Hayatın benim aklımla zoru vardı.
Hayatın benim kalbimle zoru vardı.
Hayatın benim zihnimle zoru vardı.
İdil Erezli'nin odasından çıkıp diğer kapının önüne giderken adımlarım defalarca birbirine dolanmış, birkaç kez düşme tehlikesi atlatmıştım ama o kapının önüne ulaştığımda içeriden İdil Erezli'nin öksürük seslerini duyabiliyordum. Kapısını bile kapatamamıştım, tek istediğim bu odada belki Korel'i görebileceğimdi. Bir oyun oynanıyordu, bunun farkındaydım fakat artık bu oyunun sahibi kim, anlayamıyordum.
Korel'e ait olan bilekliğin madalyon kısmını kapının deliğine tuttuğumda düzenekten yeniden ses geldi ve klik sesiyle kapı açıldı. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdikten sonra kapının kolunu ağır ağır çevirdiğimde gıcırtıyla beraber içerinin görüntüsüyle karşılaştım.
Yerlerde mumlar vardı, sönmüş; köşede bir çello, telleri kopmuş; duvara yaslı bir televizyon; televizyonun yanındaki dolapta dosyalar. Televizyonun karşısında eski bir sandalye, yerlerde kalın ipler.
Yutkunduğumda odanın penceresine baktım. Demirlerle örtülmüştü; cam kırıktı, oradan hava geliyordu. Elim duvardaki düğmeye gitti, ışığı açmaya çalıştım fakat duy boştu; bu yüzden kararımı değiştirip yerdeki mumlara ilerledim ve çakmağı alıp beyaz mumlardan iki tanesini yaktım.
Mumlar yandı, gölgeleri duvarları süsledi ve çöktüğüm yerden doğrulduğumda kendi gölgemle de yüzleştim. Başımı çevirip kapıya baktığımda artık kendi gölgem dışında başka gölgeler de görüyordum; alt katta Büge'nin kıkırdamaları vardı, Gürkan'ın söylenmeleri... Fakat Korel'in tek bir sesi bile yoktu, o neden yoktu? En azından zihnimde onun sesini duyamaz mıydım?
Televizyonun yanındaki dolaba ilerleyip mavi dosyalara baktım ve sene sene ayrıldıklarını gördüm, ikiye. Bir tarafta K.E.E yazıyordu, bir tarafta M.K.
Korel Edgardo Erezli.
Minel Karaer.
Kendim umurumda bile değildim, direkt Korel'in dosyalarından bir tanesini elime aldığımda sene çocukluğuna aitti; belki de daha küçük. En azından benim bildiğim kadarıyla. Dosyayı açtığımda beni şaşırtan o detayla karşılaştım, fotoğraflarıyla. Çocukluk fotoğraflarıyla. Annesinin fotoğraflardan hoşlanmadığını söylese de orada fotoğrafları vardı.
Bir fotoğrafta gülümseyerek kadraja bakıyordu, annesinin kucağındaydı, babası yoktu. Başka bir fotoğrafta elindeki ekmeği ağzına götürüyordu, başka bir fotoğrafta oyuncak motosikletini havaya kaldırmıştı; o kadar mutluydu ki böyle güzel bir çocuğun büyüdüğünde nasıl karanlığa battığını çözemedim.
Gülümsüyordu, yanmamıştı, ölmemişti; o yaşıyordu, daima yaşamaya devam edecekti fotoğraf karelerinde ama biliyordum, canlıyken bu fotoğrafları bile görmemişti.
Acıyla nefesimi verdiğimde bir CD'yle karşılaştım ve üzerindeki tarihin çocukluğuna ait olduğunu fark ettim. Hızla CD'yi çıkarıp televizyonun altındaki DVD oynatıcısına taktım ve kumandayla ekranı açarak videonun birkaç saniye sonra devreye girmesini bekledim.
İlk görüntü bir sahile aitti; kumsal, güneş ve insanlar. O sırada Korel'in çocukluğu kadraja girdi; kamera görüntüsü eskiydi, belki de ilk kameralardan. Ağlıyordu, öyle içten ağlıyordu ki o görüntüye bakarken ayakta durmakta zorlandım. Annesi arkadan kahkaha atıyordu, Korel ağlamaya devam ediyordu. "Hadi Korel," diyordu annesi. "Bir kez daha gir denize."
"Anne," dedi Korel ağlayarak. Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülüyordu. "Anne korkuyorum, ya boğulursam!" Belki beş yaşındaydı, belki altı, bilemiyordum. İşaretparmağıyla dalgalı denizi gösterdi. "Anne! O su çok korkunç! Dalgalar benden daha büyük! Sen de gel!"
Annesi daha şen bir kahkaha atıp, "Ben olursam boğulmayacak mısın Korel?" diye sordu. "Ya beraber boğulursak!"
Korel gözlerindeki yaşları sildi, altında mavi ördekli deniz şortu vardı, zapzayıf bir çocuktu. Saçları altın sarısı olmalıydı, büyüdükçe koyulaşmıştı. "Sen kurtarırsın anne! Ne olur sen de gel!"
Gözlerim acıyla dolduğunda Korel'in su korkusunu hatırladım ve onu boğduklarını. Aslında küçüklüğünden beri korkuyordu.
Görüntü değişti, Korel denizdeydi ve bu kez gülüyordu; annesi yine onu videoya çekiyordu. "Anne!" dedi Korel elleriyle suya vurarak. "Bak, yüzebiliyorum!"
"Aferin sana Korel, sen çok cesur bir çocuksun!" Korel güldü, suya battı, geri çıktığında gülmeye devam etti ve ileriye baktı.
"Anne, babam gelmeyecek mi?"
Sessizlik oldu, ardından annesi cevap verdi. "O yüzmekten hoşlanmıyor."
Video bitti.
Mavi ekrana bakarken gözlerimden birkaç damla yaş döküldü ama gözyaşlarına boğulmamak için direnirken yeniden o dosyalara ilerledim ve bu kez az önceki videodan iki sene sonrasına dair bir dosyayı aldım.
Korel okuldaydı fotoğraflarda. Elinde kalem, önündeki deftere bir şeyler yazıyordu. Mavi önlüğü vardı, yüzünde gülümseme. Başka bir fotoğrafta ödül kurdelesi almıştı, annesiyle beraber kadraja bakıyordu. Bir fotoğrafta yanında başkaları da var ama o insanların Korel'den çekindiği, kimsenin onun yanında durmamasından belliydi.
Bir CD daha çıktığında hemen onu da takıp oynatmaya başladım.
Korel okuldaydı, sahnedeydi ve elindeki kâğıttan şiir okuyordu. Annesi videoya çeken kişi olmalıydı çünkü konuşmasını duyabiliyordum. Şiirini okuduktan sonra insanlar onu alkışladı, o gururla başını eğip selam verdikten sonra merdivenleri inip annesinin yanına gitti.
"Anne," dedi endişeyle. "Çok kötüydüm, değil mi?" Başka bir tarafa baktı. "Anne, çok kötüydüm, değil mi? Babam neye kızdı? Neyi yanlış yaptım?"
Sessizliğin ardından annesinin, "Baban havasızlıktan rahatsız oldu, Korel," yalanı geldi. "Çok iyiydin! Herkes başarını konuşuyor."
Korel dudaklarını büktü. "Ama arkadaşlarım beni sevmiyor, neden?" İlerideki arkadaşlarını gösterdi; kamera o tarafa döndü, hepsi bir aradaydı, Korel ise uzaktan onlara bakıyordu. "Görmüyor musun?" Kamera yine Korel'in yüzüne döndü, gözleri dolu dolu bakıyordu. "Hiçbiri beni istemiyor. Biliyorum, babam da beni istemiyor, değil mi?" Kollarını önünde bağladı. "Gitmek istiyorum. Eve gidelim."
