logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER

Views 368 Comments 0

Kuş cıvıltıları, çiçek kokuları, teni yakmaya başlayan güneş, parlak ağaçlar, umutlu bulutlar...

Umutlu bulutlar.

Bugün temmuz ayının ilk günüydü.

Yüzümdeki ve vücudumdaki çillerin artmasına neden olan mevsimdi, tenimde alerjiler çıkmaya başlıyordu. Sonbahara âşık bir çocuktum fakat şimdilerde yaza karşı büyük bir sevgiyle bağlı olan o kadındım.

En önemlisi, sadece papatyaları değil, bütün çiçekleri çok sevmeye başlamıştım ve bence çiçekler yaz mevsimine daha çok yakışıyordu. Bunların dışında kuşların sesinin huzur verdiğini hissediyordum. Başımı bulutlara kaldırdığım zaman daha net görüyordum; yağmurdan dolayı rengini kaybetmiş bulutlar ne kadar kötü düşüncelere iteklese de yaz bulutları, içimdeki coşkuyu artırıyordu.

Yaz mevsimi, hiçbir zaman cehennemi simgeleyemezdi çünkü güzel çiçekler, berrak sular, huzurlu gökyüzü sadece yazın olurdu. Bunlar cennetin habercisiydi ya da bize böyle öğretildi, bilemiyordum. Son zamanlarda cennetin de cehennemin de varlığına inanmamaya başlamıştım ama insanların içindeki o cennet ve cehennemi mevsimlere göre ayırabiliyordum.

Bense bir zamanlar sonbahara âşık olup arafta dururken, şimdi yazı tercih edip cennete kaçmaya çalışıyorum.

Kaçmak...

Minel Karaer, bu hayatta en çok kaçarken başarılıydı.

Tekrar başımı kaldırıp gökyüzüne baktığımda gülümsemeden edemedim ve babam düşüncelerimi yarıda kesecek kadar baskın bir sesle, "Neye gülümsüyorsun?" diye sordu. Gözlerim yavaşça gökyüzünden aşağıya inerken, ifademi gördüğünde o da gülümsedi. "Yoksa yine bulutlara mı gülümsüyorsun?"

Yeni evimizin bahçesinde oturuyorduk. İki katlı, beş odası olan bir evdi. Dayımın ölümünden sonra o evde hiçbir şekilde yaşamak istememiştim, babam da benimle aynı fikirde olduğu için İstanbul'un sakin bir semtinde iki katlı fakat uygun fiyatlı bir eve taşınmıştık. Üst katta babamla benim odalarımız vardı, tek banyo bir de. Aşağı katta ise büyük bir salon, bir kiler ve bir misafir odası.

Babam misafir odasına gerek olmadığını çünkü kimsenin bize misafir olarak gelmeyeceğini söylemişti ama ben inatla bir misafir odası istemiş, arkadaşlarım olursa onları kendi evimize getirmek için diretmiştim.

Normalde kimseyle arkadaş olmamam gerektiğini söyleyen babam, sadece beni dinlemiş, en sonunda misafir odasını kabul etmişti. Kendi kafama göre dizayn ettiğim odada kitaplar, bir tane yatak ve bir tane koltuk vardı.

Günler geçtikçe bu odanın gereksiz olduğunu görmüştüm.

Çünkü Büge'den başka bir arkadaş edinememiştim ve Büge de nedense bizde kalmak istemiyordu.

"Evet," diye yanıt verdim babama, önümdeki zeytinden bir tane ağzıma atarken. "Ve cenneti düşünüyordum. Cehennemi de. Bize tasvir edilenlere bakılırsa cennette hep yaz mevsimi var, değil mi?"

Babam düşündü, dudaklarını büktü ve başını salladı. "Hiç bu açıdan düşünmemiştim, sanırım öyle." Sonra o da gökyüzüne baktı fakat gülümsemiyordu. "Ama cennet bahsedildiği kadar yüce bir yer ise tek bir mevsim olması kulağa saçma geliyor. Hem bu da nereden çıktı?"

"Eskiden sonbahara âşıktım," dedim sanki bir yabancıyla konuşuyormuş gibi. Bunu o da fark etti. "Şimdi yaza âşık oldum. Ayrıca, sadece bulut çizen bir ressam olmak isterdim." Peynirden de ağzıma bir parça atıp gülümsedim. "Düşünsene, sadece bulut çiziyorum. Rengârenk, sadece içinde yaz mevsimini barındıran bulutlar. Sence de tuhaf olmaz mıydı?"

