soruya hazırlıklı gibiydi fakat ben soruyu sorar sormaz gözlerini hızlıca kaçırdığında ilk defa Korel'in benden bir şeyler sakladığı için çekindiğini hissettim. "Korel," dedim tekrar ve boynuma merhem süren bileğini tuttum. "Cevap bekliyorum."
Korel eğildiği yerden doğruldu ve elini yavaşça boynumdan uzaklaştırırken bana baktı. Gözlerinden anlayamadığım duygular geçiyordu ve ben o duygulara isim koymakta zorlanıyordum. "Evet," dedi ve geriye adım atarak bana sırtını döndü, masanın üzerine bıraktığı birasından büyük yudumlar aldı. Bir şeyler beklediğimi biliyordu ama konuşmamayı uzun bir süre devam ettirdi ve ona yaklaştığımda benden kaçarak sandalyeye oturdu. Sırtı bana dönük oturuyordu fakat hemen arkasında olduğumu biliyordu.
"Anneni tanıyordum," deyip elindeki bira şişesinin ağzıyla oynamaya başladı. "Onunla karşılaştığımda çok kötü bir haldeydi ve gerçekten onun için yapılacak hiçbir şey yok gibiydi. Bana senin saçlarını kestiğinden bahsetmişti." İçkisinden bir yudum daha aldıktan sonra birkaç yudum kala bıraktı. "Sonra mektubu anneme ulaştırmam için bana verdi, bir intihar mektubu gibiydi onun için. Annenin gözlerinde gerçekten ölüm isteğini hissetmiştim."
Devam etmesini bekledim fakat sustu. "Korel," dedim kaşlarımı çatarak. "O mektubu annene neden vermedin?"
Korel içkisini bitirip boş şişeyi masaya sertçe koyduğunda, "Çünkü vermememin daha iyi olabileceğini düşündüm," dedi ve oturduğu sandalyeden kalkıp buzdolabına ilerledi. "Mektubu sakladım ve sadece ben okudum. Sonra annen öldürüldü, annen öldürüldükten sonra mektubu açığa çıkarmanın bir anlamı yoktu." Bana dönüp baktı ve yeni çıkardığı bira şişesinin kapağını açtı.
"Sen olsan ve elinde öyle bir mektup olsa bana verir miydin?"
Korel'e doğru ilerledim ve yeni açtığı birayı elinden alıp hızlıca kafama diktim; alkole alışmak bir yana artık tadı da bana kötü gelmemeye başlamıştı. Korel'in eli havada kalınca, "Empati yapamıyorum, üzgünüm," dedim ve şişeyi geri ona verdim. "Sen benimle aynı durumda değilsin, ben seninle aynı durumda değilim ama ne saklıyorsan benden hepsi karşıma çıkıyor, farkında mısın? Söylesene, bu kadar mı geçmişimdin?"
Son sorum Korel'in kaşlarını havaya kaldırıp uzun bir süre yüzüme bakmasına neden oldu. Ona bakarken, her şeyin anlamsız olduğunu hissetmeye başlamıştım; o an boynuma bir ip bağlamak isteseydi o ipi ondan önce bağlardım çünkü ne kadar Korel'in maskesinin düştüğünü söylesem de ben de geçmişimi hatırlamaya ve hissetmeye başladım başlayalı Korel'e karşı saplantılı şekilde bağlılığımı görüyordum.
"O mektubu annenin söylediği gibi yok etmeliydim," dedi sorumu görmezden gelerek. "Her şeyden önce ben mektubu okuyan biri olarak annene kimseyle paylaşmama sözü vermiştim. Bu tutamadığım tek söz oldu."
Haklıydı, mektubun yok olmasını ve bana hiç ulaşmamasını isterdim, bunu biliyordum. Hisler en çok korktuklarımdı ve annem bana duyguların en kötüsünü hissettirmeye başlamıştı.
