Hayat, zehirli sarmaşıklarında merhamet ve sevgi yetiştiren bir ağaçtı.
Sarmaşığın dallarında nefret ve kin yer alıyordu; merhamet ve sevgi tomurcuklarını verdiği zaman, nefret ve kin dallarında kuruyup yere düşerdi. Toprak ise gerçekliğin ta kendisiydi ve düşen dalı içine alır, tekrar büyütüp yetiştirirdi.
Merhamet ve sevginin olduğu yerde nefret ve kin olmak zorundaydı fakat nefret ve kinin olduğu yerde merhamet ve sevgi her zaman yer alamazdı.
Genç adam ve küçük kız, ağaçlarında hangi tomurcuklar ya da hangi dallar olduğunu henüz bilmiyordu fakat o gün, ağaçlarını tanıyacakları gündü.
Bindikleri arabanın arka tarafında otururlarken bakışları bazen birbirlerine kayıyor, bazen de önlerine dönüyordu. Kızın hemen yanında başka bir adam daha oturuyor ve sürekli genç adam ile kızı göz hapsine alarak inceliyordu.
Kızın bakışları ön taraftaki yolcu koltuğunda oturan adama döndü, adam da bunu hissetmiş gibi başını döndürüp kıza baktığında o an kızın kalbinin üzerinde keskin bir acı, hissiz bir zafer peyda oldu.
Genç adamın hisleri ise tamamen ne yapacağını bilemeyecek, hangi tarafa döneceğini göremeyecek kadar körleşmişti. Bindirildikleri arabanın içinde keskin bir nefret kokusu olmalıydı fakat o nefret kokusu yoktu; aksine ortam oldukça sakindi ve genç adam biliyordu ki sakinlik çok daha kötüydü.
Arabadan inip karanlık sokakta yürürken genç adamın bakışları anlık olarak yanındaki kıza kaydı ve tek kaşını kaldırarak önüne doğru gelmesini işaret etti; kız ise başını iki yana sallayarak neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Hemen arkalarında onları takip edenler iki ya da üç adım geridelerdi fakat konuşsalar duyacaklarmış gibi geldiğinden bir şey söylemek istemiyorlardı.
Genç adam dayanamayıp, "Önüme doğru gel," diye fısıldadı. "İnadı bırak."
Kız tekrar kafasını iki yana sallayıp, "Bu adamlar kim?" diye fısıldadı ve gözlerini kapatıp açarak, "Yine mi?" diye korkuyla nefes aldı. "Beni yine buldu mu?"
Genç adam arkasını döndü ve göz ucuyla baktıktan sonra, "Sanmıyorum," diye mırıldandı. "Bu sefer farklı bir şeyler var. Bu insanlar senden daha çok benim peşimde gibiler."
Kız ürkek bir nefes aldıktan sonra, "O nereden çıktı?" diye sordu fakat genç adam cevap vermek yerine kızı kolundan çektip ön tarafına doğru aldı. "Yapma şunu," dedi kız. "Senin için geldilerse beni neden koruyorsun ki?"
"Ne olur ne olmaz, Çilli," dedi kaşlarını çatarak. "Güvende olmanı istiyorum."
İlk defa kıskıvrak yakalanmışlardı ve arkalarındaki üç adamdan kaçmaya çalışsalar aynı şekilde tekrar yakalanırlardı.
"Şu taraftan," dedi adamlardan bir tanesi. Kız arkasını dönüp baktığı zaman üç adamla da göz göze gelmeye çalıştı fakat bir tanesinin yüzünde maske olduğu için onunla göz teması kuramıyordu.
Gösterdikleri yöne yürürlerken, "Maske takıyor," dedi kız ve derin bir nefes aldı. "Yine beni buldu ve bu sefer bırakmayacak." Başını iki yana salladı. "Seni bulaştırdığım her an için kendimden nefret ediyorum."
"Sen bana bulaşmadın," dedi genç adam ve kızı biraz daha önüne çekti. "Ben kendimi zorla sana bulaştırdım."
Eski ve terk edilmiş bir hastanenin bahçesine girdiklerinde adamlardan bir tanesi öne geçip yolu göstermeye başladı.
"Siz kimsiniz?" dedi kız yüksek sesle. "Kimse bir şey açıklamayacak mı?"
Uzun fakat çelimsiz adam arkasını dönüp kızla göz göze geldi ve onunla daha fazla göz teması kurmadan yanındaki genç adama baktı. Aralarında sözsüz bir bakışma yaşanınca kızın ensesinden aşağıya doğru sert bir ürperti geçti ve tekrar arkasını dönüp maskeli adama baktı.
Maskeli adamın bakışları kızın üzerinde gezerken ikisi beraber onlara doğru yürüyorlardı.
"Siz kimsiniz?" dedi kız tekrar. "Bizden ne istiyorsunuz?"
Maskeli adam bir kere başını sallayınca öndeki adam hastanenin büyük kapısını açtı. Maskeli adam elini havaya kaldırıp öndeki adama hızlıca hareketler yaptı. Aynı şekilde ön tarafta duran adam da kısa bir cevap verince kız, "İşaret dili," diyerek genç adama döndü. "Maskeli adam dilsiz."
Olanları izleyen genç adamın üstdudağı yukarıya kıvrıldı ve maskeli adamın başı genç adama döndü. "Belki de," dedi genç adam maskeli adama bakarak. "Sadece işaret dilini kullanmayı tercih eden biridir."
Maskeli adamın başı hafifçe öne eğildi ve kısa bir an baktıktan sonra başıyla işaret verdi. Maskeli adamın yanındaki diğer adam, "Yürüyün!" diye bağırdı. "Beklemeyin, yürüyün."
Terk edilmiş hastaneye girdiklerinde burunlarına dolan sülfür ve küf kokusu kızın burnunu kapatmasına sebep oldu; genç adam ise etrafı dikkatle inceliyor, bir ipucu bulmaya çalışıyordu.
İçeriyi aydınlatan sadece mavi bir ışıktı ve o kadar soluktu ki etrafa korkutucu bir hava veriyordu, sağda solda dağınık duran sedyeler insanın içini ürpertecek cinstendi. Sıra sıra dizilmiş kapıları geçtikten sonra aşağıya inen merdivene yaklaştıklarında kız korkuyla genç adama sokuldu.
"Korkma," dedi genç adam ve eli yavaşça kızın bileğine doğru kaydı. "Korkma, ben buradayım."
Kız yutkundu ve başını sallayarak, "Buradasın," dedi. "Buradasın, biliyorum. Bana bir şey olmasına izin vermezsin."
"Asla," dedi genç adam ve bileğini daha sıkı tuttu. Parmakları aşağı kayarken başını çevirdi, kızla göz göze geldiğinde harelerinde merhamet vardı. Kirpiklerinden ise şefkat dökülüyordu. "Ne olursa olsun sakın elimi bırakma."
"Bırakmam," dedi kız, genç adamın gözlerinin içine bakarak.
"Sen de sakın bırakma."
"Asla," dedi genç adam tekrar. "Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim."
Önde bir adam, arkada da maskeli ve diğer adam merdivenlerden aşağı inerken, genç adam ve kız tam ortalarındaydılar. Merdivenleri ne hızlı ne yavaş iniyorlardı fakat merdivenlerin ucundaki ışık kırmızı, sıcak bir renkteydi ve bu kıza kan rengini anımsatmıştı.
Parmaklarını genç adamın eline daha fazla bastırdı; genç adam kızın elini daha sıkı tuttu.
Merdivenleri indiklerinde karşı karşıya iki oda olduğunu gördüler ve öndeki adam soldan ikinci odaya yürüdü. Kız başını kaldırıp odaya baktığında kapının hemen yanındaki MORG yazısını gördü.
"Anlamıyorum," diye fısıldadı. "Neden?"
Adam kapıyı açıp içeri girdiğinde diğerlerinin de gelmesini bekledi. Genç adam ve kız öylece dururken arkalarındaki adam genci sertçe omzundan iteklediğinde o da elinin tersiyle aniden adama aynısını yaptı. Bir eli kızın elini tutarken, adam geri geri gitti ve maskeli adama çarptı. "Sakın," dedi genç adam dişlerini sıkarak.
"Bana dokunma."
Adam maskeli olana dönüp baktı, maskeli adam ise aldırış etmeden morgun içini gösterdi ve işaret diliyle adama bir şeyler söyledi. Genç adamın bakışları bir an değişti ve kaşlarını kaldırarak yutkundu. Tekrar önünü döndüğünde, "Sakin ol," diyerek kafasını salladı. "Hiçbir şey olmayacak."
Kız, genç adama karşı hissettiği tahmin edilemez güven duygusuyla bir adım atıp morgun içine girdi. Aynı şekilde genç adam da içeriye girdi ve beraber yürümeye başladılar. Maskeli olan ve diğeri de içeriye girdiklerinde kapıyı kapattılar.
Morgun içerisinde normalden farklı olarak kırmızı ışık hâkimdi; o kadar parlak, o kadar göz alıcıydı ki insanların gözlerinin içinde ateş varmış gibi görünüyordu. On çekmece sağ duvarda, on çekmece sol duvardaydı ve metalden çekmeceler, kızın daha fazla ürpermesine ve anılarının canlanmasına neden oldu.
Maskeli adam işaret diliyle adamlardan birine kısaca bir şeyler söyledi, bir an genç adama baktı ve kafasını salladı. İki adam da kafalarını sallayıp maskeli adama arkalarını döndüler ve yavaş adımlarla bir çekmeceye doğru yürümeye başladılar.
Arkada kalan tek kişi maskeli adamdı.
Çekmecenin önünde durduklarında iki adam bakıştıktan sonra bir tanesi kıza döndü. Bakışlarındaki anlamsız ifadeyle bir süre kızla bakıştıktan sonra çekmecenin önünden çekilip, "Çekmeceyi sen açacaksın," diyerek maskeli adamın isteğini dile getirdi.
Kız korkuyla ilk önce karşısındaki adama, ardından elini tutuğu genç adama baktı. Genç adam ise tam karşıda duran çekmeceye bakıyordu. Bakışları çekmecenin üzerindeki 209 sayısıyla kesişti ve kafasını bir kere aşağı indirip kaldırarak kızın çekmeceyi açması için onay verdi.
Kız boşta olan terlemiş elini siyah pantolonuna sildi ve yumruğunu bir kere açıp kapayarak, "Korkuyorum," diye fısıldadı fakat genç adam cevap vermek yerine sayıyla bakışmaya devam etti.
Kız titreyen elini havaya kaldırdı ve metal kulpa uzandı. İki adam da çekmecenin iki yanında durmuş sadece maskeli adamla bakışıyordu. Eli kulpu sarıp aşağı indirdi; çıkan yüksek ses irkilmesine neden oldu fakat duraksamadan çekmecenin kapağını açtı.
Çekmecenin içi derin, uzun ve inceydi; karanlık görünüyordu fakat sürgülü dar sedyenin içinde bir cesedin olduğu açıkça ortadaydı.
Adamlar kızın sedyeyi çekmesini istemedi, bir tanesi öne çıkarak sedyenin ucunu tutup dışarıya çekti. Bu sırada genç adam ve kız sağ tarafa geçti; maskeli adam hâlâ arkalarındaydı.
Korku derin bir kuyunun içinde çığlık çığlığa bağırıyormuş gibi kızın zihninden geçerken, o çığlıkları sadece genç adam duyabiliyordu. Başparmağıyla kızın elinin tersini okşadı ve onu yatıştırmaya çalıştı.
Sürgülü sedye tamamen dışarıya çıktığında kızın bakışları uç taraftaki ayaklarla kesişti ve bu ayakların bir kadına ait olabileceğini düşündü. Genç adam da aynı şekilde ayaklara bakıyordu.
"Çarşafı aç," dedi adamlardan bir tanesi ve bakışları yine kızla buluştu.
Kız kafasını iki yana salladıktan sonra, "Bu kadın kim?" diye sordu. "Bunu neden yapıyorum?"
Hayatının belli büyük bir dönemini böyle olaylar yaşayarak geçirdiği için kendini çok soğukkanlı hissediyordu ve olaylara soğukkanlılıkla yaklaşıyordu fakat artık duygularının, hislerinin taşma noktasını geldiğini hisseden kız, bu kadarının fazla olduğunu ve Tanrı'nın ona verdiği bu hayatı artık güzellikleriyle yaşamayı istediğini hissediyordu.