Babam elindeki gazeteyi katlayıp masanın köşesine koyduktan sonra kaşlarını kaldırıp büyük bir dikkatle beni dinlemeye koyuldu. Onun bu yönünü seviyordum. Ne zaman bir şeyler anlatmaya başlasam dikkat kesilir, her ne konuşuyorsam onun için hayati bir meseleymiş gibi dinlerdi.

Bunun nedeni artık çok nadir konuşmam da olabilirdi. Tam emin değildim ama hiçbir zaman da babama bunu sormayacaktım.

"Neden tuhaf olsun ki? Yoksa resim çizmek konusunda yeteneğin olmadığını mı düşünüyorsun?" diye sordu babam şaşkınlıkla. "Küçükken çok güzel resimler çizerdin halbuki."

Bu söylediği benim de şaşkınlıkla kaşlarımı kaldırıp elimdeki bardağı yavaşça masaya bırakmama neden oldu. Gözlerimi kaçırırken, "Öyle mi?" diye mırıldandım. "Hatırlamıyorum."

Evimize küçük bir bahçe yapmıştık. Her taraf çiçeklerle doluydu. Papatyalar dışında. Bunu ben kesinlikle istememiştim çünkü papatyaları sevmeye devam etsem de onları dikmeyi, yetiştirmeyi göze alamıyordum.

Çünkü biliyordum ki papatyalar kururdu. Hep kururdu.

Babam sandalyesini bana yaklaştırdı, dirseğini masaya yasladı, elini çenesine yerleştirdi. "Hatırlamıyorsan hatırlatırım, Minel'im," dedi içten bir sesle. "Çünkü ben hiçbir şeyi unutmadım ve buradayım."

Seneler geçip yüzü çökmesine rağmen karizması hâlâ yerli yerinde duruyordu. Saçlarındaki kırlar artmıştı, vücudu ve yüzü izlerle doluydu ama omuzlarının daima dik duruşu onu hayata karşı meydan okuyan mükemmel bir adama dönüştürmüştü.

Lafı değiştirmek için, "Bugün etütten sonra Büge'yle görüşeceğim," deyip gözlerimi masaya çevirdim. "Onunla akşam konsere gideceğiz."

Babamla böyle konuştuğumda karşı çıkmasını, bir şekilde fikrimden vazgeçirmesini bekliyordum ama her seferinde de beni şaşırtıyordu. Sırtını rahatça sandalyeye yasladıktan sonra,

"Öyle mi?" diye sordu. "Kimin konseri?"

"Teoman'ın," deyip sesime yapay bir heyecan kattım. "Günlerdir bugünü bekliyorduk, Teoman'ı canlı dinlemek güzel olacak." Bir parça ekmeği ağzıma tıktığımda hiç iştahım yoktu ama masadan babamın gözünü doyuracak kadar bir şeyler yemeden kalkamayacağımı da biliyordum.

O sırada beni dikkatli gözlerle izlemeye devam ettiğini ve her zamanki ifadesini takındığını gördüm. Bana bir şey söyleyecekti ama önüne ördüğüm set, onu engellememe neden oluyordu. "Bir şey söyleyeceksin," dedim ben de sırtımı sandalyeye yaslayarak. "Bence hemen söyle çünkü on dakikaya çıkmam gerek, metroyu kaçıracağım."

Babam boğazını temizledi, masaya baktı, sonra bir daha bana bakıp duruşunu dikleştirdi. "Şu dans meselesini..." dedi gözlerini kaçırarak. "Bir kez daha konuşsak ya Minel'im?"

Ürperdim, kanımın bile donduğunu hissettim. Elimde tuttuğum çatalı düşündüğümden daha sert bir şekilde tabağıma bıraktığımda babamın gözleri, gözlerime çevrildi. "Ne konuşacağız?" diye sordum kaşlarımı çatarak.

"Dans etmeyi çok sevdiğini biliyorum," dedi. "Dansa nasıl bağlı olduğunu da. Bak benim için nefes almak, senin yüzünü görmek Minel ama senin için nefes almak, dans etmek, bunu biliyorum." Cebinden sigara paketini çıkarıp masaya koydu. "Bir kez daha düşün, sana çok başarılı bir dans hocası da buldum."