"Prometheus o mektuba nasıl ulaştı?" diye sordum. Korel, bilmiyorum anlamında kafasını salladı ve bu konuda onun üzerine gitmemeyi seçtim. "Korel," deyip acılı bir ifadeyle gülümsedim. "Neden kaçıp beni orada yalnız bıraktın?"
Korel beklediği başka bir soruyu almış gibi dudaklarını bükerek, "O mektupta neler yazdığını biliyordum," dedi. "O mektup okunmadan engellemek istedim; Özge'nin durduğu yere ulaşmak istedim ama ulaşamadım." Sakladığı başka şeyler olduğunu hissediyordum; gözlerini bana dikmişti fakat bana bakmıyor gibiydi ve ne zaman böyle olsa sakladığı başka şeyler olduğu ortaya çıkıyordu.
"Hep bu yüzden olmuyor mu zaten?" dedim ve evin içinde yürüyerek balıkların olduğu akvaryuma ilerledim. "Sen bir şeyleri hep saklamak istiyorsun; hep saklanmıyor ve o şeyler olurken sen yok oluyorsun. Önemi yok, sen olsan da olmasan da çekeceğim acı aynı olacaktı. Artık senin verdiğin sözlere inanmayacağım; yanımda olduğunu söyledin ama yanımda değildin."
Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını söyleyen tarafım artık sonuna kadar haklıydı, annem sonuna kadar haklıydı, ablam sonuna kadar haklıydı.
Ben bu hayata değersiz olmak için gelmiştim; tek gerçekliğim kaçışlarımdı ve acılar beni canlı tutan kötülüklerdi.
Korel hızlı adımlar atarak hemen yanıma geldi ve elini akvaryuma dayayıp destek aldı. "Böyle söyleme," dediğinde sinirlendiğini hissettim. "Her şeyi söyle ama bunu söyleme, ben söz verdiysem tutarım. Bu hayatta sadece annene karşı verdiğim sözü tutmadım."
"Öyle mi?" dedim ve omzumu kaldırıp indirdim. "Her neyse, bir önemi yok." Korel'den bir şeylerin acısını çıkarmaya çalıştığımı fark edebiliyordum fakat kendimi de durdurmuyordum. Korel'i üzmeye mi çalışıyordum yoksa bu boş bir çaba mıydı?
Dalton Kardeşlerin isimlerini verdiğim balıkların suyu değişmemişti ve pisti; oldukları yerde bizi görünce hareket ederek suyun yüzeyine doğru çıktılar. Akvaryumun yanındaki yem kutusunu alıp suya yemleri bırakırken, "Onlara iyi bakmıyorsun," diye söylendim. "Bir canlının karnını doyurmak sadece yeterli olmaz, onlara sevgi ver."
"Önemi var," dedi az önceki konuya dönerek. Elimdeki yem kutusunu aldı. "Onlara fazla yem verirsen ölürler ve bana benziyorlar, onların dilinden anlıyorum."
"Onların dilinden mi anlıyorsun?" Gözlerimi devirmemek için kendimi tuttum. "Onlara bir isim bile vermeyen sendin." "Lanet olsun, kapat konuyu," dediğinde yem kutusunu sertçe akvaryumun yanındaki masaya koydu. "Bana bak," dediğinde ona bakınca yüzündeki şaşkınlıkla karışık öfkeyi gördüm. "Bu zamana kadar senin bilip de hatırladığın bütün sözlerim aklımda."
Onu ciddiye almıyormuş gibi kafamı salladığımda, "Bilip de hatırladıklarım ama," deyip alayla güldüm. "Neymiş onlar Korel?"
Tavrım Korel'i fazlasıyla rahatsız etmişti. "Sana bilyelerle oynamayı öğreteceğim," dedi küçük bir çocuk gibi, ezberden giderek. "Sana ışık olacağım," duraksadı, kaşları çatıldı, ardından kolumu tutup, "Yürü," dedi. "Bir sözü yerine getirmeye gidiyoruz. Ben senin aksine bütün sözlerimi yerine getiririm."
