logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR

Views 126 Comments 0

Korel E. Erezli

Otuz altı saat, kırk sekiz dakika, yedi saniye ve sekiz saniye. Dokuz. On...

Bu, demir parmaklıkların arkasında geçirdiğim süreydi. Daha önce de birkaç kez bu demir parmaklıkların arkasında bulunmuştum ama bu kez, hiç ummadığım kadar uzun sürmüştü.

Korhan'la yaptığımız anlaşma geçerli kılınacak mıydı, bilmiyordum ama sözümü tutacağımdan emin olmuştu.

Önümde bulunan tepsideki yemeklerden ağzıma sürmemiştim; içinde zehir olabilirdi, her şey olabilirdi, beni bayıltabilirdi hatta yine geçmişime götürebilirlerdi. Yemek yememek bir yana, gözüme uyku bile girmemişti. Birkaç kez bilincimin kapandığını hissetmiştim, sanırım bayılmıştım, gözlerimi açtığımda yine beton zemindeydim.

Otuz altı saat, kırk dokuz dakika, yirmi sekiz saniye. Korhan bir şekilde beni kurtarabileceğini söylemişti ama hâlâ ses seda yoktu, kimse bir şey söylemiyordu.

Minel gitmiş miydi? Bunu yapsa şaşırır mıydım emin değilim ama kırgın hissetmezdim. Ben ondan gittim diye değil, onun beni bırakmasına alıştığım için. Bu ikisi arasında çok ince bir çizgi vardı.

İçeriye ışık girmiyordu; sabah mıydı, öğlen miydi yoksa akşam mıydı, bilemiyordum ama dışarıdan gelen sessizliğe bakılırsa çoktan gece yarısını geçmişti. İkinci güne girdiğimizde de buradan çıkamazsak kurtulamayacağımı düşünecek, kaçmak için bir yöntem bulacaktım.

Bir kez daha aynı akıl hastanesine dönemezdim, bunu kendime yapamazdım.

Gözlerim plastik tepsiye kaydı. İki üç et parçası, birazcık pilav, hayır baharatlı değil, yanında da su. Su şişesi plastik ama köşeleri sivrileştirilebilir, birkaç saatin sonunda bileğimi kesebi lirdi.

Arkamdaki demir ranzanın sol köşesi hafif çıkık, o kısım bileğimi daha çabuk keserdi ama daha çok acıtırdı.

Duvarlara sürtseydim? Hayır, bu öldürmezdi, sadece işkence çekmeme neden olurdu.

Ölümü göze alabilirdim ama bir kez daha o akıl hastanesine dönemezdim, bir kez daha bir kadının kendisini ölü sanmasıyla yüzleşemezdim, başka bir adamın kendini hayvan sanmasıyla ya da bir çocuğu kullanmalarıyla. Bir pisliğin, ufacık bir çocuğa karşı çekim hissetmesine tahammül edemezdim.

Hayır, bir kez daha beni mahvetmelerine izin veremezdim.

Her şey aynı yörüngede ilerliyordu, arkamda kimse yoktu ve ben bu yolun sonunu biliyordum.

Elime plastik bardağı alıp üstündeki jelatini hafifçe açtım, kapalı olsa da hatta susuzluktan ölecek gibi olsam da o sudan bir yudum dahi içmedim.

İçindeki suyu plastik tepsiye döktüğümde küflenmek üzere olan etin renginin açıldığını gördüm, saklanan fare ise suyun sesiyle diğer tarafa kaçtı. Şu an en zararsız olan, bu koğuştaki fareydi.

Başparmağımın kenarıyla plastiğin köşesini yokladım, düşündüğümden daha sivriydi. Yatağın köşesindeki o sivri yere sürttüğümde bu ucunu keskinleştirebilirdim. Ardından birkaç saat daha bekleyebilir, hislerime göre bileğimi kesebilirdim.

Parmaklarım nabzımın üzerinde gezindi, atışın olduğu yeri doğrudan hissettim. Daha önce bileğimi kesmeyi düşündüğüm hatta yerini ezberlediğim için bulmak zor olmamıştı.

"Korel Erezli." Adımı duymamla elimdeki plastik bardağı hızla yatağın altına atmam bir oldu. İçerisi karanlık olduğu için seslenen kişi görmezken, yüzü açığa çıktığında bana yemek getiren memur olduğunu anladım.

"Yemek yemeyeceğim," dedim sakin bir sesle.

Memur önümdeki tepsiye baktı, ardından umursamaz bir sesle, "Çıkıyorsun," dedi. "Abin yine paçanı kurtardı."

İlk önce donakaldım, ardından ağzımdan derin bir nefes verdiğimde oturduğum yerden arkamdaki yataktan destek alarak kalktım. Memur demir kapıyı elindeki anahtarla sert bir şekilde açtığında o tarafa yürüdüm ve bir an o plastik bardağı almadığım için pişman oldum.

Bu da bir oyun olabilirdi, ben yürüyünce arkamdan başıma bir şeyle vurabilirdi. Bayılırdım, beni yine akıl hastanesine götürürlerdi.

"Yürüsene," dedi memur kaşlarını çatarak. "Seni mi bekleyeceğiz?"

Başımı eğdiğimde solda iki memurun daha beklediğini gördüm. "Yan yana yürüyelim," dedim sanki haddim varmış gibi.

Memur, dediğimi duymazlıktan gelerek pervasızca kolumdan sertçe tutup öne itekledi, ardından iki memur da kollarıma girdi. Loş koridorda yürümeye başladığımızda beni çıkaran memur arkamızdan geliyordu. Sürekli ona dönüp bakmam kaşlarını çatmasına neden olsa da hiçbir şey söylemedi.

Epey bir merdiven çıktıktan sonra daha aydınlık bir koridora ulaştık. Adım sesleri fazlalaştığında hem içim rahatlamıştı hem de korkularım devam ediyordu.

"Bu sefer tamamen paçayı yırtmadın ama," dedi arkamdaki memur kinle. Benden nefret eder gibi bir hali vardı halbuki onu ilk defa görmüştüm. "Tutuksuz yargılanacaksın, her gece uykuların kaçar umarım."

Omzumun üzerinden ona baktığımda kendimden hiç beklemediğim bir şekilde, "Sana ne yaptım?" diye sordum çünkü bu kin normal değildi.

"Bana bir şey yapmak zorunda değilsin," dedi sertçe. "Masum olduğunu düşünmüyorum ve senin gibi bir adamın dışarıda gezmesi bile haksızlık."

Başımı iki yana sallayıp önüme döndüm. Uzun koridorun ve birkaç basamağın ardından ana hole çıktık. Tam o esnada karşıma çıkan ilk kişi Korhan oldu; elleri ceplerinde yanındaki memurla bir şeyler konuşuyordu, beni görmüyordu ama hemen yanındaki kişiyi gördüğümde belki de saatlerdir ilk defa yüzümde bir gülümseme oluştu.

Minel gitmemişti, buradaydı. Beni ilk gören kişi o oldu, hemen yanında Gürkan ve Büge de vardı ama bunların bir önemi yoktu.

Minel gitmemişti, burada beklemişti; öyle ki gözlerinden an ladığım, neredeyse hiç uyumamıştı.

"Geldi," dedi kısık sesle, dudaklarını okudum ve diğerleri de bana baktı. Diğerleri bakabilirdi, nasıl baktıklarının hiçbir önemi yoktu, önemli olan Minel'in bana nasıl baktığıydı.

Bakışlarında öfke, kin, nefret ya da şüphe aradım; hepsine kendimi hazırlamıştım ama karşılaştığım, hüzünle karışık mutluluktu. Gülümsemesi yorgun görünüyordu ama bana karşı bir öfke yoktu.

Memurlar beni onların yanına kadar götürüp kollarımı bıraktığında, beni kendine çekip sarılan tek kişi Gürkan oldu. Sıkıca sarıldı ama gözlerim Minel'den asla ayrılmadı. Büge başını sallayıp gülümsediğinde onun da huzurlu olduğunu hissetmiştim.

Gürkan benden uzaklaştı. Korhan'la göz göze geldiğimde hiçbir temasta bulunmadan, "Belgeler imzalayacaksın," dedi yorgun gözlerle. "Birkaç prosedür daha var ama yorgunsun, onları sonra avukatınla halledeceksin."