"İstemiyorum." Sert sesim, aramızdaki duvardan çarpıp tekrar bana döndü. "Bunu sana defalarca söyledim."

"İstediğini biliyorum," diyerek bana karşı çıktı. "Sadece korkuyorsun."

"Bana psikoloğumun konuştuğu gibi konuşmaya devam mı edeceksin?" İki aydır psikoloğa gidiyordum fakat hiçbir şey anlatmadan ve sadece onun beni zerre iyi etmeyen cümlelerini dinleyerek geri dönüyordum.

"Demek psikoloğunu en azından dinliyorsun," dedi fakat sesinde iğneleme yoktu. "Buna gerçekten sevindim."

Gözlerimi devirip kadının ses tonunu takınarak, "Hoş geldin, Minel," diye mırıldandım. "Bugün benimle daha çok şey paylaşacağını umuyorum." Sesimi daha fazla incelttim. "Defol git, deli kadın, eşinle problemlerini hallet ilk önce." Sonra hanım hanımcık oturdum, gözlerimi kırptım. "Evet, efendim. Sizinle hiçbir şey paylaşmayacağım bugün de."

Babam gülmeye başladığında uzanıp, "Cimcime," dedi ve burnumun ucunu sıktı. "Ama ben bu dans konusunda son derece kararlıyım. Şaka bir tarafa doktorun da aynı düşüncede. İhtiyacın olan her şeyden kaçtığını söylüyor." Gözlerim donuklaştı, kalbimin üzerine büyük bir ağırlık çöktü ama babam bunu fark etmedi.

"Kaçmak mı?" diye sordum babamın tam gözlerinin içine bakarak. "O bana, sizden bir miras. Nasıl vazgeçebilirim ki?"

Cümle ağzımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum çünkü kalbi kırılmıştı, bunu fark etmiştim. Bakışları değişti, omuzları hep dik dururken sadece benim önümde düşerdi ve omuzları düştü. Hep söylediği cümleyi tekrar ederek, "Özür dilerim geçmişin için," dedi. "Ama geleceğini güzelleştirmeye çalışıyorum, Minel."

Dudaklarımı birbirine bastırdıktan sonra uzanıp pişmanlıkla masanın üzerinde duran elini tuttum. "Bana aldırış etme," diye soludum. "Sadece dans etmek istemiyorum." Bana inanmıyormuş gibi baktı. Daha dürüst olarak, "Dans etmek bana iyi gelmeyecek," dedim. "Bunu biliyorum."

Babam başını aşağı yukarı salladığında tatmin olmamıştı. "Yine de," dedi büyük bir suçlulukla. "Sana dans hocasıyla bir randevu ayarladım. Yarın öğlen saat ikide." Gözlerim irice açılınca ellerini kaldırdı. "Gitmek zorunda değilsin," dedi hızlıca. "Seni tanımak istedi, hepsi bu. Yarın saat ikide etüt çıkışına gelebilir..."

"Ne?" diyerek öfkeyle nefesimi verdim. "Benden habersiz nasıl böyle bir şey yaparsın?"

Ellerini havaya kaldırdı. "Eğer görüşmek istemezsen onu kovarsın, tamam mı?" Kızgınlıkla bakmaya devam ettim. "Gerçekten kovabilirsin. Ona seni anlattım, istemediğini söyledim ama o da seninle konuşmak istedi."

"Gerçekten ısrardan hoşlanmadığımı biliyorsun," dedim çenemi sıkarak. "Ve birini kovamayacağımı da. Sırf bu yüzden yaptın, değil mi?"

Babam muzip bir ifadeyle gülümsediğinde yanağındaki bıçak izi gamze gibi göründü. "Bazen yaşımdan daha çocuk gibi davrandığımı biliyorum."

Yine ona kıyamadım, yine tek bir kelime söyleyemedim; kızgın bakışlarla onu izlemeye devam ettiğimde omzunu kaldırıp indirdi, paketinden bir tane sigara çıkardı.

Eskiden, ben çocukken sigara içmez, kendi canına önem verirdi ama onu tekrar bulduğumda günde iki paket sigara içmeye başladığını görmüştüm. Bunun hakkında çok fazla konuşmamıştık fakat bir keresinde iki paketin çok fazla olduğunu söylediğimde bir pakete indirmişti.

