Kelimelerin arkasından süregelen bir kavisli yol vardı ve o yolun ardına peşi sıra takılırken, canımı yakan her şeyin bana vereceği karşılık açıkça ortadaydı.
Cümleler, kelimeler hatta duraksamak için aralara konulan virgüller bile insanın içinde kademsiz duyguların oluşmasına sebep olabilir miydi? Kademsiz her duygu, geçmişten gelen bir çığlığın içinde toparlanabilir ve ortaya dökülen detaylar, inceleme fırsatı vermeden insanı yaralayabilir miydi?
Korel Erezli'nin kurduğu cümlenin her detayı zihnimin içinde dönmeye başlamıştı. Adının anlamını taşımak için cehennem ateşini içtiğini söylüyordu ve bu, aslında yandığının ve yaktığının kanıtıydı.
Bir cümle, cümlenin içinde sıralı olan karanlık harfler ve harfleri süsleyen o kinli tını... Beni zedeleyen bu harfler miydi yoksa içimdeki yaranın kabuğunun gitgide kalktığını ve sertliğin kaburgalarıma battığını hissetmem miydi?
Uğultular, adım sesleri, zihnimin içindeki gölgeler hatta sisler bile yok olmuştu ve tek bir cümlenin içimde oluşturduğu karanlığa doğru ilerlemişti. Bir elim, farkında olmadan boğazıma doğru giderken, işaretparmağıma nabzımın atışı çarptı ve o dakika nabzımdan bile nefret etmemi sağlayan bir şey oldu: Eğitmenin gözlerinin içine bakan Korel Erezli, tiksintiyle burnunu kırıştırdı ve dönüp bana baktı. Kehribar rengi gözlerindeki sonbahar, kurumuş yapraklarını ezip toz haline getirdikten sonra sanki benim boğazıma dizmişti, nefes alamadığımı hissediyordum. Artık duvarlar hiç olmadığı kadar üstüme gelmeye başlamış gibiydi.
Çenesinden aşağı ilerleyen yanık izi seğirmeden dolayı daha net görünürken, parmakları yanık izinin üstüne baskı uyguluyordu. Gözleri beni izlemeye devam ederken, parmakları sanki yanık izini işaret ediyor, tek bir cümlenin açıklamasını yapıyordu. Uzun kirpikleri ok gibiydi ve kısık baktığı için sanki bütün zehirli oklar gözlerime temas ediyordu.
Parmaklarım boğazımı daha sıkı kavrarken odadan ufacık bir ses çıkmıyor, bütün bakışlar Korel'in üzerinde geziniyordu. Ona bakmamayı, gözlerimi gözlerinden çekmeyi düşünebiliyordum fakat o kadar keskin bir hisle bakıyordu ki toprakrengi gözlerim ondan ayrılamadı, yutkundum.
Üzerine giydiği kazağın omuzları gerilmişti; bana baktığı zaman açıkça hislerini ve öfkesini görebiliyordum. Sebebini ise sorgulamayacak kadar bilinçliydim; bir tarafımın dile getirdiği bir şeylere güveniyor ve boyun eğmek zorunda kalıyordum.
Eğitmen psikolog da çenesini dikleştirdi ve aynı şekilde Korel'e bakarken, "Zaman doldu," diye fısıldadı.
Korel bakışlarını benden ayırarak yeniden eğitmene döndüğünde dudaklarında alaylı bir tebessüm belirdi. "Süre bitti," diye mırıldandı. İkisi bakışırken gözlerindeki ifadeye anlam veremedim.
Sesi o kadar kısık, o kadar düzdü ki doğru anlayabildiğimi sorgulamak için dönüp Barış'a baktım. Tuhaf olan diğer noktaysa Barış'ın Korel'e değil bana bakmasıydı.
Korel eğitmenin yanından geçti. Duraksamadı, dönüp arkasına bakmadı ve kapıya yürürken ellerini yumruk yaptığını açıkça gördüğümde parmaklarım boğazımı daha fazla sıktı.
Eğitmen hafifçe boğazını temizleyerek bize döndü ve boşlukta olan gözlerini Korel'in boş sırasına dikti. Odadaki hipnoz havası yavaş yavaş silindi. Korel'in bıraktığı yıkımın ardından geriye kalanlar uğultular değil fısıltılar olmuştu.
Ellerim bu sefer sıranın kenarlarına tutunurken eğitmen, "Çıkabilirsiniz," diye mırıldandı ve burnunun üzerinde olan gözlüğünü arkaya itekleyerek kırmızı bir yüzle dışarıya doğru ilerledi; arkasından bakarken, sanki kapıda gölgesini bırakmış olan Korel'e bakıyordum.
"İyi misin?" diye bir ses duydum kulağımın dibinde. Olduğum yerden sıçrarken bakışlarımı Barış'a çevirdim. Bana doğru eğilmişti ve kirpiklerinin arasından meraklı bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözünün altındaki morluklar belirginleşmişti.
Kaşlarını çattı, ardından sırayı sıkı sıkıya kavrayan elime gözü kaydı; o saniye tırnaklarımın sert zeminde yaptığı baskıyla nasıl canımı acıttığıma müsaade ettiğimi düşünerek hızlıca elimi çektim.
Bir şeyler ters yönde hareket ediyordu; suyun aktığı yöne doğru sürüklenmek yerine tersine kulaç atıyordum. Kalbimin ve aklımın kabullenemediği bir boşluk vardı fakat zihnimi asıl zorlayan, kalbimden yükselen seslerdi ve açık olan yanık izi, binlerce sesi hem bastırıyor hem yükseltiyordu.
Hatırlamadığım bir şeyler beynimi zorluyor, zorlandığım yerde peşine düşmem için beni itekliyordu. Benliğim ise kendini durdurarak bir şeylerin peşinden ilerlemiyor ve terse kulaç atmaya devam ediyordu. Neyden kaçtığını bilmeyen bir bedeviydim ve kaçış noktalarım, gerçeklerin yattığı mezarın altındaydı. Topraktaki binlerce böcek beynimin içindekileri yemiş olsa da geriye kalan kemikleri kalbime gönderdiğim zaman otopsi raporunda bütün her şey kalbimle, beynimle, mantığımla ve benliğimle dile gelecekti.
"Ben," diye mırıldandım, ardından sertçe yutkunarak ayağa kalktım. "Kusura bakma Barış, lavaboya gitsem iyi olacak."
Bir cevap vermesini beklemeden, sarsak adımlarla açık kapıya ilerledim ve arkamdan bakan hiçbir gözü umursamadım; nefes alamıyordum ve birazcık oksijene ihtiyacım vardı.
Uzun koridorda hızlı adımlarla ilerlerken kulaklarım hiçbir sesi duymuyordu ve başımı yerden kaldıramıyordum. Bu lanet merkezin, lanet insanların ve tek bir kişinin beni daha fazla zorlayacağını şimdi net bir şekilde hissediyordum; hislerimde hiç yanılmamam o an övüneceğim bir şey değildi. Gözlerim merakla yukarıya kalkarken bakışlarım onu aramaya başladı ve tek tek koridordaki her insanın yüzüne baktım, yoktu.
İyileşmek için hiç çaba göstermeyecek bir insan neden böyle lanet bir merkeze gelirdi, anlam veremiyordum. Ayrıca kurduğu cümleleri binlerce insan da dile getirebilirdi fakat o söylediği zaman, sanki gözlerinden o gerçeklik açığa çıkmıştı ve sonbaharı anımsatan gözlerinde şimşeklerin çaktığını görmüştüm.
Cehennem ateşini içmiş miydi? Bunu sebepsiz yere merak ediyor ve içimdeki o meraklı duygularla sormak istiyordum.
Diğer yandan ona teşekkür borçlu olduğumu hissediyordum çünkü beni yaşayacağım büyük bir yıkımdan kurtarmış ve acılarımı dile getirmeme izin vermemişti. Farkında olmadan yapması bile teşekkür etmem için bir sebepti.
