Burnumun ucunda külün kokusu vardı, ateşin çatırdama sesleri geliyordu, uzakta bir yerlerde su akıyordu, bilincim bir kapanıp bir açılıyordu. Bulunduğum yer sanırım hem cennetti hem cehennemdi, bilemiyordum ama benim baygın zihnimde hâlâ gürültüler ve fısıltılar vardı; gözkapaklarımdaki görüntüler bir türlü silinmiyordu.
Birileri bana sesleniyordu, birileri kollarıma dokunuyordu. İşte orada, kulağımın dibinde Büge adımı fısıldıyordu, o değildi, diyordu. O beni öldürmedi, asıl öldüren kişi bir başkasıydı.
Diğer kulağımın dibinden yine Büge'nin sesi geliyordu; beni o öldürdü diyordu, âşık olduğun adam bir annenin katiliydi.
Arkamdan annem ile Mine'nin sesi geliyordu; Mine savaş vermemi söylüyordu, bunu söylerken bana kızıyordu. O benden çok daha güçlüydü, ölüme bile boyun eğmemişti, benim de savaş vermemi istiyordu.
Annem çığlıklar atıyordu, kaçmak istiyordu, yine öfkeliydi. Bizi kim öldürdü, diye soruyordu. Kimin öldürdüğünün yanıtı vardı bende ve bu yanıtlar aklımı kaçırmama neden oluyordu.
İşte orada, hemen dizlerimin önünde Korel'in sesi vardı, ayaklarıma kapanmıştı. Minel, diyordu acı bir sesle. Beni hiç sevmedin, değil mi? Minel, beni neden sürekli görmezlikten geliyorsun? Minel, beni neden sürekli onların eline veriyorsun? Minel, beni sen öldürüyorsun. Minel, bak ben ölüyorum.
Acıyla inlediğimde gözlerimi açmaya çalıştım fakat karanlıkla yüzleştiğimde irkilip çırpınmayı denedim; o an, kâbus mu yoksa gerçek mi, belki de zihnimin bir oyunuydu, bilmiyordum ama bağlanmıştım. Kollarım ve bacaklarım bir sedyede bağlıydı, bir yatakta ya da, bilmiyordum ama gözlerim de sıkıca kapatılmıştı. Fısıltılar gürültülere dönüştü, vücudumdaki eller arttı ve avazım çıktığı kadar bağırıp çırpınmaya başladım.
Kurtuluş artık tamamen imkânsız görünüyordu fakat almak istediğim yanıtlar vardı, ölüm öyle kolay beni avuçlarının içine alamazdı.
"Buradasın, biliyorum!" diye bağırdım, bütün o fısıltıları bağırışımla susturarak. "Bana cevap ver! Buradasın! Göster kendini!" Çırpınmayı bırakıp çenemi havaya kaldırdım. "Biliyorum," dedim dişlerimi sıkarak. "Kim olduğunu biliyorum."
Bir el yine bana dokundu, ardından gözümdeki karanlığın yavaşça kalktığını hissettiğimde nerede olduğumu anlamak için etrafıma baktım ve etrafa bakmak, keşke cehennemde olsaydım dedirtti. O kumarhanedeydim, bizim eski evimizdi ve şimdi Prometheus'un kumarhanesi olarak burada yaşamaya devam ediyordu, hayır, kumarhane de değildi, burası Prometheus'un asıl mabediydi. Burası, gerçek olanın asıl mabediydi. Burası, ailemi katleden Prometheus'un mabediydi.
İlerideki şöminede ateş yanıyordu, çocuk havuzu yeniden doldurulmuştu, kumar masaları kaldırılmıştı; tam karşıma baktığımda ise onlarca insanla göz göze geldim. Hepsi elleri önlerinde, başları yerde duruyorlardı.
Ve lanet olsun ki o insanlardan bazılarını tanıyordum.
İşte orada Göksel vardı, Korel'e taş atan. Yanında arkadaşı Azra duruyordu. Hemen arkalarında Doğan Yankı'nın evinde beni duvara yapıştırıp babamın yaşadığını söyleyen o adam vardı, o adamın solunda Korel'in mektubundan söz eden yaşlı adam. Hepsi ama hepsi elleri önlerinde, başları yerde bekliyorlardı, gözleri bana değmiyordu bile.
Büyük salondaki loş ışık onları tamamen korkutucu bir hale getirmişti, hepsinin üzerinde bir örnek siyah kıyafet vardı; sanki bir ayinde gibilerdi ya da daha fazlası, birinin ölümünü kutluyorlardı. Bu ölüm, belki de bana aitti.
Kâbus olamayacak kadar gerçeklerdi hatta şu an, kâbuslardan bile daha korkunçtu fakat ben o kadar korkmuyordum ki gülmeye başladım; kahkaham salonu doldurduğunda soldan onun çıktığını gördüm; adımları yavaştı, sakindi ve elinde bir mektup tutuyordu. Gözleri gözlerimdeydi; o bana bakarken kahkaham daha da arttı.
Korhan Erezli, gerçek Prometheus oydu. Korel bir yanılsamaydı, onun Prometheus olması bir psikolojik rahatsızlıktan ibaretti ama ailemi katleden, her şeyi çökerten kişi, Korhan Erezli'ydi. Bunu o piyonu gördüğümde değil mezarın başında gözlerimin içine bakarken anlamıştım çünkü o bakışlar, bir katilden çok bir caniye aitti.
Maskeler düşerdi, asıl olan o maskenin ardındaki yüzdü. Ben iki yüzle de karşılaşmıştım.