Babam kendisi için yaptığı her iyiliği bile ben söylediğimde yapıyordu. Hayatının merkezinde değildim, babamın hayatıydım.

Silik anılarımda bu kadar değer verip vermediğini göremiyordum ama tekrar kollarını bana sardığında bir daha o kollarını benden uzaklaştırmamış, her gece yatmadan önce saçlarımı sevmiş, her sabah yanağıma kondurduğu bir öpücükle uyandırmıştı.

Ve ben büyümüştüm. Onsuz büyümüştüm. Saçlarımı sevmeden de öpücükle uyandırılmadan da olsa büyümüştüm.

Artık bunlara ihtiyacım olmadığının farkındaydı ama geleceğim için ne kadar savaştığını söylese de babam geçmişimi de kurtarmaya çalışıyordu, görebiliyordum.

Oturduğum sandalyeden ayağa kalktığımda yere koyduğum sırt çantamı omzuma attım. "Ben gidiyorum," dedim kızgınlıkla.

"Matematik dersinde sakın uyuma," diye mırıldandı, sanki daha fazla kızdırmak istiyormuş gibi. "Ayrıca edebiyat dersinde de şiirlere dalma."

Babam olmasaydı ona ortaparmağımı gösterebilirdim ama babam olduğu için sadece samimiyetsiz bir ifadeyle gülümseyip, "Beslenme çantam nerede?" diye alayla sordum.

"Ah," dedi o da gülerek. "Kapının önündedir."

Gözlerimi devirdim, hiçbir şey söylemeden bahçeden çıkıp kapımızın önündeki taşlığa, oradan da demir kapıya döndüm. Babamın arkamdan beni izlediğini hissedebiliyordum ama bir daha ona dönüp bakmadım.

Altımda kısa siyah bir etek, üzerimde askılı beyaz bir badi olmasına rağmen güneş yakıyordu. Kuş cıvıltılarını, çiçekleri ve parlak bulutları her ne kadar sevmeye başlasam da güneşin bu yakıcılığından hoşlanmıyordum. Aslında ben yakan ve yanan hiçbir şeyden hoşlanmıyordum.

Metro istasyonuna hızlı adımlarla giderken yine sırtımda bir çift göz hissettim fakat bu her zamanki hislerden biriydi, kendi kuruntum olduğuna inanıyordum. Takip edildiğimi düşünmemin nedeni geçmişimde yaşadıklarımdı fakat bazen tam arkamda bir nefes hissettiğimde hızlıca dönüyor, bir gölgenin geçtiğini görüyordum.

Bu gölgeler de tamamen rahatsızlığımdan kaynaklanıyordu.

Hislerimden hiçbir zaman psikoloğuma ya da babama bahsetmesem de kuruntularımın bir gün beni yiyip bitireceğini biliyordum. Öyle tuhaf bir histi ki bir keresinde evimize yeni taşındığımız zaman odamın içinde birinin gezdiğini hissetmiş, adım sesleri duymuştum fakat gözlerimi korkudan açamamış, bu hissin geçmesini beklemiştim. Bir süre o adımlar durmuş, sanki biri beni izlemişti.

Gözlerimi açsam öldüreceğini düşünmüştüm.

Gözlerimi açsam yanacağımı düşünmüştüm.

O adımlar sonrasında gitti mi bilmiyordum ama uyandığımda gecenin hâlâ devam ettiğini fakat penceremin kapalı olduğunu görmüştüm.

Sadece kuruntuydu. Şu an tam sırtımda hissettiğim nefes de bir kuruntuydu.

Yine de arkama bakmadan duramadım ve tek gördüğüm, metroya yetişmek için hızlı hızlı ilerleyen insanlardı.

Metro istasyonuna gelip kartımı okuttuktan sonra merdivenleri inmeye başladım. Artık yürürken eskisi gibi kulaklıklarımı takmayı sevmiyordum çünkü insanları dinlemekten daha çok keyif alıyordum.

Aslında keyif aldığım da bir yalandı. Müzik aklımın içine daha fazla dönmeme neden oluyordu fakat insanların konuştukları, onların hayatları hakkında fikirler yürütmeme, bu şekilde kafamı dağıtmama yarıyordu.

Örneğin metroyu beklerken yanımdaki yaşlı kadın yanındaki yaşlı eşine kızının evlendikten sonra onları hiç aramadığını söylüyor, yaşlı adam ise gece konuştuklarını dile getirip, "Bıktım senin şu hastalığından," diye hayıflanıyordu.