Adamlardan bir tanesi kızla konuşurken, diğer adam maskeli adamın yanına gitti, adımları oldukça yavaştı. Genç adamın bakışları adamla buluştuğunda neden arkaya geçtiğini anlayabiliyordu.
"Aç," dedi genç adam, kıza. "Ne istiyorlarsa onu yap." Arkasını dönüp son bir kere maskeli adama bakınca, "Ne istiyorsa onu yap," diye düzeltti. Diğer adam maskeli adamın yanında yerini almıştı ve genç adam hissetmişti: Zarar gören kız değil, kendisi olacaktı.
Kız altdudağını dişlerinin arasına aldı ve tekrar titreyen, terlemiş elini öne uzattı. Parmakları beyaz çarşafla buluştuğunda yutkunmakta zorlandı ve diğer elindeki o damarların atışını hissettiğinde kendini rahatlatmak için bunu düşündü.
Parmakları çarşafın ucunu kavradıktan sonra yavaş yavaş, zamana meydan okuyacak kadar yavaş hareket ederek çarşafı aşağı indirmeye başladı.
İlk önce kadının turuncuya çalan saçları göründüğünde kızın kalbinin üzerinde bir fitil ateşlendi; kadının alnı ve kapalı gözleri görüş alanına girdi ve o fitil kocaman bir ateşe dönüştü; çarşaf dudaklarındaki tebessüme ve boynundaki o derin, yarısı dikilmiş kesiğe indiğinde kızın kalbinde kocaman bir yangın çıktı. O fitili ateşleyen sadece ve sadece çocukluğuydu.
Ateşi çıkaran ise geçmişiydi.
Yangını ise karşısındaki yüz çıkarmıştı; o yüz annesinden başka kimseye ait değildi.
Kız bir anda geriye atılıp, "An-ne," diye heceledi. "Anne." Çarşafı açtığı eli ağzına gittiğinde midesinin altüst olduğunu hissetti, "Anne," diye daha yüksek sesle mırıldandı. Eli başına kaydı ve parmakları saç köklerini kavradığında, "Anne!" diye bağırdı, ardından, "Anne!" diye haykırdı. Tam o sırada genç adamın arkasında duran adam, genç adamın boşta kalan kolunu geriye doğru çevirdi ve maskeli adam gencin saçlarını kavrayarak cesede doğru başını eğdi.
Kız hipnotize olmuş gibi gözlerini annesinden alamazken, "Sensin," dedi kısık sesle. "Buradasın." Maskeli adama bakmak istedi fakat bakamadı. "Prometheus."
Genç adam olduğu yerde kıpırdamadı, onu kilitlemelerini umursamadı, kızın annesine odaklanmıştı, hisleri ise kızın hislerine odaklıydı. Kızın yüzüne bakıyordu fakat kız onun yüzüne bakmıyordu; bakışları annesinden ayrılmıyordu.
"Hayır," dedi karşıdaki adam. "Prometheus değil. Buraya seni zarar görmen için getirmedik; buraya seni, gerçekleri görmen için getirdik."
"Ne gerçeği?" dedi kız titreyen bir sesle. Eli havaya kalktı, annesinin saçlarına dokunmak istedi fakat sonra hemen vazgeçti. "O burada, hemen arkamda. Prometheus. Peşimi bırakmıyor, bırakmayacak. Bugün ne olacak?"
"Hayır," dedi tekrar adam ve gözleri maskeli olana kaydı; maskeli adam bir kere başını salladığında, adam elini cebine atıp bir kâğıt çıkardı. "Prometheus değil, senin iyiliğin için buradayız."
Kızın bakışları ilk defa annesinden ayrıldı ve gözlerini kısarak adama baktı. "Siz kimsiniz?" O sırada bakışları genç adama döndü ve onu nasıl kilitlediklerini gördüğünde, "Lanet olsun!" diye hırladı. Arkasını dönüp adama vurmak istedi fakat genç adam kızın elini öyle sıkı tutuyordu ki arkaya dönmesi çok zordu. "Ondan ne istiyorsunuz?"
"Sana gerçekleri göstereceğiz," dedi adam. "Bize inanmanı sağlayacağız." Cebinden çıkardığı notu kıza uzattı. "Bu kâğıtta sadece sen ve babanın bildiği bir şey yazıyor, oku, sonrasında bizi dinleyeceksin."
Baba kelimesinin geçmesiyle kızın kalbinde büyüyen yangın her tarafa sıçradı ve boğazında hissettiği şiddetli yanma gözlerine tırmandı.
"Babam mı?" diye sordu. "O gitti." Yine de kâğıdı adamın elinden almakta gecikmedi. "O artık yok. Belki de öldü ama o artık yok."
"Hayır," dedi adam, kaşları çatıldı. "O yaşıyor. Oku." Derin bir nefes aldı. "Sonra bizi zaten dinleyeceksin."
"Oku," dedi genç adam, dakikalardır ilk defa konuşmuştu. "Eğer gerçekten öyleyse onlara inanmaman için hiçbir sebep yok."
Zihninden geçen her düşünceyi kovmaya çalışan genç adam, ilk defa bazı şeylerin sonuna geldiğini hissediyordu ve bu son, kimin için yazıldığı belli olmayan bir sondu. Kızın elini öyle sıkı tuttu ki bu geleceğin habercisi gibiydi.
Genç adamın sözünü her fırsatta dinleyen kız titreyen eliyle ikiye katlanmış kâğıdı açtı ve bakışları küçük kâğıtta yazan cümlede gezindi, sessizce fısıldadı:
"Ortaya çıkan her ezgi, çalınan bir hayatın ölüsünün anısına."
"Ama bu..." dedi kız, gözleri açıldı. "Bu cümle..." dakikalardır yaşadığı duygular onu büyük bir kasırgaya maruz kalmışçasına oradan oraya fırlatırken yüzüne tebessümün taneleri düştü. "Bu babamla benim aramda olan bir cümle, mızıkamın üzerinde yazan cümle." Genç adama baktı, ardından bakışları tekrar adamla buluştu. "Sizi babam mı gönderdi gerçekten?"
Soruyu sormasıyla genç adamın saçını kavrayan maskeli adam, genç adamın yüzünü cesedin yüzüne biraz daha yaklaştırdı.
Kız neler olduğuna anlam veremezken, "Bize şimdi inanıyorsun ve evet, bizi baban gönderdi," dedi karşı tarafta kalan adam. "O halde iyi dinle." Bakışları genç adama döndü ve çenesiyle işaret ederek başını yana eğdi. "Bu adam," dedi kelimelerin üzerine basarak.
"Senin annenin katili bu adam."
Kızın titreyen elindeki kâğıt yavaşça yere düşerken gözlerindeki fer yok oldu. "Ne?" diye fısıldadı. Bakışları genç adama döndüğünde genç adam, "Hayır," diye inledi. Bu kelimenin ardından olduğu yerde çırpınmaya başladı. Bir yandan kolunu, bir yandan başını kurtarmaya çalışırken maskeli adam onu biraz daha itiyordu. "Bırakın!" diye bağırdı. Başını iki yana sallayıp kıza baktı. "İnanma, öyle bir şey yok." Bir eli hâlâ kızın elini sımsıkı tutmuş bırakmıyordu; gelme nedenleri ortaya çıkmıştı. "Hayır, ben yapmadım."
Kız bakışlarını genç adamdan ayıramazken sımsıkı tuttuğu elinin parmaklarını hafifçe gevşetip, "Böyle bir şey olamaz," diye mırıldandı. "Buna inanmıyorum."
Maskeli adam genç adamı biraz daha itti, genç adam ise kur tulmaya çalıştı. "İnanma," dedi. "Öyle bir şey yapmadım."
Karşı tarafta kalan adam hiddetle, "Öldürdüğün kadının yüzüne bak," diye dişlerinin arasından konuştu. "Gör." Maskeli adam biraz daha itti.
"Hayır," dedi. "Görmek istemiyorum." Genç adam karşısındaki kadının yüzüne bakmak istemiyordu; bakarsa ne hissedeceğini biliyordu ve bu en kötüsüydü. Duygularından kaçarken tekrar kızla göz göze geldi.
"O hayatına bir anda girdi," dedi adam, kıza genç adamı işaret ederek. "Hem de annenin öldüğü gün girdi ve o günden beri de çıkmadı. Hiç mi şüphe duymadın?"
Kızın gözlerinden böyle bir konuda şüphelenmesi değil ama genç adamdan her konuda şüphelenmesi geçti. Kızın genç adamı tutan elinin parmakları biraz daha gevşedi ve sonunda bıraktı fakat genç adam hâlâ sımsıkı tutuyordu.
"Hayır," dedi dişlerinin arasından. "Her şeyi yap, bunu yapma." Elini daha sıkı tuttu. "Ben öyle biri değilim."
Kız bütün şüphelerini, bütün korkularını, bütün hislerini ortaya dökerek, "Sen birini öldürebilecek birisin," dedi ve sesi titremeye başladı. "Sen bunu yapabilecek birisin ama sen Prometheus olamazsın."
"Annenizi Prometheus'un öldürdüğünü nereden biliyorsunuz?" diye sordu adam. "Annenizin öldüğü gün gördüğünüz kişi Prometheus muydu?"
"Maske vardı," dedi kız genç adamın yüzüne bakarak ve bakışları tam o saniye ilk defa maskeli adamla kesişti. Maskeli adam da kızın gözlerinin içine baktığında aralarında geçen sözsüz bakışma bir süre devam etti. Bu bakışmanın ardında yatan anlamlar sır kapılarını tek tek aralarken, "O birini öldürebilir, evet," diyerek onayladı. "Fakat annemi öldürmez." Genç adamın gözlerinin içine baktığında o gözlerde her duyguyu gördü. "Öldüremez."
"Yapmadım," dedi genç adam ve biraz daha çırpındı. "Yalan söylüyor, yapmadım. Her şeye inan, buna inanma."
"Sizi daha önce görmediğini mi söyledi? Sizi hiç tanımadığını mı söyledi?" Adamın sorusu kızı derin düşüncelerden kurtarırken boşta kalan elinin parmaklarını boğazına sardı ve sadece onaylarcasına kafasını aşağı yukarı salladı.
Adamın bakışları maskeli adamınkilerle kesişti ve maskeli adam bir kere kafasını salladığı sırada kızın bakışları tam karşısında duran genç adamdan ayrılamıyordu. Genç adam başını yana eğip, "Ne derlerse desinler inanma," diye fısıldadı. "Sana gerçekleri anlatacağım, beni anlayacaksın ama onlara inanma."
Adam cesedin çarşafını biraz daha kaldırdı ve kızın annesinin elinin altında duran bıçağı yavaşça eline aldı. Parmakları bıçağın kınını kavrarken kıza bakarak, "Annen bu bıçakla öldürüldü," dedi. Gözleri kısıldı, genç adama baktı. "Onun taşıdığı bıçağı hiç gördün mü?"
Kız hiddetle adama döndü ve hiçbir şey diyemeden öylece baktı. Genç adamın cebinde her zaman bıçak taşıdığını biliyordu, o bıçağı görmüştü ama hiçbir zaman dikkatli bakmamıştı.
Adam annesinin elinin altında duran bıçağı kını kıza dönük şekilde uzatıp, "Bıçağın üzerindeki şekle bak," diye fısıldadı. "Sonra onun bıçağındaki şekli hatırla. Bu işaret, bu dünya üzerinde sadece üç bıçakta var, biri yanındaki adamda yer alıyor."
Genç adam, "Hayır!" diye bağırıp adamları geriye iteklemeye çalıştı; genç adamın kolunu kavrayan adam olduğu yerde sarsılsa da maskeli adam kuvvetiyle genç adamı yerinde tutmayı başardı. Genç adam kıza döndü. "Sadece beni dinle, sadece bana bak. Bunu yapma."
Kız, genç adamı dinlemek yerine adamın uzattığı bıçağın kınını tuttu ve küçük elinin avcuna tam oturan bıçağın kınına bakarken kaşları çatıldı. Kındaki şekil ona anlamsız geliyordu ve el işlemesi olduğu çok açıktı. Başını kaldırıp genç adamın gözlerinin içine baktı ve sessizce, "Lütfen," diye fısıldadı. "Lütfen olmasın."