"Korel," dedim fakat sesimi duymazdan geldi ve kolumdan çekiştirip beni kapıya yönlendirdi. "Nereye gidiyoruz?" diye sordum fakat sorumu yanıtlamadı ve kapının yanındaki askılıkta olan bir ceketini bana verdi. Koyu yeşil bir monttu ve onun baldırlarına kadar gelirken benim bileklerime kadar geleceğini biliyordum. Yine de kendi kendime söylenerek verdiği montu giydim ve o da üzerine deri ceketini giydikten sonra dış kapıyı açtı, havanın kararmak üzere olduğunu gördüm. Ayakkabılarımı hızlıca giyerken onun çoktan giydiğini fark ettim.
Güneşin batmasına yarım saat ya da bir saat kalmıştı; gökyüzü turuncu bir renk almıştı ve bulutlar parçalanmıştı.
Korel elinden bırakmadığı bira şişesini bana uzattı ve anahtarı cebine yerleştirdikten sonra dış kapıyı kapattı. Motosikletinin olduğu tarafa yürürken, peşinden hızlı adımlarla takip etmeye başladım. "Korel," dedim ona yetişmeye çalışırken. "Yavaş, nereye gidiyoruz?"
Motosikletine oturup arkadaki kaskı bana uzattı. Elimde bira şişesiyle ona bakarken, kaskı sertçe kafamdan geçirdi. Motosikletinin motorunu çalıştırırken, güneşi kaçırmak istemiyormuş gibi acele ediyordu.
Gözlerim çok kısa bir an kulübede uyuyan Boda'nın yüzüne takıldı ve geçmişimde yaşattığım o küçük kız çocuğu Boda'yla oyunlar oynadı. Korel'in evinin bahçesindeki mezarlığa baktığımda ölen köpeğimin mezarıyla göz göze geldim. "Korel," dediğimde içimden geçenlere, duygularıma engel olamıyordum. "Neden saçlarımı kesip o mezara koyduğunu şimdi daha iyi anlıyorum."
"Bin," dedi beni duymazdan gelerek ve ayaklarını yerden kaldırıp motosikletine koyduktan sonra binmemi bekledi. Nereye gittiğimizi bilmesem de motosikletinin arkasına oturdum ve kollarımı beline sardım. Hareket etmeden önce, "Hatırlamak mı istiyorsun? Verdiğim sözleri tuttuğumu mu görmek istiyorsun?" diye sordu, ardından devam etti. "Hatırlayalım ve görelim o halde."
Motosiklet rüzgâr gibi hareket ettiğinde Korel'e sımsıkı sarıldım, başımı sırtına yaslayıp gözlerimi kapattım. Rüzgâr ılık bir şekilde bedenime çarparken üşümüyor, iyi geldiğini hissediyordum. Korel'in bedeni gergindi ve nereye gidiyorsak hemen ulaşmak istiyor gibiydi.
"Korel, yavaş," dedim bağırarak. "Gideceğimiz yer kaçıyor mu?"
Korel, "Vazgeçmemem lazım," dedi ve gazı biraz daha artırdı. "Düşünürsem vazgeçerim, düşünmemem lazım."
O an Korel'in kendi düşüncelerinden kaçtığını ve bu yüzden motosikleti hızlı kullandığını anladım; merak zihnime uğradığında gözlerim nereye gittiğimizi anlayabilmek için yola odaklandı fakat ağaçlardan başka hiçbir şey yoktu. Arada sırada yokuş çıkıyorduk, o kadar; başka hiçbir şey anlayamıyordum. Yol pürüzlüydü ve sarsılıyordum. Neredeyse bizden başka hiçbir araç da yoktu; yol ıssızdı.
Korel'in her zaman seçebileceği kimsesiz bir yol olduğunu düşündüm.
Çok uzun sürmeden Korel durduğunda kapattığım gözlerimi açarak kaskın ardından geldiğimiz yere baktım.