Kahkaham kesilmiyordu, Korhan tam karşımda durduğunda kaşları havada bana bakıyordu. Çığlık çığlığa bağırıp kaçmam mı gerekiyordu? Kaçamazdım ki. Yalvarmam mı gerekiyordu? Yalvaramazdım. Ağlamam mı gerekiyordu? Artık neye ağlayabilirdim? Mahvolmuştum, tükenmiştim, tek yapabildiğim gülmekti.
Ondan intikamımızı almayacak mısın, diye sordu ablam arkamdan. Onun sesini bastıran Büge'ydi. Beni o öldürmedi, diyordu.
"Zaten," dedi Korhan bir anda. "Düşündüğümden daha dirençli çıkmıştın ama şimdi tamamen aklını kaybediyorsun."
Başımı iki yana salladığımda gülmekten artık nefesim kesiliyordu ve o an, yine gülerken ağladığımı yanağımdan akan yaşlarla fark ettim. Bir anda ağlamaya başladığımda bileğimdeki kemerleri çekiştirdim, sonra avazım çıktığı kadar bağırdım: "Yeter!" Öyle bir haykırdım ki kahkahamdan daha yüksek çıktı. "Yeter! Öldür beni! Yeter! Kim olduğun, ne yaptığın, hiçbir şey umurumda değil! Öldür beni!" Bacaklarımı çekiştirdiğimde, o yatak benim ölümüme şahit olsun istiyordum. "Kurtulmak istiyorum, yeter!"
Ellerini yatağın ayakucuna koyup çenesini havaya kaldırdı; öyle üstün bakışları vardı ki bu zamana kadar o bakışlarında kendisini Tanrı sanan o adamı nasıl göremediğimi anlayamıyordum. "Oyunun sonundayız zaten küçük kız," dedi Korhan sakin bir sesle. "Belki de dakikalar sonra her şey son bulacak, çırpınmaktan vazgeç, Tanrı'na saygı göster."
Hırsla ona bakıp, "Her şeyi sen yaptın," diye tısladım. "Her şeyin suçlusu sendin, onun üzerine suçları attın, öyle değil mi? Hatta o belgeleri de..." Hayır, Korel de Prometheus'tu. Kahkaham bir kez daha o salonun içini doldurdu, sonrasında ise gözyaşlarım. "Kahretsin," dediğimde bileklerim kesiliyordu; keşke damarım patlasaydı, orada ölseydim. "Bu kadar insan sana ne yaptı? Bu kadar insanla alıp veremediğin ne?"
Korhan çok net bir cevap verdi: "Sevmediler."
Gözlerim açıldı. "Ne?"
"Bir çocuğu sevmediler." Ellerini meydan okurmuş gibi iki yana açtı. "Çocukluğumuz tohumumuzdur," diye fısıldadı baskın bir sesle. "Tohumumuza kim su verdiyse o şekilde büyür ve yetişiriz. Bu cümle, benim hayatımın özeti küçük kız."
Öfkeyle haykırdığımda bütün o arkasındaki insanlar el pençe divan durmaya devam ediyorlardı; hepsi Prometheus'a tapıyordu. Kendisine bir tarikat oluşturmuştu, o tarikattaki insanlar sadece ve sadece Prometheus için nefes alıyordu. O insanların arasında beni mezarlığa götüren o adam bile vardı, her şey gerçekten büyük bir plandan ibaretti.
Senelerdir yanımızda olan Özge öldüğü için vicdan azabından mahvolduğum... "Özge," diye fısıldadığımda şaşkınlıkla ona baktım.
Korhan şen bir kahkaha attı; hayır, gerçekten bu kadarını kaldırabilmem imkânsızdı.
"İnsanların benim için o satranç masasındaki piyonlardan pek bir farkı yoktur," diye beni onayladı. "İşte bu yüzden belki de oyunu oynarken ilk gözden çıkardıklarım piyonlar oluyordu. Özge sadece bir piyondu ve diğer öldürdüğüm insanlardan bazıları."
Başımı hırsla iki yana salladım. "Annem," dedim zorlukla konuşarak. "Ablam..."
"Evet!" dedi Korhan ellerini birbirine çarpıp. "Gelelim Karaer ailesiyle meselemize. Hayır, üzülme. Sizin ailede kimse piyon değildi; aksine bir vezir kadar değerlilerdi, işte bu yüzden en büyük oyunumu sizin için kurdum." Arkasına bakıp bir adama başıyla onay verdi; o adam, bana mektubu ulaştıran kişiydi. Bacağı yine sekiyordu, yüzünde yanık vardı ama Prometheus'a taptığı her halinden belliydi.
Hızlı adımlarla salondaki büyük televizyona ilerledi, ekranı açıp bizim olduğumuz tarafa döndürdü. Aynı anda bütün o insanlar bir askermiş gibi televizyona döndüklerinde önlerine eğdikleri başlarını kaldırdılar, dikkatlice ekrana baktılar.
Video değil bir fotoğraf karesi ekrana geldiğinde bir adamla küçük bir bebek gördüm. Fotoğraf siyah beyazdı ya da eskitilmişti, bilmiyordum ama yüzler tanınmayacak kadar bulanıktı. Bebek, adamın kucağındaydı ve ağlıyordu. Baba ise kadraja bakıyordu. Gözlerimi kıstığımda, "Tanıdın mı?" diye sordu Korhan. "Baban, Doğuş Karaer." Daha dikkatli baktım, biraz daha dikkatli fakat öylesine bulanıktı ki onu göremiyordum zaten artık gözlerim de hiçbir şeyi net göremiyordu. "Kucağındakini tanıdın mı?" diye sordu sakince. "O da senin kardeşin."