Genç adam olduğu yerde çırpınsa da kafasını iki yana hızlı hızlı sallasa da kız onu dinlemedi ve bıçağı yanında duran annesinin üzerine koyarken eli genç adamın kotunun cebine doğru gitti. "Hayır," dedi genç adam çaresizlikle fakat sesi artık yüksek çıkmıyordu.
"Bunu yapma."
Kız dinlemedi ve genç adamın cebine elini yerleştirdi; parmaklarına bıçağın kını çarptığında gözlerini kapattı ve derin bir nefes alarak bıçağı tuttu. Genç adamın cebinden çıkarırken bakışları ka palı gözlerinden ayrılmıyordu.
İki bıçak arasındaki tek fark, genç adamdaki bıçağın kilidinin bulunması ve daha ufak olmasıydı.
Çıkardığı bıçağı elinde sımsıkı tutarken bakışlarını genç adamın gözlerinden ayırıp yavaşça bıçağın kınına çevirdi; aynı şekli orada daha ufak boyutta gördüğünde, "Hayır," diye inledi kız. Hızla genç adamdan elini kurtarmaya çalıştı fakat o izin vermedi.
Bakışları karşıdaki adama döndü, ardından maskeli adama baktı. "Bunu bilerek yaptınız, bilerek o bıçağa bunu işlediniz."
Maskeli adam kafasını iki yana salladı ve diğer adam da, "Sor," diye mırıldandı. "Eğer bir kere olsun dürüst davranırsa sana gerçeği söyleyecektir."
Genç adam, "Dinle," deyip öne eğildi. "Sana her şeyi anlatacağım ama beni dinlemen gerekiyor."
"Doğru mu?" dedi kız ve kafasını iki yana salladı. "İnkâr etmeyecek misin?"
O sırada karşıdaki adam iki fotoğraf karesini kızın annesinin yattığı sedyenin üzerine fırlattı. "Bu adam anneni daha önce tanıyordu. Bu adam senin aileni daha önce de tanıyordu."
Kızın bakışları sedyenin üzerine atılan fotoğraf karelerine döndüğünde onları eline almaya bile cesaret edemedi; eğilip baktığı fotoğraflarda gördüğü kişiler annesi ve genç adamdan başkası değildi. Bir fotoğraf karesinde annesi ve genç adam bankta oturmuş birbirlerine bakıyorlardı; annesi muhtaç gibi ellerini kucağında birleştirmişti, genç adam ise sırtını banka yaslamış, genç kadını öylece izliyordu.
Diğer fotoğraf karesi, gözlerindeki yok olan feri alevlere döndürecek kadar büyüktü ve o fotoğrafı görmesiyle adamın elinden kendi elini kurtarmaya çalışması bir oldu.
Fotoğrafta annesi bir sedyede yatıyordu ve gözleri kapalıydı; boynundaki yarık açıkça ortadaydı, dudaklarında yine aynı tebessüm vardı. Annesinin ölüsünün hemen yanında genç adam ayakta duruyor ve elinde bir neşterle kadına bakıyordu. Fotoğraf bir kamera kaydından çekilmişti, bu ortadaydı.
Kız için bu son damla kan, son damla merhamet, son damla sevgi oldu. "Elimi bırak," diye hırladı. Genç adam kızın elini daha sıkı tutarken, "Bırak elimi!" diye bağırdı kız ve ona döndü. "Lanet olsun, bırak elimi!" Diğer elinde tuttuğu bıçak titriyordu ve kını avcunun içine batıyordu.
Genç adam öfkeyle hırlayıp, "Yeter!" diye bağırdı, ardından geriye tekme savurdu, savurduğu tekme hemen arkasında kolunu tutan adama denk gelince adam olduğu yerde sendeleyip geriye gitti. Bu hamle genç adamın kolunu serbest bırakmasına sebep olurken genç adam hızla sedyenin üzerindeki bıçağı aldı, geriye dönüp maskeli adama doğru tuttu. "Ben yapmadım, beni bununla suçlayamazsınız!"
Kız elini genç adamın elinden kurtarmaya çalışıyor, bir yandan da genç adama, "Bırak beni!" diye haykırıyordu. Kulakları hiçbir şey duyamayacak duruma gelmişti; tek istediği kendini ondan kurtarmaktı.
Karşıda duran adam genç adamın üzerine atıldığında artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı ortaya çıkmıştı. Genç adam elinde tuttuğu bıçağı üzerine gelen adamın omzuna sapladı ve haykırmasına sebep oldu. Yere düşen adam ayağa kalkıp atılmak istediğinde bıçağı ona savurup maskeli adama baktı; maskeli adam ise biraz daha geride durmuş, olanları izliyordu.
İstediği genç adamı öldürmek değildi, istediği ona zarar vermek de değildi; istediği bunlardan çok ötedeydi, bunların çok ötesindeydi, istediği bunlardan daha fazla zarar vermekti.
"İstediğin buydu," dedi genç adam maskeli adama dönüp. "Ama istediğine ulaşamayacaksın."
Kız elini kurtarmaya çalışırken, "Bırak elimi!" diye bağırmaya devam etti. Genç adam ise hipnoz olmuş gibi kızı duymuyor, sadece maskeli adama bakıyordu. Arkada kalan adam ayağa kalktığı sırada maskeli adam eliyle onu durdurup bir şey yapmaması gerektiğini belli etti.
Onlar sadece izleyici olacaklardı.
Kızın bedenini büyük bir öfke kaplarken dizleri ve elleri titriyordu; annesinin cansız bedeni hemen yanında yatarken, tam karşısında onun katilinin olduğuna inanıyordu, hatta artık emindi. Hiçbir zaman ruh sağlığı yerinde olmamıştı, her gün daha kötüye gitmişti fakat o gün, en kötü olduğu gündü ve ruhunu bile hissede miyordu.
Çaresizlikle ve titreyen bir sesle, "Onu tanıyordun," diye fısıldadı. "Onu biliyordun. Onun ölüsünü gördün, ona dokundun. Onunla konuştun. Hiçbir zaman anlatmadın. En başından beri yanımdaydın, bir anda karşıma çıktın ve en kötü günlerimde hep yanımdaydın. Neden?" Bakışları değişti, kalbinin azabını daha az hissetmeye başladı, çenesini dikleştirdi. "Çünkü sen benim annemi öldürdün; benimle oynadın, oynuyorsun ve artık oynamana izin vermeyeceğim."
"Hayır," dedi genç adam tekrar ve kızı kendine çekti, amacı çıkışa yürümek ve kızı oradan uzaklaştırmaktı. "Sana her şeyi anlatacağım ama buradan gidelim."
Kız son bir kez daha, "Bırak beni," dediğinde sesi ürkütücü bir hal aldı. "Çok kötü şeyler olacak."
Genç adam kızın elini daha sıkı tutup kafasını iki yana salladı. "Seni asla bırakmayacağım, bunu söyledim."
Kız başını çevirip maskeli adama baktı ve o anda diğer elinde tuttuğu bıçağın kilidini açarak morgda metal sesinin yankılanmasına sebep oldu. Genç adamın bakışları bıçağa döndüğünde kız bıçağı genç adama döndürdü ve acıyla, "Her halimi gördün," diye fısıldadı. "En kötü hallerimi gördün ama emin ol, bu halim hatırladığın en kötü halim olacak."
Genç adam acıyla gülümseyerek, "Bana zarar mı vereceksin?" sordu. "Bunu yapmazsın."
Kız zihninde dönen binlerce sesin arasından ve vücudundaki şiddetli yanmadan genç adamın sesini zor duyuyordu. Kulakları acıdan çınlamaya başladığında gözlerinin dolduğunu hissederken, "Sen yaptın," diye mırıldandı. Sesi titriyor, gözlerindeki yaşlar düşmek için çabalıyordu ama kız o yaşları geri itiyordu. "Sen..." dedi kelimelerin üzerine bastıra bastıra. "Benim kaçtığım o geçmişsin."
Genç adam sadece başını iki yana salladı ve elini daha sıkı tuttu. Bu son damla olurken, kız elinde tuttuğu bıçakla sertçe genç adamın elini kesti ve yüksek sesle çığlık attı. Genç adam hırlarken parmakları gevşedi ama kızın elini bırakmadı. "Seni bırakmayacağım," dedi fakat kız dinlemedi ve bu sefer tekrar daha sert bir şekilde elinin tersine bıçağı saplayıp kınını itmeye başladı.
Genç adam kızın elini bırakmasaydı o bıçak kızın da eline girecekti ve bu düşüncesi genç adamın elini serbest bırakıp haykırmasına neden oldu.
Kız acıyla nefes alırken elinde duran bıçağa ve parmaklarına bulaşan genç adamın kanına baktı. Bıçağı genç adamın önüne atarken, "İnandığım bir tek sen vardın," diyerek gözlerini kapattı. "Artık inandığım hiçbir şey kalmadı."
Genç adam ise dişlerini sıkarken sadece kızın gözlerinin içine bakıyordu.
Kızın ağacında dallar çoğaldı ve bu dallar nefret ile kini doğurdu; sevgi ve merhametin olduğu tomurcuklar ise genç adama karşı kurudu.
Genç adam ise o zamana kadar ağacındaki dalları kendi elleriyle kırsa da artık o dallarda nefret ve kin büyütecekti; sevgi ve merhametin olduğu tomurcukları ise sonsuza kadar yok etmeye ve kurutmaya çalışacaktı.
***
Fırtınalar arkasında büyük felaketleri bırakırdı fakat kasırga her şeyi yok ederdi.
Fırtınanın mı, kasırganın mı ortasında kaldığımı bilmiyordum; kimin fırtına kimin kasırga olduğunu ise çözemiyordum. Büyük bir bilinmezliğin ortasındaydım ve bu bilinmezlik çaresizliği doğururken koşabileceğim tek bir insan bile yoktu.
Belki de geçmişte fırtınalara maruz kalmıştım ve o fırtınalar beni şimdiye uçurmuştu; geleceğim ise büyük bir kasırganın içinde yok olacaktı.
Belki de geçmişte büyük bir kasırganın ortasında yok olmuştum ve yeni biri olarak dünyaya geldiğimde fırtınalara meydan okumaya çalışıyordum.
Evet, kendimi dünyaya yeni gelen biri gibi hissetmeye başlamıştım çünkü zihnimle verdiğim savaş, bana kocaman bir hiçlikle dönüyordu ve aslında oldukça uzun bir süredir bomboş bir zihinle nasıl yaşayabildiğimi, nasıl boyun eğdiğimi anlayamıyordum.
Ben kaçmalara alışıktım, kendi zihnimin yok olmasından bile kaçmış, kurtuluş saymıştım fakat artık bunu istemiyordum.
Zamanımın bütün dilimleri bana aitti, zamanımın dilimlerinden kaçmak yerine kabullenerek onlarla yaşamam gerektiğini anlayabiliyordum.
Üzerime aldığım kalın battaniyeye rağmen ürperdim ve biraz daha içine sokuldum; İstanbul gitgide daha soğumaya başlamıştı ve bu durum akşam bahçede oturmayı bile engelleyecek hale gelmişti.
Arkamda kalan evin kapısının açıldığını hissettim ve çenemi dikleştirerek yeni batan güneşin bıraktığı soluk ışığı izlemeyi sürdürdüm.
Amcamla kavga ettikten sonra Korel Erezli'nin evine gelmiştim ve iki gündür burada kalıyordum. Korel davet ettiği zaman karşı koymamış, sessizce onunla evine gelmiştim.
Biliyordu, biliyordum; gidecek başka kimsem yoktu.
Çaresizlikle, belki de acıdığı için bana evini açıyordu fakat acınmak da çaresizliğim de umurumda değildi.
Geçmişimde Korel de vardı, bunu biliyordum, emindim ve artık korkusuzca dile getirebiliyordum.
İki günden beri ikimizin de ağzı ev hakkında konuşmak dışında hiç açılmamıştı. Nerede yatacağım, ne yiyeceğimiz dışında hiçbir şey konuşmamıştık ve Korel'in bir şeyler konuşmaktan kaçtığını biliyordum.
Sorgulamamı bekliyordu, üzerine gitmemi istiyordu; o şekilde anlatacaktı belki de fakat bunu yapmak yerine onun bana gelmesini bekliyordum. Gelmeliydi ki ona karşı içim biraz daha yumuşasın.