Önündeki yüksek masanın üzerine kâğıtları koyduğunda içinde ifadem, avukat delilleri ve şahitler olduğunu gördüm. "Kim bana şahit oldu?"

"Kimler demen daha doğru," dedi ve gerideki üç kişiyi işaret etti. "Üçü de senin için şahit oldu ama en önemli şahitlik, Minel'inkiydi çünkü Azra Dinçer olayında o da vardı."

Gözlerim yeniden ona kaydı; kâğıda baktığımda ne ifade verdiğini okumak istiyordum lakin Korhan, "İmzala," dedi bir kez daha. "Sana gerisini onlar anlatacak."

Başımdaki ve eklemlerimdeki şiddetli ağrıyla ikiletmeden bütün kâğıtları imzaladım, benim ardımdan Korhan kâğıtları yanındaki memura uzattı. "Bu kadar mı?" diye sordum.

"Şimdilik," deyip yüzüme bakmadan çıkış kapısına doğru yürümeye başladı. Peşinden ilerlerken Minel yanıma geçti, yüzüme bakmadı ama yanımda yürümesi bile birçok şeyi ifade ediyordu.

"Nasılsın?" diye sordu Gürkan diğer taraftan. "Bok gibi görünüyorsun."

"Öyleyim çünkü," dedim boğazımı temizleyerek.

"Hiçbir şey yememişsin," diyen Korhan çoktan kapıdan çıkmış, merdivenleri iniyordu; biz de peşindeydik.

"Evet," dedim. "Güvenmedim."

Hava karanlıktı, caddede araç yoktu, büyük ihtimalle gece yarısıydı.

Minel omzuyla koluma hafifçe vurup kısık sesle, "Ben sana baharatlı pilav yaparım," dediğinde gözlerim şaşkınlıkla ona döndü. "Tabii bana güvenirsen."

Şu an az önceki beton zeminde bayılmış ya da uyuyor olabilirdim, bu bir rüya olabilirdi; belki de bileklerimi kesmiş ve ölmüştüm. Hepsi gerçekleşmiş olabilirdi çünkü Minel'in yüzündeki huzurlu ifadenin bir açıklaması olmalıydı, en doğru açıklamalar bunlardan ibaret gibiydi.

Dudaklarım aralandığında bu geçirdiğim iki günde nelerin değiştiğini anlamaya çalıştım. Başımı aşağı yukarı salladığımda, "Güvenirim," dedim; benim için bu cümlenin anlamı çok büyüktü. "Ve belki de bu yüzden içeride hiçbir şey yememişimdir. Senin baharatlı pilavını doyasıya yemek için."

Minel bu kez o kadar içten gülümsedi ki yanaklarına dağılan elmasları bile sanki daha çok ışıldadı, dudağının kenarındaki o minik gamzesi daha güzel göründü.

Otoparka geldiğimizde Korhan arabasına yönelmeden önce bize döndü. "Tutuksuz yargılanacaksın," dedi bana. "Haftada bir kez gelip imza atacaksın, şehir dışına çıkışın yasak. Ufacık bir kavgaya bile karışsan götünü kurtaramayız, artı uyuşturucu maddelerden uzak dur. Kanında bulundu, onu temize çıkarmak zaten çok zordu. Bu yaptığımı baltalayacak ufacık hareketinde değil seni kurtarmak, en ufacık cezayı dahi çekmen için elimden geleni yaparım. Duydun mu?"

Hiçbir cevap vermediğimde bakışları diğerlerine döndü. "Kendi boktan hayatını önemsemiyorsan bile onların hayatını önemse, sana yalancı şahitlik yaptılar. Bir tane daha sanık çıktığı an ya da herhangi bir Prometheus cinayetinde ilk senin kapın çalınacak. Gözler üzerinde. Basına sızmaması için de elimden geleni yaptım ama sosyal medyada yüzün az da olsa yayılmaya başladı. Senden nefret edenler de çoğalacak, sevenlerin de olabilir. Bir anda yolun ortasında bıçaklanabilirsin ya da biri üzerine atlayabilir. Bu yüz den dışarıda çok fazla gezmemeye de dikkat et."

"Sakinleş, Korhan," dedi Gürkan afallayarak. "Yeni çıktı, bunları duymak için..."

"Bunları duymak için tam zamanı." Kollarını önünde bağladı. "Telefonunu daima yanında taşıyacaksın, ikinci çalışta açacaksın, yalnız olmamaya dikkat et çünkü şahitler her zaman bir adım önde olmanı sağlar." Alayla Gürkan'a baktı. "Sürekli yanında bulunmak isteyen enayi kim olur bilmiyorum ama ben hayatımı karartmayı bile göze alarak seni kurtardım; bu yüzden çok fazla yanında olamam, ofisime gelme. Eğer konuşacak olursak ortak bir yerde buluşuruz, dışarısı olmaz."

"Korhan," dedi bu kez Minel sertçe. "Fazla üzerine gidiyorsun."

"Bu söylediklerimin hepsi üçünüz için de geçerli bu arada," dedi onlara da sert bir ifadeyle bakarak. "Bir trafik cezasında bile gözler sizin üzerinize çevrilir çünkü herkes yalancı şahit olduğunuzu düşünüyor, hukuk bazı konularda gerçekten canileri korur ama bazı kanunlarıyla da köşeye sıkıştırır."

"Cani derken?" diyen Gürkan'ın sesi sertti.

Korhan hiç çekinmeden, "Prometheus davasında yargılanan biri var yanınızda," dedi üzerine bastırarak. "Ve siz de ona şahitlik eden kişilersiniz. Olayı bir sokak kavgası mı sanıyorsunuz? Bir hafta sonra davası var, yeniden şahit olduğunuzda ezberden gideceğinizin farkındasınızdır umarım?" Sertçe bana döndü. "Ve dediklerimi anladın mı? Avukatınla yarın sana bir görüşme ayarlayacağım, üç avukatla çalışacaksın, ön planda sadece bir tanesi görünecek. Adım hiçbir şekilde geçmeyecek ama konuya hâkim olacağım, tabii ki bugünden sonra açığa alınmazsam çünkü sen benim kardeşimsin."

Son cümleyi nefret edermiş gibi söylemesi gözümden kaçmamıştı ama buna aldırış etmeden aklıma ilk takılan soruyu, "Beni herkes tanıyacak mı?" diyerek tiksintiyle yönelttim. "Göz önünde olmaktan hoşlanmıyorum."

"Buna mı takıldın sadece?" diye sordu Korhan. "Evet," dedim. "En çok bu rahatsız ediyor."

"O halde kaskla gez," diyerek beni alaya aldı.

Minel öfkeyle nefesini verdiğinde, "Neden onu Prometheus konusunda da uyarmıyorsun?" diye sordu. "Sonuçta Prometheus'un kulağına da bu durum gidecek ve bence hoşlanmayacak. İlk hedefi Korel olabilir, güvenliğe ihtiyacı var."

Korhan Minel'e öyle büyük bir alayla baktı ki âdeta bakışlarıyla cevap verdi. Gözlerini devirdikten sonra arabasına yürüyüp kilidini açtı; eli kapının koluna gittiğinde, "Sözünü unutma," dedi bana. "Yoksa verdiğim her şeyi geri alırım. Anladın mı?"

Sadece bir kez olumlu anlamda başımı salladığımda diğerlerinin yüzüne bile bakmadan arabasına bindi, ardından virajı hızla alarak yanımızdan uzaklaştı. Diğer üçü şaşkınlıkla arkasından bakarken, ben alışık olduğum için fazlasıyla tepkisizdim.

Minel başını iki yana salladı, her ne düşünüyorsa bunları aklından çıkarıp bana döndü. Korhan ona hakkımda neler anlatmıştı? Hangi açılardan beni tanıyordu? Onu uyarmış mıydı?

Peki ya bu iki gün içinde ne olmuştu da Minel bir anda bana yeniden şefkatle bakmaya başlamıştı?

"Gidelim," dedi Gürkan da arabasına yürürken. "Sizi eve bırakayım."

Hep beraber Gürkan'ın arabasına ilerledik. Ön koltuğa Büge oturdu, biz de Minel'le arka koltuğa geçtik. Gürkan arabayı çalıştırıp uzaklaştığında kafamda yüzlerce düşünce dönüyordu.

Beni en çok rahatsız eden düşünceye odaklandığımda, "Kimin yanında telefonu var?" dedim hepsine birden.