Uçurum gibi bir yerdeydik ve yerler otlarla, papatyalarla doluydu. Papatyalar kurumaya başlamıştı fakat yeni ekilmiş gibi görünüyorlardı; bir köşe daire şeklinde papatyalarla doluydu. Orası sanki özellikle ayrılmış gibiydi.
Korel elimde tuttuğum birayı aldığında kaskı yavaşça başımdan çıkarıp geldiğimiz yere baktım. Her yer yemyeşildi; sadece tek bir ağaç vardı ve o ağacın yaprakları kurumaya başlamıştı. Sonbaharın bıraktığı o yaralayıcı etki, ağaçlara uğramıştı. Ağaç o kadar büyüktü ve gövdesi o kadar genişti ki kaç yaşında olabileceğini merak etmiştim.
Motosikletten indim ve Korel de motosikletten inip eliyle sürerek motosikleti uçurumun kenarına getirdi. Motorunu kapatıp sabitlediğinde kalçasını motosikletine yasladı ve kollarını önünde bağlayarak bana baktı.
Gözlerimi geldiğimiz yerden ayıramazken, onun hareketlerini de az çok anlayabiliyordum.
Kalbimde derin, kâğıt kesiği gibi bir sızı hissettim ve bu sızı, gözlerimi bile acıtacak kadar fazlaydı. Kan akmıyordu fakat öyle derinden kesilmişti ki kalbime dokunsam parmaklarım bile acıyacak gibiydi.
Gözlerimi ağaca çevirdim ve yavaş yavaş oraya yürümeye başladım; ağaç bana sanki ben onu bıraktığımda daha gençmiş gibi gelmişti. "Burası," diye fısıldadım ve parmaklarımı ağacın geniş gövdesine dokundurdum; parmaklarıma kıymıklar battı fakat umursamadan ağacın çevresinde döndüm. Gözlerimi ağacın gövdesinden ayırıp dallarına kaldırdığımda kâğıt kesiği sanki daha da fazla derinleşti.
Dallardan birinde şeffaf bir poşetin içinde bilyeler vardı. Korel'e dönüp bakamıyordum fakat zihnimde sanki bir ses bana o bilyelere dokunmamam gerektiğini söylüyordu.
"Burası oldukça güvenli, neden korkuyorsun ki?" Soruyu soran bendim; Korel geride durmuş, mutsuz bir ifadeyle poşetin içindeki bilyelerine bakıyordu.
"Ya çalınırsa?" demişti, sesinde keder vardı.
"Hayır." Korel başını çevirip bana bakmıştı. "Sürekli geldiğin bir yerde neden bilyelerin çalınsın ki? Buraya senden ve benden başka kimse gelmez, ben de çalmam zaten."
"Bilyelere hiçbir şey olmadı." Korel'in sesi öyle derinden, öyle içten geldi ki gözlerimi kapatmak ve ona sırtımı tamamen dönmek zorunda kaldım.
Kafamın içinden binlerce düşünce geçiyordu fakat en belirgin olanı, buranın canımı acıtmasının tek sebebinin yaşattığı kötülüklerden değil, güzelliklerden dolayı olduğu düşüncesiydi.
Ağacın gövdesine biraz daha dokundum ve tekrar çevresinde döndüm; bir kız çocuğu sanki kahkaha atmaya başladı ve hızla Korel'in olduğu tarafa baktığımda kendimi seneler önceki halimle gördüm.
Korel'in gölgesi hemen yanımdaydı; motosikletine biniyordum ve Korel de bisiklet sürmeyi öğretiyormuş gibi motosikletinin direksiyonunu tutmuş, bana yön veriyordu. Onun da yüzünde gülümseme vardı; gözleri bana her takıldığında bakışlarında sonbahar rüzgârlarının olmadığını fark ediyordum.
Gerçek olan Korel'e baktım; bana gözlerindeki öldürücü kasırgalarla dikkatlice bakıyordu; öyle dikkatlice bakıyordu ki kendimi onun karşısında ilk defa bütün güzel duygularımla çırılçıplak hissediyordum.