"Korel," dedi annesi, ardından kamera kapandı.
Mavi ekranla karşılaştım yeniden ve diğer dosyalara döndüm.
Belli bir seneye kadar Korel'in daima başarıları, gülen yüzü vardı ama belli bir seneden sonra fotoğraflar yok oldu, sadece CD'lerle karşılaştım.
Korktuğum anların yaklaştığını fark ettiğimde yutkunarak onların arasından bir CD'yi çıkarıp DVD'ye taktım ve görüntünün gelmesini bekledim.
Birkaç saniye sonunda karşıma çıkan görüntü korkuyla titrememe neden oldu çünkü Korel mutfağın köşesinde oturuyor, ağzından burnundan kan geliyordu ve babası tam karşısında onu dövüyordu. Videoyu çeken kişinin kim olduğunu bilmiyordum ama gizli çekim olduğu ortadaydı.
"Beni utandırmaktan vazgeçmeyeceksin, değil mi?" Cüneyt Erezli yüzüne öyle bir tokat attı ki Korel'in kafası arkasındaki duvara çarptığında dizlerini kendine çekip yüzünü korumaya çalıştı ama bu kez tekmeyi bacaklarına indirdiğinde Korel acıyla bağırdı. "Benim istediğim gibi bir çocuk olacaksın!" diye haykırdı Cüneyt Erezli. "Duydun mu beni?"
Korel başını saklandığı yerden kaldırmadan, "Anne!" diye seslendiğinde ellerimle yüzümü kapattım fakat orada bağırışları kulaklarımdaydı. "Anne! Kurtar!" Bir tokat sesi daha, izleyemedim, ardından bir tokat sesi daha. Korel'in sesi zayıfladı. "Vurma," diye yalvardı. Ağlamıyordu, sadece yalvarıyordu. "Vurma! Anne!"
Sessizliğin ardından gözlerimi açtığımda Korel biraz daha büyümüştü, lisede olmalıydı; babasının odasındaydı, çekim yine gizliydi. Babası tam karşısında durmuştu, bir şeyler konuşuluyordu ama sesleri gelmiyordu. Ardından babası Korel'in yüzüne sertçe bir tokat attı, Korel ellerini arkada birleştirdi ama karşılık vermedi. Babası bir tokat daha indirdi ve sonra bir tokat daha.
Görüntüyü ileri sardım; bu kez Korel yeniden küçüktü, belki ilkokuldaydı. Koltukta oturuyordu, babası yine karşısındaydı. Elinde bir cetvel tutuyordu. "Uzat ellerini," diyordu; Korel bu kez ağlıyor, başını iki yana sallıyordu. "Uzat ellerini!" diye haykırdı babası, Korel çaresizce ellerini öne uzattığında babası cetvelle sertçe vurdu. Korel yeniden, "Anne!" diye bağırdı fakat kimsenin geldiği yoktu, annesi neredeydi? Lanet olası annesi neredeydi? Neden onu kurtarmıyordu? O daha küçücük bir çocuktu.
Video değişti, Korel büyüktü, benim tanıdığım gibi. Bir yemek masasında oturuyordu, çekim yine gizliydi. Babasıyla bir tartışma içindeydi, sesleri tam anlaşılmıyordu ama tıp fakültesinden söz ediyorlardı. Cüneyt Erezli onun kafasını masaya vurdu, ardından Korel dışarıya çıktığında kamera merdivenlerde koşan görüntüsüne odaklandı.
Sonrasında video dışarıda devam etti. Cüneyt Erezli onu dövüyordu, üstelik bir copla. Karların ortasında onun sırtına, bacaklarına, kollarına copla vururken Korel cenin pozisyonunda o sopalardan korunmaya çalışıyordu. Görüntü bir pencereden çekilmişti; İdil Erezli bir yandan onu severken, bir yandan da onun görüntülerini çekmişti.
İdil Erezli iyi bir anne değildi, hiçbir zaman da iyi bir anne olmamıştı.
Korel o karların ortasında öyle bir dayak yedi ki en sonunda hareket edemez hale geldiğinde onu bıraktılar. Birkaç dakika sonra Korel hareketlendiğinde zorlukla ayağa kalktı, sırtı kameraya dönüktü. Yerlerde kan izleri vardı.
Bir anda omzunun üzerinden eve doğru baktı, ardından pencereye. Kameradan göz göze geldiğimizde o bakışlarında yine Prometheus'u gördüm. Acımasızlık, korkusuzluk, canilik. Videoyu çeken kişiye öyle bir baktı ki o kişi geri geri gitti ve Korel kameranın kadrajından uzaklaştı. Video tamamen sona erdi.
Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde artık kaldıramadığımı hissediyordum; bu kaldıramamak, yürek kaldıramaması gibi değildi.
Vücudum da kaldıramıyordu; ensemde bir el vardı, omuzlarımda bir yük, bacaklarımda bir acı. İnsan gördüklerinin acısıyla ölebilir miydi? Ben ölecek gibiydim.
Fakat yine de o dosyaların bulunduğu yere bakıp en yakın tarihi seçtim, dosyanın üzerinde ise Prometheus yazıyordu.
Derin bir nefes verip dosyanın kapağını açtığımda Kartal'ın görüntüleriyle karşılaştım, ağaca bağlı olan o görüntüleri. Polis raporlarındaki o görüntüleriyle. Fakat bu kadarla da sınırlı değildi, yine bir CD vardı. Kaç dakikadır bu odada olduğumu bilmiyordum ama ilk defa bir CD'yle ne kadar uzun bakışılabilirse o kadar uzun bakıştım.
Gözlerimi kapattım, bir süre öylece durup geri açtığımda onu da DVD'ye takıp karşısına geçtim ve görüntünün gelmesini bekledim.
Bu kez görüntü çok geç geldi, sanki kalbimi paramparça edeceği belliymiş gibi.
İlk gördüğüm Kartal'ın yüzü oldu, bağlıydı, hareket bile etmiyordu, gözleri korkuyla karşısındaki kişiye bakıyordu. Bu bir MOBESE görüntüsü değildi, yine bir gizli çekimdi. Biri Prometheus'un onu öldüreceğini bile bile gizli çekim yapmıştı.
Başımı iki yana salladığımda kameranın açısı sağa kaydı ve o an bütün olasılıkların, bütün gerçeklerin hatta kendime söylediğim bütün yalanların yıkımı tam karşımdaydı.
Korel Erezli, Kartal'ın karşısındaydı, elinde bir kerpeten tutuyordu ve bakışlarında yine o korkunç ifade vardı. Yüzündeki o gelişigüzel takılmış maske onu gizleyemiyordu çünkü hareketlerinden, bakışlarından, her şeyinden onun Korel olduğunu anlayabiliyordum.
Ve yanındaki yaşlı adam da hastaneye gelen o kişiydi.
Dizlerimin üzerine çöktüğümde zaten emin olduğum o detay, şimdi geçmişten bir görüntüyle karşımdaydı. Cümlelerini duyabiliyordum, kendisini Tanrı sanıyordu hatta yanındaki yaşlı adamla Kartal'ın dişlerini sökmek için bir anlaşma içerisindeydi fakat bütün o fısıltılar uğuldamalara dönüştüğünde ve vücudum acıdan titremeye başladığında artık onun ne dediğini bile işite miyordum.