Arkadan bir el kolumu kavrarken dudaklarımdan yüksek bir çığlık koptu ve koridorun sonundaki gözlerin hepsi bana döndü.
"Bağırmasana kızım," dedi Büge, ardından önüme geçip kaşlarını çattı. "Korkutmak için yapmamıştım.
Nefes nefese yüzüne bakarken dudaklarım aralandı. "Sessiz sessiz gelme," diye Büge'yi azarladım. Ensem korkudan terlemeye başlamıştı, saç köklerimin sanki dikeldiğini hissediyordum.
Büge anlamsız anlamsız yüzüme baktıktan sonra sağ elinin tersini alnıma yasladı ve yüzünü buruşturdu. "İyi misin sen? Gelirken Barış'ı gördüm, seni arıyordu. İyi görünmediğini söyledi."
Gözlerimi ağır ağır devirerek, "İyiyim," diye mırıldandım. Koyu gözlerinden kaçınıyordum çünkü cevabı gözlerinden net okunan bir insandım ve derine gömülmek isteyen bir insan, benim gözlerimden kaçınırdı.
Büge baktığım tarafa doğru başını eğdi ve altdudağını bükerek, "Öyle mi?" diye çocuk gibi fısıldadı. "O halde benim hava almaya ihtiyacım var, sen de gel."
Büge'nin en sevdiğim huylarından biri, bazı şeyleri didiklemeyi ve cevap alana kadar insanın ömrünü yemeyi sevmemesiydi. Saatlerce yanımda sessizce oturduğunu biliyordum; sorgulamazdı fakat aslında çok meraklı biri olduğunu da biliyordum. Belki beni sorgulamazdı ama bir şeyi merak ederse öğrenene kadar da peşini bırakmazdı. Şimdi ise yine aynı şeyi yapıyor ve sessizliğiyle yanımda olmaya çalışıyordu.
"Pekâlâ," diye mırıldandım, koluma girmesine izin vererek. Çıkışa doğru beraber yürürken sessizliği bozmak için hiçbir çaba göstermedi.
Merkezin kafe tarzı kantinine girdiğimizde Büge önümüzdeki iki çocuğu kaba bir şekilde itekleyerek, "Danalara bak," diye homurdandı ve başını bana çevirerek kafasını iki yana salladı.
"Kahve alacağım, sonra terasa çıkalım, olur mu?" Kafamı sallayarak Büge'yi onayladım ve yoğun bir çaba sarf ederek büyük kantinde sandalyelerde oturan insanlara bakmamaya çalıştım.
"Kızım, ne bakıyorsun öyle," dedi Büge kıkırdayarak. "Sen de mi kahve istiyorsun?"
"Hayır," diye kekeledim, önüme gelen bir tutam saçı arkaya itekleyerek. Bir an ne yapacağımı şaşırıp terasa çıkan kapıya doğru bir iki adım attım ve kantinin önündeki uzun sıraya bakarak dışarıda tek başıma ne kadar zaman geçireceğimi hesaplamaya çalıştım.
"Çık sen dışarı," dedi Büge, önündeki çocuğa kötü bakışlar atarak. "Ben bir kahve alıp hemen geleceğim, ufaklık."
Cevap vermeden çaresizce arkamı döndüm ve ellerimi kot şortumun cebine yerleştirerek çıkış kapısına doğru yürümeye başladım. Göğüskafesime oturan sıcak sıvının içimin her titreyişinde döküleceğini biliyordum ve sıcaklık, doğrularımı da yakacak gibiydi. Bu yüzden korkusuzluğun en derin maskesini yüzüme yerleştirmek ister gibi duruşumu dikleştirdim ve insanlara bakmadan terasa çıkan kapıyı açtım.
Hava ılıktı fakat ürperdiğimi hissediyordum. Kantinin dışındaki masalara göz gezdirdim ve o saniye Korel'in sandalyelerin birinde yayılarak oturduğunu gördüm. Önündeki kâğıtlara bir şeyler yazıyor ya da çiziyordu, tam emin değildim fakat ben onun yanındaki sandalyeye doğru yaklaştığımda elinde tuttuğu kalemin hareketi duraksadı ve kolunu kâğıdın üzerine koyarak aşağıdan bana baktı. Dudaklarının arasında tuttuğu sigarasını o an gördüm.
Bakışlarını ilk ayıran ben olurken, yan tarafında duran masaya oturdum ve aramızdaki birkaç adımlık mesafeye rağmen sigarasını içine çekerken çıkardığı nefes sesini duydum.
Düz bir şekilde karşıma bakarken bakışlarının hâlâ üzerimde olduğunu biliyordum; bunu hissetmek hiç zor değildi. Sanki zihnimin içinde melodilerin en yücesi çalmaya başladı ve ben de inat etmeyi bırakarak başımı ona doğru çevirdim. Dudaklarıma istemsizce gülümseme kondurduğumda Korel'in kaşları çatıldı ve kalın dudaklarındaki sigarayı uzaklaştırarak dumanı havaya doğru üfledi; duman kulaklarımdaki kemanın güzel ezgisine çarptı, binlerce güzel ses şarkı söylemeye başladı, daha geniş gülümsedim.
İçimde tarifi olmayan bir huzur vardı ve bu huzurun adının ne olduğunu kesinlikle bilmiyordum. Gereksiz bir aşk romanının içindeki o aptal saf kız değildim ve ilk görüşte hissettiğim saçma sapan bir duygu değildi. Bu tuhaf bir huzurdu. Adını koyamasam da okyanusun dibinde nefes aldığımı hissettiren ve ölümden kurtaran bir huzurdu. Korel'e baktığım zamanlar, ezgilerin en güzeli, bütün enstrümanların en şefkatlisi kulaklarımda yükselmeye başlamıştı ve dansın şehveti kanımı alevlendiriyordu. Bunun tek açıklaması, ölümden kurtaran huzurdu.
Belki de her şey tamamen zihnimin oyunuydu ve şarkılar Korel'i görünce seslerini duyursunlar istemiştim.
Dövmeyle kaplı olan elinde sigara vardı ve uzun parmaklarında işkence gibi duruyordu.
Boş bakan gözleri, boşluktan çırpınarak kurtuldu. İlk başta ne olduğunu anlayamasam da sonradan gerçekten bana baktığını fark edip yutkundum. Bu sefer bakışları boş değildi, gerçekten beni görüyormuş gibiydi.
Odadaki keskin nefreti hissettiren bakışları yoktu, yüzü oldukça ifadesizdi; hangisi roldü ayırt edemiyordum.
Bakışları kucağıma düşen ellerime kaydığında sigarayı tekrar dudaklarına yerleştirdi, çektiği derin nefesle omuzları kalktı ve gözleri yeniden gözlerime tırmandığında kulaklarımdaki o muhteşem ezgi daha da güzelleşti, keman ve piyano birleşti.
"Merhaba," dedim; bunu planlamadığımı kelime ağzımdan çıkarken fark etmiştim. Konuşmayı bile düşünmezken attığım adımın farkındaydım.
Gözleri donuklaştı ve dudaklarımdaki gülümsemeye indi. Sigarayı yavaşça uzaklaştırarak gülümseyişime bakmaya devam etti. Bir karşılık bekledim; ben daha içten gülümserken gözleri gözlerime tırmandı, düz bir ifadeyle yüzüme baktı. Yüzü o kadar ciddi, bakışları o kadar sertti ki gülümseyişim solup yarım yamalak kalırken, "Teşekkürler," diyerek dudaklarımı oynattım. "Beni bir nevi kurtardın."
Bunu neden yaptığımı bilmiyordum, bir aptal gibi görünerek yaptığımın da farkındaydım ve sonrasında pişman olacağımı daha şimdiden hissediyordum.