Ağacın yanından ayrılıp ona doğru yürümeye başladığımda, "Sana motosiklet sürmeyi öğreteceğim," dedi aksanlı ve baskın bir sesle. "Daha önce de öğrettim ama yine öğretirim çünkü verdiğim sözleri tutmadan ölmeyeceğim."
Kalbimdeki kâğıt kesiğinin yanına sanki ağaçtaki kıymıklar battı; kan hâlâ yoktu fakat artık elimi bile kalbime değdiremiyordum çünkü kıymıkların parmaklarıma batmasından korkuyordum.
"Daha önce bana motosiklet sürmeyi öğrettin," dedim tekrar ederek. Korel için belki de her şey tekrardan ibaretti. Belki de ben onu dinlerken, önceden ondan dinlediğim birçok şeyi tekrar dinliyordum ve Korel bıkmadan bana anlatıyor, söz veriyor, yanımda oluyordu.
"Bilyelerle oynamayı da öğrettim," dedi Korel ve sesindeki baskınlık gitti, keder bulaştı. "Yine öğretirim. Minel, biliyor musun? Sen benden hep aynı şeyleri istiyorsun ve ben her seferinde tekrar tekrar usanmadan söz veriyorum." Ona doğru adım attım, hemen karşısında dururken gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. "Her şeyi yine unut ve yine iste; uslanmam, yine söz veririm. Neden mi? Çünkü gündüz geceye sadece güneş batana kadar karşı çıkabiliyor."
Omzunu ilk defa çaresizlikle kaldırdı; karşımda her zamanki Korel gibi değil de sanki geçmişimden bir adammış gibi duruyordu. Sanki Korel, şu an o geçmişimdeki adamdı.
Bir şey söyleyemedim; elim yavaşça kalbime gitti, atıp atmadığını kontrol etmek istedim çünkü kendimi bir ölü gibi hissetmeye başlamıştım. Her şeyi yaşayabilirdim, her duyguyu tadabilirdim fakat şu an hissettiklerim öyle bir canımı yakıyordu ki kendimi durduramıyordum.
Canım yanıyordu çünkü Korel'in canının yandığını hissediyordum.
"Haklıydın," dedim en sonunda ve yanına geçip ben de motosiklete yaslandım. Gözlerim hemen karşımızdaki papatyalara odaklandı. "Kaldırabileceğimden daha ağır, daha kötü. Seni dinleyip hiçbir şeyin peşine düşmemeliydim, geçmişimi serbest bırakmalıydım."
Korel de papatyalara bakarken, "Vazgeçebilirsin," dedi. "Geçmişinden vazgeçebilirsin, her şeyi boş verebilirsin." Parmağıyla papatyaları işaret edip gülümsedi. "Hatta gidebilirsin. Ben yine de sana verdiğim sözü tutarım ve senin ektiğin papatyalara iyi bakarım; iyi bakamazsam da yenilerini ekerim."
Boğazımda yangınlar çıktı, yutkunamadım. Gözlerim yanıyordu, kalbimdeki kâğıt kesiği ve kıymıklar sanki gözlerime batıyordu. Ağlasam gözlerimden kan akacakmış gibi hissediyordum.
Başımı Korel'e çevirdim, o da başını bana çevirdi; uzun bir süre gözlerinin içine baktım ve batmakta olan güneş yüzünü aydınlatırken, o aydınlığın altındaki yüzden başka hiçbir yüze bakmak istemediğimi anladım. "Evet, geçmişimden vazgeçebilirim, her şeyi boş verebilirim," dedim ve yüzümü yüzüne yaklaştırıp fısıldadım. "Ama seni öylece bırakıp gidemem çünkü sen sadece benim geçmişim değilsin, geçmişimde değilsin." Kafamı iki yana salladım ve elimi kaldırıp parmaklarımla yüzüne dokundum. "Korel, sana karşı hissettiğim duygular kalbimdeymiş ve ben tekrar hissetmeye başladım."