Gürkan hariç Büge ile Minel'de hareketlenme oldu ama telefonunu ilk uzatan kişi Minel'di. "Birini mi arayacaksın?"

"Hayır," dedim ve elinden telefonu alıp ekranı kaydırdım. İlk başta arama motoruna girdiğimde Minel'in son aradığı cümleyle karşılaştım: seri katillerin genel özellikleri.

Başka zaman olsa gülebilirdim ama o an, bu canımı yakmıştı. Minel gördüğümü bilmiyordu ama ben ne düşündüğünü anlayabiliyordum. Bana hâlâ güvenmiyordu.

Arama çubuğuna Prometheus'un adını yazdığımda son işlediği cinayet hakkında bilgiler çıktı; bardaki adamı anlatıyordu ve şüphelenilen biri olduğu dile getirilmişti ama adım geçmiyordu.

Henüz basında baş harflerim bile yoktu.

Bu kez arama çubuğuna Korel Erezli yazınca adımı gördüm, birileri benden bahsediyordu. Üzerine tıklayıp hakkımda konuşulanlara baktım.

Aşağılık herifin adı Korel Erezli, kendisinin yüzünde kocaman bir yanık izi var ve uzun boylu. Fotoğrafına ulaştığımda sizinle paylaşacağım, böyle pislikleri aramızda barındırmayalım.

Prometheus Korel Erezli adında bir adammış, bu isim tanıdık geliyor. Daha önce sevişmiş olabilir miyim? Hahahaha...

Adalet nerede? Öğrendiğime göre iki kadın Korel Erezli'nin Prometheus olduğunu söylemiş ama serbest bırakılacakmış. Bu ülkede artık nefes alamıyorum! Kadınlar artık ezilmesin!

Korel Erezli hiçbir sosyal medya platformunda yok, bu devirde tam bir seri katil hareketi...

Ünlü savcı Korhan Erezli'nin kardeşi olmasına puanınız kaç ve ünlü doktor Cüneyt Erezli de Korel Erezli'nin babası? Kimse bunlardan bahsetmemiş... Okumakla insan olunmadığının kanıtı...

Gençler ben Korel Erezli'yi tanıyorum ve bütün yanık izlerine rağmen aşırı yakışıklı biri, Prometheus olamaz, katil dediğin çirkin olur kafa karıştırmasın...

Korel'i tanıyorum, yüz lira gönderene ev adresini bile söylerim... Oha, Korel Erezli mi? Bu adam benim tıp fakültesinden tanıdığımdı ve son derece sessiz, kimseyle muhatap olmayan biriydi. Yazın bile uzun kollu giyinirdi, asosyal göt diye dalga geçerlerdi. Katil mi çıktı? Şaşırmadım.

Korel Erezli eğer Prometheus ise fanı olurum, işlediği cinayetlere bakın. Hepsi bir sanat eseri...

Korel Erezli, bana bir kez çello çalar mısın bir gece yarısı... Hiç, öylesine...

Aptal mısınız? Gerçekten bir katili mi güzelliyorsunuz? Korel Erezli bir gece yarısı karşınıza çıksa kaçacak delik ararsınız, kendinize gelin!

Prometheus, Korel Erezli adında biriymiş. Prometheus aşırı zeki bir katil ve ben de sapyoseksüelim. Tanışalım mı Korel?

Korel Erezli dövmeli miymiş? Dövme yaptıran kişi kâfirdir diyen babaannem haklı galiba...

Korel Erezli'yi bulduğumuz yerde sülalesini sikeceğiz, iki kadına zarar verip o kadar kişiyi öldürdükten sonra elini kolunu sallayarak gezemez kimse. Adaleti gerekirse biz sağlayacağız.

Korel Erezli'nin kadınlara tecavüz ettiğini de duydum bir yerden. Kaynak söyleyemiyorum ama gerçekten böyle bir adalet olamaz, o adam dışarıya çıkmayacak. İZİN VERMEYECEĞiZ!

Bir anda bir fotoğrafım karşıma çıktığında acıyla inleyip fotoğrafı yaklaştırdım. Korhan önde yürüyordu, ben de arkasındaydım. Sigara içiyordum, gözüm sağ taraftaydı ama yüzüm belirgindi. Paylaşan kişi yayılmasını istiyordu, beni bulmuştu.

Bütün bunların yanında, birçok insan kadınların sözünün dinlenmediği konusunda yakınıp iki kadının yanında olduğunu dile getirmişti. Korhan'ın dediğinin aksine daha çok kişi vardı ve emindim, iki gün içinde daha çok yayılacaktı. Örneğin polis merkezinde benden nefret eden o memur dostlarına söyleyecekti, dostları başkalarına ve gitgide ben herkes tarafından bilinen o adam olacaktım.

Bir anda Minel elimden telefonu çekip aldı ve ekranı kilitledi. Çantasına geri koyarken, "Bunu yapma," dedi keskin bir dille. "Onlar seni tanımıyorlar."

Sen tanıyordun, demek geldi içimden ama bu cümleyi de diğer birçok cümle gibi yutup, "Sadece iki gün içinde bile sokağa çıkamayacak duruma geleceğim," dedim. "Biri evimi bildiğini söylemiş, eminim gitgide yayılacak. Kimseden korkmuyorum ama göz önünde olacağım."

"Ve sonra aklanacaksın," dedi Gürkan dikiz aynasından bana bakarken. "Ve belki de bu insanların hepsi utanacak."

"Aklansa bile leke olarak kalacak," diyen Büge ve ardından ona sertçe bakan Gürkan... Büge haklıydı, bundan emindim.

"Şimdi bunları konuşmak yersiz," dedi Minel ikisine de katılmayarak. "Yeterince kötü bir üç gün geçirdik; Korel'in sıcak bir duşa, güzel bir yemeğe ve uykuya ihtiyacı var. Bunların ardından ne yapacağımızı düşünürüz."

Cevap vermedim ama söyledikleri içimi rahatlatmamıştı. Bütün bunların arasında beni en çok rahatsız eden, göz önünde olmaktı. Çünkü herkes yanık izlerime bakmak isteyecekti, beni inceleyecekti; hakkımda ne düşündükleri önemli değildi ama bana zarar vermek için ellerinden geleni yapacaklardı.

Dövebilirlerdi hatta öldürebilirlerdi ama ya yeniden beni o akıl hastanesine gönderecek biri çıkarsa? Bunun olmaması gerekiyordu, kaldıramazdım, istemiyordum.

"İyi misin?" diye sordu Minel kısık sesle. Karşılık vermeden başımı pencereye çevirdim, Minel de diretmedi. Yüzlerce soru, binlerce soruya dönecekti, bunu biliyordum ama baş ağrım da gitgide artıyordu. Uzun zamandır korkuyu içimde bu kadar hissetmezken şimdi tam kalbimin üzerinde hissetmeye başlamıştım, zaten bozuk çalışan kalbim bir de korkuyu kaldırabilir miydi, bilmiyordum.

"Geldik," dedi Gürkan; daldığım yerden çıktığımda evimin önünde durduğumuzu fark ettim. "Ama istersen bize geçelim, Korel. Kendini burada güvende hissedecek misin?"

"Sorun yok." Benden önce Minel yanıt verdi. "Zaten artık burada kalmaması gerekiyor, biraz dinlensin, bu eve son kez girmeyi hak ediyor."

"Tamam o halde." Gürkan arabayı durdurup sürücü koltuğundan indi, onun ardından Minel de indiğinde Büge, "Korel," diye seslendi tam ben inmek üzereyken.

"Efendim?" dedim elim kapının kolundayken.

"Umarım buna değiyorsundur," dedi. "Çünkü uzun zaman sonra kendime güzel bir hayat hayal ederken senin yüzünden kaymasını istemem."

Normalde sürekli çatıştığım Büge, bu kez hiç olmadığı kadar ciddiydi.

"Yapmasaydın," dedim ama kelime ağzımdan çıkarken geri almak istedim, bencilce bir tepkiydi.

"Senin için değil Minel ve Gürkan için yaptım." Bir anda koltuğun köşesinden baktı, gözlerinde acı ve korku vardı. "Belki bunu sana bir anda söylemek bile yanlış ama olayın ciddiyetini anla diye söylüyorum." Kaşlarını kaldırdı. "Ben hamileyim, Gürkan baba olacak ve ben de anne. Senin yüzünden çocuğumuz annesiz ve babasız büyüsün istemiyorum. Beni duydun mu?"