Acıyla haykırdığımda videodaki Korel, Kartal'ın dişlerini canlı canlı sökmeye başladı. Bir kez daha haykırdım ama o beni duyamıyordu, yaşlı adam korkuyla titriyordu ama Korel'de herhangi bir duygu belirtisi yoktu, haz dışında. Bundan haz alıyordu.
Bir kez daha haykırdım, ardından daha fazla izleyemeyeceğimi fark ettiğimde kumandayla görüntüyü ileri sardım. Korel bütün dişlerini söktükten sonra onları Kartal'ın göğüs kafesine sapladı. En son ise onun başını keserken hemen videoyu kapattım.
O Kartal'ın bedenini gördüğümüz an zihnimdeydi. Bir cam vardı, cama yazı yazılmıştı; bunu Korel okumuş ve o camı parçalamıştı. Gördüğünde hiçbir tepki vermemişti, hepimiz çığlıklar atmıştık ama o oldukça hissizdi.
"Hayır," diye haykırdığımda tırnaklarımı yüzüme geçirdim ve kaç kez daha bununla yüzleşebileceğimi düşündüm. Kaç kez daha bütün bunlar karşıma çıkacaktı. Annem, ablam, Büge... O barmen çocuk, kendi babası, amcam...
Ellerimi yüzümden çektiğimde kalbimdeki o vicdan azabının yok olduğunu fark ettim. Sürünerek dosyaların olduğu kısma gittiğimde Korel'le tanıştığımız zamanlara ait görüntüler ya da videolar aradım; dosyaların hiçbirinde bizim o zamanlarımız yoktu.
Hırsla dişlerimi sıktığımda başka bir tarihle karşılaştım; annemin ölümünden sonrası, denek olduğu zamanlara ait bir dosya. Ya da sonrası, bilemiyordum ama yırtar gibi dosyayı açtığımda yine daha önce gördüğüm o manzarayla karşılaştım. Korel bir kadavranın başında duruyordu, elinde bıçak vardı, fazlasıyla acımasız görünüyordu.
Bunu daha önce görmüştüm ve aptaldım, ona inanmayı seçmiştim.
İçindeki CD'yi taktığımda görüntü direkt geldi ve Korel'in yüzünü gördüm; yanıklar yoktu, canlıydı ve gözlerinde acımasız bir ifade vardı. Bir kadınla aynı odadaydı, odanın duvarlarında küçük çocuk fotoğrafları vardı, büyük ihtimalle çocukları olmalıydı. Görüntüler, güvenlik kamerasından çekilmişti.
Korel kadının arkasındayken kadın bir yere bakarak, "Küçük kız," diye mırıldandı ve o anda Korel kadının boynunu öyle bir kesti ki kanlar her tarafa saçıldı, saçılırken onun da yüzüne geldi ama herhangi bir duygu belirtisi yoktu.
Çocuklarına belki de özlem duyan bir anneyi öldürmüştü, acımasızca. Kadın can çekişirken gözleri kameraya çevrildi, acımasız bakışlarıyla o video son buldu.
"Yeter," diye fısıldadığımda başka dosyaları çektim ve o dosyalardan bir tanesini açtığımda başlığı dikkatimi çekti.
DOKTOR
Fotoğraflarda Korel bir masanın başında oturuyordu. Çenesi havadaydı, elinde bir kâğıt tutuyordu, üzerinde beyaz üniforma vardı. Tıpkı doktor gibi. Gözleri oldukça ciddiydi, Korel doktor olmuş muydu? Bu nasıl olabilirdi?
CD'yi taktığımda hışırtılı sesin ardından Korel'in görüntüleriyle karşılaştım. Bir masanın başında kâğıtları inceliyor, notlar alıyordu. Boynundaki stetoskopu, kararlılığı hatta duruşu bile oldukça ciddiydi. Video beş dakika uzunluğundaydı ve o süre boyunca Korel bir masanın başında doktor gibi çalışıyor, önündeki filmlere bakıyordu.
Yutkunduğumda başka bir dosya çektim, oradaki başlık daha dikkat çekiciydi.
KADIN
Fotoğraflarda Korel kendisi gibiydi ama bakışları oldukça tuhaftı. Bacak bacak üstüne atmıştı, elleri dizlerindeydi, çenesi havadaydı, cilveli bir gülüşü vardı. Elim boynuma gittiğinde ne yapacağımı bilemeyip etrafıma baktım, ardından CD'yi taktığımda onu gördüm; bir sandalyede bacak bacak üstüne atmış, oturuyordu.
"Adın ne?" diye sordu bir kadın. Bu kadının sesini tanıyordum; benim denek olduğum zamanlar durmadan her şeyi hatırlatan ve unutmamam gerekenleri söyleyen o kadındı.
Korel'in dudakları kıvrıldı, gözlerini kısıp bacak bacak üzerine attı, bir kadın gibi. "Neden soruyorsun?" dedi merakla. "Yok sa benimle bir işiniz mi var?"
"Sadece merak ediyoruz." Kadın ciddiydi, onu göremiyor dum ama güvenlik kamerasına yansıyan görüntüsünde sadece bacakları vardı. "Sana hitap edebilmek için."
"Hmm," dedi Korel, burnunu çekerek. "Adım İdil, bir psikiyatristim." Rol yapıyordu, bir kadın gibi davranıyordu fakat bunu neden yapıyordu?
"Soyadın ne?"
"Bilmiyorum." Korel huzursuz bir şekilde hareketlendi.
"Beni korkutuyorsunuz, elinizdeki kâğıda ne yazıyorsunuz?" Video sona erdi.
Denek olmaktan kurtulmak için kadın taklidi yapıyordu, bu çok tuhaftı. Bu o kadar tuhaftı ki artık gördüklerimin hayal gücümün bir ürünü olduğuna inanmaya başlamıştım.
Başka bir dosya çektiğimde başlık ürpermeme neden oldu.
ÇOCUK
Fotoğraf karelerinde Korel dizlerini karnına çekmiş, bir duvar kenarında oturuyordu; başka bir fotoğrafta masanın altındaydı, bir başka fotoğrafta yatağın altında. Tıpkı bir çocuk gibi insanlardan gizleniyordu.
Bu görüntüler bana sorgu odasındaki halini anımsatmıştı; korkuyordu, herkesten kaçmak istiyordu ve neler olduğunu bile anlamıyor gibiydi.
Çoğu zaman uyurken de onu çocuk gibi sayıklarken duyabiliyordum; kurtulmak istiyordu.
CD'yi çıkarıp oynatıcıya taktığımda Korel'in ağlama sesleri kulaklarıma doldu.
"Ne olur bırakın beni," dedi; kamera aşağıya eğildiğinde yatağın altındaydı, birisi çekiyordu bu kez. "Ne olur bırakın, eve geç kalırsam babam beni döver." Kameraya baktı, sonra acıyla bağırdı. "Lütfen çekme beni, babam o görüntüleri görürse çok kızar. Bırakın beni."
"Kaç yaşındasın?" diye sordu o kadın sesi.
Korel ağlaya ağlaya, "Altı," diye yanıtladı. "Altı yaşındayım." Başımı iki yana salladığımda ellerimi saçlarımı geçirdim. "Adın ne?"
"Korel," dedi. "Ama lütfen beni bırakın, babam çok kızar."
"Bu hayatta en korktuğun şey ne Korel?" diye sordu kadın.
"Babam," dedi Korel. "Sonra da sudan korkuyorum." Gözlerini açıp kameraya baktı, ağlaması bir çocuk gibi direkt kesildi. "Ama yüzebiliyorum, annem olunca yüzebiliyorum." Yeniden ağlamaya başladı, bu kez daha acı vericiydi. "Annem nerede? O beni kurtarır! Anne!" Yatağın altına daha fazla sokulup elleriyle başını korudu. "O kendime zarar verirsem iyileşebileceğimi söylüyor, kendimi kesmemi söylüyor. Yapmalı mıyım bunu?" Burnunu çekti. "Ama korkuyorum, bıçaklar çok korkunç. Neden yatağımın başına bir jilet bırakıyor ki hep."