Metroya bindiğimde karşımdaki iki kız, okullarına yeni gelen yakışıklı bir adamın dedikodusunu yapıyorlardı. Sarışın olan, adamı çok da yakışıklı bulmadığını söylüyordu fakat nedeni, büyük ihtimalle arkadaşının gerçekten etkilenmesiydi.

Hemen yanımda bir çift oturuyordu. Tartışıyorlardı. Kız, adama sosyal medyadan takip ettiği kişinin kim olduğunu sorup duruyor, adam ise gözlerini devirip onun takip etmediğini, kuzeninin hoşlandığı kız olduğu için kuzeninin takip ettiğini dile getiriyordu. Bu istemeden de olsa gülümsememe neden olmuştu fakat kız ters bir ifadeyle bana baktığında hemen gözlerimi onlardan ayırıp karşımdaki dedikodu yapan kızları dinlemeye devam ettim.

Haftanın beş günü böyle geçiyordu. Babamla tekrar birbirimizi bulduktan sonra hayatımın aldığı hal babamı büyük bir dehşete düşürmüş olmalı ki direkt elleriyle onu hamur gibi yoğurmuş, kendi istediği şekle sokmuştu.

Anektod Merkezinden ayrılmıştım, ben ayrıldıktan bir süre sonra orada çok büyük bir yangın çıkmış, haberler gaz kaçağından olduğunu söylemişti. Ben de babam da bu haberi izlerken öyle olmadığından yüzde yüz emindik ama ikimiz de ağzımızı açıp tek kelime etmemiştik.

Zaten babamla aramızda sözsüz bir anlaşma vardı. İkimiz de geçmiş hakkında hiçbir şekilde konuşmuyorduk. Bunun benden çok ona iyi geldiğini biliyordum çünkü sorularım onu ürkütüyordu.

Bir keresinde bana, istediğini sorabilirsin ama ne olur yakma canımı, demişti.

Ben de babama dönüp demiştim ki, sana soracağım bütün soruları kendi içimde yanıtladım, yeterince yaktım canımı, seninkini yakmama gerek yok.

Çünkü böyleydi. Birçok soruya kendi içimde hızlı cevaplar bulmuştum; yalandan, uydurma ve saçma.

Babam bu kadar zamandır neredeydi?
Tatile gitmişti.

Onun yüzüne, ellerine, vücuduna ne olmuştu?
Gaz kaçağından yangın çıkan bir evde kalmıştı.

Babam beni neden bırakıp gitmişti?
Çünkü muhteşem bir hayatım olacağını düşünmüştü.

Babam hayatımı neden mahvetmişti?
Çünkü hayatım mahvolmadan büyüyemezdim.

Büyümüş müydüm?
Büyümüştüm.

Canım yanmış mıydı?
Artık canımı bile hissedemiyordum.

Gidenler bir daha geri döner miydi?
Öldüğünü sandığım babam bile dönmüştü ama yaşayan kimse artık geri dönmeyecekti.

Gözlerimi araladığımda etüt binasına en yakın durağa varmıştık. Artık ders almaya başlamıştım çünkü babam üniversiteye gitmem konusunda son derece kararlıydı. Uğraşacak bir şeylerimin olması hoşuma gittiği için sınıftaki en çalışkan öğrenci bendim. Sadece ders çalışıyor, öğretmenleri dinliyor, arkamdan konuşmalarını önemsemiyordum.

Etüde ilk geldiğimde cenaze gibi olduğumdan ötürü herkes benden ürkmüştü, kaldı ki ben de kimseyle konuşmak istememiştim ama birkaç zaman sonra onlara yaklaşmaya çalışsam da kimse beni yanına almamıştı. Birkaç kişi vardı, büyük ihtimalle acıdığı için benimle konuşuyordu ama onlar da kimse yokken bunu yapıyordu.

Tek arkadaşım Büge'ydi. Onunla da çok az görüşüyorduk.

Merkeze girip sınıfa ilerlerken birkaç öğrencinin dönüp bana baktığını fark ettim. Büyük ihtimalle artan çillerim onlara komik geliyordu ama artık nasıl göründüğüm de umurumda değildi.