"Mine," diye acıyla soludum.
"Hayır," dedikten sonra gözlerini gözlerime çevirdi, bakışlarıyla bana meydan okudu. "Abin."
"Ne?" dediğimde nefesim kesildi. "Ne?"
"Abin," dedi Korhan, ardından ellerini yeniden yatağın ayakucuna koydu. "Abin, Korhan Erezli; seneler önce yetiştirme yurduna bırakılan o çocuğum ben."
Dünya sanki başıma yıkılmış gibi ona baktığımda, "Ne," diye mırıldandım bir kez daha. "Ne saçmalıyorsun sen?"
Korhan gülümsedi. "Sen ve ablandan önce doğdum," diye anlatmaya başladı. "Ve ben doğduğumda annen, Mehveş Karaer büyük bir bunalımdaydı; bu yüzden beni sütten kesmek zorunda kaldılar, yeterli besin alamadım, sütanneler tarafından bir süre büyütüldüm. Belli bir yaştan sonra zihinsel problemler yaşadım, o problemleri yaşarken Doğuş Karaer beni tedavi ettirmek istedi ve o sırada sosyopat kişilik bozukluğum olduğu tanısı kondu. Henüz dört-beş yaşlarında olmalıydım ve tanıyı koyarken oldukça kendilerinden eminlermiş. Doğuş Karaer aksini iddia ederek beni yanında tutmaya devam etmiş fakat evin içinde gerek onlara gerek kendime gerek hayvanlara zarar vermeye başladıktan sonra önüne geçmek istediği için beni hastaneye yatırmaya karar vermiş. Buna karar vermiş vermesine de, o sırada Mehveş Karaer Mine'ye hamile kalmış, bir kız çocuğu doğuracağı kesinlenmiş." Omzunu kaldırıp indirdi. "Bunlar babanın anlattıkları, doğruluğundan emin değilim ama Mine'nin doğumunun ardından benimle daha fazla baş edememiş ve yetiştirme yurduna bırakmaya karar vermiş. İsimsiz bir çocuk yetiştirme yurdunun kapısına bırakıldı, o kapıya bırakıldığım anı bile hatırlıyorum." Çenesiyle beni işaret etti. "Tıpkı seni yarı yolda bıraktığı gibi beni de bıraktı. O kapının önünde oturmamı ve kendisini beklememi söyledi ama birkaç saat sonra yurt müdürü geldiğinde ve sonrasında Doğuş Karaer telefonla arayıp benden bahsettiğinde her şey açığa çıktı. Ben gözden çıkarılan kişiydim. Halbuki o kapının önünde geri geleceğini söylediği için birkaç ay onu bekledim ama yurt müdürü, babamın benden korktuğu için bıraktığını söylediğinde her şey yerli yerine oturdu."
Şu an bütün bu duyduklarım, yaşananlar, hepsi bir kâbustan ibaret olmalıydı diye kaç kez daha düşünecektim? Kâbus bir yana, gerçekten bir şizofren olmayı daha ne kadar dileyecektim? "Hayır," diye karşı çıktım acıyla. "Babam öyle biri değil."
"Baban sana öyle biri değil, baban Mine'ye öyle biri değil," dedi Korhan hızla. "Fakat bana öyle biriydi."
"Bunu kanıtlayamazsın."
Korhan üstün bir sesle, "Hayatın ve yaşadıkların sence de büyük bir kanıt değil mi?" diye sordu. "Gördüğün ölümler, hepsi yaşadıklarımdan ibaretti. Mine'nin bileklerini keserek ölmesi, benim intiharımın intikamıydı. Annenin bir tercih sonucu boynunun kesilmesi, babanın bir tercihle beni yetiştirme yurduna bırakmasıyla eşdeğerdi. Seni bırakıp gitmesi, beni bırakıp gitmesiyle aynı duygulardı. Onun ellerimde senelerce bir tutsak gibi kalması, benim kim olduğumu bilerek üstelik, büyük bir kanıt değil mi sence de? Hatta sana bir günümüzü anlatayım mı? Benim yanımdaydı, biz İspanya'daydık; sen bizimleydin. Annen, seni bize emanet etmişti ve aptal Korel, bunu görev olarak almıştı. O İspanya'da Boğa güreşini izlerken hemen arkanızda biz de vardık. Doğuş için o kadar büyük bir cehennemdi ki, bu. Babanın yüzündeki o acıdan nasıl keyif aldığımı dün gibi hatırlıyorum." Gözlerini kapattı, derin bir nefes verdi, ardından açtığında elini kaldırdı. Parmaklarının olmadığı elini gösterdiğinde yutkundum. "Bu parmaklarımın olmayışı, o babanın bana en büyük cezasıydı. Sonrasında onu esir tutmak, senin canınla onu tehdit etmek hatta parmağımda oynatmak en keyif aldığım oyunumdu. Senelerce benim yanımdaydı..."
"Sana inanmıyorum," diyerek nefesimi verdim fakat bütün taşlar yerine oturuyordu. Babamın bir anda beni terk edip gitmesi, Erezlilerin daha doğrusu İdil Erezli'nin beni kendi himayesi altına alması... Hepsi planlıydı. En kötü görünen kişi Cüneyt Erezli aslında en masum olan kişiydi ve Korel Erezli... Onun ailesinde yaşananlardan haberi bile yoktu.