Dudaklarım aralandığında Gürkan'ın bütün o korkularını hatırladım. Aynı şeyi Büge de düşünmüş olacak ki, "Gürkan henüz bilmiyor," dedi; bana, ona söyleme, bile demedi çünkü bunu dile getirmeyeceğimden neredeyse emindi.

Kapım açıldı, Gürkan başını eğip baktı. "İnsene, kibarlık mı bekliyorsun?" Şaşkınlıkla ona baktım. "Ne oldu?" diye sordu, sonra biraz daha eğilip Büge'ye baktı ama o çoktan arabadan iniyordu. "Kıracak bir şey mi söyledi?"

Büge'den gözlerimi ayırdım ve hiçbir şey söylemeden arabadan indim. "Hayır," dedim yutkunarak ve Büge'nin geride olan kollarını önünde bağlayarak durduğunu fark ettim. "Sadece yorgun ve dalgınım."

Gürkan bir kez daha beni kendine çekip sarıldığında, Minel eve yürümeye başlamıştı, elinde evimin anahtarı vardı. "Herhangi bir ihtiyacın olursa direkt ara, uykum hafiftir, biliyorsun. Gelirim."

Geriye çekilip omzunu sıktığımda, "Eyvallah," dedim. "Her şey için."

"Ne demek," dediğinde gülümsedi. "Sen benim hayatımı kurtarmıştın, ne yapsam ödeyemem."

Güldüğümde, "Yine abartıyorsun," diyerek ensesini tuttum ve ben de onu kendime çekip sarıldım. Kapıyı açan ve içeriye bir adım atan Minel'in bakışları bize dönmüştü. Birkaç saniye sarılıp öylece kaldık; ilk geriye çekilen ben olduğumda, "Gerçekten," dedim içten bir sesle. "Sen benim tek dostumsun, her şeye rağmen."

"Her şeye rağmen," diyerek bana katıldı, sonra başını sallayıp Minel'e de selam verdi ve arabasına yürüdü. Arkasından bakarken benim içeriye geçmemi beklediğini anladım. Duraksamadan Minel'in arkasından gittiğimde o çoktan içeriye girmiş, kapıyı da benim için aralık bırakmıştı.

Gözlerim Boda'ya kaydı, kulübesinde uyuyordu, önündeki su kabının yarısı doluydu; bu da demek oluyordu ki ben yokken birileri gelip Boda'ya bakmıştı.

İçeriye girip kapıyı kapattığımda burnuma çok güzel bir koku doldu ve gözlerim hiç tanıyamadığım evimin içiyle buluştu. Yatak topluydu, mutfak da öyle hatta yemek masası da. Yerler tertemizdi, perdeler açılmıştı, açık camlardan içeriye serin hava giriyordu. Kitaplarım belirli bir düzenle yatağın kenarında dizilmişti, çöpler yoktu.

Yaşayan birinin evine dönüşmüştü. Bu benim de henüz ölmediğimi hatırlatmıştı; bir an o akıl hastanesinde, kendini ölü sanan kadın gibi hissetmeye başladığımı fark etmiştim.

"Ben hallettim," dedi Minel; mutfağın yanındaki buzdolabının önünde duruyordu. Omzunu yasladı. "Yani Gürkan ve ben hallettik; ben temizledim, o da bana yardımcı oldu."

"Neden?" dedim; bu soruyu sorarken sesim öfkeli çıkmamıştı ama gözlerini korku kapladı. "Kızdın mı?"

"Hayır," diyerek hızlı bir cevap verdim. "Sadece nedenini merak ettim."

Minel kısa bir süre düşündükten sonra omuzlarını kaldırıp indirdi. "Hafızam birçok anıyı hatırlarken senin hakkında da bir şeyler verdi bana. Eskilerden. Hatırladım, Korel. Dağınık değildin, hiç hem de. Kirli bir peçete bile seni rahatsız ederdi, tişörtündeki bir kir hatta toplu olmayan bir yatak. Bu ev senin boş verdiğini gösteriyordu, ben de boş vermemen gerektiğini öğretmek için asıl olan senin evine çevirdim. Benim önceden tanıdığım Korel, bu evi bu şekilde kullanırdı."

Haklı olduğu noktalar elbette vardı ama haksız oldukları da. Gözlerinin içine bakarken tedirginliğini hissedebiliyordum. "Anladım," dedim. "Ama bunu yaparken, o hâlâ eski Korel mi, diye kendine de sordun mu?"

Yutkundu, toplu saçından önüne düşen bir tutamı kulağının arkasına sıkıştırdı. Saçlarını toplamasından hoşlanmıyordum, bunu biliyordu ama yine toplamıştı.

"Sormadım," dedi başını iki yana sallayarak. "Çünkü yanıtını biliyorum."

Başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladığımda aslında ikimiz de o yanıtı çok iyi biliyorduk.

Ben eski Korel değildim, o eski Minel değildi; biz o iki ma sum kişi değildik, hiçbir zaman da olmayacaktık.

"Ben duşa gireceğim," dedim banyoya yürürken.

"Tamam," deyip tezgâha ilerledi. "Ben de yemek hazırlayayım." Eli kolu birbirine girmişti, dolapları açarken elinin titrediğini görebiliyordum. "Baharatlı pilav dışında istediğin bir şey var mı?"

"Hayır," dedim banyonun kapısını açarken. "Sadece baharatlı pilav."

"Sadece baharatlı pilav," diyerek beni onayladı.

Banyoya adımımı attıktan sonra kaşlarımı çatarak ona döndüm. "Minel," dedim, omzunun üzerinden bana baktı. "Baharatlı pilavın hikâyesini hatırlıyor musun?" Başını olumsuz anlamda iki yana salladı. "Anlatmayacağım," dedim. "Belki bir gün hatırlarsın."

Cevap vermesini beklemeden kapıyı kapattım, ardından banyonun da eskisinden daha temiz göründüğünü fark ettim. Diş fırçam, diş macunum, parfümüm; hepsi belirli bir sıraya göre dizilmişti. Hatta öyle ki yanlarına el ve yüz kremi gelmişti.

Gülümseyerek onlara baktığımda aynada kendimle göz göze geldim; o anda yüzümdeki gülümseme direkt silindi.

Eski Korel değildim, hiçbir zaman olmayacaktım. Bugün kuruyan ve çatlayan bir el için krem sürebilirdim ama yarın yine o ellerimden nefret edecektim. Ben aynada gördüğüm kişiden bu kadar nefret ederken kendimi sevmemi ya da değer vermemi mi bekliyorlardı?

Kremi sertçe yerine koyduktan sonra ilk önce dişlerimi fırçaladım ardından sıcacık duşun altına girip belki de düşündüğümden daha uzun süre orada kaldım. Kirlerden arınmak bir yana dursun, vücudumun cayır cayır yanan ateşe ihtiyacı varmış gibi geliyordu ve bu şekilde de zihnimi susturabiliyordum.

Gözlerimi kapattığımda görüntüler vardı, kendi kendime bir şeyler mırıldanmadığımda kulaklarımda sesler; hatta bazen neler olduğunu anlamaya çalışıyordum.

Artık sıcaktan bedenimi hissedemeyecek duruma geldiğimde suyu kapattım ve duşakabinden çıkıp asılı olan havluyla saçlarımı gelişigüzel kuruttum, ardından havluyu belime sarıp banyodan ayrıldım.

Ben çıktığım anda yemek kokusu burnuma gelmişti, Minel ise yemek masasında oturmuş, elleri çenesinde banyo kapısına bakıyordu. Göz göze geldiğimizde ellerini indirdi, ayağa kalkıp, "Her şey hazır," dedi. "Pilav yaptım ama sadece pilav olmaz diye dolapta nugget vardı, onları da kızarttım. Gürkan'la tüm içkileri attık, üzgünüm; o yüzden içecek sadece ayran var. İster misin?

Kendimi tutamayıp güldüğümde, "Ayran mı?" diye sordum. "Minel, en son ayran içtiğimde kaç yaşındaydım hatırlamıyorum, neden biralarımı attınız?"

"Tamam, atmadık," dedi elini kaldırarak; gözleri vücuduma kaymamak için ekstra bir savaş veriyordu, farkındaydım. Başkası için tahrik edici bir unsur gibi görünebilirdi ama benim için her zaman başka bir ihtimal olurdu: O da izlerime bakmamak için savaş verdiğiydi. "Atmadık," dedi başını çevirip tabağa pilav koymaya başladığında. "Gürkan kendi evine götürdü, bugün içmesen olmaz mı?"