Korel gözlerini kısa bir süre kapatıp geri açtığında onun gözlerinde kendi yansımamı gördüm. Korel fark ediyor muydu bilmiyordum ama ben Korel'e ona yakarır gibi baktığımı görebiliyordum.
Korel, "Bir insanın kalbinde emareler olur mu?" diye sordu. "Benim kalbim emarelerle dolu." O an Korel'in gözlerinde yaralarını gördüm; kırgınlıklarını, kızgınlıklarını, parçalandıklarını, bıraktıklarını, savaşlarını, yenilişlerini gördüm. Bana karşı hissedebileceği öfkeyi, nefreti, kini gördüm; bana karşı hissettiği yalnızlığı gördüm. "Hepsinden sen sorumlusun, Turuncu ama inan ben emareleri bile seviyorum."
Korel'i parçalamıştım, her nasıl olduysa bunu yapmıştım ve o ilk defa bana bunu gösteriyordu.
Yüzümü Korel'in yüzüne yaklaştırmak istedim fakat boyum yetmedi; Korel bunu anlamış olacak ki beni tek bir hamleyle motosikletin koltuğuna oturtup bedenini bana döndürdü. Kolları motosiklet koltuğunun iki tarafına yaslanırken, yüzünü yüzüme yaklaştırdı.
Elim yüzünde durdu, gözlerinin içine baktığımda kendi gözlerimin dolduğunu hissettim; çok uzun zaman sonra, ilk defa gözlerimin dolduğunu hissettim ve ağlasam, belki de kan ağlasam kalbimdeki acı geçecekmiş gibi geldi.
"Korel," diye fısıldayıp yüzüne yaklaştım. Gözlerim dudaklarına kaydığında o da dudaklarıma baktı ve altdudağını içe kıvırdı. "Doğruluk mu, cesaret mi?"
Korel hafifçe tebessüm edip dudaklarıma bakarken, "Ben cesur bir adamım," diye fısıldadı. "Cesaret."
Gülümsedim; dolan gözlerimin arasından nefesimi dudaklarına vererek, "O halde ne istediğimi biliyorsun," dedim.
Uçurumun kenarında, batmakta olan güneş vedasında bizi izliyordu. Motosiklet uçurumun kenarındaydı, tek bir hamleyle aşağıya düşeceğimi biliyordum fakat bu da umurumda değildi.
Korel bana öyle bir baktı ki sanki bunu bekliyormuş gibiydi; susamıştı, gözleri dudaklarıma kaydığında susuzluğunu gidermek istiyordu.
Tek eli yaslandığı koltuktan uzaklaşıp enseme gitti; saç köklerimi kavrarken, ben de bacaklarımı beline dolayıp onu kendime çektim. Elim ensesine, oradan da saçlarına kaydığında, Korel dudakları ile dudaklarım arasında kalan o mesafede nefesini verdi. "Ben sandım ki," dedi kısık sesle. "Sen benden korktuğun için öpmek istemedin. Yüzümden, yaramdan, gördüklerinden..."
Acıyla nefesimi verdiğimde, "Bütün izlerin," dedim. "Bütün emarelerin, Korel," diye devam ettim. "Hepsi o kadar çok yakışıyor ki sana." Ona hissettirdiklerimin acısı o kadar kötüydü ki bunlar atlatılabilecek şeyler değilken bile şu an bana ilk defa kalbindeki büyük bir merhametle ve ihtiyaçla bakıyordu.
Gözleri dudaklarıma kaydı, ardından inleyerek dudaklarını dudaklarımın üzerine kapattı.
İlk önce dudaklarındaki o ıslaklığı hissettim, sonradan nefesi beni davet etti ve üstdudağı iki dudağımın arasına yerleşti. O sırada gözümden bir damla yaş yanağımdan süzülerek dudaklarıma ilerledi fakat umursamadım ve elimle saçlarını daha sıkı kavradım.