"İnanmıyor musun? Ha, daha fazla kanıt istiyorsan sana resmi belgelerle de gelebilirim ama bütün bunlara gerek var mı?" Umursamaz bir şekilde gözlerini devirdi. "Karaerler ve Erezliler benim hayatımı mahvetti, ardından o hayatlar birleşti, ben o iki aileyi de mahvettim." Öyle rahat kurdu ki bu cümleyi; mahvolan sadece aileler değildi, mahvolan bütün hayatımızdı. "Fakat eğer merak ediyorsan bütün bunlar acılı bir çocuğun intikamından ziyade, keyifli bir oyundan ibaretti benim için yani Prometheus için. Benim bu hayatta en keyif aldığım, bir hayatla zar gibi oynamaktı; ben sizin hayatlarınızla zar gibi oynadım. Eğer siz olmasaydınız başka hayatlarla oynardım çünkü nefes aldığımı bu şekilde hissediyorum."
"Akıl hastanesi," diye fısıldadım.
"Ben kurdum."
"Korel'in denek olması..."
"Ben yaptım."
Gözlerim açıldı. "O kadar insanın ölümü..." Hayır. Korel'e yaptıklarının, bize yaptıklarının yanında o kadar insana yaşattıklarının ağırlığı tam göğüs kafesimdeydi.
"Bazılarını ben öldürdüm, bazılarını Korel," dedi rahat bir sesle. "Tam da aklından geçtiği gibi iki Prometheus vardı ve yine düşündüğün gibi bir tanesi saf kötüydü, o bendim; diğeri aptalın tekiydi, benim silahımdı. Onu da ben yarattım. Merak ediyorsan aileni öldüren bendim, Korel o zamanlar içinde Prometheus'u yaşatmamıştı."
Yeniden ağlamaya başladığımda, "Mine," diye inledim.
"O beni tanıyordu," dedi rahatça. "Ayrıca o Özge'yi de tanıyordu. Ablanın sevgilisiydi, Özge sonra tutsağıma dönüştü." Başını omzuna doğru yatırdı. "Ne acı, değil mi; senin gibi güçsüz bir kızın benden intikam alacağını düşünmesi ama senin bu hale gelmen..." Büyük bir özlemle nefesini verdi. "Eğer o tercih hakkıyla sen yerine Mine yaşasaydı, benim için bu oyun çok daha keyifli olabilirdi ama maalesef ki sen yaşadın, o öldü. Annen haklıydı, senin yaşaman tam bir fiyaskoydu, Minel çünkü sen hiçbir şeydin, seni her şeye çeviren o aptal Korel Erezli'ydi. Bir tek onun için vardın, başka kimse için önem teşkil etmiyordun."
"Korel," diye ağlamaya devam ederken başımı iki yana salladım. "O hiçbir şey yapmadı, onun bütün bunlarla ilgisi yoktu ve hayatını mahvettin."
"O da hak ettiğini yaşadı, sen de," dedi Korhan, âdeta bir Tanrı havasıyla. "Sonuç olarak tek bir kişi kazandı; o kişi bendim."
"Anlamıyorum," diye inledim. "İdil Erezli bütün bunları bilerek mi beni yanına aldı? Annemi sahiplendi? Annem ona güveniyordu..." Korkuyla titremeye başladım. "Bu oyun, beraber kurduğunuz bir oyun muydu?"
"Sayılır," dediğinde geriye bir adım attı, ardından bir adım daha. "Mehveş Karaer, bir süreden sonra oğlunun yetiştirme yurdunda olmasını kaldıramadı; onun ne yaptığı hakkında fikri yoktu, yokmuş yani, Doğuş öyle söyledi. Öldüğümü düşünüyordu; son kez ölmeden önce gözlerimin içine baktığında kim olduğumu anlamış olacak ki gülümsedi. Yüzünde bir gülümsemeyle öldü senin annen ve baban yine huyundan vazgeçmedi, çürük olandan vazgeçti direkt. O çürük bendim, o çürük Mehveş'ti."
"O halde amcam?"
"O da benim kulumdu," dedi üstün bir sesle. "Ve oyunu daima doğru oynadı, yan çizeceği zaman ise bir an bile gözünün yaşına bakmadan onu öldürdüm." Sanki daha önce duyduğum cümleleri bir kez daha dile getirdi. "Psikoloji güzel bir silahtır," dedi başını sallayarak. "Biz, o akıllardan silahlar oluşturduk. Şimdi bu odada gördüğün bütün insanlar bana tapıyor, zihinleri bir kukla gibi benim elimde."
Korkuyla nefesimi verdiğimde, "Babam," dedim dayanamayıp. "O da mı?"
Yüzünü buruşturdu. "Hayır, o benim kulum bile olamazdı."
"Peki ya şimdi nerede?"
"Kaçtı yine." Korhan çok rahat kurmuştu bu cümleyi. "Korel için ifade vermesi gerektiğini söylediğimde bile karşı çıkmadı, güya seni koruduğu için bunu yaptı ama sonrasında arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Şimdi bir yerlerde nefes alıyor olmalı."
Tüm hayatımın koca bir yalandan ibaret olduğunu dinliyordum. Doğumum bile bir yaraydı. Bir seri katil vardı, hissizdi, intikam oyunuyla hepimizin hayatını mahvetmişti; yetmemiş, oyunun içinde oyun kurmuş, birbirimizi parçalamamıza izin vermişti. "Bizi mahvettin," diye fısıldadım. "Hepimizi."