Kaşları çatıldı ve o öfke kokan bakışları tekrar yerli yerine ulaştı. Kulaklarımdaki ezgi sustu, piyanonun tuşlarını küller yaktı, kemanın yaylarını duman parçaladı. Geriye çatlama sesleri kaldı ve o güzel şarkı sanki çığlık atmaya başladı. Kulaklarımda yükselen seslerden nefret ederek yüzümü buruşturdum.
Korel elindeki sigarayı yere atıp siyah botuyla söndürdü; bunu yaparken o bakışlarını üzerimden çekmedi, nefret yeniden geldi. Bir insan bu kadar nefret ederek bakamazdı. Sanki öldürmüştüm, sanki onu öldürmüştüm. Sanki leş kokan kendi cesedinin başında ruhu bekliyordu ve sorumlusu bendim.
Sigarayı ayağının altında ezdiğinde sanki gülümsediğim dudaklarıma kezzap döküldü ve ezilen ben oldum, iması sanki buydu.
"Seni kurtardığımın farkında değildim," dedi sakin bir sesle. "Farkında olsaydım da bir şey değişmezdi çünkü ben kendimi kurtardım."
Ağır ağır başımı aşağı yukarı salladım. "Farkındaydın ya da değildin. Ben teşekkür etmek istedim."
Korel başını salladı ve umursamazca omzunu kaldırıp indirdi. Bir cevap beklemiyordum, Korel de tam düşündüğüm gibi bana cevap vermedi.
"Hey!" Yanımdaki sandalyenin çekilmesiyle tuttuğum nefesimi bıraktım ve gözlerim Barış'a döndü. Dişlerini göstererek sırıtıyordu. Bir elini omzuma yerleştirip diğer elini çeneme koyarak başımı ona çevirmemi sağladı. "İyi misin, güzellik?"
Göz ucuyla Korel'in olduğu yere baktığımda sandalyeyi itekleyip ayağa kalktığını gördüm. Bana ya da Barış'a bakmıyordu. Önündeki masaya dağıttığı kâğıtları hızla toplarken kaşları çatıktı. Kâğıtları defterin içine koyduktan sonra rulo şekline getirdi ve ayağıyla sandalyeyi itekleyerek ilerideki motosikletine doğru yürümeye başladı.
Motosikletin arkasında duran kaskı sertçe kavrayarak başına geçirdi ve motosikletine bindi. Yan tarafındaki kızların bakışları ona dönerken motorunu çalıştırdı ve büyük bir homurtu çıkararak gazı alevlendirdi. İki ayağını motosikletin kenarına koyarken başını kaldırdı ve kaskın ön tarafını sertçe kapatarak motoru çalıştırdı. Terastaki birden fazla göz ona doğru dönerken o kadar hızlı bir hareketle yanımdan geçti ki rüzgârın attığı tokatla dudaklarım aralandı ve Barış'ın çenemdeki eli düştü.
Başka başka soruların katlanarak içime katmer katmer dizildiği anlardan birindeydim.
Aslında tek bir soru başka soruları da beraberinde getiriyordı: Bana neden nefret ediyormuş gibi bakıyordu? Bir tarafım, düz ve ifadesiz yüzünü hatırladığım zaman yapısının böyle olduğunu söylüyor ve dünyayla bir barış antlaşması imzalamadığını dile getiriyordu. Diğer tarafım, herkese düz ve ifadesiz bakan yüzünün bana döndüğü zaman sonbaharına şimşek çaktıran o nefretin sebebini merak ediyordu. Cehennem ateşini içmiş olması, beni o şimşeğin arkasında bırakarak elektrik akımına tutmasına sebep olamazdı. Belki de onun cehenneminde sonbaharını mahveden bir ateş vardı? Belki de onun sonbaharını insanlar yakmıştı, o da acıyı ve ateşi daha fazla hissetmemek için ateşi içmeye karar vermişti.
"Minel," diye mırıldandı Barış, ben motosikletin boşluğuna doğru bakarken. Omzumdaki elini sıkılaştırdı; gözlerimi ona çevirdiğimde kaşlarını çattığını gördüm. Bir an omuzlarımı silkerek elinin düşmesini sağlamaya çalıştım fakat o kadar sıkı kavrıyordu ki parmaklarının izi çıkabilirdi.
Pişmanlığı tatmayı bekledim fakat bunu ufacık bile hissetmiyordum. Tek duygu, şaşkınlık ve karşılıksız kalan gülümseyişimin dudaklarımda bıraktığı acıydı. Aslında içten içe ondan bir tepki beklemediğimi biliyordum.
"Gençler," dedi Büge masaya yaklaşarak. Bakışları benimle buluştuğunda gözleri şaşkınlıkla aralanarak, "Minel!" diye mırıldandı. "Minik Kuş, sana ne oldu? Bembeyaz olmuşsun." Elindeki kahveyi önümdeki plastik mavi masaya yerleştirerek dizlerinin üzerine çöktü ve kucağıma düşen ellerimi avuçladı. Gözlerinde hâlâ şaşkınlık vardı. Tek kaşını kaldırarak Barış'a baktı ve kafasını iki yana salladı.
Büge, ruhunun duygulara kapalı olduğunu ne kadar söylerse söylesin, gözlerindeki endişeden bunu açıkça görebiliyordum, ruhu hâlâ canlıydı.
"Yok bir şey," diye mırıldanacağım sıra Barış elini omzumdan çekerek dalga geçer gibi güldü ve kafasını iki yana sallayarak, "Şu yeni gelen motosikletli adam..." diye homurdandı. "Minel o yaralı yüze gülümsedi fakat karşılığını alamadı." Bakışlarım sinirle ona dönerken kelimelerini törpülemeden, gözlerimin içine bakarak devam ettirdi: "Nasıl sularda yüzdüğünü bilmiyor sanırım."
Büge'nin kavradığı ellerimi yumruk yaparak dişlerimi kenetledim ve Barış'ın mavi gözlerinin içine nefretle baktım. Ben dalgalarla boğuşurken kimse fark etmiyordu fakat karşılıksız kalan bir gülümseyişimi kıyıya vururken görüyorlardı.
"Barış, kapa çeneni," diye hırladım dişlerimin arasından. "Benim yüzdüğüm suların derin olup olmadığı kimseyi ilgilendirmiyor."
Büge'nin ellerime yaptığı baskıyı hissedebiliyordum fakat Barış'ın gözlerinden gözlerimi çeviremiyordum.
Her şeyin sorumlusu olarak düşündüğüm birinin sırtına mı geçirecektim bıçağı? Şu an yaptığımın sebebi açıkça ortadaydı: Kaçmak istemiyordum. İçimdeki siniri ve karşılıksız gülümseyişimi dışarı püskürtemezsem dudaklarımda o acı kalacak ve dilimin her temasında içimi yakacaktı.
"Çok derin," diye dalga geçermiş gibi gözlerini devirerek gülümsedi Barış. "Klasik, gizemli adama çekilen bir kız mısın, Minel? Bu kadar basit ve dar olamazsın."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken hiçbir şey söyleyemeden, "Hah!" diyerek inledim. Soğuk bir kahkaha atarak bakışlarımı şaşkınlıkla bize bakan Büge'ye çevirip, "Duydun mu?" diye sordum. "Bu kadar basit olamazmışım." Ellerimi Büge'nin ellerinden kurtararak önüme gelen örgüyü sertçe arkaya gönderdim.
"Sakin ol," diye dingin bir tonla uyardı beni Büge. Bakışları Barış'a dönerken kaşlarını çattı ve dudaklarını birbirine bastırdı.
Barış başını diğer tarafa çevirirken, "Olmuyorum," diye tısladım. "Senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor mu, Barış? Benimle nasıl böyle konuşabilirsin?" Sinirle ayağa kalkmaya çalıştığımda Büge ellerini dizlerime yerleştirerek beni yerime geri oturttu.