Kadın derin bir nefes verdi. "Kim bırakıyor bu bıçakları Korel?"
"O," dedi Korel ve yüzünü açıp kameraya baktı. "Prometheus bırakıyor ve bana her gün Prometheus masalını anlatıyor." Elleriyle kulaklarını kapattı. "Çok korkunç bir masal ama bana bir daktilo hediye edecek, o daktiloya Prometheus masalını yazacakmışım."
"Korkunç bir masal mı?"
"Çok korkunç," dedi Korel ağlamaya devam ederken. "Sonunda ölüm var. Ölüm çok korkunç." Gözleri açıldı. "Beni öldürecek misin abla? Öldürmeyin, ben ölümden çok korkuyorum."
Sessizlik oldu, ardından kadın Korel'e elini uzattı. "Tut elimi Korel, seni annene götüreceğim."
"Gerçekten mi?" Korel'in ağlaması bir kez daha kesildi, kadının eline baktı. "Ama Prometheus bana annemin öleceğini söyledi."
"Ona inanma," dedi kadın dikkatli bir sesle. "Tut elimi, annen seni koruyacak."
Korel gülümsedi ve korkudan titreyen elini kadına uzattı. O kocaman bir adamdı fakat ruhunda sanki küçük bir çocuk vardı; o an öyle bir kendimi kaptırmıştım ki o eli tutmasın diye, "Hayır," diye fısıldadım ama Korel kadının elini tuttuğunda video son buldu.
Ardından yeni bir video dönmeye başladığında Korel daktilonun başında harflere basıyordu, her harfi aramak için saniyele rini veriyordu. "Ne yapıyorsun, Korel?" diye sordu kadın.
Korel gözlerini kocaman açarak kameraya baktı. "Masal yazıyorum, abla."
"Prometheus'un masalını mı?" Korel başını sallayıp yeniden daktiloya döndü ve kadın daktiloya yaklaşıp kâğıtları çekti. Benim gördüğüm kâğıtlarla aynıydı, hiçbir farkı yoktu.
"Anlaşılmıyor," dedi kadın, kâğıtları çekmeye devam ederken.
"Çünkü şifreli," diye yanıt verdi Korel. "Kendime ait alfabem var artık. Bu şifreyi bir tek ben biliyorum." Kamera yeniden ona döndüğünde gülümsüyordu, bir çocuk gibi ve ne yazdığının farkında bile değildi.
Video sona erdi.
Korel'in denek zamanlarına ait bu görüntüler, bu odada ne zamandan beri saklıydı, bilmiyordum ama kim sakladıysa bu dosyaları, yangın çıkmadan önce kurtarmıştı, sanki Korel'in yangın çıkaracağını bilerek.
Anlamıyordum, bütün bu yaşananların nedenini anlamıyordum. Bakışlarındaki o ifadenin her dosyada değişmesini, her görüntüde farklı bir hal almasını anlayamıyordum.
Titreyen elimle son dosyayı aldığımda üzerinde yazan kelime beni şaşırtmamıştı:
PROMETHEUS
Korel'in fotoğrafları vardı; o kadını öldürürken, ardından yine denek olduğu yerde bir adamı öldürürken. Bütün bunların dışında, kendine verdiği hasarların da görüntüleri vardı. Kollarında, ellerinde, tırnaklarında. Vücudundaki bazı izleri kendisi yapmıştı, o izleri kendisi yaparken de fotoğrafları vardı.
Gözlerindeki ifade hep aynıydı: hissiz ve acımasız. Daha derinlere indiğinde insanı korkutan cinsten.
Dosyanın başka sayfasında Prometheus'un alfabesiyle karşılaştım, o şekillerle. Tıpkı Korel'in mabedinde gördüğümüz alfabe harfleriyle aynıydı. Korel'in daima kendine ait alfabesi olmuştu, bu da onlardan biriydi.
Bir CD yine elime çarptığında oturduğum yerde artık dengede bile duramıyordum. Televizyonun dibindeydim, izlerken sanki hemen yanımda gibiydi ama orada, televizyondakilerin Korel'in denek olduğu zamanki görüntüler olduğunun farkındaydım.
Derin bir nefes verip dosyayı kucağıma aldım. CD'yi yerine takıp görüntülerin gelmesini bekledim, her şeye hazırlıklı olarak fakat hazırlıklı olmadığım daha fazla uğuldayan kulaklarımdı. İçimden bir ses, kalbimde gizlediğim o vicdan azabının birkaç dakika sonra çok daha kötü şekilde ortaya çıkacağını söylüyordu.
Görüntü bir hücrede çekilmişti. Korel'in ayakları tıpkı bir hayvan gibi zincirlenmişti, çırılçıplaktı ve bacaklarının arasında kocaman bir çello tutuyordu. Her yer karanlıktı, tek ışık onun üzerindeydi.
Burayı tanıyordum, daha önce görmüştüm; kahretsin ki görmüştüm. Elim kalbime gittiğinde başımı iki yana salladım; ardından Korel çenesini kaldırıp tam kadraja bakarak, "Ben Edgardo," dedi sakin bir sesle. "Herkesin uykularını kaçıran o seri katilim." Başını omzuna yatırdı; tıpkı Gürkan ve benimle olduğu zamanki gibi acımasız bakışları yerli yerindeydi. "Şu an beni zincirlediniz fakat bir gün zincirlemediğinizde ilk sizin canınızı almak için yatağınızın başında olacağım."
Kimse kameraya çekmiyordu, konuştuğu açı bir güvenlik kamerasıydı. O kameraya bakarken az önce izlediğim bütün videolardaki adamdan çok daha farklı olduğunu görebiliyordum ama o videolardaki adam da benim Korel'imden çok farklıydı.
Ellerimi saçlarıma geçirdiğimde, Korel çellonun yayını eline aldı. Parmaklarından kan aktığını gördüm; kendi kanıydı, kollarını kesmişti. Kimseye zarar veremediği için o zararı kendine vermişti.
Ve bu görüntü, şu an çello çalan görüntüsü, biz dans ettikten sonra verilen görüntüsüyle aynıydı. Korel'in Prometheus olduğunu kanıtlayan bu görüntüler, aslında bir yandan da Korel'in Prometheus olmadığını gösteriyordu.
Çellodan yükselen "Cenaze Marşı"nın notaları odayı doldurduğunda bakışlarımı elimdeki dosyaya çevirdim ve tir tir titrediğimi fark ettim. Bir tarafım büyük bir savaşın içindeyken, diğer tarafım aksi yönde koşuyordu ama artık bu sayfayı çevirdikten sonra göreceklerimden korkuyordum çünkü göreceklerim, aklı mın sonunu getirecekti.
Yutkunduğumda "Cenaze Marşı"nın sesi yükseldi; sayfayı çevirdiğimde kısa, net ve açıklayıcı bir yazıyla karşılaştım. O yazıyı okuduğum an yerine ölmeyi yeğlerdim, bunu biliyordum.
KOREL EDGARDO EREZLİ
Dissosiyatif Kimlik Bozukluğu
(Çoklu Kişilik Bozukluğu)
Mazoşizm rahatsızlığıyla kuruma yatırılan Korel Edgardo Erezli'nin çoklu kişilik bozukluğu ortaya çıkarılmış ve şu ana kadar kendi kişiliği hariç dört kişiliği saptanmıştır. Bu kişilikler ailesindeki bireylerden oluşmaktadır.