Altdudağımı dudaklarıyla emdi; o kadar sakin ve acelesizdi ki. Korel'in öpücüğü, uçurumdan daha yüksekte hissetmeme neden olmuştu; karnımda ağrı ve bir sıcaklık vardı, Korel'in saçlarını kavrayan elim heyecanla titriyordu.
Korel de saçlarımı daha sıkı kavradı ve diğer elini de belime yerleştirdiğinde beni kendine bastırdı.
Altdudağımı dişledi ve çekti, ardından üstdudağımı dudakları arasına aldı; ona ayak uydurmaya çalışıyordum fakat daha fazlasını isteyen tarafıma engel olamıyordum. Hafifçe inleyip dudaklarımı onun dudaklarına daha fazla bastırdığımda ben de dudaklarımı araladım ve onun üstdudağını dişlerimin arasına aldım.
Dudaklarında hissettiğim o istek ve yanındaki şehvet, Korel'in nefesine muhtaçmışım gibi hissetmeme neden olmuştu. Korel saçlarımdaki elini uzaklaştırıp yanağıma koydu; parmaklarına yanağımdaki ıslaklık çarptığında yüzünü zorlukla yüzümden ayırdı ve alnını alnıma yaslayarak gözlerimin içine baktı.
O an Korel'in gözlerinde daha önce görmediğim o duyguyu gördüm: tutku ve şehvet.
"Ağlamışsın," dedi Korel nefes nefese ve sesindeki şaşkınlığı hissettim. Parmağı yanağımdaki yaşı sildi. "Minel Karaer bir sözünü daha tutmadı."
Tekrar dudaklarını dudaklarıma bastırdı ve az önceye göre daha hızlı, aceleci, daha istekli öpmeye başladı. Ona ayak uydurarak karşılık vermeye çalışıyordum fakat en sonunda kendi içimden ne geliyorsa onu yapmaya başlayıp saçlarını sertçe çektim ve tırnaklarımı omzuna batırdım.
Korel inledi, ben de inlemesine karşılık verdim. Yüzümdeki eli belime kaydı ve iki kolu belimden sıkıca kavrayıp beni havaya kaldırdı. Dudakları dudaklarımdan bir an olsun ayrılmazken yürümeye başladı ve en sonunda beni yere bıraktığında dudaklarını dudaklarımdan çekti.
Beni papatyaların üzerine yatırdığını fark ettiğimde bir bacağı bacaklarımın arasındaydı. Eli sertçe çenemi tuttu; dudaklarım öne çıkarken, gözlerini gözlerime sabitledi. Bir süre yüzüme baktı, yüzünü izledim. Birbirimize o an zaman tükenecekmiş gibi baktık, zamanı güzel kullanmak istermiş gibi baktık. "Daha önce beni hiç öpmedin," diye fısıldadım. "Öpsen hissederdim."
Korel gülümsedi; dudaklarının pembeleştiğini ve parladığını fark ettim. Nereye baktığımı anladı ve tekrar dudaklarını dudaklarıma örttü.
Her seferinde çok daha büyük bir istekle öpüyordu; her seferinde onu daha fazla hissediyordum. Eli kavradığı çenemden uzaklaşmamıştı fakat bu hoşuma gitmişti.
Dudaklarım dudaklarının arasında ateş gibi yanarken, Korel'in dudakları da sıcacıktı ve ben ateşi öptüğümü hissediyordum, belki de külü.
Korel'i öpmek, külü öpmek gibiydi.
Sıcaktı fakat yakmıyordu, sıcaktı fakat acıtmıyordu, sıcaktı fakat iz bıraksa da bu izi sonsuza kadar saklayabilirdim.
Korel Erezli dudaklarıma külünün izini ilk defa o gün bıraktı ve ben o kül yavaş yavaş yanarken, onu ateşimle alevlendirmek istedim.
O benim geçmişim değildi, o benim geçmişimde değildi, o benim için bütün zamanlarımdaydı.
Paragraf Yorumları