"Minik Kuş," dedi Büge dizimi sıkarak. "Barış'ı biliyorsun, saçmalıyor. Ne oldu, anlat bana."
Barış bir cevap vermek yerine hâlâ diğer tarafa bakıyordu ve eli çenesinde geziniyordu.
"Anlatacak bir şey yok." Bakışlarım Büge'ye dönerken sinirim hâlâ tazeydi. "Beni istediğiniz gibi görebilirsiniz, umurumda değil. Ben kendimi biliyorum."
Barış iğrenç bir kahkaha attı ve kollarını önünde bağlayarak, "Öyle mi, Minel Karaer?" diye iğneleyeci bir tonla âdeta kıkırdadı. "O yaralı yüze neden gülümsediğini açıkla o halde bize."
Yan tarafımızdaki masada oturan insanların bakışları bize doğru dönerken, Büge de duruşunu dikleştirerek, "Barış!" diye sessizce uyardı. "Çeneni kapat, sesin yüksek çıkıyor. Ayrıca o herif Minel'in sürekli gittiği dans kursunun yanındaki bardan çıkmıyor. Eminim birbirlerini tanımışlardır."
"Ne?" dedim Büge'ye dönerek. "Bahsettiğiniz bar, orası mı?"
Büge kirpiklerini kırpıştırdı. "Senin dans kursunun hemen yanındaki," diyerek dudaklarını ısırdı. "Bir keresinde seninle de gitmiştik, hatırlasana."
Kaşlarımı çatıp düşünmeye çalıştım fakat tam olarak anımsayamıyordum. "Hatırlamıyorum, beni o kadar çok bara götürmeye çalıştın ki Büge."
"Hey," dedi Büge ve başını omzuna indirdi. "O barı unutmak imkânsız, bodrum katında dövme atölyesi olmasını çok tuhaf bulmuştuk ya." Hatırlamadım ama az önce söylediklerini daha detaylı tekrar etti. "Bodrum katındaki dövme atölyesi ona aitmiş. Az önce yanımızda olan arkadaşım söyledi. Bunlar teknik bilgiler, aile bilgilerine henüz inemedim." Alayla güldü. "Her şeyden çok uzakta olduğun için fark edemiyorsun ama bazı şeyler göz önündedir. Merak ettiğinin farkındayım ve senin için işte buradayım, sormadan da anlatırım."
"Hatırlamıyorum," dedim ve Barış'a ters bir ifadeyle baktım. "Ve onu o bardan tanımıyorum." O bardan tanımıyorum. Avcumun acıdığını hissettiğimde ellerimi birbirine çarparak gülümsedim ve ayağa kalkıp çantamı sırtıma geçirdim. Büge tam ağzını açacağı esnada elimi kaldırarak onu susturdum ve işaretparmağımı Barış'a uzatarak, "Kimseye kendimi kanıtlamak zorunda değilim," diye mırıldandım. "Basit mi görüyorsun? Umurumda değil. Çünkü ben neyi, neden yaptığımı biliyorum."
"Neden bu kadar öfkelisin?" diye sordu Büge de dayanamayarak. "Biraz fazla abartıyorsun."
Haklı olabilirdi, normalde Barış'ın patavatsızlıklarına böyle tepkiler vermezdim. Büyük ihtimalle nedeni gerçekten de gülümsememin karşılık bulamaması ya da kafa karışıklığımdı. Hiçbir cevap vermeden başımı iki yana salladım ve çıkışa doğru yürümeye başladım.
"Minel." Güzel bir mırıldanışla seslendi Büge, sesi sakinlik vermeye çalışıyordu. "Bekle, kuş; ben de geleyim."
Geriye yürüyerek hızla Büge'ye döndüm. "Lütfen," diye soludum işaretparmağımı kaldırarak. "Allah aşkına beni yalnız bırak, şimdi değil."
Yalnız kalmaya, bir şeyleri sineye çekmeye ve dans etmeye ihtiyacım vardı; şu an olduğum yerde dizlerimin üzerine çökmemek için dişlerimi kenetliyor, yüzümün kızardığını bilsem bile, vücuduma çarpan soğuk havayı özümseyebilmek için yanıp tutuşuyordum.
Büge kaşlarını kaldırarak adımlarını sertçe durdurdu ve altdudağını dişledi; beni az çok tanıyordu, belki de tanıdığını sanıyordu, bilemiyordum. Tek emin olduğum, şu an arkamdan gelip beni yalnız bırakmamaya çalışmasının hiçbir iyi sonuç vermeyeceğiydi; arkadaşlığımızı zedeleyen bir durum olabilirdi.
Yirmi yaşındaki kızlar gibi olmadığımı biliyordum çünkü kötü olduğum zamanlar veya içime akıttığım gözyaşlarımın volkanımı tetiklediği dakikalar bir omza, sıcak bir göğse koşmak yerine kesinlikle yalnızlığı tercih ediyordum.
Büge kafasını aşağı yukarı salladığında arkasından bize bakan Barış'ı umursamadan, "Teşekkür ederim," diye dudaklarımı oynattım ve koşar adımlarla merkezin çıkışına ilerledim.
En azından teşekkürüme öfkeyle bakan gözlerle karşılık bulmamak güzeldi.
***
Bir bulutun üzerinde yükselişim, güvercinin tüylerinin dökülüşü ve süzülerek aşağı inerken bir candan kalbin kopuşu...
Hislerime tercüman olan parmaklarım havaya kalkarken gözlerimi kapattım ve bedenimi viyolonselin sesine teslim etmeyi arzuladım. Parmaklarım yükselen güvercinin tüyünü kavradı sanki; tırnaklarımın arasında kanı hissettim, yangın alevi gibiydi.
Yüzümde ağır ve sessiz bir gülümseme oluşurken, havada olan parmaklarımdan kayarak yüzüme inen tüy, başımı sağa eğmeme ve saçlarımı geriye atarak savurmama sebep oldu. Saç tellerimi o tüy sertleştirdi ve her savuruşumda kan damlaları, kapalı gözlerimin göremediği, karşımdaki aynaya çarptı; yankısı hoşuma gitti, keman sesi gitgide yükseldiğinde parmak ucumda hızla kendi etrafımda döndüm.
Beyaz tüy griye dönerken, saçlarımda ve parmaklarımda kanın kızıllığı vardı sanki. Tüy düşmek istedi, kaçmak istedi fakat sağ elimi uzatarak ağır ağır geriye kaçıp onu yangın alevini andıran avuçlarımın içine aldım, tüyün ıslaklığını hisseder gibi oldum, keskinliği avuçlarımı acıttı.
Canım yandı, yükselen kuş alçaldı, ona ait olan şeyi almak istedi. Acuçlarımı sıkı sıkı kapattım, kollarımı karnıma sararak art arda geriye iki adım attım ve başımı önüme eğerek saçlarımın öne düşmesini sağladım; kaçtığım, saçlarımdan damlayan kandı.
Avuçlarımı kesen ve her yeri kan gölüne çeviren bu tüye bu kadar mı muhtaçtım? Acının hoşuma gitmesi gülümsememi genişletirken ellerimi hemen havaya kaldırdım ve parmaklarımın ucunda yükselerek havalandım; kuş parmaklarıma çarptı; daha yumuşaktı, daha zarifti.
Daha yükseğe çıktım, kemanın sesi piyanoyla buluştu, tüy süzülerek aşağı inerken ilk önce gözlerime çarptı, kan aktı, sonra dudaklarımı kesti, parçaladı. Ardından göğsümdeki o boşluktan içeriye girdi ve kalbimin üzerine yerleşirken, havada süzülen kuş daha da alçaldı.
Kalbim kesildi, kan revan içinde kaldım, canım yandı ve son bir kere yükselerek dizlerimin üzerine çöktüm. O nahif tüy binlerce hançer oldu, içimi parçaladı. Dizlerimin üzerinde geri geri gittim ve başımı kaldırarak kapalı gözlerimin aralayıp havada uçuşan kuşa baktım, düşüyordu, o da düşüyordu.