Doktor kişiliği, babası Cüneyt Rafael Erezli'yi taklit etmektedir ve diğer kişiliklerinin o kişiliğinden haberi yoktur.
Kadın kişiliği, annesi İdil Erezli'yi taklit etmektedir, tıpkı onun gibi davranışlar sergilemekte hatta çoğu zaman psikiyatrist olduğunu söylemektedir. Daktilolara karşı olan sevgisi, Korel Edgaro Erezli'ye de geçmiştir. Diğer kişiliklerinden haberi yoktur.
Çocuk kişiliği, kendi çocukluğuna geri dönüşler gösterir fakat bunun dışında başka çocukları da taklit etmektedir. Bu kişiliğinin Prometheus kişiliğinden haberi vardır fakat o kimliğinden de korkmaktadır hatta çoğu zaman kendinden yani Prometheus'tan saklanmaktadır. Kendisi bedenine verdiği bütün zararların Prometheus tarafından yapıldığını dile getirmektedir. Çocuk kişiliği iki kez intihara kalkışmıştır; ikisinin de zehirle olduğu iddia edilmiştir fakat içtiği meyve suyudur. Tıpkı kadın kişiliği gibi daktilolara ilgisi vardır hatta çoğu zaman daktilosuyla masallar yazmaktadır.
Prometheus kişiliği, bir seri katildir ve sosyopattır. Kendisini Tanrı sanmaktadır, çoğu zaman geçmişten gelmiş gibi konuşur, ayrıca intikam duygusu için nefes aldığını söylemektedir. Herkese zarar verme eğilimi gösterir, en zeki kişiliğidir. Diğer kişiliklerden haberi yoktur, Prometheus en net hissettiği kişiliğidir, isminin Edgardo olduğunu söylemez ama kendi oluşturduğu alfabede duvarlarda Edgardo adı yazar. Edgardo, Korel Erezli'nin diğer adıdır.
Elimdeki dosya düşüp, yeniden Prometheus'un alfabesinin olduğu kısımdan bir sayfa açıldığında bütün vücudum tir tir titriyordu. Aldığım her nefes kalbimi zorlarken yutkunmakta güçlük çekiyordum; okuduklarım, yaşadıklarımın kopyasıydı ve şimdi kendimi bir aptal gibi hissetmekten ziyade asıl olanı görebiliyordum.
Gürkan'ı ve beni Prometheus'un mabedinde karşılayan Korel, benim tanıyıp bildiğim Korel Erezli değildi, Prometheus kişiliğiydi; gözlerindeki yabancı ifade, cesareti, üstten bakışları, ölümü bile umursamayışı...
Sorgu odasında masanın altına saklanıp ağlayan Korel Erezli, benim tanıyıp bildiğim Korel Erezli değildi, çocuk kişiliğiydi; tıpkı bir çocuk gibi saklanıyor, herkesten kurtulmak istiyordu. Korkusu gözle görülürdü, az önce izlediğim videolardaki korkusundan hiçbir farkı yoktu.
Onun evinde daktilonun başında yazı yazarken gördüğüm kişi, benim tanıdığım Korel Erezli değildi, anne kişiliğiydi. O odanın annesine ait olduğunu söylemişti, o masalları anlatan annesi olmalıydı ve Korel, o daktilonun başında annesine dönüşüyordu. Masadan kalkarken ise çocukluğuyla yüzleşiyordu. Bakışlarını unutamıyordum, hem korkak hem cesurdu.
Kadavrayla olan fotoğraflarını görmüştüm, o benim tanıdığım Korel Erezli değildi; doktor kişiliğiydi, kendi babasıydı. O fotoğraflardan söz ederken yüzünün aldığı hal gözlerimin önünden gitmiyordu ve aslında Korel, bazı izlerinin nasıl oluştuğunu hatırlamadığını da bana söylemişti. Sadece bu kadar da değildi, o daktilo odadan haberi yokmuş gibiydi, karşıma geçip direnirken gerçekten de masumdu.
Benim tanıdığım Korel Erezli yani asıl olan kişi, benimle konsere gelip gülümseyen kişiydi; saçlarımı önemseyen, yüzümdeki çillerin sayısını bilen, bilyeleri saklayan... Bilyelere düşkün olan kişi de çocuk kişiliği miydi? Boğulmaktan korkan, yanmaktan kaçan?
Benim âşık olduğum Korel Erezli, asıl olan Korel Erezli'ydi; en kötü zamanlarında bile geçmişte bana umut olan adam, Korel Erezli asıl kişiydi ve diğer kişilikleri bir rahatsızlıktan ibaretti.
Ve ben aptal değildim, hiç olmamıştım, ben hislerimle iler lediğimde doğruyu görmüştüm; göremediğim onun cümleleri, korkuları ve bana anlatmaya çalıştıklarıydı. Kendisinin de artık bir şeyleri hatırlayamadığını söylemesi kulaklarımdan silinmiyordu ve onunla geçirdiğim bütün zamanların üzerinden geçtiğimde o kişiliğindeki bölünmeleri görebiliyordum.
Zihniyle bir savaş içerisindeydi, bense onun kötülüğüne inanmıştım.
Ve eskiden tanıdığım, anılarımda yaşayan Korel Erezli son derece sağlıklıydı, o denek olduğu zaman bu rahatsızlığını ortaya çıkarmışlar, bir suç makinesine çevirmişlerdi.
Donuk gözlerle önümdeki kâğıda bakarken ellerimle şakaklarıma vurmaya başladım, daha fazlası için ve her şey birbirine girdi; o sırada kulaklarıma sesler oldu, ben artık tamamen aklımı kaçırıyordum.
O beni öldürdü, diyordu Büge'nin sesi zihnimde.
O kim, diyordu ablam.
Hiçbir şeyi hatırlamıyorum, diyordu Korel. Çocuk gibi ağlıyordu.
Ölmeden önce son vedalaştığım kişi benim Korel'im miydi yoksa...
Bir zehir içmişti, o zehri içmek isteyen çocuk kişiliğiydi. Korel karşımda çocukluğunu hissederek mi kendini öldürmüştü?
Bir kez daha şakaklarıma vurdum; bir kez daha ve bir kez daha. Sonrasında avazım çıktığı kadar bağırmaya başladığımda ayağa kalktım, geri geri yürüdüm. Televizyon ekranındaki görüntüler yeniden dönmeye başladı ama onları göremiyor, duyamıyordum; şimdi önümde hayatını kaybeden bütün tanıdıklarım vardı, sesleri kulaklarımdaydı. Duvarlar gölgelerle dolmuştu, aşağı kattan Gürkan ile Büge'nin kahkaha sesleri geliyordu.
Alfabesine baktım, saçlarımı çekiştirip bir kez daha bağırdım. Çocuk kişiliğinin de kendi alfabesi vardı, Prometheus kişiliğinin de. Ortak olanları çoktu ama masumiyet, benim Korel'imdeydi. Hayır, onu suçlayamazdım; evet, onu suçlayabilirdim. Evet, o suçluydu; hayır, o suçlu değildi.
"Hayır!" diye haykırdığımda o gelmeden önce yatağımın üzerine bırakılan üç alfabe harfini hatırladım; Korel ise sadece iki kişiyi öldürmüş, üçüncü cinayetini gerçekleştirmeden ölmüştü.
Üçüncü cinayet gerçekleşmemişti, değil mi?
Peki ya Korel Erezli, Prometheus ise onu denek olarak kullanan ve bir suç makinesine çeviren kimdi?