Karşı gelmeyi düşündüm ama ardından şu an bir atışmayı kaldıramayacağımı fark ettiğimden ona sırtımı dönüp köşedeki giysi dolabına ilerledim. Nefes sesini duyduğumda dolabı açtım; içinde bir tişört, bir şort ve bir baksırdan başka hiçbir şey göremedim.

"Bütün eşyaların Gürkan'ın evine gitti," dedi. "Sadece bunları bıraktık."

Yine hiçbir cevap vermezken, bakışlarının üzerimde olma ihtimalini umursamadan havluyu belimden sıyırıp yere attım, bir kez daha nefesini hissettim, sonra tabağın tezgâha çarpma sesini, ardından adımları.

Yarım ağızla gülümseyip hızla giyindim, elimle saçlarımı karıştırdıktan sonra masaya ilerledim.

Bir o tarafa bir bu tarafa koşarken benimle göz göze gelmemeye çalışıyordu ama profilinden anladığım kadarıyla yanaklarına ateş oturmuştu, saçları ise biraz daha dağılmıştı. Ufacık boyu, küçük elleri, yanaklarındaki çilleri, turuncu saçları... Altında ona bol gelen bir pantolon vardı; o da zayıflamıştı. Üzerinde ise beyaz karnını gösteren kısa bir tişört.

Aslında dışarıdan nasıl da masum, nasıl da zararsız görünüyordu.

Önüme tabağımı koyduğunda onu izlediğimin farkındaydı ama bana bakmamaya devam ediyordu. Kendisi için yemek koymaya gitti, sonra nugget'ları da masaya bıraktı. Kendisine ayran, sonra bana da bir ayran(!) koydu.

Sandalyeye oturduğunda çatal bıçak çıkarmadığını fark etti, hemen kalkıp onları da getirdi, önüme bırakırken neredeyse çatalı kucağıma düşürüyordu.

Bir kez daha sandalyeye oturdu, boğazını temizledi, eline çatal alıp pilavı karıştırdı, sonra ayrandan bir yudum içti.

Kendimi tutamayıp, "Ne oluyor?" diye sordum.

Aşağıdan bana bakıp, "Nasıl yani?" dedi, çatalla pilavı karıştıran eli duraksadı. "Bir şey mi yaptım?"

"Minel," dedim öne eğilerek. "Ne değişti?"

"Hiç," deyip yutkundu, eli ensesine gitti. "Hiçbir şey değişmedi. Pilavı aynı şekilde yaptım, değişmedi."

"Pilavı kastetmediğimi çok iyi biliyorsun ve bir şeyler değişti," dedim. Aklıma gelen en komik ve belki de en vasat senaryoyla, "Gürkan üç aylık ömrüm kaldığını falan mı söyledi?" diye sordum.

Öksürmeye başladığında eliyle ağzını kapattı ve gözleri kocaman açıldı. Bu kez ayranı yutkunmak için içti, sonrasında, "Üç aylık ömrün mü kaldı?" diye sordu.

"Bilmiyorum," dedim başımı iki yana sallayarak. "Sadece öyle davranıyorsun. Böyle değildin, bir şeyler değişmiş. Sen değişmişsin. Ben sorguya girmeden önce böyle değildin. Neler oluyor?"

Bardağı yeniden masaya koyduğunda, "Yemeğini yesen," dedi. "Sonrasında konuşuruz zaten."

Yine üzerine gitmedim, yine diretmedim, çatalı pilava daldırıp ağzıma attım. Baharatlı, sarı renkte, içinde bu kez daha fazla karabiber ve kimyon var ama hayatımda yediğim en güzel yemek. Gülümsediğimde birkaç çatal daha aldım, ne kadar acıktığımı o an fark ettim.

Birkaç dakikada önümdeki tabağı bitirdim, sonra Minel ikinci tabağı koydu, onu da kaç dakikada bitirdiğimi bilmiyordum, tek bildiğim nefes bile almadan yediğimdi. Öyle ki nugget'ların da çoğunu ben yemiştim.

Tek dokunmadığım ayrandı ve bunun tuhaf bir şekilde Mi nel'in kalbini kıracağını düşündüğümden ayrandan da içtim.

Üçüncü tabağı bitirmek üzereyken en sonunda gözlerimi Minel'e çevirdim, o hâlâ ilk tabağında oyalanıyordu, doğru düzgün yememişti.

"Neden yemedin?" diye sordum; bir eli yanağındaydı, diğer eliyle çatalla tabağın üzerinde şekiller çiziyordu. "Minel," dedim fakat yine duymadı. Elim koluna uzandığında elektrik çarpmış gibi beni kendisinden kurtardı, eli kalbine gitti. "Sana sesleniyorum," dedim.

"Duymadım, dalmışım," deyip tabağıma baktı. "Doydun mu?"

"Sen neden yemedin?" dedim sorusunu cevapsız bırakarak.

"Biz seni beklerken atıştırmıştık bir şeyler, bu saatlerde yediğim yemekler genelde midemi rahatsız ediyor." Yalan söylüyordu, her yalan söylediğinde olduğu gibi elleri ve ayakları hareket etmeye başlamıştı; bu kez elleriyle masaya desenler çiziyordu.

Sırtımı sandalyeye yaslayıp kollarımı önümde bağladım ve gözlerinin içine baktım. İlk önce bakışlarını kaçırdı, sonra o da bana baktığında sessiz kalmaya devam etti. "Seni dinliyorum," dedim kaşlarımı kaldırarak.

İkileme düşmeden direkt, "Babamla senin lehine ifade vermesi için konuşacağım," dedi başını sallayarak. "Bundan Korhan'a bahsetmedim, kimseye bahsetmedim hatta ilk sana söylüyorum, Babam Prometheus tarafından tutsak alınmış biri. Bizim şahitliklerimizden daha geçerli olacağına eminim. Bana karşı kendini borçlu ve suçlu hissediyordu, bu şekilde ödemesini isteyeceğim. Onun şahitliği yani senin Prometheus olmadığını söylemesi, bütün diğer yaşadıklarıyla seni kurtaracak." Şaşkınlıkla gözlerim açıldığında omzunu kaldırıp indirdi. "Babam Prometheus'un adını bile anmıyor, sanki onunla bir anlaşma yapmış gibi ya da çok korkuyor, bilmiyorum ama bu şahitlik için elimden gelen her şeyi yapacağım."

Gözlerimin önüne Doğuş Karaer'i kumarhaneden kurtarışım geldi. O zaman da birbirimize bazı sözler vermiştik ama hiçbiri böyle bir söz değildi çünkü Doğuş Karaer'in neden Prometheus'tan bahsetmediğini biliyordum.

"Bunu neden yapıyorsun?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Seni kurtarmak için," diyerek net bir cevap verdi. Nedenini sorduğumdaysa, "Neden olmasın?" dedi.

"Minel," dedim dişlerimi sıkarak. Oturduğum sandalyeden kalkıp tabağı sertçe lavabonun içine bıraktım. "Üç gün öncesine kadar benimle alakalı birçok şüphen varken şimdi ne oldu da bana yardım etmeye çalışıyorsun? Kendini bir bok çukuruna atıyorsun, kendini geç, seneler sonra kavuştuğun babanı da bok çukuruna atmak için uğraşıyorsun. Sen daha geçen gün, bu kapının önünde ben izlerimi anlatırken dinlemek istemeyen o kız değil misin? Şimdi ne değişti?"

Sakin bir ifadeyle yüzüme bakarken, "Kurtarmak istiyorum çünkü," dedi sadece. Başka hiçbir şey demedi, sonra ayağa kalkıp benim aksime tabağını lavabonun içine sakince bıraktı. Suyu açıp onları yıkamak istediğinde kolunu tutup kendime çevirdim. Aşağıdan bana bakarken, "Korel," dedi aynı sakinlikle. "Bırak, işim var."

Bırakmadım hatta onu kolundan tutup tezgâhın önünden biraz daha çektim. "Bana neler olduğunu anlatacaksın."

"Bir şey olduğu yok," dedi.

"Benden şüpheleniyordun!" dediğimde sesimin düşündüğümden daha yüksek çıktığını fark ettim. İrkilmedi hatta sarsılmadı bile.