Önüme bir kupa uzattığında kahve kokusu genzime doldu. "Hava soğudu, içeri neden geçmiyorsun?"
Uzattığı kahveyi alıp, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Böyle daha iyi hissediyorum."
Korel'in arkasını dönüp gitmesini bekledim fakat düşündüğümün aksine o da yanıma açılır kapanır sandalyelerden birini koydu ve elinde tuttuğu kupayla hemen yanıma oturdu.
Göz ucuyla ona bakarak, "Kahve mi içiyorsun?" diye sordum. Anlamsız bir soruydu, aslında sorma amacım kahve içtiğine şaşırdığımı göstermekti.
"Evet," dedi ve başını aşağı yukarı salladı. Gözleri güneşin bıraktığı soluk ışıktaydı. "Sert kahveyi epey severim." Hiçbir şey söylemeden tekrar önüme döndüm.
Ben koltukta, o kendi yatağında yatıyordu ve geceleri defalarca uyandığına, kendi kendine konuştuğuna, hırladığına şahit oluyordum. Hatta dün gece bu sese uyanmıştım ve bu durum Korel'in zihnini daha fazla merak etmeme sebep olmuştu.
Korel Erezli'yi merak etmeyi acilen bırakmalıydım.
Sanki zihnimi okumuş gibi, "Dün uyurken kendi kendine konuştun," diye mırıldandı. İki günden beri ilk defa farklı bir şeyler konuşuyorduk, ilk defa karşılıklı oturuyorduk. "Bir mektuptan söz ettin, babandan bahsettin."
Kaşlarımı kaldırdım, başımı çevirip ona baktığımda kısık gözlerle beni izlediğini fark ettim. Kurumuş yaprak sarısı gözlerinin içini siyahlar büyümüştü ve göz altındaki morluklar artmıştı.
Buraya geldim geleli aynaya bakmamıştım ama nasıl göründüğümle de hiç ilgilenmiyordum.
"Bilmem," dedim yalana başvurarak. "Genelde rüyalarımı hatırlamam, kafamın içi çok dolu, onunla ilgili olabilir." Sustum, aslında söylememeye karar vermiştim fakat dayanamayıp, "Sen de uykunda çok konuşuyorsun," diyerek karşılık verdim. "Hatta biriyle kavga ediyor gibisin, sürekli hırlıyorsun." Onun sesine uyandığımı söylemekten vazgeçtim.
Bakışları tepemde topladığım saçlarıma kaydı. Uzun bir süre baktıktan sonra, "Öyle mi?" dedi sadece ve önüne döndü. Ben de lafı uzatmadan önüme dönüp derin bir nefes aldım.
"Birazdan gideceğim." Cümlemle beraber Korel'in başının tekrar bana döndüğünü hissettim. "Benimle yaşamak zorunda kalmayacaksın."
"Nereye?" dedi fakat sorusunun anlamsız olduğunu fark ettiğinde hafifçe bana döndü. "Nasıl?" diyerek sorusunu düzeltti.
"Tek başına nasıl üstesinden geleceksin?"
Acıyla gülümsedim ve kafamı iki yana sallayarak, "Bir insan geçmişini kovalar mı?" diye sordum. "Bir insan geçmişinin peşine düşer mi? Kendisinin geçmişini görmek ister mi? Kendi geçmişimin peşine düşeceğim." Bakışlarımı ona çevirdim. "Geçmişte de tek başıma değil miydim? Tek başımaydım. O yaşlarda üstesinden geldiysem yine gelebilirim."
Korel'in çenesi, izinin olduğu yer seğirdi; dişlerini sıktığını anladım. Gözlerine öfkenin parçaları dökülürken, "Kendi isteğinle, tek başına gideceksin, değil mi?" diye sordu. "Sana bir şey diyeyim mi? Hiçbir sikin üstesinden gelemeyeceksin. Bir yokluğun içine düşeceksin, geçmişini ararken karşına çıkanlar seni mahvedecek ve tekrar aynı noktaya döneceksin."
Korel'in gözlerindeki ifadeyi çözebilmek için uzun uzun gözlerinin içine baktığımda artık onu daha rahat tanımaya başladığımı hissettim; belki de Korel bana karşı çektiği birkaç çitini kaldırmıştı, bilemiyordum.
"Diyelim ki üstesinden gelemedim Korel, en kötü ne olabilir? Ölür müyüm?" Hayretle yüzüne baktım. "Beni tehdit edecekleri tek bir yakınım bile yok. Ablam ölmüş ve ben bunu bile unutmuşum, bana öldüren kişi hatırlattı. Annem öldü. Babam..." duraksadım, altdudağımı dişlerimin arasına aldım. "Babam var ya da yok, umurumda değil. Eğer hayattaysa da umarım bir yerlerde rahat nefes alıyordur ama benim elimde kendi canımdan başka hiçbir şey kalmadı. Onu da kaybedeceksem kaybedeyim, umurumda değil."
Korel elindeki kupayı parmaklarıyla sıkı sıkı sardı ve dişlerini kenetledi. Dudakları aralandı, bir şeyler söylemek istedi fakat tekrar dudakları kapandığında diyecek hiçbir şey olmadığını fark ettim. O ise, "Hayattan bu kadar mı nefret ediyorsun?" diye sordu.
"Hayattan nefret etmiyorum," diye karşı çıktım. "Benim olmayan hayattan nefret ediyorum. Ben kendi hayatımı istiyorum, iyi ya da kötü."
Korel başını çevirdi ve sessizliğe gömülerek güneşin battığı yere odaklandı. "Diyelim ki orada," dedi güneşin olduğu yeri göstererek. "Geçmişin orada fakat çok kötü bir durumda. Gördüğünde katlanamayacak durumdasın, o kadar kötü bir geçmiş ki sanki gece de gündüz de yok edemiyor o kötülüğü. Yine de o geçmişi ister miydin?"
Bir an söylediklerini düşündüm ve ne istediğime çoktan karar verdiğimi hissettim. "O kötülük bana ait," dedim üzerine basarak. "Neden geceye ya da gündüze gizleyeyim ki? Yüzleşirim, yüzleştiğimde kaldıramazsam onunla yaşamayı öğrenirim. Peki ya sen, Korel Erezli?" diye fısıldadım. "Geçmişin nerede? Hepsi kafanın içinde ve o geçmişle yaşamayı öğrenmişsin. Senin geçmişinin iyi bir geçmiş olduğunu hiç ama hiç sanmıyorum. Görüyorum, hatta hissediyorum."
Okları Korel'e doğru döndürmem onu germişti fakat bunu belli etmek istemiyormuş gibi kahvesinden bir yudum aldı ve yutkunduktan sonra, "Elimde olsaydı," diye mırıldandı. "Bütün geçmişimi değil, tek ama tek bir anı silmek isterdim çünkü o tek anı silseydim, diğer kötülükler de olmazdı."
"O an ne diye soracağım ama söylemeyeceksin, değil mi?" diye homurdandım. "Yine ve yine cevapsız bırakacaksın çünkü belki bana bir açık kapı bırakırsın ve ben her şeyi çözerim, değil mi? Boş versene."
"Bana bak," dedi Korel ve yüzüme doğru eğildi. "Bak bana." Başımı ona çevirdiğimde hemen yakınımdaydı; gözlerindeki hayal kırıklığını hissettim. "Geçmişimden kalan hiçbir acıyı silmek istemezdim, geçmişimden kalan hiçbir öfkeyi silmek istemezdim, geçmişimden kalan ve şu siktiğimin vücudundaki hiçbir izi de silmek istemezdim ama," deyip başını sağa yatırdı. "Vücudumdaki bütün emareleri silmek isterdim. Benim için izlerim ve emarelerim çok farklıdır."
Eli boşta olan elime doğru kaydı; gözlerimin içine bakarak, "Dokun," diye fısıldadı. Elimi sağ elinin üzerine koyduğunda parmaklarıma elinin tersindeki kabarıklıklar çarptı. "Hissediyor musun? Orada emareler var. İşte bu emarelerin oluştuğu anı silseydim, başka emareler hiçbir zaman oluşmazdı."
Başımı eğip elinin tersine baktım ve parmak uçlarımı o kabarık izlerin üzerinde gezdirdim. Bıçak izleri gibi duruyordu fakat dövmelerinden dolayı görünmeyecek durumdaydı. "Neden sadece emareler?" diye sordum.
Korel tebessüm etti. "Çünkü onların hisleri var."
Başımı kaldırıp yüzüne baktığım zaman elinin tersinde gezinen parmaklarımın yüzüne dokunmak için sızladığını hissettim. "Geçmişini hiçbir zaman yok etmek istemezdin, değil mi?" diye sordum.
Sustu, uzun bir süre yüzüme baktı ve elini elimin altından kurtarırken, "Evet," diyerek net bir cevap verdi. "Ben hâlâ geçmişinde yaşayan bir insanım."
"İşte," dedim hiddetle. "Beni anlaman için bir sebep bu, Korel. Benim geçmişim komple yok olmuş durumda; hatırladığım anılar o kadar az ki. Ben varsın gelecekte yaşayayım ama oradaki varlığını hissedeyim."
Korel kahvesinden bir yudum daha aldı ve elini saçlarına sertçe geçirerek, "Peşini bırakmayacaksın," diyerek beni onayladı. "Tamam o halde, geçmişine git."
Nedense içten içe yanımda olmasını istediğimi yeni fark ediyordum ve beni elinin tersiyle itmesi kalbimi kırsa da belli etmeden, "Bana hiç yardımcı olmayacaksın, değil mi?" diye sordum. "Oradasın, geçmişimdesin, bunu artık açıkça dile getiriyorum, sen de kabulleniyorsun ama bana yardımcı olmuyorsun. Sana daha fazla öfkelenmemi, kin beslememi istiyorsun. Kendini affettirmek için hiçbir şey yapmıyorsun. Günlerce yanımdaydın, geçmişimle savaşımı izledin fakat hiçbir şey yapmadın. Neden?" Korel tek kaşını havaya kaldırdı. "Sorgulamaya başladın demek?" diyerek korktuğum yanıtı verdi. "Ne zamana kadar dayanacaksın diye merak ediyordum."
Öfkeyle elimdeki kahveyi yere koydum. "Gerçekten mi?" diyerek ona öfkemi belli ettim. "Sorguluyorum diye ben mi suçlu oldum? Resmen benimle oynadın ve bir de beni suçluyorsun. Sana bir şey diyeyim mi? Bu evde fazla bile kaldım. Emin ol dışarısı bu evden daha güvenlidir."
Bir anda oturduğum yerden kalktım; ani hareketimden dolayı oturduğum sandalye geriye düştü. Umursamadan açık olan dış kapısından eve girdim ve hemen koltuğun yanında duran kıyafetlerle dolu çantama ilerledim.
Korel'in peşimden gelmesini ya da beni durdurmasını beklemiyordum fakat aksini yaptı; evinin kapısının sert bir şekilde kapanmasıyla, "Dur," diye seslendiğini işittim, tabii ki durmadım. Dışarıdaki birkaç kıyafeti çantaya tıkıştırırken tekrar, "Dur," dedi ve kolumu kavrayıp kendine döndürdü. "Konuşacağız."
"Hayır," deyip geriye dönmek istedim fakat iki eliyle de omuzlarımdan kavrayıp dönüşümü tamamen imkânsız hale getirdi.
"Konuşacağız," dedi tekrar. "Sonra istersen gidersin. İstediğin cevapları sana vereceğim."
Kısa bir an yüzüne baktım, o sırada elimde duran tişörtü koltuğa attı ve beni itekleyerek koltuğa oturmamı sağladı. Aynı şekilde yanıma oturduğunda, "Sor," dedi. "İstediğin cevapları vereceğim."
Karşı koymayıp oturduğum yerden onun yüzüne bakmak yerine boş boş yere baktım ve dudaklarımdan birkaç kelime çıkmasını bekledim fakat nedense bu sefer sessiz kalmak istediğimi fark ettim.
"Duyacaklarım beni korkutuyor," dedim yutkunarak. "Öğrenmek istediğime eminim ama öğreneceklerimin bırakacağı hisleri kabul etmek istemiyorum."