Korel biz tanıştıktan sonra Prometheus'a dönüştüyse ailemi katleten kimdi?
Avazım çıktığı kadar çığlık attıktan sonra odadan koşarak çıktım. Duvara çarpıp yere düştüm. Geri kalkmakta zorlandığımda aşağı kattan gelen kahkaha seslerini işittim; Gürkan Büge'yle uğraşıyordu; bu kez Korel'in de sesi geliyordu.
Bu kez gerçekten deliriyor muydum yoksa bunların hepsi bir kâbus muydu? Düştüğüm yerde başımı sertçe arkamdaki duvara vurmaya başladığımda, "Uyan!" diye haykırdım. "Uyan! Uyan!" Hayır, bütün bunlar gerçek olamazdı. O suçluydu, o Prometheus'tu, o ölmüştü; peki ya ona inansaydım, o ölmez miydi? Tedavisi mümkün müydü?
Ben ne yapmıştım?
Gözlerimden yaşlar akmaya başladığında yeniden ayağa kalktım ve koşarak merdivenlerden indim; o sırada bir bedene çarptığımda korkuyla geriye çekildim, ardından onu gördüm, Korel'i.
Gözlerim açıldığında ciddiyetle bana baktığını gördüm fakat birazdan alayla gülecekti; bunu biliyordum, bu ifadesini biliyordum. "Nereye koşuyorsun, Turuncu?" diye sorup salonu gösterdi. "Gel, şişe çevirmece oynayacağız yine."
Elim bir kez daha saçlarımın arasına karıştığında o Korel'di, her zaman bildiğim Korel'di ama tek bir fark vardı: Yanmamıştı. Çenesinde yanık izi yoktu, vücudu dövmelerle kaplı değildi, uzun kollu giyinmek zorunda değildi. O benim geçmişte tanıdığım Korel'di, hiç denek olmamıştı.
"Korel," dedim acıyla, başımı iki yana sallayarak. "Sen hiç yanmadın mı?"
Korel kaşlarını çatıp başını omzuna yatırdı. "Ne yanmasından söz ediyorsun?" diye sordu. "Kâbus mu gördün, Turuncu?" Turuncu... Turuncu! O bana artık Turuncu bile demiyor du ama biz şimdi, o hiç denek olmamışken gayet mutluyduk. Korel'i bitirmemişlerdi, onu yakmamışlardı, o mahvolmamıştı. Hâlâ hayata bağlıydı, beni büyüten bir erkek çocuğuydu ve şimdi o erkek çocuğu büyümüştü.
"Minik Kuş!" diye bağıran Büge'nin sesini işittim içeriden. Salondan fırladı. Küt saçları, kırmızı ruju ve sevimli bakışları... Karnı şişti. "Seni bekliyoruz, gelsene artık!"
"Kâbus görmüş," dedi Korel dudaklarını bükerek. "Biraz zaman verin."
Ellerimle gözlerimi kapattım ve dizlerimin üzerine çöküp ağlamaya başladım, hayalle gerçeklerin arasında kalmıştım, nefes alamıyordum; sıkıştığım yer zihnimdi, kurtuluşum yoktu. "Yalvarırım!" diye bağırdım. "Yalvarırım her şey bir kâbustan ibaret olsun! Yalvarırım!"
Titreyen ellerimi yüzümden çektiğimde artık hiç ışık yoktu, salondaki sesler de öyle. Korel gitmişti, Büge ve Gürkan da fakat tam o sırada arkadan biri elini omzuma yerleştirdi, geriye dönüp baktığımda bir kez daha Korel'le karşılaştım.
Çenesinde yanık izi vardı, yüzü mahvolmuştu, onu dövmüştü halk, dövmeleri bile yara içindeydi ve son gördüğüm hali gibiydi. "Korel," dedim ağlayarak. "Ölmedin, değil mi?"
Yüzüme dikkatlice baktıktan sonra, "Minel," dedi, artık Turuncu yoktu. "Bana bunu neden yaptın, Minel?"
Başımı iki yana salladım. "Lütfen," dedim dizlerimin üzerinde. "Lütfen, delireceğim, lütfen."
"Neden yaptın Minel?" diye sordu bu kez. "Her şey senin yüzünden oldu, neden yaptın bunu bana?"
"Ben hiçbir şey yapmadım," dediğimde tırnaklarımı yüzüme geçiriyordum fakat o, dizlerimin üzerindeyken bana bakmaya devam ediyordu. "Yapmadım, bilmiyordum." Hayır, o suçluydu. "Sen yaptın," dediğimde ayağa kalkıp başımı iki yana salladım. "Sen yaptın, ben yapmadım. Nasıl oldu?" Saçlarımı çekiştirdim. "Sen yaptın!"
"Ben senin yüzünden denek oldum," dediğinde başını iki yana salladı. "Eğer bana inansaydın denek olmayacaktım."
"Hayır," diye fısıldadım.
"Eğer bana inansaydın ölmeyecektim," dedi bu kez.
"Hayır!" diye bağırdığımda dış kapıya ilerledim ve Korel hemen arkamdan beni izledi, onun arkasında ise Büge duruyordu, boynunda bir urgan vardı. İkisi de ölmüştü, kâbus gibi karşımdalardı, oradalardı; artık gölgeler, insanlara dönüşmeye başlamıştı.
"Ben üçüncü cinayettim," dedi Korel arkamdan. "Ve sen benim ölümüme izin verdin!"
"Hayır!" diye haykırdığımda kapıyı açıp dışarıya çıktım ve koşmaya başladım; yerler ıslaktı, yağmur yağıyordu ve benim çıplak ayaklarıma çamurlar çarpıyordu ama arkama bile bakmadan koşmaya başladığımda gecenin kör karanlığı aydınlanmaya başlamıştı; güneş birazdan bulutların arasından yüzünü gösterebilirdi fakat ben artık güneşi bile hissedemeyecek kadar dibe batmıştım. "Hayır!" diye bir kez daha haykırdığımda yola doğru ilerledim; öyle bir koşuyordum ki neyden kaçtığımı bile bilmiyordum, tek bildiğim her şey zihnimin içindeydi. İnsan aklından kaçamazdı, ben aklımdan kaçmaya çalışıyordum.
Kendimi yola attığımda saçlarım yağmurdan yüzüme yapışmıştı fakat gözyaşlarım kadar hızlı değildi yağmur damlaları. Önümü bile göremiyordum.
Evin olduğu tarafa döndüğümde kocaman bir karanlıkla karşılaştım, kimse yoktu, o evde aslında Korel'in annesi dışında kimse yoktu.
Yeniden koşmaya başladığımda nereye gitmem ya da ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum. "Hayır," diye inlediğimde bu kez gökyüzüne bakıp çığlık attım ve yolun ortasında kendi etrafımda dönmeye başladım. Hepsinin sesi hâlâ kulaklarımdaydı, geçirdiğim günler gökyüzündeydi. "Anne!" diye bağırdığımda onun olmadığını biliyordum, gökyüzündeydi. Gökyüzündeyse onu kim öldürmüştü? Prometheus kimdi? Az önce yaşadıklarım ve okuduklarım gerçek miydi? "Abla!" diye bağırdım bu kez de ve yeniden koşmaya başladım. Mezarları neredeydi? Onlar gerçekten ölmüştü, değil mi? Babam neredeydi? Yine gitmişti, babam neredeydi? O bütün bunları biliyor muydu?
Korel'in Prometheus olduğunu söylemişti, Korel Prometheus'tu ama değildi.