"Korel," dedi sanki başka biri konuşuyormuş gibi. "Prometheus sen misin?"

"Ne?" dedim.

"Cevap ver," dedi başını sallayarak.

"Değilim," dedim, kolunu bırakıp ellerimi iki yana açtım.

"Tamam o halde," dedi gözlerimin içine bakarak. "Seni kurtarmamız gerekiyor, değil mi? Yeterince boka batmış bir hayatın var, bir de bununla uğraşmana gerek yok."

Yeniden tezgâha doğru dönmek istediğinde onu tutup çevirdim, buzdolabına yaslayıp omuzlarından tuttum. Bu kez gözlerine anlık bir korku doldu, sonrasında toz olup uçtu. Elbette ki benden hâlâ korkuyordu, hâlâ onu odasında gördüğüm korku içindeydi. Yeniden döndüğümde, beni karşısında görünce eğer elinde bıçak olsaydı bana saplamak isteyeceğini bile hissetmiş tim. Şimdi o bıçağı saplamazdı ama korkuyla ona zarar vermemem için yalvarabilirdi. İşte bakışlarında bu vardı ve beni en çok yaralayan da buydu.

Ellerimi omuzlarından çektiğimde, "Benden hâlâ korkuyorsun," dedim kısık sesle. "Hâlâ bir şüphe içindesin ama öte yandan bana yardım etmek istiyorsun." Bu kez o uzanıp beni tutmak istedi ama geriye giderek başımı iki yana salladım. "Bana acıyorsun, değil mi? Ve bu kez gerçek bir acıma. Canımı yakmak için değil, gerçek bir acıma içindesin."

Başını hızla olumsuz anlamda salladığında, "Acımıyorum," dedi bu kez; acıyorum dediğinde canım yanmamıştı ama bu kez acıdığı halde acımıyorum demesi canımı yakmıştı.

Nedenini biliyordum, artık fark etmiştim; kendime daha önce itiraf ettiğim o gerçeği, bir kez daha içimden itiraf ediyordum. "Acınmak umurumda değil," dedim gerçeği saklayarak. "Ama bu yüzden yalan söyleyip yanımda kalmana gerek yok."

Kendime bir kez daha itiraf ettim, senin Minel'den başka kimsen yok, dedim içimden ya da Minel'den başka kimseye ihtiyacın yok. Ufak, çilli, turuncu saçlı ama neşeli o kızdan başka kimseye ihtiyacın yok, herkes gidebilir ama artık onun gitmesinden korkuyorsun.

"Korel," dedi ve üzerime doğru geldi, geri çekilmedim. "Yemin ederim sana acımıyorum, sadece..."

"Sadece bir anda bana inanasın mı geldi Minel?" diye sordum. Gözlerinden bu kez korku değil bir bulut geçti. Hüzünlü, belki geçmişten belki de bir anının içinden.

"Beni neden zorluyorsun?" dediğinde sesinin titrediğini fark ettim.

"Ağlayacak mısın?" diye sordum.

"Hayır," dedi ama sesi biraz daha titredi.

"Verdiğin sözü de hatırlamıyorsun, değil mi?" diye sordum bu kez. "Ağlamamak için verdiğin sözü."

"Konumuz bu değil." Çenesini kaldırdı, ağlamamak için di rendiğini anladım.

"Konumuz ne?" diye bağırdığımda bu kez korkmuyordu, gözlerini bile kırpmadı ama kasıldığını hissettim. "Konumuz ne, Minel? Söylesene! Gerçekten belki de birkaç ay sonra ölecek bir adamı kurtarmak için babanı mı kullanacaksın? Sen bunu..."

"Yeter!" diye haykırdığında sesi evin içinde çınladı, öyle ki onun sesini ilk defa bu kadar gür duymuştum. "Neyi anlamıyorsun?" diye bağırmaya başladığında gözleri öfkeyle ya da acıyla doldu, ardından bana çarpıp yanımdan geçtiğinde her adımında sarsıldığımı hissettim. Balıkların içinde olduğu ve geldiğimden beri çarşafını kaldırmaya cesaret edemediğim fanusa doğru yürüdü. Bir anda, benim bütün cesaretsizliklerime rağmen çarşafı öyle sertçe çekti ki altındaki fanus neredeyse yere düşüp parçalanacaktı.

Su yosunlaşmış, içindeki oyuncaklar çürümeye başlamıştı ve dört ölü balık dipte duruyordu.

Acı hissettim ama neyin acısıydı tam olarak anlayamadım. Bambaşka bir acıydı. Belki de içimde tutup sesli bir şekilde dile getirmediklerim, belki de kendime bile söylemediklerim ve belki de asıl olanın karşımda durduğu. Hangisi canımı yakmıştı bilmiyordum ama gözlerim Minel'e kaydığında ağladığını gördüm. Hem ağlıyor hem öfkeyle bana bakıyordu.

"Ben bu balıkların hikâyesini biliyorum, Korel," dediğinde öfkesinin bana karşı olmadığını anlamıştım. "Hatırlıyorum. Ben, geçmişinin birçok kısmını unutan Minel, hatırlamaya başladım ve söylediğin gibi hatırlamak o kadar da güzel değil, o kadar keyif vermiyor çünkü sadece seni değil kendimi de hatırlıyorum."

Nefes almakta bile zorlandığımda, "Neyi hatırlıyorsun?" diye sordum.

"Biz seninle kaç kez tanıştık, Korel?" diye sordu.

"Minel," dedim.

"Biz seninle kaç kez?" dedi, devamını getirmedi. Sessiz kaldım. "Birincisi, lunaparkta, dönme dolaptaydı. Raslantı değildi, biliyorum, orada olman gerekiyordu hatta beni öncesinde bile biliyordun ama ilk tanışmamız o zamandı. İkincisi," kendimi adadığım, uğruna birçok şeyden vazgeçtiğim o ikinci tanışmamız, "ben seni unuttuktan sonra oldu. Bir bankta, o bank neredeydi, bilmiyorum." Aslında seninle hep gittiğimiz bir banktı, zihnin seni oraya götürdü Minel ama hatırlamadığın için bilmiyorsun, seni orada gördüğümde beni unutmadın sanmıştım.

"Bana kim olduğunu söylemedin, hatırlatmadın ama hatırladığım o anının içinde yanıkların vardı, yanmıştın. Bakışlarından beni tanıdığın anlaşılıyordu ama ben anlamadım." Evet, Minel yanmıştım, seni ve beni kurtarmak için ama en çok seni kurtarmak için. Ardından geldiğim yer sen oldun ama beni hatırlamıyordun.

"Bana balıklardan söz ettin, Korel. Öyle değil mi?" Evet Minel çünkü ne kadar yanarsam yanayım ve ne kadar acı çekersem çekeyim hâlâ çabalamak istiyordum, korkularımı yenmek istemiştim, o balıkları almıştım.

"Neden öyle ifadesiz bakıyorsun?" Ben sana hiçbir zaman ifadesiz bakmadım, Minel. Sen ne düşündüğümü hiçbir zaman anlamadın çünkü bunları duysan daha fazla perişan olacaksın. Vicdan azabı çekeceksin, vicdan azabın acımayı getirecek. Bana acıdığından daha fazla acıyacaksın. Her şeyden önce canın yanacak.

"Düşünüyorum," dedim umursamaz davranarak. "Pek hatırlayamadım o zamanlar."

Kaşlarını kaldırdı, ardından çattı. "Yalan söylüyorsun, değil mi yine?"

Elbette yine yalan söylüyorum. O gün havanın kaç derece olduğunu, saatin seni gördüğümde nasıl yavaş ilerlediğini ama senin beni gerçekten unuttuğunu fark ettiğimde nasıl da hızlandığını biliyorum. Hatta Minel, benim yanıklarımla beraber senin çillerinin arttığını bilecek kadar çok iyi hatırlıyorum.

"Hayır, yalan söylemiyorum, biraz daha anlat, hatırlayacağım." Biraz daha senin ağzından eskiden olan bizi dinlemek istiyorum. Sen de benim kadar her detayıyla hatırlıyor musun yoksa bir anı olarak mı aklındayım, bunu bilmek istiyorum.

"Seni hatırlamadım," dedi acımasız bir sesle. "Sen de kendini hatırlatmadın, öylece gittin. Yanmıştın Korel. Hatırladığımda ürperiyorum çünkü seni epey inceledim, bunu biliyorum."