"Hiçbir şey canını yakmayacak." Gözlerim yere fırlatılmış boş bira şişesine odaklandı. Kendimi o şişe kadar değersiz hissettiğimi fark ettim. Korel ne düşündüğümü hissetmiş gibi, "Hadi," diye yineledi. "Korktuğun gibi, düşündüğün gibi değil hiçbir şey."
Kafamı aşağı yukarı salladım ve ona dönüp, "Dürüst olacaksın, değil mi?" diye sordum. Saçma bir soruydu, yalan söylese bile dürüst olacağım diyecekti fakat düşündüğümün aksine Korel, "Elimden geldiğince dürüst olacağım," diyerek ucu açık bir cevap verdi.
Parmaklarımı avuçlarımın içine kıvırdım; duyacaklarımdan korkmamaya çalışarak, "Beni geçmişten tanıdığın doğru," dedim. Bir cevap bekliyormuş gibi yüzüne baktım fakat herhangi bir cevap vermedi. Bakışlarımı kaçırmamakta ısrar edince de sadece kafasını salladı. "Beni nereden tanıyorsun? Ailemi nereden tanıyorsun? Ablamı, babamı hatta annemi nereden biliyorsun?" Düşünerek cevap vermesini bekledim fakat Korel hızlıca, "Sizi bizzat kendim tanımıyordum," dedi. "Babam ve annem sayesinde sizin aileyi ve seni biliyordum." Susup yüzüme baktı fakat daha fazla cevap beklediğimi fark etmiş olacak ki derin bir nefesi aramızdaki mesafeye yerleştirdikten sonra konuşmaya devam etti. "Babam doktor, biliyorsun, annem ise psikiyatrist. Annen annemle tanışıyordu. Babanı ise babamdan biliyorum." Kaşları çatıldı. "Baban babamdan yardım istemiş, bir şeylerden kaçtığınızı o zaman öğrenmiştim ama benim için çok da önemli değildiniz. Kulaktan dolma dinlediklerimle biliyordum; seni ve ablanı da o şekilde öğrendim."
Gözlerinin içine odaklandım ve dürüstlüğünü ölçmeye çalıştım; yine aramıza kalın bir çit çekmişti ve kendimi o çiti aşabilecek güçte hissetmiyordum. Dinledim, dinlemeye devam edeceğimi bakışlarımla belli ettim.
Hayır, ona körü körüne inanmayacaktım ama onu dinleyecektim.
"Sakın bizim aileye özel bir durum olarak görme bunu. O zamanlar sizin ailenin durumundan bütün psikiyatristlerin ve doktorların haberi vardı. Şunu unutuyorsun Minel, sizin ailenin peşindeki bir seri katildi ve o seri katil zamanında bütün gazetelere konu oldu."
"Ve?" dedim bunları boş vererek. "Babam ne için yardım istemiş, annem ve annen nereden tanışıyor?"
Korel'in dudakları içeriye kıvrıldı. "Annem, annenin psikiyatristiydi ve annen bir denek iken onun testlere tabi olmasını engelledi diye biliyorum." Bakışlarını anlık olarak kaçırdığında bu hareketi gözlerimden kaçmadı. "Babam konusu hakkında hiçbir şey bilmiyorum."
"Yalan söylüyorsun." Verdiğim karşılık Korel'in kaşlarını kaldırmasına sebep oldu. "Biliyorsun."
"Bilmiyorum," dedi sesini yükselterek. "Benden cevaplar istedin ve ben de sana o cevapları veriyorum, bu şekilde mi dinleyeceksin?"
Tekrar yalan söylediğini belirtmek istedim fakat bunun benim zararıma olacağını fark ederek yeniden sessizliğe gömüldüm. "Ablanı," dedi ve sustu, ardından ayağa kalkıp daktilosunun olduğu odaya ilerledi. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde bir gazeteyi kucağıma attı. "Ablanı buradan biliyorum. O zamanlar ablanın ölümü bütün gazetelerde çıkmıştı. Ben de bu gazetede görmüştüm, kulaktan dolma bilgileri birleştirmiştim. Sizin aileyi de tanıyınca her şey oturmuştu."
Kucağıma attığı gazete sararmıştı, oldukça eski bir tarihe aitmiş gibi görünüyordu. Hemen ilk sayfada ablamı bir çocuk havuzunun ortasında yüzü mozaiklenmiş şekilde yatarken gördüm. Altında yazanlar Prometheus'un bir canı daha aldığı ve bu sefer kendi yöntemlerine göre yapmadığını söylüyordu. Yutkunmakta zorlanırken yazıda benim, babamın ve annemin baş harflerini görmem kalbimin oracıkta parçalanmasına sebep oldu.
Aileden geriye kalan kimsenin ortada olmadığı ve cesedin o şekilde bırakıldığı yazıyordu.
"Ablam o şekilde bırakılmış mı?" diye mırıldandığımda elim kalbime gitti. "Biz nereye kaybolmuşuz?"
"Bilmiyorum," dedi Korel; bakışlarının elimdeki gazetede olduğunu gördüm. "Halk tarafından bir mezarlığa gömüldüğünü biliyordum ta ki diğer habere kadar." Kucağımda duran gazeteyi havaya kaldırdı ve altındaki gazeteyi gösterdi. "Biri ablanı gömüldükten beş gün sonra o mezardan çıkarmış."
"Ne?" diye acıyla soludum ve başımı gazeteye çevirdim. Ablamın yüzünün mozaiklendiği bir vesikalık fotoğraf ve yanında boşluk olan bir yüzle manşet olduğunu gördüm. M. K. isimli genç kızın kim ya da kimler tarafından mezarlıktan kaçırıldığının bilinmediği yazıyordu. Mezarlık görevlilerinin o gün hiçbir şey görmedikleri de not düşülmüştü.
"Bu kadar olay..." dedim kısık sesle ve elimi boğazıma sardım. Ablam orada öylece bırakılmıştı ve kimse tarafından önemsenmemişti. Nefes almakta zorlandığımı hissettim ve gözlerimi tavana dikerek acıyla keskin bir nefes aldım. "Bu gazeteleri ne zamandan beri saklıyorsun?"
"Korhan'ın yeni savcı olduğu zamanlardı," diye açıklama yaptı. "Ben saklamadım. Onun gazete koleksiyonu var ve bu konuyla yakından ilgilenirdi, babam da öyle. Dün onlardan gidip aldım."
Ailemizin yaşadığı vahşetin bu kadar göz önünde olduğunu düşünmemem benim hatamdı. Beni, bizi kimbilir daha kimler tanıyordu?
"O zamanlar bütün savcılar, bütün avukatlar, bütün dedektifler sizin ailenin peşindeydi fakat baban sizi öyle güzel kaçırıyordu ki kimse size ulaşamıyordu. Siz onlar için Prometheus'a ulaşacakları bir anahtar gibiydiniz. Özellikle baban seni öyle bir gizliyordu ki adının ve yüzünün böyle olaylara karışmasını istemiyordu."
"Biz Prometheus'tan kaçıyorduk," dedim ve başımı salladım. "Ama aynı şekilde insanlardan da kaçıyorduk." Kulaklarımda babamın kimseye güvenmemem ve kimseyle konuşmamam gerektiğini söyleyen cümleleri çınladı.
"Evet, anlıyorum," diye mırıldandım. "Herkesin bizi merak etmesini, bilmesini, araştırmasını anlayabiliyorum ama sizin aileyle farklı bir bağımız varmış. Bunun sebebi neydi?"
Korel sessizce yüzüme baktı ve kafasını bir kere iki yana sallayarak bilmediğini belli etmeye çalıştı. "Peki ya sen?" dedim okları ona döndürerek. "Neden o Anekdot Merkezine benim için geldin?"
Korel kaşlarını çattı, dudaklarını alaycı bir gülümseme aldı. "Ne?" Yüzündeki şaşkınlık o kadar gerçekçiydi ki kurduğum cümleyi sorgulamak zorunda kaldım. "O merkeze senin için geldiğimi mi düşünüyorsun?" Hiçbir şey söylemeden yüzüne baktım ve bu düşüncemin sebebini kendi içimde sorguladım. "Orada dur, Turuncu, öyle bir şey yok. Ben o merkeze kendi hesaplaşmam için geldim, seninle hiçbir ilgisi yoktu, her şey tesadüften ibaret."
"Bu düşünceye inanmamı bekliyor musun gerçekten?" diye sordum ama çoktan kafamın içinde sorgulamaya başlamıştım.
"İnan ya da inanma," dedi omuzlarını silkerek. "Seni hayatımın merkezinde bu kadar hissettiren ne? Neden senin için o merkeze geleyim?"
Bir noktada haklıydı. Korel'in hayatında neden kendimi bu kadar önemli hissediyordum ki? "Biz seninle geçmişte tanışmadık mı?" diye sordum fakat bu soru Korel'in olduğu yerde gerilmesine sebep oldu. "Ben sanıyordum ki," dedim çaresiz bir sesle, "biz seninle geçmişten tanışıyoruz ve sen o merkeze benim için geldin."
Korel başını çevirdi, gözlerimin içine bir süre baktı. Bu bakış, gözlerimin içinde, en derinde hissettiğim acıları görebilecek kadar kaygılıydı fakat bir o kadar da alaycı bakıyordu. Hangi duygunun gerçek olduğunu bilmiyordum fakat Korel, "Öyle bakma," diyerek beni tersledi. "Bana böyle bakmanı yasaklıyorum."
"Nasıl?" dedim ve bakışlarımı düzeltmeye çalıştım fakat Korel'in yüzündeki ifade silinmedi.
"Böyle işte," dedi ve birden ayağa kalktı. "Sanki hayatının anahtarı benmişim gibi, hayatın bana muhtaçmış gibi bakmaktan vazgeç. Senin için o merkeze gelmedim. Seninle hiçbir bağımız yoktu, sen sadece gazetelere manşet olan o ailenin zavallı küçük kızıydın. Seni gördüğümde bile ufaktın, sen de ailen de umurumda değildiniz."
Cümleleri bir neşter gibi kulaklarıma değil de sanki kalbime saplandı ve acı içinde gülümsemek zorunda kaldım. "Zavallı kız," dedim söylediğini tekrar ederek. "Bana hiç kimse değil, amcam bile değil, en çok sen beni tanıyormuş gibi yaklaştın; ben bu yüzden seni bir anahtar olarak gördüm." Ben de ayağa kalkıp ona doğru yürüdüm. "Sen de bana öyle bir baktın ki, gözlerinde geçmişimi yaşatıyorsun sandım. Ben seni ilk gördüğümde de, ilk konuştuğumda da sadece geçmişimin sesini duydum. Bana beni tanıyormuş gibi bakan, bana her şeyin sorumlusu gibi bakan sendin. Beni suçlayamazsın."
Korel alayla yüzüme bakmaya devam etti fakat gerçekten bana bakmıyormuş gibiydi. "Sana öyle gelmiş," dedi acımazsızca. "Geçmişini istemişsin, kendine kurban seçmişsin ve o kurban ben olmuşum. Evet, seni ilk gördüğümde tanıdım ama bu kadar. Kafandaki pembe dizi formatında senin için o merkeze gelmedim, bilerek senin karşına da çıkmadım. Aksine, benim sürekli karşıma çıkan sendin."
"Korel," deyip gözlerimi kapattım. "Lütfen bana dürüst ol.
Geçmişimin neresindesin?"
Kapalı olan gözkapaklarıma rağmen hareketlendiğini hissettim, derin nefesini işittim. Bir süre sessiz kaldı, ardından çenemde elinin varlığı belirdi ve gözlerimi açtığımda yüzü yüzüme o kadar yakındı ki hafifçe irkildim. "Geçmişinin hiçbir yerinde değilim. Biz şu anın içindeyiz."
"Neden o zaman?" dedim öfkeyle ve çenemi kavrayan elini yakaladım. Tırnaklarım elinin tersine geçerken Korel sadece gözlerimin içine bakıyordu. "Madem ben sana geldim, neden beni gerçekten kovmadın? Neden beni her fırsatta 'mucizevi' bir şekilde ortaya çıkarak kurtardın? Her şeyden önce," dedim ve tam gözlerinin içine meydan okuyarak baktım, "neden bana geçmişimi anlatmadın ve her şeyin kendiliğinden ortaya çıkmasını bekledin? Madem ben öylesine zavallı küçük bir kızdım senin için, ilk gördüğün gün gelip neden beni geçmişinden tanıdığını söylemedin. Bu gazeteleri yüzüme atmadın?"