Daha hızlı gitmeye başladım ve saçımı savurarak kan damlalarını her yere bulaştırdım, herkesin lekesi olsun istedim. Gücüm tükendi, içim daha fazla parçalandı, dudaklarım acıdı, gözlerim kanadı fakat gülümsedim.
Beyaz güvercin gözlerimin önüne düştüğünde can çekişiyordu ve tek bir parçası için tutuşuyordu, o tek parça içimi kavursa dahi ona vermedim, beyaz güvercinin ölümüne razı oldum. Sağ elimi, zarif bir hareketle öne uzatıp başımı dirseğimin hizasına getirdim ve kirpiklerimin arasından güvercine baktım, ölümüne saniyeler vardı, dudaklarım aralandı.
İşte o zaman içimden tanımlayamadığım kendi küçük Minel'imin sesi yükseldi. Yanakları kızarmış, yorulmuş, annesine muhtaç küçük Minel, ellerine tüy yerine ölmek üzere olan güvercini aldı ve sadece ona odaklandı.
Anladım, kavradım: Tüy, gözyaşlarımdı; ölen güvercin, annesiz büyütemediğim küçük Minel'di ve ben yalnızdım.
Müziğin sesi kesilirken güçlükle yutkundum, nefes nefese kalmıştım, olduğum yerden kıpırdayamadım; saatlerdir ettiğim dansın haddi hesabı yoktu ve hâlâ kaçabildiğimi sanmıyordum.
"Tebrik ederim," dedi dans hocam, gülümsediğini hissettim.
"Bu şarkı senin için yazılmış olmalı, duyguları harika verdin."
Gözlerimi aralayarak nefes nefese kalmış bir halde saçlarımın arasından Hülya Hoca'ya baktığımda samimi gülümsemesi ve sıcacık bakışlarıyla karşılaştım. Müziğin etkisine girdiğimi düşünmesi beni rahatlatırken, içinde bulunduğum durumdan çıktım ve önümdeki beyaz güvercin cesedini görmezden gelerek doğruldum, hepsi bir hayalden ibaretti.
Bale ayakkabılarım canımı acıtmaya başlamıştı ve üzerimdeki siyah atlet su içindeydi, fazla terlemiştim.
Dans hocam benden bir cevap alamayınca elinde tuttuğu suyu bana uzattı. "Yarışmaya doğru harika gidiyorsun, Minel." Plastik su şişesini elinden alarak hızlıca kapağını açtım ve içimin yangınını söndürmek istermiş gibi kana kana içtim. Yarısına kadar içtiğim su şişesini indirirken elimin tersiyle ağzımı silerek, "Hocam, yapmayın," diye homurdandım. "Hiç şansım olmadığını biliyorsunuz, çift olarak gelenlerin arasında çok sırıtacağım."
Yüzümü buruşturdum ve elimdeki şişeyi sakince diğer tarafa attım. Yarışmaya katılacak çoğu kişi bir erkek, bir kız olarak gelecekti ve benim tek başıma yaptığım dansı onlar tutkuyla birleştirecek daha fazla ağırlık katacaktı. Yarışmanın konusu ise tutkunun ve arzunun dışavurumuydu; benim yaptığım ise sade ce acılarımı ortaya dökmekti, tutku ve arzudan bir halt anladığım yoktu.
"Kendine böyle davranmamalısın," dedi Hülya Hoca kaşlarını çatarak. "Tek başına da iki duyguyu ortaya dökebilirsin; hem amcanı ikna etmeye çalışacağım bir eş için."
Hızla başımı Hülya Hoca'ya çevirip, "Hayır!" diye âdeta cırladım. "Kimseyi istemiyorum, tek başıma yapabilirim." Kaşlarım benden izinsiz çatılırken, "Utangaç biri olduğumu biliyorsunuz," diyerek homurdandım.
Evet, dans estetik bir işti fakat benim için duyguların dökülüşüydü ve müziğin bir yansımasıydı.
Hülya Hoca sözlerime karşılık kafasını iki yana sallarken umursamayarak omuzlarımı silktim ve sağımda duran siyah ceketimi üzerime geçirdim. "Bence bugünlük bu kadar yeter."
Merkezden çıktıktan sonra eve uğrayarak eşyalarımı almış ve kendimi direkt dans salonuna atmıştım. Salon klasik bir bale salonu gibiydi. Tavan da dahil her yer aynalarla çevriliydi ve parkeleri açık kahverengiydi. Tavandaki asma avize, eski Osmanlı kültürünü anımsatıyordu ve elmas rengiydi.
Hülya Hoca bana bakmaya devam ederken üzerimi değiştirme ve duş alma fırsatını kendime vermeden, dağılan saçlarımı tepemde topladım; ensem terlemişti ve dışarının soğuğu göz önüne alınırsa üşüyecektim. Yandaki havluyla, yüzümü ve ensemi kuruladıktan sonra çantamdan spor ayakkabılarımı çıkarıp giydim ve çorabıma rağmen kızaran ayaklarımı bale ayakkabılarımdan kurtardım.
Eve gittiğimde çileden çıkan amcamla karşı karşıya geleceğimden emindim.
Hülya Hoca'ya ufak bir el işareti yaparak siyah deri çantamı sırtıma geçirdim ve çıkış kapısına hızlı adımlarla yürüyerek arkamdan beni takip eden gözlerden uzaklaşmaya çalıştım.
Bacaklarım sızlıyordu ve hâlâ içimin yandığını hissediyordum; üstüne üstlük kapıyı açtığım saniye dışarıdan esen buz gibi rüzgârın tokadı titrememe ve kollarımı kendime dolamama sebep olmuştu.
Dans ettiğim salon amcamın evine çok da uzak olmayan bir ara sokaktaydı. Her seferinde taksiyle gidip gelsem de ara sokaktan anacaddeye çıkışım neredeyse on dakikamı alıyordu.
Hava çok soğuk değildi fakat rüzgârın esintisi sanki buzlu bir suyu terlemiş enseme ve saç köklerime gönderiyordu. Kapının önünde dikilmeyi bırakarak siyah ceketime sarındım ve kollarımı önümde bağlayarak yürümeye başladım.
Dans atölyesinin karşı yolunda kalan bara doğru döndüğümde kapının önündeki kalabalığı ve motosikletleri gördüm. Dışarıdan ufakmış gibi görünse de aslında büyük bir yer olabileceğini tahmin etmek zor değildi çünkü yeni yeni fark ediyordum ki neredeyse bütün motosikletlilerin uğrak noktası haline gelmişti. Mavi ve turuncu ışıklı tabelasına gözlerim kaydığında, önündeki kalabalığın içinde Korel'in de olabileceği düşüncesi aklıma düştü.
Sokakta kimse yoktu ve sessizliği tek bozan şey benim adım seslerimdi. Ayağımdaki spor ayakkabının asfalt zeminde bıraktığı ses, caddeden gelen araba seslerini bastırıyordu.
Taksileri görmezden gelerek yoldan karşıya geçtim ve bara doğru yürümeye başladım; bara girmeyecektim fakat en azından yakından bakmak istiyordum. Barın olduğu sokağın köşe başında durdum ve saklanma ihtiyacı hissederek kapının önündeki insanlara baktım. Herkes kendi halinde gibi görünüyordu; birkaç adam yanındaki sevgilisinin omzuna elini atmış, kahkahayla gülüyordu. Korel'e benzer kimse yoktu. Saat ne kadar geç olmuştu bilemiyordum ama sarhoş oldukları belliydi.