"Aslında belirli bir noktaya kadar sizi mahvettim," diye itiraf etti. "Ama belirli bir noktadan sonra siz kendinizi mahvettiniz. Herkesin tercihleri birbirini bitirdi; insanoğlunun doğası böyledir, Minel. Ölümden korkmadığını söyler ama ellerine bir ip verildiğinde ilk başta karşısındaki kişinin boynuna dolarlar. Ben sadece bir tiyatro oyunu kurdum, elinize kâğıt bile vermedim, siz oynadınız, sonunda da birbirinizi bitirdiniz. Tek yaptığım alkışlamak ve sıradaki sahneye geçmekti ve hiçbiriniz beni şaşırtmadınız. Eğer biriniz şaşırtsaydınız zaten bu oyun bozulurdu."
Gözlerinin içine bakarak yeniden ağlamaya başladığımda, "Masum insanlar öldü bu uğurda," diye acıyla soludum. "Hiç mi canını acıtmıyor bu?"
"Hayır." Güldü yeniden. "Çünkü hiçbir insan masum değildir."
"Bir anne öldü," dediğimde kalbimdeki acı, göğüs kafesimden dışarı taşacak kadar büyüktü. "Masumdu. Diğerleri bir yana, herkes bir yana, Büge masumdu." Yaşlar yanaklarımdan süzülürken bir kez daha Büge'nin fısıltıları kulaklarıma doldu. "Onun kimseye bir zararı yoktu."
Kaşları şaşkınlıkla havalandı. "Onu öldüren kişi, Korel'di," dedi acımasız bir sesle. "Ve ben ona öldürmesini söylemedim, içindeki o kişi Büge'yi öldürttü. Ah, Minel, ben öldürsem bile elinde bir kanıt var mı? Söylesene, Minel, şu an beni alt edebilir misin? Git ve polislere benim Prometheus olduğumu söyle, kanıtların nerede?" Oradaki insanları gösterdi. "Herkes benim tarafımda, Korel'in aylarca yanında tuttuğu o yaşlı adam bile aslında benim tarafımdaydı, kulumdu. Söylesene, Minel. Kapana kısılmak nasıl bir duygu?"
Dayanamıyordum, çok acıydı. Öyle çok acıydı ki Korel'i suçladığımda kendime kızıyordum, onu suçlamadığımda yine kendimi öldürmek istiyordum. Tam karşımda suçlayacağım o adam vardı ama haklıydı. Ben intikamdan anlamıyordum, ben savaş ne bilmiyordum; ben yıkılmış biriydim, o yıkılmış kişinin bacakları kesilmişti, yeniden ayağa kalkamazdı. Ellerini koparmışlardı, kazamazdı; dilini yutmuştu, konuşamazdı. Gücüm yoktu, artık çalışacak bir aklım bile yoktu. Bütün bu yaşadıklarımın ağırlığı, bana bir delilik olarak dönüyordu; bunu çok net görebiliyordum.
Onu şikâyet mi edecektim? Doğru söylüyordu, kanıtsızdım; en başından beri bütün oyunu Korhan Erezli kurgulamıştı; savaşacak gücüm olsa bile sunacağım her argümanın belli bir nedeni ve sonucu doğacaktı. Üstelik, Korel Erezli'nin tarafında birisi gibi görünüyordum, bu şekilde görünmek bütün çabamın boşa olduğunu kanıtlardı.
Bu hikâyenin sonunda iyiler kazanmayacaktı çünkü gerçektik, hiç olmadığımız kadar.
"Korel'i öldürdün," dediğimde aslında bu cümle her ikimizeydi. Biz ikimiz, beraber Korel'i öldürmüştük. "Onun da masum bir tarafı vardı."
"Ah, Minel," dedi Korhan. "Sen Korel'i seneler önce öldürdün ki zaten."
"Ne?" diye sorduğumda kafamın içinde bir tilki bütün hücrelerimi yiyor gibiydi.
"Zihninde öldürdün," diye düzeltti.
"Bunu sen yaptın," dedim çektiğim bütün vicdan azaplarını köşeye kaldırıp atarak. "Beni onun seneler önce Prometheus olduğuna inandırdın, bir bıçakla üstelik ve ben bir çocuktum, bir çocuğu kandırmak çok kolaydı, ardından beni de yanına aldın. Belki benim de zihnimle oynadın, eğlendin, onu bana unutturdun; bunları yaparken..."
Korhan yüksek sesle gülmeye başladı. "Minel," dedi kahkahasının arasından. "Onu sen unutmak istedin."
Onu sen unutmak istedin. Onu sen unutmak istedin. Onu sen unutmak istedin. Bu cümle, yankılarıyla zihnimde dönerken Korhan yüzümdeki ifade için şaşkın mıydı yoksa bu ona keyif mi vermişti, anlayamamıştım. "Hayır," dedim net bir sesle fakat sesim titriyordu, kalbim titriyordu. "Onu bana sen unutturdun, siz unutturdunuz. O yerde bana o kadın unutturdu." Bakışlarım Prometheus'un arkasındaki insanlara kaydı, hiçbiri o kadın değildi. "Hayır, onu ben unutmak istemedim."
Korhan sakince beni dinlemeye devam ettikten sonra yeniden televizyona bakıp adama bir baş hareketi yaptı. Adam DVD'ye bir CD taktığında Korhan ciddiyetle, "O gün kendi dosyalarına şöyle bir dönüp bakmadın, değil mi?" diye sordu. "Bakmalıydın, Minel. O dosyaların içinde senin de gerçek yüzün vardı."