Korel'in çenemi kavrayan eli aşağı indi ve hızlıca elini elimden kurtardı. Kurumuş yaprak sarısı gözlerinde yine fırtınalar çıkmaya başladı ve bütün o yapraklar uçuştu. Yapraklar uçarken, yüzüme keskin tarafları çarpıyormuş gibi hissettim ve o korktuğum, tam da aklımdan geçen ve beni yıkan o cümleyi kurdu.
"Sana acıdım."
Tek bir kelime, o kelimenin bulunduğu cümle bir insanın kalbini kanatabilir miydi? Kalbimin tek bir darbeyle kanadığını, parçalandığını ve o parçalardan Korel'in cümlesinin zehrinin aktığını hissettim. Yüzüm acının en koyu rengini alırken susmadı ve devam etti.
"Hiçbir şeyi hatırlamıyordun, oradaydın, hayatındaydın. Hatta bana geçmişi hatırlamak isteyip istemediğini bile bilmediğini söyledin. O kadar acınası bir haldeydin ki sana geçmişini söyleyemedim."
Bir ses zehirli olabilir miydi? Sesi zehirliydi, her konuştuğunda parçalanan kalbimin üzerine katran dökülüyordu. Susmadı ve devam etti.
"Ve kimsesizsin," dedi kelimenin üstüne basarak. "Yanında kimse yok. Seni geçmişinle yüzleştirmek, kimsesizliğinle bir kez daha yüzleştirmek demekti."
Bir bakış bu kadar zehirli olabilir miydi? Bakışları zehirliydi. Bana öyle bir bakıyordu ki kendimi dünyanın en acınası kadını gibi hissetmiştim; o kadar acınasıydım ki gözünde, bu beni büyük bir gerçekle yüzleştirmişti.
"Biliyor musun?" dediğimde boğazımın acıyla kuruduğunu hissettim. "Kimsesiz olduğumla yüzleşmek, acınacak durumda olduğumla yüzleşmekten daha az canımı yakardı." Geriye bir adım atıp onun merkezinin dışına çıktım. "Korel," dedim, sesim titriyordu; ilk defa, uzun bir süre sonra ilk defa gözyaşlarım akmak için yarışa girmişlerdi. "Hiçbir zaman beni zavallı bir kız olarak gördüğünü ve acıdığını unutmayacağım ve bir daha beni asla zavallı bir kız olarak göremeyeceksin. Bana bir daha asla acıyamayacaksın."
Korel'e arkamı dönüp tam karşıma bakmaya başladım. Kısa bir zaman öyle durduktan sonra Korel'in, "Gerçeklerle yüzleşmek sana hep zor geliyor," dediğini duydum. "Sana ayna olmam hep zoruna gidiyor ama ben tamamen dürüsttüm ve sana ayna oldum. Kendinden kaçamazsın."
Bunu istemiyordum, ağlamak istemiyordum. Şimdi bu konumdayken ağlayıp daha fazla acınası bir hal almayı hiç istemiyordum, gözyaşlarım da inatla akmıyorlardı.
Cevap vermeden kıyafetlerimi tıkıştırdığım çantama ilerledim; biliyordum ki cevap verirsem sesim titreyecekti, konuşmaya devam edersem bir damla yaş belki de inadı bırakıp akacaktı.
Ben o bir damla yaşı öldürmek için dilimi bile koparmak istiyordum.
"Gidecek misin?" dedi Korel ve bir eliyle çantamı tuttu. Başımı eğdiğim yerden kaldırmadım, sertçe yutkundum. "Gidecek yerin yok, bir süre burada kalıp yolunu çiz. Sonra istersen gidersin."
Hiçbir şey söylemeden kafamı aşağı yukarı salladım ve düşüncelerime bir yön vermeye çalıştım. "Burada kalmamı da bana acıdığın için mi söylüyorsun?" diye sordum sadece. Sesim o kadar kısık çıkmıştı ki duymuş olabileceğinden bile şüphelendim.
"Hayır," dedi net bir sesle. "Bu acıma değil. Gidip bir otelde kalman yerine burada kalmanı istiyorum sadece, o kadar."
Düşüncelerimin arasından sıyrılan bir çığlık, bütün dürüstlüğüyle karşımda dikildi ve ulaşmak istediğim geçmişte elimde olan tek yolun Korel'in yanında kalmak olduğunu söyledi. Başka hiç kimse ya da hiçbir şey beni geçmişime götürecek yolu göstermezdi.
Korel Erezli'nin yanında kalmaya devam edecektim ama bu sefer ben de planlarıma göre hareket edecektim, ben de bu sefer çıkarlarımı göz önüne alacaktım.
Korel Erezli'yi kullanacaktım.
Başımı kaldırıp bir süre sonra ilk defa yüzüne baktım, bana ilgiyle bakıyordu.
Gözlerinin içine her baktığımda böyle hissetmeme sebep olan neydi? Ne olursa olsun, Korel'e ne zaman baksam aynı duyguyu hissedecekmişim gibi geliyordu.
Yoğun bir histi, tahmin edemeyeceğim kadar büyük bir duyguydu; ne yaparsam yapayım yine de o duyguya teslim olacakmışım gibi hissediyordum.
"Kalacağım," dedim tek bir nefeste. "Sen de bana yardımcı olacaksın."
"Bildiğim her şeyi anlattım."
Hayır, Korel Erezli bana her şeyi anlatmamıştı, bunu biliyordum. Belki de Korel Erezli bana her şeyi bütün dürüstlüğüyle anlatmamıştı çünkü artık ona körü körüne inanmayacaktım. Çizdiği yollardan yürürken kendi çıkarımlarımda bulunacaktım. Dikenli yolları benim için çizecekti, ben o dikenli yollardan geçerken onu da yanımda götürecektim. Korel Erezli'nin unuttuğu bir şey vardı; bir gün geçmişimi hatırlarsam eğer o dikenli yollarda artık benim değil, onun canı yanacaktı çünkü artık dikenler bana batmayacaktı.
Korel Erezli'ye ben de artık tamamen dürüst olmayacaktım.
"Sen anlattın," deyip çenemi dikleştirdim. "Korhan Erezli ve babanla konuşmak istiyorum. Bunu sağlayabilir misin?"
Korel yüzüme dikkatlice bakıp, "Bunu isteyeceğini biliyordum," dedi.
"Yani?" dedim kaşlarımı kaldırarak. "Onlar da beni tanıyor hatta anlattığına göre senden daha iyi tanıyorlar. Bunu sağlayacak mısın?"
Korel'in karşı çıkmasını bekledim fakat, "Onlarla konuşurum," deyip başını salladı. "İsterlerse onlarla da konuşursun."
"Konuş," dedim hiddetle. "Hemen şimdi. Artık daha fazla zaman kaybetmek istemiyorum. Birkaç gün içinde Eskişehir'e, fotoğrafın arkasındaki adrese gideceğim. Oraya boş bir kafayla gitmek istemiyorum."
İç sesim kendimi bilerek kasırgaların ortasına attığımı söylüyordu fakat umurumda değildi. Hangi yoldan yürümemi istiyorlarsa o yollardan yürüyecektim; ortada kocaman bir yanlış, kocaman bir yalan olabilirdi ama elbet ufak bir doğruyla karşılaşacağımdan emindim.
Korel gözlerini devirdi ve kafasını iki yana sallayarak hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. Tekrar daktilonun olduğu odaya gidip kapısını kapattı. O oda Korel'in kâğıtlara yazdığı alfabe ile bana verilen mektuptaki alfabenin aynı olduğunu tekrar tekrar hatırlattı.
Bunu sormayacaktım, bunun peşine kendim düşecektim.
Buzdolabına ilerleyip kapağını açtığımda sadece alkolle karşılaştım. Kaşlarım çatılırken, rafta duran tekila şişesinden ve dolabın içindeki küçük tekila bardaklarından aldım. Buzdolabını ayağımın tersiyle kapattıktan sonra yarısına kadar inmiş olan tekila şişesinin kapağını açıp küçük bardağa doldurdum.
Keskin koku burnuma dolup yüzümün ekşimesine sebep oldu fakat bunu umursamadım, kafamın içindeki seslerin biraz yumuşamasına ihtiyacım vardı. Sanki ayık kafayla hiçbir şeyin farkında olamayacakmışım gibi hissediyordum.
Korel Erezli'yi daha net anlamaya başlamıştım; sürekli sarhoş olmak istediğimi fark ettim.
Bardağa doldurduğum tekilayı limon ve tuz olmadan kafama dikince, "Iyy," diye yüzümü buruşturdum ancak birkaç saniye sonra boğazımda bıraktığı yanmanın hoşuma gittiğini fark ettim. İkinci bardağı da doldurdum ve düşünmeden onu da kafama diktim. Ağzımda bıraktığı yanma hissi yüzümün gülümsemesini sağladı.
Ben üçüncü bardağı doldururken Korel odadan çıktı, benimle göz göze geldikten sonra bakışları önümde duran şişeye kaydı. Gözleri şaşkınlıkla aralanırken omuzlarımı silktim ve üçüncü bardağı da kafama diktim.
İlk baştaki kadar kötü gelmeyen tat yine de hafifçe midemi bulandırmaya başlamıştı ve boğazımdaki yanma daha fazla artmıştı.
"Yok artık," dedi Korel ve güldü. "Hadi oradan. Ne yapıyorsun sen?"
"Korel Erezli oluyorum," dedim ve bir adım atmak istediğimde zihnimin hafifçe uyuştuğunu hissettim. "İyiymiş."
Korel çıktığı kapıyı kilitledi ve bana doğru yürümeye başladı. O odanın kapısını her zaman kilitli tutuyordu.
"Demek artık kafanı ayıkken kaldıramıyorsun, aynı benim gibi," dedi dalgayla ve yanıma geldi. Masada duran tekila şişesini eline alıp hiç ummadığım anda kafasına dikerek birkaç yudum içti. Şişeyi indirirken elinin tersiyle ağzını sildi. "Düşün, ben de ne kadar kaldıramıyorum."
Kaşlarım çatıldı. "Bu kadar Korel Erezli olamam sanırım," dedim ve omzumu kaldırıp indirdim. "Konuştun mu?"
Kafasını aşağı yukarı salladı. "Evet." Tekila şişesinin kapağını kapatıp şişeyi buzdolabına koydu. "Sarhoş olmanı istemiyorum çünkü bu akşam dördümüz yemeğe çıkacağız."
Gözlerim irileşti. "Hemen bu akşam," deyip onay bekledim. Kafasını salladı. "Vay..." Gülümsedim. "Bu kadar hızlı olmanı beklemiyordum."
Korel küçük bir çocuk gibi güldükten sonra, "İkisi de seninle konuşmaya meraklı zaten," dedi. "Onlar için hâlâ bir cevher gibisin."
"Öyle mi dersin?" dedim onun klasik cümlesini tekrar ederek. "Keşke onlara sorgulayan tarafın ben olacağımı da söyleseydin."
Korel ikinci defa gözlerini devirdi, dediğimi duymazdan gelerek, "Büyük ihtimalle çok abartılı, şık, para kokan bir yere gideceğiz," dedi. "Babam paspallıktan, kuralsızlıktan hoşlanmaz.
Kuralları olan bir adamdır. Şık bir şeyler giyin."
"Yok ya?" dedim küçümseyerek. "Bana ne senin babanın nasıl insanlardan hoşlandığından, nasıl kuralları olduğundan? Ben kendim gibi gideceğim, ona göre hareket edemem."
"Turuncu," deyip bıkkın bir nefes verdi. "Eğer babamın seni ciddiye almasını istiyorsan, babamın seni önemsemesini istiyorsan, babamın seni dinlemesini istiyorsan onun istediği gibi davranmak zorundasın. Babamı tanımıyorsun, o tanıdığın kimseye benzemez." İşaretparmağıyla şakağımdan itekledi. "Çalıştır saksıyı. Eğer bir şeyler istiyorsan kendinden ödün vermeden o şeyleri alamazsın."
Kaşlarım çatıldı. "Babanı gördüm," diye homurdandım. "Soğuk, mesafeli ve insanları bozmak için fırsat kollayan bir adam gibi; ayrıca yanıma şık hiçbir kıyafet almadım, kotum ve tişörtümle gideceğim."