Çantamdaki telefon çalmaya başladığında amcam aklıma geldi. Telefonu çıkardım, yutkunarak ekranı kaydırıp kulağıma götürdüm. Ağzımı açmamla amcamın, "Neredesin sen?" diye hırlaması bir oldu. "Saatin kaç olduğunun farkında mısın? Defalarca aradım!"
Saat gece on ikiyi geçiyordu ve ben neredeyse yedi saat dans etmiştim; ruhumun ve bedenimin yorgunluğunun sebebi açıkça ortadaydı.
"Danstaydım," dedim sakince. "Bunu tahmin ettiğini hatta bildiğini anlayabiliyorum amca. Dans hocamı aradın, değil mi?" Sinirle dişlerini sıktığını hissettim; telefondan şarjımın bitti ğine dair ses yükselince yüzümü buruşturdum.
"Umurumda değil," diye homurdandı amcam. "Hemen seni almaya geliyorum, yerini söyle."
Gözlerimi devirerek, "Amca," diye söylendim. "Ben geliyorum, şarjım bitiyor. Birazdan eve geldiğimde beni köfte yapıp pişirirsin, olur mu?"
Kendi kendine bir şeyler söylendiğini ve elindeki –belki de kumanda– cismi fırlattığını duydum; telefonu kapatıp cebime koydum ve bara bir süre daha baktıktan sonra saçmaladığımı fark ederek köşe başından ara sokaktaki taksi durağına hızlı adımlarla yürümeye başladım.
Birkaç dakika sonra karanlık ve sessiz ara sokakta adım sesleri duymaya başladım ve bu sesin hiçbir şekilde hoşuma gitmeyeceğini öfkeyle nefes vererek gösterdim. "Şimdi değil," dedim dişlerimi sıkarak. Arkamda beni takip eden birilerinin varlığını hissediyordum. Bu düşünceyi silmek amacıyla fısıltıyla şarkı söylemeye başladım ve her şeyin bir hayal ürünü olduğunu kendime hatırlattım.
Ara sokağın ucundaki taksi durağını gördüğümde başım, yorgunluktan olsa gerek, dönmeye başlamıştı. Arkamda ise hâlâ adım seslerini duyuyordum. "Yanlış alarm, yanlış alarm, yanlış alarm," demeye başladım kısık bir sesle ve o anda, "Hey!" diye bir ses duydum.
Sağdaki karanlık sokağa çıkan yerden bir adam belirdi. Adımlarım yavaşlarken adam elinde tuttuğu gazeteye sarılmış bira kutusunu diğer tarafa fırlattı ve sarsak adımlarla bana yaklaştı; üzerinde eskimiş bir kot pantolon vardı, kirli saçları fazlasıyla uzundu.
"Evet," diye mırıldandım küçük adımlar atarak. Bir yandan gözlerim hâlâ karşımdaki anacaddedeydi ve koşma hızımı hesaplıyordum; sarhoş olduğunu varsayarsak ondan hızlıydım fakat sızlayan ayaklarım beni zorlayacakmış gibi duruyordu, kötü düşünmemeye çalıştım.
"Tek misin?" diye sordu adam ve önündeki saçları geriye atarak bana doğru birkaç büyük adım attı. Üstdudağının yukarıya kıvrılışı iğrenç bir tadı boğazıma dizerken, "Hım," diye soludu.
"Ufak, genç bir kız demek..."
Yutkundum. Adamın gözleri gölge gibi duruyordu fakat sesindeki tınıdan seçebildiğim en ince nokta, kötü bir şeylerin dile geldiğiydi.
"Ben gitsem iyi olacak," diye mırıldandım. Hızlı adımlarla geri geri gidip tam koşacağım sırada bir bedene çarptınca dudaklarımdan bir çığlık döküldü.
Çarptığım adam kahkaha atarken, uzun saçlı adam da bana doğru yürümeye başladı. İkisinin de boyu çok uzun değildi fakat çarptığım adam daha genç, daha iriydi.
"Dakikalardır seni dinliyoruz ufak kız," dedi adam gözlerini kısarak. Başımı çevirdiğimde iğrenç içki kokan nefesi yüzümü yaladı. "Sesin güzelmiş."
Adamla aramda bir adımlık mesafe vardı ve bakışlarındaki sapkınlık kanımı donduruyordu. "Yapma ama," diye yapay bir tınıyla homurdandı uzun saçlı adam. "Güzel avımızla oynamamalısın, dakikalardır onu bekliyorum."
Dakikalardır takip edildiğimi hissetmemin sebebi bu adamlar mıydı? Peki ben neden başka bir şeymiş gibi hissediyordum? Sanki başka, ferah bir nefesin huzurunu ilmek ilmek içime işliyordum.
İlk başta aklım çok yavaş çalışırken, "Hayır," diye sessizce kendi kendime söylendim ve bakışlarım genç adama dönmeden caddeye koşmaya başladım. Ayaklarım yanıyordu, boğazım acıyordu ve başımın döndüğünü hissediyordum.
Arkamdan kahkaha sesleri yükselirken dengemi kaybettim; tam düşeceğim sırada belimden iğrenç bir el yakaladı. Adam göğsümün altından sıkı sıkı tutup beni havaya kaldırdı; sanki dünyanın en hafif eşyasını taşıyormuş gibiydi.
Korku içinde çığlık atarak, "Bırak!" diye bağırdım. Tekmelerim havada sallanırken tırnaklarımı adamın göğsümün altındaki eline geçiriyor, çırpınıyordum. Uzun saçlı adam sakince bekledi ve gülmeye devam etti.
Adam iki kolunu birden sardığında adamın erkekliğine sertçe bir tekme geçirip, "İmdat!" diye haykırdım. Adamın beni saran kolları sertleşirken adımları durdu ve dudaklarından dökülen in lemeyle beraber beni diğer tarafa fırlattı.
Yüzüstü yuvarlanarak uzun saçlı adamın önüne düştüğümde taytımın yırtıldığını ve kanımın aktığını hissettim, saçlarım ise yeri süpürüyordu. Can acısıyla dişlerimi birbirine bastırdığımda başımı kaldırarak uzun saçlı adamın yüzüne baktım. Üstten üstten bana bakıyordu; dudaklarındaki iğrenç gülümseme silinmemişti. Genç adam ise çoktan bana doğru yürümeye başlamıştı ve eli hâlâ erkekliğindeydi. "Oyun bitti," diye hırladı acı içinde. "Şimdi vurduğun yerin acısını, sana sokarak çıkaracağım, küçük kaltak."
Korkunun koynunda sarsıldığımı ve alevlerin beni çepeçevre sardığını hissettim. Başım bozuk bir saat gibi dönmeye başladığında, uzun saçlı adam ense kökümdeki saçlarımdan kavrayıp beni kaldırdı. Dişlerimi kenetledim, o kadar sıktım ki çene kemiğimden ses geldiğini hissettim. Gözlerimi sıkıca kapatırken son bir güçle çırpınmaya çalıştım fakat arkamdaki adamın eli ceketimin fermuarına uzandığında nefesimi tuttum ve acı içinde, "İmdat!" diye haykırdım. Gözyaşlarım içimi taşırdı, nefesimi kesti, başımı döndürdü. Gözlerimi yavaşça araladığımda ileriden üç kişinin bizim bulunduğumuz yere doğru geldiğini gördüm, yüzüme ışık vuruyordu ve kulaklarımda sanki sesini daha önce hiç duymadığım bir adamın fısıltısı can buldu. "Yapabilirsin!" Tek kelime.
Ruhum bedenimden uzaklaşıyor gibi olduğunda adam fermuarımı tamamen açtı; atletimle kaldığımda diğer adam taytımı çıkarmaya çalıştı. Biri bacaklarımın üzerine otururken, diğeri kollarımı tutuyordu.
Dehşet, bir daire oluşturarak çevremi sardı. Kendimi kaybedeceğimi, her şeyin tükendiğini, sonun başlangıcının geldiğini düşünürken bir motosikletin homurdanan sesi kulaklarıma doldu ve bir an içime doğan hisle gözlerimi tamamen açtım.