"Ben hatırlıyorum, beni kandıramazsın," diye çıkıştım Korhan'a. "Onu unutmamak için verdiğim mücadeleyi hatırlıyorum, çırpınışlarımı, ona zarar gelecek diye engellemeye çalışmalarımı..."
Korhan hayran bir ifadeyle bana baktı. "İnsan zihni bataklıktır, Minel," dedi açıklama olarak. "Bazen anılar silinir, bazen o anılar unutulur fakat bazen de o anılar, kendi istediğimiz şekilde hatırlanır. Söylesene, belki de içindeki bencillik sana tam zıttı şekilde hatırlatmıştır yaşananları." Adama dönüp baktı, adam kumandadan bir düğmeye bastığında video oynamaya başladı.
Ben camın arkasındaki odadaydım, Korel ise su dolu bir küpün içine koyuluyordu. Gözlerinde tıpkı hatırladığım gibi korku vardı fakat bütün bunların dışında anılarımdaki her detaydan farklı olan, benim yüzümdeki ifadeydi. Sakin gözlerle hatta acımasızca Korel'e bakıyordum, gözlerimde saf bir nefret vardı. Onu unutmamıştım, onu tanıyordum fakat tanıdığım kişi benim Korel'im değildi, bunu görebiliyordum.
"Prometheus'un boğulmasını istiyor musun?" diye sordu, o kadın sesi. Korel çırpınarak kurtulmaya çalışıyor, bana yalvarıyordu, dudaklarından dökülen bir tek benim adımdı.
Hatırladığımdan çok daha farklıydı, hatırladığımda onun için çırpınıyordum fakat şu an, izlediğim görüntülerde beni onun Prometheus olduğuna inandırmışlardı; sadece bu kadarla sınırlı değildi, belki de ben içten içe inanıyordum. Yine ve yeniden, aynı şekilde. İlk başta onun denek olmasına neden olmuştum, sonra işkencelerine. "Umurumda değil," diye mırıldandı videodaki Minel. "Umurumda değil."
Korel'i su dolu küpün içine attılar, acımasız gözlerle onu izlemeye devam ettim, herhangi bir duygu belirtim yoktu. İnsan tanımadığı kişi için bile çırpınırdı, ben bunu yapmamıştım. Benim tek yaptığım, onun işkencesini izlemekti ve belki de nicesine tanık olmuştum. Aslında o an test edilen ikimizdik ama bu testi hatırlayıp kalbine büyük bir yara açan Korel'di. Hafıza katilimiz olurdu; Korel'in hafızası, benim katilim olmuştu.
Zihnimde bir anı canlandı bu görüntülerin ardından, o sırada uğultular yükselmeye başladı.
"Seç," dedi bir erkek sesi. Bu kez o kadın değildi, biri hoparlörden bana konuşuyordu; öyle baskın sesle konuşuyordu ki o sesi bugün dışında duysam tanıyamazdım ama şimdi direkt biliyordum; o ses Korhan'a aitti. "Korel dahil her şeyi unutup hayatına devam etmek mi yoksa ölmek mi?"
Anının içindeki Minel'e, tıpkı şu an olduğu gibi bütün yaşadıkları ağır geliyordu. Korel'i hatırlamak onun için azaptı; bütün o akıl hastanesinde yaşadıklarını da öyle hatta babasını, kaçışlarını, ablasını, annesini... Bütün bunları hatırlamak büyük bir azaptı ama ölmek daha korkunç gelmişti. Üzerinde dakikalarca bile düşünmemiştim, sorgulamamıştım. "Her şeyi unutmak istiyorum," demiştim o sese doğru. "Yalvarırım bana her şeyi unuttur."
Zaman bana birçok şeyi unutturmuştu sahiden. Babamı, kaçtıklarımızı, Mine'yi, çocukluğumu ve Korel'i. Annemi unutturmamıştı; belki de özellikle yapılan bir deneydi, bilemiyordum ama geriye kalan her şey büyük bir boşluktan ibaretti. Şimdi hatırlıyordum o kabloları, floresanın parlak ışığını, çektiğim acıyı, verilen şokları... Hepsi büyük acılardı ama sonucunda istediğime kavuşmuştum, Korel'i unutmuştum.
Korel'i unutmak beni iyileştirmişti, hayata devam etmemi sağlamıştı; ne şekilde olduğu önemsiz, ben gülümsemeye devam edebilmiştim fakat onun yaşadıkları, bir tek onun sırrı olarak kalmıştı. Bu yüzden karşıma ilk çıktığında büyük bir öfke ve intikam içindeydi, onu unutmamı kaldıramıyordu; bizi unutmuş olmak, acıları da yok saymak demekti.
Ve ben hayatı, ona tercih etmiştim; her ne şekilde olursa olsun ölümden kaçmıştım, o ise her fırsatta ölüme koşmuştu.
Kaç dakikadır duran videoya baktığımı bilmiyordum ama artık ağlamalar yoktu, fısıltılar ya da uğultular. Zihnim şimdi bomboş bir oda, durgun bir denizdi. Herkes beni bırakıp gitmişti, bu da bir ceza gibiydi. Mine ve annem güçsüzlüğüme küsmüştü; Büge yaşadıklarına, Korel yaşattıklarına. Bütün sevdiklerim beni tamamen bırakıp gitmişti.
"Ama Korel," dedim en sonunda boğuk bir sesle. "Bana onu zorla unutturduklarını söyledi ve o bunu biliyordu, en başından beri. Ama bana doğrusunu söylemedi." Bana söylediği en acı verici yalan belki de buydu; bütün o sessizliklerinde gözlerimin içine bakarken aslında gerçekler anılarındaydı fakat bana yansıtmıyordu. Artık görüyordum, Korel'in konuştuklarının yanında sustukları, çok daha büyük acılardı.