"Babam başkalarının ne düşündüğünü umursar," dedi; o saniye babasına karşı duygularını ölçmeye çalıştım. "Götüreceği yer eminim tanındığı bir yer olacaktır. Senin o şekilde gitmen onun da kötü görünmesine sebep olur. Bir kere karşı çıkmadan ayak uydursan ne olacak?"
Yüzüne bakıp, "Korel," diye şaşkınlıkla soludum. "Sen kuralları olmayan, kimseyi dinlemeyen bir adamsın ama babanın sözünü dinliyor, o ne istiyorsa yapıyor musun?" Başımı iki yana salladım. "Ondan korkuyorsun."
Korel'in çenesi seğirdi, kaşları düz bir çizgi halini aldı. "Haddini bil!" diyerek terslendi. "Kendi geçmişinin peşine düşerken beni de mi merak etmeye başladın yine?" Sorusu balyoz gibi kafama indi. "Ayrıca ondan korkmuyorum ve söylediğim cümleyi yineliyorum: Eğer bir şeyler istiyorsan kendinden ödün vermeden o şeyleri alamazsın."
"Seni artık merak filan etmiyorum." Yalan söylemiştim, onu deli gibi merak ediyordum ama artık bunu yansıtmaya niyetim yoktu. "Tek derdim kendimle, sen umurumda bile değilsin. Ayrıca anlamıyor musun? O tarz bir kıyafetim yok. Ne yapacağım?
Kendime kıyafet mi dikeceğim?"
"Hım," dedi çenesini kaşırken, ardından dalgayla söyleyeceği bir cümlenin geleceğini anladım. "Duygu'nun birkaç kıyafeti var bu evde, onlardan giymek ister misin?" Yüzümün renginin değiştiğini hissettim, o da görmüş olacak ki muzip bir ifadeyle güldü. "Gerçi onun etekleri bile sana elbise olur."
"Ha ha ha!" diyerek elimi karnıma götürdüm. "Mizah seviyen eksilerde sürünüyor. Sen de babanın yanına giderken papyon tak, cuk oturur şu esprilerine."
Elini saçlarına geçirdi. "Tamam," deyip konuyu kapattı. "Üzerime bir şeyler giyeyim, sonra çıkıp sana kıyafet alalım, oradan yemeğe geçelim."
"Yok artık ya," diye homurdanıp mutfaktaki sandalyeye oturdum. "Cidden inanamıyorum."
Korel yatağının yanındaki dolaba doğru ilerlerken, "İnan, inan," diye mırıldandı. "Korel Erezli'nin dünyası bu, tekila şişesinden iki-üç bardak içmeye benzemez."
Giysi dolabını açtı; bir süre içine baktıktan sonra bir gömlek çıkardığını gördüm. Orada daha fazla bulunmamak için banyoya ilerleyerek ona arkamı döndüm. Banyoya girip kapıyı kapattığımda Korel'in arkamdan sessizce bir şeyler söylediğini duydum fakat duymazdan geldim.
Elimi yüzümü yıkayıp dişlerimi fırçaladıktan sonra aynada kendimle göz göze geldiğimde iki günden beri ilk defa kendime baktığımı fark ettim.
Göz altlarım mosmor olmuştu, gözlerimin içi kıpkırmızıydı. Yanaklarım büyük ihtimalle alkolden dolayı al aldı ve saçlarım dağınık bir şekilde yüzüme dökülüyordu. Dudaklarım hiç olmadığı kadar çok kurumuştu.
Kaşlarımı çattım. Saçlarımı parmaklarımla taradıktan sonra –Korel'in tarağı yoktu– sağa yatırarak açık bıraktım. Yüzümü bir kere daha yıkayıp banyodan çıktım ve o an Korel'in de banyoya ilerlediğini gördüm.
Gözlerim kocaman açılırken, dudaklarım aralandı. "Yok artık," diye şaşkınlığımı belli ettim.
Altında siyah bir pantolon vardı; kot değil, keten kumaştandı. Uzun bacaklarını ortaya çıkaran pantolonun üzerinde asker yeşili, keten bir gömlek vardı. Gömleğini pantolonun içine sokup kemer takmıştı. Evet, o gömleği pantolonun içine sokmuştu. Boynundaki siyah kravatı takmakla uğraşırken başını kaldırıp bana baktığında yüzümdeki şaşkınlığı gördü.
Gömleğin boynundan dışarıya uzanan dövmeleriyle, saçlarının dağınık görüntüsüyle ve bu tarzıyla... Korel'le dalga geçmek istedim fakat bunu başaramadım.
Korel Erezli gerçekten çok çekici görünüyordu.
"Ne bakıyorsun, Minik?" dedi kaşlarını çatarak. Çekici göründüğünün farkında bile değildi; hep dağınık olan o saçları bile bu kıyafetleriyle daha çekici gelmişti. Bakışlarımı üzerinden ayırmakta zorlanırken yüzündeki kızgınlığın farkındaydım. "Biraz daha öyle bakarsan boyunu biraz da ben kısaltacağım."
"Hiç," dedim ve elimle dudaklarıma takılan tebessümü kapatmaya çalıştım. "Şaşırdım sadece, ilk defa seni böyle görüyorum. Çok ciddi ve..." Kelimeyi bulamadığım için sustum. "Ve?" dedi. "Komik mi görünüyorum?" Sadece, "Hayır," deyip konuyu kapattım.
"İyi," dedi; halinden ve kıyafetinden hiç mutlu olmadığını ses tonundan anladım. "Beş dakikaya çıkalım, geliyorum hemen."
Beş değil yaklaşık üç dakika sonra Korel banyodan çıktığında dağınık saçlarını düzelttiğini fark ettim. Kravatını ise yamuk bağladığını görünce içten bir kahkaha attım.
Korel'in kaşları çatıldı. "Ne gülüyorsun?" diye öfkeyle soludu.
"Kravatını düzelt," dedim gülüşümün arasından. "Mutlu olmadığını da bu kadar belli etmesen keşke."
Korel cevap vermek yerine kravatını düzeltip dış kapıya yürüdü. Peşinden ilerlerken yüzümdeki gülümseme bir an bile silinmedi. Ben motosiklete doğru yürürken, Korel evin arka tarafındaki taksiye doğru ilerlemeye başladı.
"Motosiklet?" dedim dudaklarımı bükerek.
"Tekrar pembe külot krizini mi yaşayalım?" diye sorunca kızarmama sebep oldu. Gülüşüme karşı yaptığı bu atak yüzümdeki ifadenin değişmesine sebep olunca kaşlarımı çattım.
"Taksi çağırdım."
Taksiye bindiğimizde Korel bildiğim bir alışveriş merkezinin adını taksi şoförüne verdi ve başını pencereye çevirip dışarıyı izlemeye başladı. Ben de konuşmaya çalışmayıp aynı şekilde dışarıyı izlemeye başladım.
Kısa bir süre sonra alışveriş merkezinin önüne geldiğimizde arabadan ilk inen Korel oldu, ardından ben indim. Beraber alışveriş merkezine girdiğimizde onun da benim de ağzımızı bıçak açmıyordu.
"Nasıl bir kıyafet giyeceğimi bilmiyorum," dedim dürüstçe. "Böyle şeylerden pek anlamam, yardımcı olacak mısın?"
Korel sanki başka bir dilde konuşmuşum gibi bana baktı ve ağzının içinde İspanyolca birkaç kelime döndürdükten sonra, "Benimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordu. "Oradan modacı gibi mi görünüyorum?"
"Of!" dedim öfkeyle ve önden yürümeye başladım. Alışveriş merkezinin içi çok kalabalık değildi fakat çarpmak zorunda kaldığım birkaç kişinin arkamdan söylendiklerini duydum. Birkaç kadının da Korel'e ilgiyle baktığını gördüm; Korel ise bunun farkındaysa bile farkında değilmiş gibi davranıyordu, bundan adım kadar emindim.
"Tamam, dur," deyip kolumu kavradı. "Dans ettiğimiz yere giderken güzeldin, o tarz bir şeyler bakabiliriz."
Gözlerim kocaman açılırken, "Sen bana iltifat mı ettin?" diye sordum; kelime defalarca kafamda döndü. "Güzeldin mi dedin?" Korel'in yüzü değişti. "Elbise iyiydi," dedi, ardından toparlamaya çalıştı. "Şık işte. Olmuştu." Elini düzeltmeye çalıştığı saçlarına geçirdi ve karıştırarak o düzgün halini bozdu. Korel'in saçlarının dağılmış halini daha çok seviyordum. "Gel, şuraya bakalım."
Hemen karşıdaki mağazaya soktu; bu mağazayı da fiyatlarını da bildiğim için yüzümü buruşturmak zorunda kaldım. "Burası çok pahalı, bütçeme uyacağını sanmıyorum."
Korel güldü. "Hadi," diyerek beni omzumdan itekledi. "Mağaza mağaza gezelim mi istiyorsun? Gürkan'ın kredi kartı bende, onunla öderiz."
Elimi alnıma çarpıp, "Daha kimlere kimlere rezil olacağım?" diye homurdandım. "Gürkan'a da elbiseyi kendime aldım dersin artık."
Korel sinirlendi; bir şey söylemek için ağzını açtığında mağaza çalışanı yanımıza geldi. "Merhaba, yardımcı olmamı ister misiniz?" Göz ucuyla Korel'e bakıp baştan aşağı süzdü. "Hoş geldiniz."
Korel sadece başını salladı. "Çok iyi olur," dedim ellerimle oynayarak. "Biraz acelemiz var ve şık, bedenime uyan bir elbise arıyorum. Uygun bir tane bulabilir miyiz?"
Kız bakışlarını Korel'den ayırdı ve bana bakıp baştan aşağı süzdü. Büyük ihtimalle kafasının içinde Korel'le benim boy farkımızı ölçüyor, kendi kendine dalga geçiyordu. Uzakta kalan iki çalışan da bizi izliyordu. Biz bu mağazadan çıktıktan sonra arkamızdan epey dalga geçeceklerinden emindim ya da benim özgüvenim gitgide azalmaya başlamıştı.
"Tabii," dedi kadın. "Boyunuz kaçtı?"
Korel'in homurdandığını hissettim ve başımı çevirdiğimde sırıttığını gördüm. "Bir altmış," dedim sadece kızın duyabileceği şekilde ve tabii kız duymadı. Tek kaşını kaldırıp tekrar duymak istedi.
"Bir altmış," dedi Korel arkadan atlayarak.
Öfkeyle gözlerimi kapatıp açtım fakat kız dalgayla bakmak yerine saygılı bir ifadeyle yanımızdan ayrılıp elbiselerin asılı olduğu askıya ilerledi.
"Sana ne benim boyumdan koca adam," dedim dişlerimi sıkarak. "Zürafa."
"Falan filan," dedi Korel ve alayla bakmayı sürdürdü.
Kız yanımıza üç tane elbiseyle gelip beni giyinme kabinine yönlendirdi. Korel'e arkamı dönüp kızla yürürken arkamdan baktığına adım gibi emindim.
Kız kabinin içine üçünü astı ve dışarı çıkıp kabine geçmemi bekledi. "Teşekkür ederim," diye mırıldandıktan sonra kıza dönüp, "Kıyafetlere uygun topuklu ayakkabı da varsa getirir misiniz?" dedim sevecen bir sesle. "Sevgilimin boyuna yetişmek değil amacım ama yanında biraz daha uzun görünmek hoşuma gidiyor." Canım eğlence istemişti ve kızın değişen yüz ifadesi daha da eğlenmemi sağlamıştı. "O beni böyle sever ama ben topuklu ayakkabılarla daha rahat hissedeceğim." Korel bizi uzaktan izliyordu.
Kızın gözlerinin içinden hayal kırıklığı geçerken bütün umutlarının yıkıldığını da gördüm. Birazdan ben kıyafetlerimi denerken diğer çalışanların yanına gidip bunu paylaşacağını da adım gibi biliyordum.
"Tabii ki," dedi kız. "Siz kıyafetleri deneyin, ben ayakkabıyı getiririm. Kaç numara giyiyorsunuz?"
"Otuz beş," dedim ve sıcak bir tebessümle kabinin kapısını kapattım.