Yeniden dizlerimin üzerine çöktüğümde avazım çıktığı kadar bağırmaya devam ettim ve bildiğim tek mezarın Korel'in mezarı olduğunu anladım. O an bir kurşun sanki zihnimde patladı; o kurşun, Prometheus'un alfabesine isabet etti.
Son cinayet benim, diyordu zihnimdeki Korel Erezli'nin sesi. EDGARD harfleri ölülerin üzerindeydi fakat O harfi yoktu, O harfi Korel'de miydi? Korel son cinayet miydi?
Far ışıkları gözlerimi aldığında, siyah bir araba hemen yanımda durdu ve içinden telaşlı bir adam indi; hayır, bu az önce gördüğüm yüzlerden çok daha farklıydı. Tanımıyordum, hayal değildi. Yaşlı bir adamdı, takım elbisesi vardı, tepemde durmuş bana bir şeyler söylüyordu, eli omzuma dokunuyordu, telefonuna bakıyordu, ambulansı arayacaktı.
"Lütfen," dedim adama ağlayarak. "Lütfen beni o mezara götürün." Adam eli telefonda şaşkınlıkla bana bakarken bir şeyler söyledi fakat onu duyamıyordum bile. "Öldü," diye inlediğimde kesik kesik nefes alıyordum. "Öldü, benim yüzümden öldü. Ona inanmadım diye öldü. Mezarına götürün beni, yalvarırım. Beni oraya götürün."
Her katil bir gün cesedini görmeye geri dönerdi, ben bir katildim ve onun mezarına gidecektim. Acıdan kalbim paramparça oluyordu, vicdan azabı aklımı kaçırmama neden olmuştu. Tek düşünebildiğim, onu mezarında ziyaret edebilmek ve gerçekle yüzleşmekti.
O ölmüştü ama hayır, ölmemişti; onun ölü yüzü o mezarın içinde miydi? Çürüyor muydu? Hayır, bu intikam oyunu olmalıydı. Belki de yaşattıklarımın intikamıydı, benden bu şekilde öcünü alıyordu. Ne olur o hayatta olsun.
Adam beni ayağa kaldırdı, telefonunu cebine yerleştirip arabasına götürdü ve yolcu koltuğuna oturttu. Ağlamaya devam ederken, "Yalvarırım, beni hastaneye götürmeyin," dedim başımı iki yana sallayarak. "O öldü, beni hastaneye kapattılar ve sorgulama izni bile vermediler. Tek istediğim, mezarına gidebilmek." Beni engellemişlerdi, apar topar bir hastaneye kapatılmamın anlamı buydu. Bir tiyatro oyunun içinde gibiydim ve şimdi asıl her şey açığa çıkıyordu. "Yalvarırım beni o mezara bırakın ve sonra ne yaparsanız yapın, yeter ki onu göreyim."
Yaşlı adam bana acıyla baktı ya da acıyarak, bilmiyordum ama birkaç saniye sonunda gazı alevlendirdiğinde benden adresi istedi; şimdi adımı bile söyleyemezdim ama adres o kadar iyi ezberimdeydi ki hemen adama tarife ettim; gözyaşlarımın arasında adama yalvararak baktım. "Lütfen acele edelim," dedim ellerimle yüzümü silerek. "Lütfen hızlı gidelim, lütfen." Arka cama baktığımda orada, uzaklaştığımız evde iki gölge gördüm: Büge ve Korel'in gölgesi. Onları o evin içinde yalnız bırakmışım gibi hissettiğimde ağlamam şiddetlendi. "Lütfen," dediğimde artık adama yalvarmıyordum, yalvarışım kendimeydi. "Lütfen, hayır. Benim suçum değildi." Ellerimi utançla yüzüme yerleştirdim. "Hayır, benim suçum değildi."
Adam bir şeyler söylüyordu ama hiçbir cümle artık az önce izlediklerimden sonra bana doğru gelemezdi. Korel kim olduğunu bile bilmiyordu. Ben Prometheus değilim, derken yalan değildi, peki ya neden kendini öldürmüştü? İnanç mıydı öldüren yoksa kendisiyle mi yüzleşmişti?
O bu hayattan vazgeçmişti çünkü ne yapacağından kendisi bile emin değildi; psikolojik rahatsızlığı en yakınına bile bıçak çektirecek kadar ağırdı. Fakat tedavisi yok muydu? OIamaz mıydı?
Tedavi için fırsat verecek kişi ben miydim?
"Büge," diye ağlamaya devam ettiğimde onu öldürdüğü gerçeği bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Tam ölmeden önce Büge onun yüzünü görmüş müydü? Ne düşünmüştü? Daha büyük hayal kırıklığına uğramış mıydı? Belki de Gürkan ve benim düştüğümüz duruma üzülmüştü. Onun bebeği olacaktı, o anne olacaktı.
Başımı kaldırdığımda camdan dışarı baktım ve bomboş yolda kendi babasını öldürdüğüyle de yüzleştim hatta amcamı. O bardaki çocuğu. O masumdu. Eğer Korhan gelmeseydi Gürkan'ı da öldürecekti, benden sonra. Peki ya sonra ne olacaktı?
Annemi, ablamı öldüren kimdi? Korel'e Prometheus masalını anlatan, bunları yaşatan...
Dudaklarım aralandığında İdil Erezli'nin o yüzü aklıma geldi, yaşatılanlar ve Korel'in bağlılığı. Daktilo odasının aslında annesinin olması ve o masalı annesinin anlatması... İdil Erezli'nin benim annemle olan bağı...
İki Prometheus vardı ve ailemi katleden İdil Erezli'ydi.
Korel ise Prometheus kişiliğiyle onu tutsak almış, bütün sırları fısıldamasını engellemişti. O evdeki kilitli odalardan haberi yokmuş gibiydi ama diğer kişiliği o evin içindeydi. İdil Erezli bir seri katil büyütmüştü, kendisi psikiyatristti ve denek olarak kullanmasından daha normal bir hareket olamazdı.
Araba yavaşça durduğunda büyük bir şaşkınlıkla karşımdaki camdan o tepeye bakıyor, artık ağlayamıyordum. Birkaç saniye daha o halde kaldım fakat yaşlı adam beni dürttüğünde irkilerek kendime geldim ve hiçbir şey söylemeden kendimi arabadan dışarıya attım.
Peşimden geliyor muydu yoksa uzaktan mı izliyordu, belki de polisi arıyordu, bilmiyordum ama umurumda değildi. Yağmur hızını artırmıştı, yerler çamur içindeydi ve buraya en son geldiğimde Korel Erezli sağdı. Şimdi o tepeyi koşarak çıkarken ayağımın altına saplanan dikenler, bileklerime bulaşan çamurlar hatta birkaç kez yere düşmem umurumda bile değildi.
Tek istediğim, o mezara ulaşmaktı, başka hiçbir şey değil. O mezara ulaşacak, onu görecek, gerekirse tırnaklarımla o toprağı kazacaktım. Tek istediğim artık aklımı kaçırmadan gerçekleri öğrenmekti. Minel Karaer gerçekleri öğrenmek istiyordu. Minel Karaer bu kez gerçekten gerçekleri öğrenmek istiyordu; ne acı bir cümleydi.
Tepenin başına geldiğimde gökyüzü koyu mavi renkteydi fakat ilerideki mezarlığı görebiliyordum; o mezarlık, Korel'in daha önce beni öptüğü yerdeki papatyalarla aynı noktadaydı. Başımı iki yana salladığımda zihnimde durmadan dönen bir söz vardı.
Bir insanın en sevdiği yer, günü geldiğinde mezarlığa dönüşebilirdi. Bu bir insan, bir anı hatta bir umut olabilirdi.