"Çünkü bunun seni parçalayacağına inandı," dedi başını sallayarak. "Bir yalana inanmak ve inandırmak; doğrulardan daha kolay geldi her zaman Korel'e. İşte bu yüzden, kendi içinde bile kendini kandırdı, gün sonunda ise gerçekleriyle tanıştı." Bakışlarımı ona çevirdiğimde öldüğümü hissediyordum; kalbim sanki atmıyordu, ellerimi hissetmiyordum, bu dünya üzerinde artık nefes alamıyordum. "Ve o," dedi Korhan, bir an bile bana acımadan. "Yine bir satranç masasına oturdu, o satranç masasında senin canının önüne kendi canını koydu. Korel sen yaşa diye öldü, bu benim için kazançtı ama sizin için kayıptı."
"Kaldıramıyorum," dediğimde elime kalbimi almak, onu parçalamak istiyordum. "Artık kaldıramıyorum. Bu kadarı çok ağır."
Korhan'ın tek bir hissi yoktu, bu zamana kadar bütün oyunculuğunu sergilemişti ve karşımızda bir maske takmıştı ama şimdi hislerinin hiçbir şekilde olmadığını bana keyifle bakan gözlerinden anlayabiliyordum. "Küçükken güzel annesinin ona öğretti çello, büyüdüğünde işkencesine dönüştü," dedi haz alarak. "Küçükken kendisiyle savaş verirken, büyüdüğünde kendi kendinin düşmanı oldu. Eğer ölümüyse kaldıramadığın, o zaten aptal bir adamdı; içindeki o kimlikleri öğrendikten sonra yaşamaya devam edemezdi."
Tanrı'nın herkese verdiği bir hayat vardı. Benim hayatım, doğumumdan şu ana kadar karanlık bir kaderle, kanla yazılmıştı. Mutlu anılar zor bulunurdu, o bulunanlar yok olurdu; içinden sırlar çıkardı, sırlar parçalardı. Doğru ilerlediğimi düşündüğüm yolda aslında yanlışlar olduğunu fark ederdim; yanlışların içinde ise daima doğrular yer alırdı.
Korel'i sevmek benim kumarımdı; ona âşık olmak, o kanla yazılan kaderin en güzel hislerinden bir tanesiydi fakat o aşka bile sahip çıkamamıştım. O benim çocukluk arkadaşımdı, kurtarıcımdı, sırlarımdı, geçmişimdi, şimdiydi fakat artık geleceğim değildi çünkü bu hayatta değildi. Bir mezarın içinde, kurumuş çiçeklerin tam ortasında ölü bedeni vardı, ruhu ise daima işkenceler içinde kalacaktı.
Bir çocuk, o Korhan Erezli'ydi; bir çocuk intikamıyla bir seri katile dönüşmüştü fakat bir yandan da doğuştan sosyopat olduğunu görebiliyordum. Anlattıklarından duyabiliyordum; duymak, kulaklarımı kesme ihtiyacı hissettiriyordu.
O çocuk büyümüş, bütün hayatları mahvetmişti ve şimdi tek bir kazanan vardı: Bu hikâyenin kazanını Prometheus olmuştu. Çünkü dünyada daima iyilerin kazandığı doğru değildi, bu dünyada çoğu zaman kötüler kazanırdı.
Ve ben de kötü bir insandım ama kaybeden taraftaydım.
"Kaldıramıyorum," dedim yeniden Korhan'a. "Kendimi kaldıramıyorum, bunu kaldıramıyorum." Gözümden bir damla yaş aktı ve bir kez daha o zihnimin içinde onların sesini duymak istedim ama yoklardı, yüzleri gitmişti, sesleri susmuştu, gürültüler sessizlikle yer değiştirmişti. O zihnimin içinde yaşamaya devam edebilirdim, aklımı kaybettiğim o yerde mutlu bir kadın olabilirdim ama bu ruhun içinde kaldıramıyordum. "Azap bunun adı," dedim hangi ateşi söyleyeceğimi bilemeden. "Öyle bir azap ki tarifi yok."
Korhan dikkatlice gözlerimin içine baktı; gözlerimin içine bakarken bu kez ne düşündüğünü biliyordum çünkü Prometheus'un zihninin içine Korel gibi giremesem de artık ona haz veren her duyguyu tanıyabiliyordum.
"O halde tarih tekerrür edecek," dedi Korhan sakin bir sesle. "Seç." Yutkundum, kalbim hızlı atmaya başladı, sanki az sonra duracakmış gibi. "Her şeyi yeniden unutmak mı Korel de dahil yoksa ölmek mi?" Korhan çenesini kaldırdı, bakışlarında kibir vardı. "Ben acımasız bir Tanrı değilim," diye fısıldadı. "Azabına son vermeyi teklif ediyorum sana, her şeye rağmen."
Ölüm, şimdi hiç olmadığı kadar yakınımdaydı ve mutluluk da öyle. Her şeyi unutmak demek, bütün bu yaşadıklarımı bir kez daha hissetmemek demekti. Korel'i, ona yaşattıklarımı, Prometheus oluşunu, Büge'yi, ölümleri; sevişmelerimizi, öpüşleri, güzellikleri, aldığı nefesleri...