Gözlerim elbiselere kaydığında ikisinin siyah bir tanesinin de krem rengi olduğunu gördüm. Kremden vazgeçtim çünkü açık renk giymek istediğimi hiç sanmıyordum. Siyah olan birini elime aldım ve modeline bakmadan giydim. Aynaya baktığımda dudaklarım aralandı; kendimi ilk defa böyle gördüğüme kanaat getirdim.
Siyah elbise dizlerimin hizasındaydı; önünde ve arkasında oldukça derin bir yırtmaç vardı. Elbisenin üstü dardı, göğüslerimi belli edecek kadar yapışmıştı. İnce bir ipin tuttuğu elbisenin sırtında derin bir dekolte vardı. Elbisenin şıklıktan öte seksi olduğunu görmek, çalışan kıza karşı dişlerimi sıkmama neden oldu. Rezil olmam için bana böyle bir kıyafet getirdiğinin çünkü yakışmayacağından emin olduğunun farkındaydım. Belki de yine kafamda kuruyordum, neden böyle birine dönüşmüştüm?
"Hanımefendi?" dedi çalışan kız kapıdan. "Ayakkabıları kapının önüne bırakıyorum."
Hiçbir şey söylemedim; kapıyı hafifçe açıp yerdeki siyah stilettoları aldım ve sertçe kapattım. Ayakkabıları giyerken kaç kilo verdiğimi düşündüm. Bedenim oldukça zayıf görünüyordu.
"Hadi!" diyen Korel'in sesini duydum, ses tonu öfkeli geliyordu. "Saatlerce seni mi bekleyeceğim ben?"
"Bilemiyorum Korel," dedim tereddütle. "Bu elbise çok şey oldu bana..." Söylenmek istemedim ve sustum. "Çıkıyorum şimdi."
Önüme gelen saçlarımı geriye attım ve aynaya sırtımı dönerek kabinin kilitli kapısını açtım.
Korel kapıyı, "Açsana şunu," diye homurdanarak itekledi ve o an göz göze geldik.
Korel baktı, başını çevirdi ve bir daha baktı. Evet, ilk defa böyle bir sahneyi canlı canlı yaşıyordum ama bunu yaptı. Ayakkabılarımdan başlayıp yukarıya tırmanırken bakışları kısıldı ve gözleri arkamdaki aynadan sırtıma çarptı.
"Bu çok..." dedim ve avuçlarımı tırnaklamaya başladım. "Yani bilemiyorum. Çok mu fazla oldum?"
Korel hiçbir şey söylemeden izlemeye devam etti; gözleri bir sırtıma çarpıyordu, bir yüzüme bakıyordu. Etek kısmındaki yırtmaçla bakıştığında dudaklarından çıkan tek kelime ise, "Büyümüşsün," oldu. Kafasını aşağı yukarı salladı. "Artık o küçük kız değilmişsin, yeni fark ediyorum."
Beni yeni mi görüyordu gerçekten? Tek bir elbiseyle bütün çocukluğum gitmiş miydi, yoksa Korel'i dürten bu elbise mi olmuştu?
"Bence güzel oldu," dedi çalışan kız ve Korel'e baktı. "Sevgiliniz onu topuklu ayakkabı olmadan da beğendiğinizi söyledi ama topuklu ayakkabıyla da çok şık oluyor."
Çalışan kızın yüzüne baktığımda yanaklarıma kanın sıçradığını fark ettim. Kızın bunu bilerek yaptığına emindim.
Korel'in kaşları havalandı, dudağı sağa doğru kaydı, yüzünde bir tebessüm oluştu. Bakışlarımı Korel'den utançla ayırırken o, "Öyle," dedi çalışan kıza. Beni bozmadı, Korel ilk defa beni rezil etme girişimininde bulunmadı ve yaptığımı kabullendi. "Sevgilimi her şekilde beğeniyorum."
Yüzümün kıpkırmızı göründüğünün farkında olarak, "Ben bunu çıkarayım artık," dedim fakat Korel hızla, "Hayır," diye karşı çıktı. "Alıyoruz."
Hiçbir şey söylememe fırsat vermeden kasaya yürüyüp cebinden cüzdanını çıkardı. Peşinden gitmeden önce kabindeki kıyafetlerimi almak istedim fakat Korel çalışan kıza dönüp samimi bir sesle, "Bu kıyafetler burada kalsa olur mu?" diye sordu.
"Acelemiz var da."
Sesi o kadar yumuşak, o kadar samimi geliyordu ki şaşırmadan edemedim.
"Tabii ki," dedi çalışan kız. "Sevgiliniz çantasını alırsa memnun kalırız, böyle konularda sorumluluk almak istemiyoruz."
Korel bana döndü ve üzerimdeki kıyafete hiç de uymayan çantayı işaret ederek almam gerektiğini belli etti. Dışarı çıkarken giydiğim ince ceketi ve çantamı elime alıp Korel'in yanına yürüdüm.
Korel yüklü miktarda parayı karttan çektirdi ve işimizi halledip mağazadan çıktık. Ayakkabılarımdan dolayı yürümekte zorlanıyordum ve yavaş yürümeye çalışıyordum; Korel de şaşırtıcı bir şekilde bana ayak uydurmaya çalışıyordu.
Ona hiçbir şey söylemeden alışveriş merkezindeki rasgele bir tuvalete girdim ve ellerimle lavabonun kenarlarına tutunup kendime baktım. Elbisem ne kadar çekici dursa da yüzümdeki renk gitmişti ve oldukça halsiz görünüyordum.
Çantamdan çıkardığım birkaç makyaj malzemesiyle dudaklarımı ve yanaklarımı renklendirdim, ardından tuvaletten çıktım.
Korel yüzüme yaptığımı fark ettiyse de hiçbir şey söylemedi, yürümeye devam ettik.
Elimdeki çantayı siyah ceketimle kapattım ve bu şekilde daha şık görüneceğime karar verdim. Alışveriş merkezinden çıktığımızda Korel'in taksi çağırmasını bekledim fakat o bir arabaya doğru yürümeye başladı, ben de peşinden ilerledim.
"Merhaba Korel Bey," dedi takım elbiseli bir adam. "Babanız sizi restoranda bekliyor."
Lanet olsun, bu kadarı fazla değil miydi? Korel'in gerçekten böyle bir hayatı mı vardı? Hayır, Korel bu hayatı kabul etmiyordu. Belki de babasının, ağabeyinin kredi kartlarını kullanabilirdi ama bunu bile tercih etmiyordu.
Korel başıyla selam verdiğinde takım elbiseli adam başıyla beni de selamladı. "Merhaba Minel Hanım." Lüks arabanın arka kapısını açtı ve geçmemi bekledi.
"Merhaba," diye şaşkınlıkla soluduktan sonra arabaya bindim. Hemen arkamdan Korel de bindiğinde adam kapıyı kapattı.
"Korel," dedim sessizce ama bağırıyormuş gibi çıktı sesim. "Ne bu? Senin baban mafya filan mı?"
Korel kafasını iki yana salladı. "Korel Erezli'nin dünyası," dedi. "Bu da ailemin dünyası."
Takım elbiseli adam sürücü koltuğuna oturup arabayı hareket ettirdi.
"Bu kadarı çok fazla ama," dedim ve kaşlarım çatıldı. "Siz bu kadar zengin misiniz?"
"Ben hariç ailem lüksü çok sever," dedi Korel. "Babamın zenginliği sadece doktorluğundan gelmiyor. O lüks için yaşar, hayatı bu şekilde olmasaydı da olsun diye elinden geleni yapardı."
Kafamı aşağı yukarı salladım ve sürücü koltuğundaki adam duymasın diye biraz daha eğilerek, "Sen neden böylesin peki?" diye sordum.
Korel başını çevirip bana baktı ve tek kaşını havaya kaldırdı. "Ben o çerçevelerin içine yapay fotoğraflar koymak yerine onları boş bırakıyorum; babam ise yapay fotoğraflarla o çerçeveleri süslüyor." Gözlerimin içine biraz daha derin baktı. "Ama hepimiz özümüzde aynıyızdır."
Köprüden karşıya geçtiğimizi fark ettiğimde oldukça uzak bir yere gittiğimizi anladım. Zaman geçtikçe Korel olduğu yerde daha fazla kıpırdanıyor ve daha çok geriliyordu. Hava oldukça serindi ama ensemin terlediğini hissediyordum. Oturduğum zaman elbisemin yırtmacı biraz daha yukarı çıkmıştı, bakışlarımı o tarafa kaydırmamak için elimden geleni yapıyordum.
Ben de gerildiğimi hissettiğimde, "Birazdan varacağız," dedi sürücü koltuğundaki adam. "Kusura bakmayın, trafik vardı."
"Sorun yok." Korel'in net yanıtı olduğum yerde kıpırdanmama ve nefes alış verişimi düzeltmeme sebep oldu. Bakışlarının bana döndüğünü hissettim. Yüzüme kısa bir süre baktı, ardından bakışları bedenime ve elbisemin yırtmacının yükselerek baldırıma kadar çıkan tarafına odaklandı. Bakışları kısıldı, gözlerini çekmek istermiş gibi bir hareket yaptı fakat en sonunda, "Minel," deyip sustu. Ona dikkatle bakarken, elimi bacağıma koyup kapatmaya çalıştım ama zordu. "Bu yırtmaç yırtılıyor mudur?"
"Ne?" dedim, sesim biraz yüksek çıktı; dikiz aynasından adam bize baktığında kısık sesle devam ettim. "Yırtılıp beni rezil edecek gibi mi görünüyor?"
Korel elbiseye bakmaya devam ederken, "Aslında onun için sormamıştım," dedi ve konuyu ebediyete kadar kapatma kararı aldı. Ne demek istediğini tam olarak anlayamasam da utanç bedenime uğradığında hızlıca yüzünden yüzümü ayırdım.
Birkaç dakika sonra boğazın hemen yanında oldukça şık bir restoranın önünde durduğumuzda şoför arabadan indi ve hemen kapımı açıp inmemi bekledi. Korel diğer taraftan kapısını kendisi açıp inerken, ben de indiğimde, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım.
Adam başını bir kere indirip kaldırdı ve biz indikten sonra tekrar arabaya bindi.
Korel'in yanına yürüdüğümde hemen karşısındaki restorana baktığını fark ettim. Yanında durdum ve ben de aynı şekilde bekledim. Bir süre durduktan sonra, "Bana söyleyeceğin hiçbir şey yok mu?" diye sordum. "Vereceğin hiçbir akıl yok mu?"
"Yok," dedi Korel. "Bunu kendin istedin, kendin çaresine bakacaksın ama bir şeyi unutma," deyip yüzüme baktı. "Onların damarına ne kadar basarsan onlar da senin damarına o kadar basar. Yapaylığa yapaylıkla karşılık ver, gerçekçi olursan ve gerçek yüzünü onlara gösterirsen istediğin hiçbir cevabı alamazsın."
Başımı aşağı yukarı salladım ve dayanamayıp, "Yanımdaki varlığın bana güç veriyor," diye fısıldadım. "Sen olmasaydın gece benim için çok zor geçerdi."
Yürümeye başladık ve restorandan içeriye girdik. "Dur bakalım," dedi Korel ve kolunu hafifçe açarak koluna girmemi istedi.
"Gece daha başlamadı, belki de yanında hiç olmayacağım."
Davetine karşılık verdim ve düşünmeden koluna girdim. Beraber restorana girdiğimizde bizi bir adam karşıladı ve Korel'i tanıyarak masayı gösterdi. Tam o sırada ise Korhan Erezli ve Cüneyt Erezli'yle göz göze geldik. İkisi de yan yana oturmuş doğruca bize bakıyorlardı. Gördüklerinde ikisi de aynı anda ayağa kalktılar ve biz olduğumuz yerde durduk.
Korel'le birbirimize baktık, aramızda sözsüz bir bakışma geçti ve Korel'in, "Her şey yeni başlıyor," dediğini duydum, ardından tekrar tam karşımıza, koluna girdiğim adamın ağabeyine ve babasına baktım.
Fırtına mıydı, kasırga mıydı bilemiyordum ama bu gece yeniden doğuşumun ilk günüydü ve yanımdaki adam bütün felaketleri içinde barındıran tek adamdı.
Doğduğum ilk gün, felakete kollarımı açmıştım; bunu hissedebiliyordum.
Paragraf Yorumları