Şimdi orada, Korel'in beni öptüğü yerde onun mezarı vardı, hayatımın en heyecanlı günü onun beni öptüğü andı fakat şimdi hayatımın en kötü günü, o mezara doğru ilerlediğim gündü.
Onunla bir daha tanışmayacak, onu bir kez daha göremeyecektim. Biz üç kez tanışmıştık. İkisinde ben çok farklı biriydim, üçüncüsünde o farklı biriydi ve sonucunda birisi vazgeçmişti; ne şekilde olduğu da artık önemli değildi. Başladığımız yerde vazgeçişi vardı, vazgeçiş mezarlık demekti.
Mezarın tam karşısına geçtiğimde hafif tümseği ve çevresindeki kurumuş papatyaları gördüm; yaprakları dökülmüş, yerleri süslüyordu ama canlı değillerdi. Kimse onun mezarına ziyarete bile gitmemişti, yazın öldüğü için yağmur yağmamıştı. Bir mezar taşı bile yoktu, halk onu yakmasın diye ve terk edilmiş, kimsesiz bir mezarlıktı.
Çünkü Korel de tıpkı benim gibi kimsesizdi.
Kendi içinde ise dört kişiyle yaşıyordu; belki de Korel'in rahatsızlığı yalnızlığından doğmuştu ya da ihtiyacı olan ailesine özleminden, bilemiyordum. Bunun cevabını doktorlar çok daha rahat verebilirlerdi fakat ben kendi içinde bile yalnızlıktan korktuğuna emindim.
Mezarın yanında dizlerimin üzerine çöktüğümde ruhum günler sonra kendinden bu kadar emindi çünkü hissediyordum ve artık emindim.
Korel Erezli ölmüştü, o kendini öldürmüştü. Her şey bir yana, belki de yapacaklarının korkusundan kendi hayatına son vermişti; bu bile benim tanıdığım Korel Erezli'nin iyi bir insan olduğunu gösterirdi. O konsere giden, benimle uyuyan, koruyan, intikam almak istediğinde bile devamını getiremeyen ve çoğu zaman pusulasını dinlemeye çalışan. O adam iyi biriydi, benim âşık olduğum adam iyi biriydi.
"Korel," diye mırıldandığımda elim toprağın üzerinde gezindi, yağmur sanki hızını artırdı. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ne denirdi? Bir mezarın başında, gözlerimin önünde kendini öldüren o adama ne söylenebilirdi? Beni suçlayarak mı kendini öldürmüştü? Ne düşünüyordu? Ne hissetmişti? Peki ya kim olduğundan gerçekten haberi var mıydı? Bütün bun sorular zihnimde kalmıştı, diğer soruların da artık önemi yoktu. "Korel," dediğimde artık bağıra çağıra değil sessiz sessiz ağlıyordum. Omuzlarımda bir yük vardı, bu yük vicdandı. Artık itiraf etmem gerekiyordu, Korel'i öldüren bir duygu da benim inançsızlığımdı. Çünkü benden istediği iki şey vardı: Birincisi onu unutmamam, ikincisi inanmamdı. Toprağını avcumun içine alıp gökyüzüne baktım, ardından yeniden mezar taşına çevirdim bakışlarımı. "Korel," dedim başımı iki yana sallayarak.
Kimsenin gitmediği bir mezarlık gördün mü? Yağmur en çok onların dostudur.
Kimsenin gitmediği o mezarlık Korel'e aitti. Unutulmuş gibi, belki de hiç sevilmemiş gibi. Daha önce onu kimse benimsememiş gibi. Kalbinde yer almamış gibi.
"Korel," dedim yeniden. Adını söylemek, beni daha da kötü bir hale getiriyordu. "Beni duyuyor musun?" Ölüler bizi duyar mıydı? O şu an neredeydi? "Korel beni duyuyorsan dinle; söz veriyorum, seni hiç unutmayacağım." Toprağı daha fazla avuçladım, ellerime çamur doldu. "Her şeyi unutacağım belki ama seni hiç unutmayacağım, bunu sana asla yapmayacağım." Elim boynumdaki pusula kolyesine gitti; sıkıca tuttuğumda o her yerdeydi. "Seni hiç unutmayacağım, seni unutmamak bana yaşadıklarımı hatırlatacak, yaşattıklarımı. Korel, ben sana çok kötü şeyler yaptım, değil mi?" Bir kez daha toprağı avuçladım. "Korel, hiç anlatmadın, değil mi?" Başımı iki yana salladıktan sonra mezarlığa doğru eğildim. "Korel, her şey benim yüzümden mi oldu?"
Karşımda olsaydı aksini iddia edebilirdi ya da yine o bomboş bakışlarından birini gönderebilirdi. O bana bomboş bakarken ne düşünüyordu? Hiçbir zaman bilemeyecektim, Korel'in benden sakladıklarını hiçbir zaman bilemeyecektim.
Nefes almakta artık zorlanıyordum ve o an, o mezarın başında ölmek istiyordum ama ölüm artık benim için ödül olurdu, bunun da farkındaydım. Nasıl ölürdü bir insan? Zehirle, bileklerini keserek, boğularak? Nasıl yaşardı bir insan bu şekilde? "Korel," dedim iki elimi de toprağa geçirerek ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. "Ben bu şekilde nasıl yaşamaya devam edeceğim?"
O sırada parmaklarımın arasına bir şey çarptı; tam toprağın içinde, mezarda. İrkilip geriye çekildiğimde bunun da bir hayalden ibaret olacağını düşündüm fakat sonra bu hayatta hâlâ korkmaya yüzüm olabildiği için kendime kızdım ve tırnaklarımla hızla o toprağı kazmaya başladım.
Çok geçmeden ortaya küçük bir kutu çıktığında kaskatı kesildim ve korkutucu bir gök gürültüsü kulaklarıma doldu. Yağmur daha da şiddetlendi.
Orta boy kutuyu toprağın içinden çıkardığımda içinde ne olduğunu asla bilmiyordum ama üzerine bir saniye bile düşünmeden kutunun kapağını açtığımda dudaklarım aralandı.
İçinde bir şah vardı, satranç taşı ve bir kâğıt. Kâğıdın üzerinde Prometheus'un son alfabesi, EDGARDO isminin O harfi. Son cinayet Korel Erezli'ydi; Prometheus'un aldığı son can, Korel Erezli olmuştu.
Kâğıdın tersini çevirdiğimde bir cümleyle karşılaştım, yine yarım.
"Satranç oyununda şah en önemli taştır ve bir piyon hiçbir zaman önemsenmez..."
Kutu elimden düştüğünde içindeki şah, tıpkı Korel'in elindeki o bilye gibi yuvarlandı fakat bu kez uçurumdan aşağıya düşmedi, birine çarptı; birinin siyah botlarına. Bakışlarım yukarıya tırmandığında Korhan'ın yüzüyle karşılaştım, yüzündeki gülümsemeyle ve üstün bakışlarıyla.
"Satranç oyununda şah en önemli taştır ve bir piyon hiçbir zaman önemsenmez," diye mırıldandı, cümleye bakmadan ve hemen devam etti: "Fakat bir şahı bazen piyon da mat edebilir, önemli olan zaferdir."
Hafifçe yere çöktüğünde ayağının ucundaki şahı eline aldı, havaya kaldırıp bana gösterdi. "Geç oldu ama satrancın kurallarını da öğrendim, Minel Karaer." Gözlerini kıstı. "Ve oyun bitti, tiyatro sona erdi, konserde ses kesildi. Ben Prometheus, sandığının aksine gerçek olan bendim, Korel beni taklit edendi. Şimdi seninle gerçekleri konuşmamızın vakti geldi."
Paragraf Yorumları