Ölümden korkuyor muyum, diye düşündüm ve kendime verebildiğim tek yanıt bu kez hayırdı; hem de ne şekilde öldüğümün bir önemi yoktu. İşkencelerle, belki yanarak, belki de tıpkı Korel gibi bir zehirle, bilemiyordum ama hiçbiri beni korkutmuyordu. Hatta ölüm şu an, en gerçek yol gibi geliyordu.
Fakat bir tarafım, ölümün de benim ödülüm olduğunu söylüyordu.
Korel'i son gördüğüm gün, gözlerimin içine bakarak söylediği cümlelerden en net olanı, onu unutmamı istemediğiydi. Korel'in durmadan, nefes almadan, son bir dilek gibi benden istediği tek şey, onu unutmamamdı. Bir zihinde yaşamak istiyorsa, o zihin benim zihnim olmalıydı, öyle söylemişti.
Eğer ölürsem o benim zihnimde de ölecekti, eğer unutursam bütün bu ihanetlerin ortasında en büyüğü bu olacaktı.
Bir insanın ölmeden önce olan dileği gerçekleşirse ruhu rahat eder miydi? Korel ölmüştü, o artık bir mezarın içindeydi fakat ruhu huzur bulsun istiyordum; eğer bir yerlerden beni izliyorsa gülümsesin istiyordum.
"Yaşayacağım," dedim Korhan'a. Şaşırmamış gibi gülümsedi. "Fakat unutmayacağım da." İşte bu yanıt, yüzündeki gülümsemenin yavaşça silinmesine neden oldu. "Benimle bir anlaşma yapmak zorunda değilsin, Prometheus; bana bir Tanrı gibi cenneti de sunmak zorunda değilsin. Ben, hayatımın sonuna kadar, ölmemek için direnerek bu azapla yani Korel'le yaşamak istiyorum. Bana her şeyi unuttur, bana bir tek Korel'i unutturma. İşte bu sana haz verecek en büyük güzelliktir."
Korhan büyük bir şaşkınlıkla bana baktığında dudakları aralandı. Benden beklediği, yeniden Korel'i unutmayı tercih etmemdi, bunu gözlerinden görebiliyordum fakat bu yanıt, Korhan'ın hiç beklemediği yerden gelmişti. Çok kısa bir süre düşündü, gözlerindeki ifade değişiyordu ama şaşkınlığı hâlâ aynı yerdeydi.
"Ölüm beni korkutmuyor ve ödül gibi geliyor," dedim dürüstçe. "Unutmak zaten başlı başına bir cennet fakat sen Prometheus, bana cehennemi yaşatmak istemiyor musun?" Acıyarak ona baktım. "Bak ben şu an cehennemdeyim; aklım yarım çalışıyor, her şey mahvolmuş, tıpkı çocukluğun gibi yapayalnızım. Söylesene, bunu hak etmiyor muyum?"
Korhan, "Bunu beklemiyordum," diye mırıldandı. "Belki de hayatının en cesur anı bu."
"Ben cesur biri değilim," dediğimde kalbimde bütün ölenlerin acısı vardı. "Ben sadece hayatı boyunca yaşattıklarının bedelini ödemek isteyen bir kızım, daha fazlası değil. Kendini bile unuttur bana, umurumda değil, tek unutmak istemeyeceğim kişi, Korel Erezli. Onu bir daha unutmayacağım ve ölürsem o bir zihinde yaşamaya devam edemeyecek." Başımı aşağı yukarı salladım. "İnsanın cehennemi kendisidir, sen benim kendi cehennemim olmamı sağla."
Korhan gözlerini kıstı, bakışlarında yine o cani ifade vardı. O bana bakarken, bu kararımın ardından yine zihnimde sesler duymaya başladım. Hepsinin sesi; beni bırakıp giden, ölen herkesin sesi. Annemin sesi, ablamın sesi, Büge'nin sesi, Korel'in sesi.
Annem diyordu ki: Sen yanlış bir tercih değildin güzel kızım, sen kocaman bir hataydın.
Ablam diyordu ki: Sen güçsüz bir kız çocuğusun, intikamımızı alamadın. Bak ben öldüm, kardeşim. Bileklerimi dikmediler ama senin bileklerin hâlâ çiziksiz. Yaşamayı sen mi hak ettin, ben mi?
Büge diyordu ki: Ona âşık oldun, onu sevdin, onun uğruna yok oldun. O bir anneyi öldürdü; bak, ben öldüm. Şimdi hangi acı, hayallerimin çöküşünü tanımlayabilir?
Korel diyordu ki: Beni unuttun; hayır, Minel; sana beni unutturdular, sen beni unutmadın. Suçsuzdun, ölmesi gereken bendim, sadece beni unutma çünkü senin zihnin, benim cennetim.
Korel, o kafamın içinde bile beni suçlamadı; ruhu eğer yanımdaysa bunu bana yapmadı.
Korhan derin bir nefes verdikten sonra elini cebine yerleştirdi ve geri çıkardığında bir mektupla karşılaştım. Mektubun üzerinde "Turuncu'ya" yazıyordu, Korel'in el yazısıydı. Prometheus kararından söz etmedi. İlk önce bileklerimdeki kemerleri açtı, ardından bacaklarımdakileri ve mektubu kucağıma bıraktı; okumam için.
Sonrasında ise her ne karar verirse versin, bunun benim işkenceme dönüşeceğinden emindim. Tek istediğim bu hikâyenin benim seçtiğim işkenceyle son bulmasıydı; o işkencenin içinde, bir yerlerde aklımı kaybedecek bile olsam, Korel zihnimde yaşayacaktı.
Paragraf Yorumları