Ürperdiğini biliyorum Minel. Bana ilk defa o zaman acıyarak bakmıştın. Herkes bana acıyarak bakıyordu, umurumda değildi ama sen beni hatırlamıyordun, senin için bir yabancıydım, bana acıyarak bakmıştın. O günden sonra yanık izlerimin üzerini örttüm, dövmelerle süsledim ve göstermemeye çalıştım. "Öyle baktığım için sana kötü mü hissettirdim?"

Hissettirdin, belki de kendimden nefret etmeme neden oldun ama suçlu değilsin, bunun olması gerekiyordu. Güldüm. "Saçmalama, senin bakışınla neden kötü hissedeyim?"

"O halde yanlış anladım," dedi dolu gözlerle bana bakarak. "Çünkü bu konuda kendimi epey suçlu hissediyorum. Benim yüzümden yanıklarından nefret ettiysen..."

Ağlayacaktı, bunu istemiyordum. "İnan kötü bakmadın, Minel. Herkesten daha farklı baktın, başkaları acıyarak bakıyordu ama sen öyle değildin. Rahat olabilirsin." Hayır, Minel. Sen de herkes gibi baktın, senin herkes gibi bakman benim için son noktaydı ama bunu bilmene gerek yok.

Bakışları balıklara kaydı, ölü balıklara odaklandı, sonra iç çekti ve gözünden bir damla yaş aktığı an hızlıca sildi. "Ben daha başka şeyler de hatırlıyorum, Korel."

Dipte olan balıklara bakarken yutkunmakta zorlandım. Ne hatırlıyordu? Biliyor muydu? Farkında mıydı? Hangisini görebiliyordu?

"Neyi hatırlıyorsun?" diye sordum.

"Bu balıklara neden ihtiyacın olduğunu biliyorum, Korel." Gerçekten biliyor muydu? Sadece baktım, başka hiçbir şey yapamadım, kaç saniye onun gözlerinin içine baktığımı bilmiyordum ama damarlarımın bile sıkışmaya başladığını, nefesimin kesildiğini hissettim. "Bana öyle ifadesiz bakma," dedi.

Ben sana ne zaman içimden bir şeyler kopacak gibi baksam ifadesiz olduğumu söylüyorsun, Minel. Beni artık görmüyor musun? "Neden ihtiyacım var?" diye sorduğumda boğazımı temizledim. Zihnim karmakarışıktı, alkole ihtiyacım vardı ve belki de biraz uyuşturucuya. Bu şekilde yaşayamıyordum, düşünceler beni çepeçevre sarıyordu.

Gözünden birkaç damla yaş daha aktığında birkaç kez sildi fakat devam etti. Benim aklımdan hiç çıkmayan anları o şimdi hatırlıyor muydu?

Bu yüzden mi artık yanımdaydı? Bana inanıyordu ya da yardımcı olmak istiyordu? Belki de bana yaşattıklarının farkındaydı.

"Boğdular," dedi kısık sesle, sonra yeniden balıklara baktı. "Boğdular seni Korel, yanmadan önce. Hep düşünürdüm, bir insan bu kadar yanmışken," gözlerini kaçırdı, söylediğinin ağır olduğunu fark etti, "bir insan bu kadar yanmışken neden sudan da nefret eder diye çünkü denize baktığında bile kendini kötü hissediyordun ve hatırladım, seni boğduklarını." Ağlamaya başladığında gitgide donuklaştım, hareket edebilirdim ama buz kesildim. Sonunda hatırlıyor muydu? "Seni boğdular, gözlerimin önünde." Hatırlıyordu. "Bir fanusun içinde, tıpkı bu balıkların olduğu gibi bir fanus. Ellerini kollarını bağladılar, fanusun üstünü kapatıp çırpınmanı izlediler." İzlediler? "Ama kurtuldun ve biz yeniden tanıştığımızda, sen balıklardan bahsettin. Belki bu senin için bir barıştı, belki bir alışkanlıktı..."

"Sadece korkularımla savaşmak için tek başıma bulduğum bir çareydi," dediğimde artık gözünden akan yaşları silmiyordu. "Ve sonuç olarak savaşamadım bile, yenildim." Fanusu gösterdim. "Görüyorsun, balıklar öldü, eğer onlar yaşasaydı ben de yenilmezdim."

Başını art arda iki yana sallayıp bir adım yaklaştı, bir anda eli yanağıma dokundu. "Bu yüzden mi onlara isim vermedin?"

"İsimlerini sen ver istemiştim."

"Ve onların isimlerini yine de ben verdim," dedi başını sallayarak. "Seneler sonra."

Gülümsedim, yüzüme dokunan eli buz gibi hissettiğim vücudumu ısıttı. Bu yetiyor muydu? Bu yetmemeliydi. "Dalton Kardeşler," dedim. "Komikti ama güzeldi." Yeniden fanusa bakıp başımı iki yana salladım. "Ve öldüler."

"Ama sen o fanusta ölmedin Korel," dediğinde yüzümü çevirip göz teması kurdu. "Sen yaşadın. Bana orada senin Prometheus olduğunu inandırmaya çalıştılar, hep direndim, karşı çıktım, savaştım. Seni unutturmaya çalıştıklarında da karşı çıktım, biliyorum. Ama ölecektin, kabullendim. Onları da kandırdım." Ne?

"Bunları mı hatırlıyorsun?" dediğimde yeniden buz gibi oldum, yüzümdeki eli bile ısıtmadı.

"Evet," dedi, utandığını hissettim. "O odanın içinde hiçbir şey yapamadığım için çok pişmanım, vicdan azabı çekiyorum ama savaştım." Savaştın mı? Minel, savaştın mı? Sen neler anlatıyorsun? "En sonunda yaşamanı istedim, göz yumdum. Dinle, bir daha balıklar alırız ve onları yaşatırken..." "Ne hatırlıyorsun?" diyerek sözünü kestim.

"Olanı," dedi.

"Anlat," deyince elini birkaç saniye içinde indirdi.

"Bana bu yüzden öfkelisin," dediğinde çekindiğini hissettim ama bu çekingenlik, utancından geliyordu.

"Anlat," dedim bir kez daha. "Anlat, Minel. Senden dinlemek istiyorum."

Vücudu hâlâ bana yakındı ama artık ruhu uzak gibiydi. "Seni sorgu odasında gördüğümde hatırladım bu anıyı," dedi yutkunarak. "Beni bir odaya hapsetmişlerdi." Seni hiçbir zaman bir odaya hapsetmediler, Minel. O odada olmayı seçen sendin. "Bir kadın bana emirler veriyor, bir deftere aynı şeyleri yazdırıyordu. İsmim, yaşadıklarım, anneme babama ne olduğu ve sen..." Çenesini kaldırdı, dizlerinin titrediğini fark ettim. "Bana senin Prometheus olduğunu söylediler, karşı çıktım, savaştım ama sonra seni getirdiler ve karşımda bir fanusun içine koydular. İçi su dolu. Savaştım, o Prometheus dediler ama savaşmaya devam ettim. En sonunda nefesin kesilmeye başladı, seni kurtaran kişi ben olacaktım ve onların sözünü dinledim. Senin Prometheus olduğunu kabullendim, canın için."

Zaman durdu. Kulaklarımda o fanusun içindeki su sesi, atamadığım çığlıklarım vardı ve onun camın arkasındaki görüntüsü. "Böyle mi hatırlıyorsun?" diye sordum sakin bir sesle.

Eli kalbinin üzerine gittiğinde, "Daha kötüsünü mü yaptım?" diye sordu ve canı öyle bir yandı ki parmaklarını içeri büktüğünde kalbini avcunun içine alacak sandım.

Hafıza ağır bir darbedir, derdi annem. O an onun ne demek istediğini anlamıştım. Hafıza değişkendir, diye devam ederdi. Bazen bir zihinle oynamak çok kolaydır, onu istediğin gibi yönetebilirsin; bu yüzden en büyük silahlar, insan psikolojisinde saklıdır. Bir bıçakla birini öldürebilirsin ama bir insanın zihni bin bıçağa bedeldir.

Şimdi bu cümlenin karşılığı Minel'di. Hatırlıyordu, anılar zihnindeydi ama doğru değildi. Kendisinin nasıl da beni mahvettiğini, aslında o suya beni gönderdiğini ve her bir yanık izimin bile ona ait olduğunu.