Vuran ışık, motosikletin ışığıydı.
Takip edildiğimi şimdi daha net hissediyordum, tüm hücrelerime kadar biliyordum fakat bu, benliğimi elimden almaya çalışan adamlar yüzünden değildi. Bir takipçinin elinde olmanın verdiği haz kanımda canlı bir şekilde varlığını hissettirirken çırpınmaya devam ettim. Adamların bakışları motosiklet sesinin yükseldiği tarafa döndüğünde uzun saçlı adamın çıktığı sokaktan koyu gri bir yarış motoru belirdi. Son bir güçle, "Yardım edin!" diye haykırdım, ceketimi çıkaran adam sigara kokan eliyle ağzımı sıkıca kapattı. Diğer adam ise taytımı neredeyse aşağıya kadar sıyırmıştı. Gözlerim acıyla dolarken bacaklarımı çırpınmaya zorladım fakat öyle güçlülerdi ki kendimi kurtaramadım.
Motosikletin hemen arkasından iki kişi bizim olduğumuz tarafa doğru koşmaya başladı. Bulanık gören gözlerimle her şeye hâkim olmaya çalışıyordum ama öyle büyük bir korku ve acı içindeydim ki bu bir kâbus diye bile düşünmeye çalıştım.
Motosiklet son hızla bize doğru gelirken çırpınmaktan asla vazgeçmedim. "Bırak beni!" diye bağırırken boğazım yanıyordu. Soğuğu değil artık sıcağı hissediyorum. Zemin sarsılıyor, vücudum korkuyla titriyordu.
Uzun saçlı adamın bakışları koyu gri motosikletin üzerindeydi ve gözleri kısılmıştı. Diğer adamın iğrenç eli ağzımı kapatırken, uzun saçlı adam geriye bir adım atıp üzerimden kalktı.
Her şey bir anda oldu.
Koyu gri motosiklet karşımdaki adamın arkasından geçerken, kuvvetli bir el adamın boynunu tutup kendisiyle beraber sürüklemeye başladı. Motor tek el kuvvetiyle sarsılırken, uzun saçlı adamın bacakları tekerleklerin altında kaldığı süre boyunca sürüklendi.
Yüksek ve acılı çığlığıyla gözlerim açılırken, arkamdaki el bedenimden uzaklaştı; yattığım yerde titremeye devam ederken, sürüklenen adamın boynunu o kuvvetli el bıraktı ve motosikleti durdurdu. Adamın bacakları tekerleklerin altında duruyordu, bayılmıştı. Gözlerim belden aşağısına kaydığı zaman o kanlı görüntüyle beraber nefretle soludum. Son gücümle arkamdaki adama baktım; bakışları benimle buluştu ve geriye giderek yerde kanlar içinde olan arkadaşına gözleri kaydı.
Motosikletin üzerindeki adam sırtı bana dönük bir şekilde motorundan indi ve aracını tamamen durdurmadan başındaki kaskıyla bize döndü. Bize doğru koşan iki kişi de hızlanmıştı ve kulaklarım binlerce sesi işitiyordu fakat algılarımın tek çözebil diği şey, kaskın ardından benimle kesişen gözlerdi.
Birkaç uzun adım attığında arkamdaki adam geriye doğru daha hızlı yürümeye başladı. Koyu gri motosikletin sahibi yavaşça başından kaskı çıkarırken seslerin hepsi onun çevresinde dönmeye başladı ve kulaklarımda çınlayan o adamın sesini bir daha duymadım.
Siyah kaskı çıkardığında adımları kesilmedi, sağ eliyle önüne gelen birkaç tutam saçı geriye attı. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken, "Ah!" diye inledim. Bakışları saniyenin onda biri kadar bana döndü, ardından bir tepki vermeden kalın kaşlarını çattı ve arkamda kalan adama doğru ilerledi.
Korel Erezli tam karşımdaydı.
Bedenindeki güç, ellerindeki kuvvet, gözlerindeki hissiz ifadeyle buradaydı ve ben dakikalardır hissettiğim takip ediliyorum duygusunu şimdi ait olan insana vermişim gibi hissediyordum.
"Bak," dedi arkamdaki adam korkak bir tınıyla. "Gideceğim ve bir sorun çıkmayacak, tamam mı?"
Bulunduğum durumun içinde nefes alamayacakmış gibi hissediyordum. Az önce yaşadığım korku kaybolmuştu. Hâlâ yerde yatıyor hatta dizlerim titriyor, kanıyor olsa bile, mükemmel bir sıcaklık hissediyordum; güven duygusunun verdiği rahatlığı çözemiyordum fakat tuttuğum nefesimi dışarıya verirken, bu sefer soluduğum havada korkuya yer yoktu.
Elimle aşağıya inen taytımı çekmeye çalıştım ama ellerimde güç kalmamıştı.
"Kalk," dedi Korel, adamdan bakışlarını ayırmadan. Bana söylediğini anlamam uzun sürerken, çenesi kasıldı ve ellerini yumruk yaptı. "Ayağa kalk."
Ayağa kalkmak ve tamamen dik durmak için ilk defa bir kuvvet bekliyordum fakat Korel bunu karşılayacak bir insan değildi, şu an için böyle bir şey yapmayacağını biliyordum. Avuçlarımı yere sabitleyerek zorlukla ayağa kalktım; tam o esnada Korel yerde duran ceketimi hızlıca omuzlarıma attı. Taytımı yukarıya çekerken dizlerimdeki yaralar sürtünmeden dolayı inlememe neden oldu.
Bakışları bana dönmeden adama doğru bir adım attı, kaskı sağ elinde tutarak kıstığı sonbahar gözleriyle, "Motosiklete yürü," dedi. Adamın tam gözlerinin içine bakıyordu; dişlerinin arasından konuşması yüzündeki bütün kemiklerin hareket etmesine sebep oluyordu.
Ben motosiklete doğru bir adım attığım anda arkamda kalan adam kaçmak için hamle yaptı fakat Korel, "Orada kal!" diye hırladı dişlerinin arasından. "Şu an kaçacak olursan seni yine bulabileceğimi biliyorsun."
İçinde yer alan son nefret kırıntısıyla, kulaklarımdaki o tuhaf, anlamlandıramadığım sesler sustu ve bir tek onun sert sesi bana nüfuz etti.
"Korel," dedi adam. Şaşkınlıkla gözlerim irileşti. Onu tanıyordu. "Katil değilsin," diye fısıldadı korkakça. Ellerinin ve dizlerinin titrediğini görebiliyordum. "Bırak gideyim. Sadece eğlenmek istemiştik."
İki tane daha adam yanımıza geldiğinde Korel onları eliyle durdurdu. Arkadaşları olduğunu fark ettim; yüzlerini karanlıktan seçemiyordum ama dehşeti onlar da hissediyor gibiydi.
Siyah pantolonunun kavradığı bacakları kuvveti adımlarla adama doğru ilerlerken, geriye giderek bakışlarımı üzerinde gezdirdim. Benim de dizlerim titriyordu, midem bulanıyordu ve başımın dönerken hızlı hareket edişi gitgide dengemi sarsıyordu.
Korel kafasını aşağı yukarı salladı. "Katil değilim," diyerek tiksintiyle soludu. Karşısındaki genç adamın yüzünün rahatladığını gördüğümde Korel burnunu kırıştırarak, "Fakat cani olabilirim," diye devam edip alaylı bir tınıyla kendini gösterdi.
"Hayır," dedi adam. "Yapma, bir anlaşmamız var, biliyorsun."
Korel, "Falan filan," diyerek kaşlarını kaldırdı. "Anlaşma maddesini iyi hatırla, barın yakınında dolanmayacaktınız."