"Korel," dedi acı ve korkuyla. "Lütfen söyle, daha fazlası mı var."

Hayır, Minel. Daha fazlası yok, tamamen yanlış hatırlıyorsun.

"Korel," dedi yine, sonra bana yaklaştı. "Ne var, söyle. Şu an cesaret edebiliyorum, bilmek istiyorum. Ne var?"

Sen bir camın arkasındaydın, Minel. Ellerin kolların bağlı değildi, bakışların düzdü. Benden nefret ediyordun. Benden ölesiye nefret ediyordun, hiç kimseden nefret etmediğin kadar hem de. Sana sordular çünkü seni denemek istediler, fanusu gösterip boğacaklarını söylediler.

Karşı çıkmadın, kabul ettin. Omuzlarını kaldırıp indirdin.

Onlar seni biraz daha test etti, beni o suyun içine soktular ve üstünü kapattılar. Çırpınışlarımı sana izlettiler, hiçbir tepki vermedin. Sesin artık suyun içinde gelmiyordu ama seni görüyordum, bir kez daha omzunu kaldırıp indirdin.

Ben ölecektim, beni boğacaklardı ve sen, sana inandırdıklarıyla, bana karşı güvensizliğinle ölümüme göz yumdun. Hem de istemeyerek bulunduğun değil, isteyerek oturduğun o odada.

"Korel," dedi acıyla ve ağlamaya başladı yeniden. "Daha kötüsünü yaptım, değil mi?"

Parmaklarım elimdeki o bıçak izine kaydı, ilk inandırdıkları zamandı. Hissettiğim en büyük acılardan biriydi çünkü bu bıçağı sen bana ilk inanmadığın zaman saplamıştın. Bunu da hatırlamadığına eminim ya da hatırlasan bile yaşananların tüm gerçekliğiyle zihninide belirmeyeceğini biliyorum.

Baktığım elimi tutup havaya kaldırdı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken, "Bana doğruyu söyle," dedi, dokunduğu yeri kendisinin yaptığını bile bilmiyordu. "Daha kötüsünü yaptım, değil mi?"

İki seçeneğim vardı: ya ona bütün doğruları ve hayatımı nasıl mahvettiğini söyleyecektim ya da yine yalanlara başvuracak, onun istediği yoldan onun doğrularıyla yürüyecektik.

Gözlerinin içine baktım; onu ilk gördüğüm zaman bu soruyu bana yöneltse vereceğim cevabı bildiğimi düşünüyordum ama aslında o zaman da dayanamayacağımı anlamıştım.

Zaten ölüyordum, ölecektim ya da ölmüştüm. Bütün bunların ardında, ona büyük bir vicdan azabı bırakmama neden var mıydı?

Ama o benim canımı çok yakmıştı; kendisi bilmese de çocukken ailemdi ve şimdi çok daha fazlasıydı. Bilmesi gerekmiyor muydu, bir hayatı nasıl mahvettiğini?

Sadece bu kadar hissettiğiyle ve kafasında kurduğu masum hikâyesiyle bile vicdan azabı çekiyorsa gerçeği öğrendiği zaman mahvolmaz mıydı?

Yüzüme bakarken ağlamaya devam etti. Dayanamadım, bir elin yüzüne dokundu, parmaklarıma gözlerinden akan yaşlar çarptı. Vücudumdaki o buzlar eridi, yanmayı bir kez daha istedim ve eğer yanacaksam yine tek başıma üstesinden gelirdim.

"Minel," dedim diğer elimle de yüzünü tuttuğumda. "Beni kurtarmaya çalıştın, çırpındın, elinden gelen her şeyi yaptın," beni kurtarmaya çalışmadın, çırpınmadın, ölümüme göz yumdun, "ve ben senin sayende kurtuldum oradan. Benim hayatımı kurtardın." Beni yine ben kurtardım, senin hayatını da öyle. "Kötü hiçbir şey yapmadın bana. Seni anlıyorum, yerinde kim olsa öyle davranırdı. Kendini suçlama." Sana yine kıyamıyorum, eğer bu yalanlarla vicdanın daha rahat edecekse ve bunlara inanacaksan senin yalanlarına ortak olurum. Ben zaten yalancı bir adamım, senin için de yalanlar söylerim.

"Gerçekten mi?" dedi burnunu çekerken. "Bak beni orada zorla tuttular, biliyorum. Bana her şeyi unutturmaya çalıştılar; seni, ailemi, her şeyi. Ben çok acı çektim..."

Hayır, seni hiçbir zaman zorla tutmadılar. "Haklısın, Minel. Biliyorum. Kendini suçlama." Gözünden akan yaşları bir kez daha sildim. "Sen bana hiçbir zaman isteyerek kötülük yapmadın." Benim hayatımı mahvettin ve ben yine de senin hayatın mahvolmasın diye çabaladım, şu an bile. Hatırlıyorsun ama zihnin doğrusunu göstermiyor, onda bile koruma kalkanı oluşturuyor.

"Kendimi çok kötü biri gibi hissettim," dediğinde elleri yüzünde duran ellerime dokundu. "Ve bu anılar sana inanmamı söyledi bana. Çünkü hatırladım, eskiden olan Korel'i. Bu balıkları alan adamı, benimle dondurma yiyen çocuğu. Hatırlamadığım çok şey olduğunu biliyorum, belki de yine bir aptallık yapıyorum ama sana inanıyorum, Korel. Kurtulman için elimden gelen her şeyi yapacağım, söz veriyorum."

Sadece tek bir anı onu bunlara itiyorsa her şeyi hatırladığında ne olacaktı? "İstediğim bana güvenmen değil," dediğimde kendimden emindim. "İstediğim bana inanman da değil." Artık değil çünkü bağışıklık kazandım. "İstediğim tek bir şey var senden."

"Nedir?" diye sordu.

"Beni unutma," dedim ona biraz daha yaklaşarak. "Benden nefret et, bana güvenme, bana inanma, sırtımdan hatta elimden bıçakla, itekle, acı bana, yalnız bırak, terk et ama tek bir şeyi yapma." Gerekirse bunun için yalvarırdım. "Beni unutma, Minel. Öleceğim gün geldiğinde tek bir zihinde yaşamak istiyorum ve o senin zihnin olsun. Ben ölümden değil, senin tarafından yeniden unutulmaktan korkuyorum. Eğer bir söz vereceksen kurtuluşum için değil, beni unutmamak için söz ver. Ben zaten bütün bunlardan kurtulsam bile öleceğim ama bir zihinde yaşamanın sözü şu an beni daha mutlu edecek."

Ne demek istediğimi anlamıyordu, biliyordum, belki de hiçbir zaman anlamayacaktı, hatırlamayacaktı hatta hatırlasa bile doğrusunu bilmeyecekti ama şu an bunun için söz versin istiyordum.

O Minel Karaer'di, ben Korel Erezli'ydim. Bizim ikimizin hikâyesi bütün zamanlarımızı kapsıyordu ve birbirinden onlarca sır saklayan iki kişiydik ama tek bir sırrımız ortaktı: İkimizin de birbirimizden başka kimsesi yoktu.

"Söz veriyorum, Korel," dedi kısık sesle. "Seni hiçbir zaman unutmayacağım, ben unutsam kalbim unutmayacak."

Öyle bir hüzünle baktı ki beni unutmamak mı yoksa kalbinin beni unutmaması mı onu kahretti, bilmiyordum. Yine de bencildim, beni unutmaması için her savaşa girerdim ve bu kez kazanırdım.

"Ben de söz veriyorum," dedim gülümsemeye çalışarak. "Yarın yeni balıklar alacağım ve korkularımı yeneceğim, hem de seninle beraber."

Gözlerinin içi güldü; bir yıldız çaktı, yıldız elmaslarını parlattı. Tebessümü kalbimi ısıttı, buzlar eridi ve çektiğim bütün acılar o anlık yok oldu.

Başka bir söz daha veriyorum, Minel Karaer. Kimsenin aslında zorla beni sana unutturmadığını, senin beni unutmak istediğini hiçbir zaman söylemeyeceğim. Bileceksin ki beni sana zorla unutturdular. Çünkü biliyorum, bunun da acısı sana ağır gelir. Kendi içimde bütün doğruları bilerek yaşayacağım ve o şekilde öleceğim, senin çekemediğin vicdan azabın da benimle beraber ölecek.