Bir elim karnıma doğru sarılırken, dizlerimin üzerine çökmemek için çabaladım ve tökezleyen ayaklarımla geri geri motosiklete doğru yürüdüm. Başımı döndürmek istemiyordum çünkü karşılacağım tablonun midemi daha fazla bulandıracağını ve uzun saçlı adamın parçalanan bacaklarının kâbuslarıma doğacağını biliyordum.
Adam duvara sokuldu, Korel ise adamın tam karşısına geçe rek üstten üstten ona baktı. Korel daha uzundu ve avuçlarında taşıdığı gücü buradan bile görebiliyordum.
"Bir şey yapmıyorduk," diyerek adam açıklama yapmaya başladı. "Sadece şarkı söylüyordu ve dinlemek istedik, ardından ise..." Korel elinde tuttuğu kaskla hiç ummadığım bir anda adamın yüzüne vurduğunda şaşkınlıkla çığlık atıp elimle ağzımı kapattım. Kaskın çıkardığı kırılma sesiyle aynı anda adam da eliyle burnunu kapattı ve acı içinde inledi.
"Üçlemeleri severim, bilirsin." Derin bir nefes aldı. "Birincisi," dedi Korel, diğer elinin işaretparmağını kaldırarak. "Sana konuş demedim." Kaskı bu sefer adamın ense köküne sertçe indirdi ve başka bir çatlama sesinin duyulmasına sebep oldu; avuçlarında taşıdığı güçle beraber kask birleştiği zaman nasıl bir etki yaratacağını tahmin bile edemiyordum.
Adam tiz bir çığlık atarak dizlerinin üzerine çöktüğünde, Korel hiçbir şekilde duruşunu bozmadı ve kaşlarını havaya kaldırarak üzerindeki siyah ceketin cebinden peçete çıkardı. Oldukça ciddi bir ifadeyle kaskı vurduğu yerdeki kan lekelerini silerken, "İkincisi," diye mırıldandı adamın yere düşüşüne aldırmadan. "Kaskımı kirlettiğin için senin kafatasını ezeceğim."
İki elimle ağzımı kapatırken gözlerim kocaman açıldı ve nefesimi tutarak Korel'in yüzündeki o ifadesizliğe baktım.
Yerde kıvranan adam tamamen uzandığında bir eli ensesinde bir eli burnundaydı, oluk oluk kan akıyordu.
"Yalvarırım," dedi yerdeki adam. "Bir daha buraya adım atmayacağız, sadece geçiyorduk."
"Üçüncüsü," dedi Korel alayla. "Kaskımın temizliğine senin kafatasından daha fazla önem veriyorum."
"Hayır!" diye bağırdı adam.
Korel yüzünü buruşturarak elindeki peçeteyi diğer tarafa fırlattı. "Geçmiyor, kafatasını sökmezsem rahatlayamam." Yüzündeki ifadesizlik silindi, çenesi kasıldı ve ağır siyah botuyla adamın karnına sert bir tekme attı, ikinci tekmeyi ise erkekliğine indirdiğinde adamın çığlıklarını duymamak için ellerimi kulaklarıma bastırdım.
Durmadı Korel, umursamadı. Adamı bir ayağıyla itekleyerek tamamen sırtüstü yatmasını sağladı ve tam bacak arasına şiddetli bir tekme indirdi; adamın çığlıkları ağlamaya dönüşürken elleriyle kendini korumaya çalıştı fakat Korel bu sefer diğer ayağıyla adamın kafasına vurdu.
"Silahım yok," dedi düz bir sesle, sanki bir filmden alıntı yapıyormuş gibi. "Bıçağım da yok. Beni alt edebilir misin?"
Sol ayağıyla adamın tam erkekliğine bastırarak ezmeye başladığında, bakmak istemediğim için arkama döndüm ve ellerim kulaklarımda olacak şekilde, "Hayır," diye fısıldadım kısık sesle.
Sonradan gelen iki kişi sadece izlemeye başladı, başka hiçbir şey yapmadılar.
Motosikletin diğer tarafındaki adamın dizden aşağısı parçalanmış gibi görünüyordu ve kanlar içindeydi; kolları ise sürtünmeden dolayı aşınmıştı, derisinin altındaki kemiği görebiliyordum.
Mide bulantısı baş dönmesiyle birleşti ve Korel'le beraber gelen iki adam, benim olduğum tarafa doğru birkaç adım attılar. Sanki bu hamle zihnime tekme atarken, art arda sesler duymaya başladım. O kadar çoklardı ki yetişemiyordum; hepsi çevremde dönüyor, bir şeyler dile getirmeye çalışıyorlardı. Kapatmaya zorladığım kulaklarımın ardında ise arkamdaki adamın ağlayışı, haykırışı ve inlemesi vardı. Kulaklarımı kapatmak mümkündü fakat zihnimi kapatmak imkânsızdı.
Kulaklarımdaki ellerim yüzüme doğru inerken yanaklarımı tırnaklayıp, "Hayır!" diye seslendim yüksek sesle. Sesler hızlandı, çevremde daire çizdiler ve birbirlerine karışarak daha fazla büyüdüler.
Olduğum yerde onlarla aynı hızda dönmeye başladığımda beynimin zorlanan bir tarafı silik görüntüleri aşındırarak beni zorladı ve acı içinde yüksek sesle haykırmama sebep oldu.
"Hayır!" diyerek bütün gücümle bağırdığımda bakışlarım Korel'e çarptı ve onun da hissiz hareleri bana döndü. Yüzünü net göremiyordum, gözlerim buğuluydu ve sis tabakasını andıran bir bulutun üzerindeydim.
Yüzümdeki ellerim boynuma doğru inerken gözlerimin kay dığını hissettim. "Yeter." Dudaklarım bir yalvarışı dile getiriyormuş gibi hareket ederken çenem titredi. Korel'in kaşları sanki şaşkınlıkla çatılırken, adamın olduğu taraftan bana doğru bir adım atıp gözlerimin içine baktı. Gözlerimiz tam olarak buluştuğunda zihnimdeki sesler duraksadı. Başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda yıldızların arasında süzülen sahipsiz açık renkli gölgeler giderken beynimin aşınan görüntülerini kanattı ve o tabloyu görmemem için üzerine zehir döktü. Güzel bir tablonun, sanki ellerimle çizdiğim bir resmin, hatta içten bir gülümseyişin yer aldığı fotoğrafın parçalanması boğazımda bir yumru oluşturdu.
Korel bana doğru birkaç sağlam adım daha attığında yüzümü nefes nefese ona çevirdim ve zorlukla açık tuttuğum gözlerimin arasından, "Gittiler," diye seslendim acıyan boğazımla. Yüzü ifadesizleşti fakat gözleri bambaşka bir duyguyla beni izledi. Kafamı aşağı yukarı salladım. "Sesleri kesildi; ama yine gelecekler."
Gri gölgeler, acısını çıkarmak istermiş gibi, simsiyah bir şekilde geri geleceklerdi ve o zaman, yumrunun bıraktığı tablodaki gülümseme, canlı olduğunda bile sönecekti. Uğultuları peşimi bırakmayacaktı, yıldızlar da rahat edemeyeceklerdi ve benim kendi hayatımda oluşturduğum gökyüzümü siyaha boyayacaklardı.
Kana bulayan ise o sesler, fısıltılar, çığlıklar olacaktı.
Korel'in tam karşıma gelirken yutkunduğunu, titreyerek aşağı haraket eden âdemelmasından anladım; gözleri kısıldı. Dizlerimin beni daha fazla taşıyamayacağını anladığımda, "Yardım et," dedim, sanki geçmişimden yükselen bir sesle. Bir elim alnıma kayarken gözlerim karanlığa yuvarlandı ve kendimi boşluğa bırakacağım saniye, bir çift güçlü kolun beni kavradığını hissettim.
Son anımsadığım şey ise, "Déjà vu," diye fısıldaması oldu.
Paragraf Yorumları