Her zamanki gibi en ön sıraya yerleştiğimde herkes çift otururken ben tek başımaydım. Birkaç kere yanıma benim gibi sessiz bir kız oturmuş, sonra o da etütte yalnızlık çektiğinden dersleri bırakmıştı.

Yalnızlık umurumda değildi, gerçekten değildi ama bazen zihnimi susturamadığımda konuşacak birilerinin olduğunu düşünmek iyi geliyordu.

Öğretmen masasında bacaklarını öne uzatmış olan sarışın çocuk bana dönüp, "Ee," diye bağırdı. Adını bile unutmuştum, o kadar görünmezlerdi ki benim için. "Tıp mı kazanacaksın, Minel?"

Eskiden olsa sessiz kalır, altında ezilirdim ama artık insanlara cevabını vermekten hiçbir şekilde çekinmiyordum. "Tıp okumayacağım," dedim alayla. "Ama bir gün tıp okursam ilk senin beyin röntgenini isterim."

"Neden?" diye sordu gülerek.

"Var mı yok mu, merak ediyorum da." Sınıftaki birkaç kişi bu cümlemin üzerine kıkırdadığında sarışın çocuk kaşlarını çatıp ayağa kalktı.

"Bu laf sokmaları kaçıncı sınıfta öğrendin? Birinci sınıfta mı?" Sırama doğru ilerledi. "Bence tıp oku ve yüzündeki şu lekelere çözüm bul, çok çirkin görünüyorlar."

Eskiden olsa buna aldırış eder, gerçekten çirkin olduğumu düşünürdüm ama şimdi aynada gördüğüm kişi isterse parçalanmış bir yüze bile sahip olabilirdi, önemli olan ruhtaydı.

Bunu bana annem öğretmemişti. Bunu bana babam da öğretmemişti. Bunu bana bir adam öğretmişti.

"Karşımda durma lütfen," dedim gözlerimi devirerek. "Duvarın manzarası bile senden daha güzel görünüyor."

Sarışın sıramı itekleyip karnıma çarpmasına sebep olsa da aldırış etmeden ona bakmaya devam ettim, sert adımlarla en arka sıraya gidip oturdu. O esnada içeriye matematik hocası girdiğinde babamın söylediği cümleleri aklımda tutarak çantamdan defterimi ve kitabımı çıkardım.

İlk derslerden sonra sınıftaki herkesin uykusu açılmış, çenelerine vurmuştu ve bu en nefret ettiğimdi. Yeterince odaklanma problemi yaşarken her taraftan bir ses gelmesi hangisine dikkat kesileceğimi düşünmeme neden oluyordu. Neyse ki ders edebiyattı. Sözelim iyi olduğu için dinlememe bile gerek kalmadan rahatlıkla soruları cevaplayabiliyordum.

"Size en sevdiğiniz şiiri sorsam ne derdiniz?" diye sordu hoca; birkaç kişiden başka kimse onu dinlemiyordu. Masaya sertçe elini vurdu, öğrencilerin ona bakmasını istedi fakat bakmadılar. Babamın çokça para verdiği bu etütteki çocuklar fazlasıyla şımarıktı.

Hocalar ise onlara laf söyleyemiyor, her seferinde alttan alıyorlardı.

En sonunda vazgeçip, kendisini dinleyen en öndeki üç kişiye, yani bize baktı. "Size en sevdiğiniz şiiri sorsam ne derdiniz?" diye tekrarladı. Gözleri bana kaydı. "Ne derdin Minel?"

Zihnimin içinde bir anı yuvarlandı, yuvarlanırken rafa kaldırdığım güzel düşüncelerimin arasından geçti ve tozun ayağa kalkmasına neden oldu. Nefessiz kalmamın nedeni sadece tozdandı, başka hiçbir şey değildi.

Gözlerim ellerime doğru kaydığında, "Pablo Neruda," dedim anının içinde yaşarken. "'Sendedir Toprak'."

Hocanın şaşkınlıkla, "Vay canına," dediğini işittim ama artık kendimi sınıfın içinde hissetmiyordum. "Pablo Neruda mı okuyorsun? Genelde sizin yaş kitlenize hitap etmez, ayrıca o şiirinin orijinali İspanyolca. Pablo'yla nasıl tanıştın?"

Ellerimle oynamaya devam ederken, "İspanyolcasını okumuştu biri bana," diye mırıldandım; hoca beni duymadığı için ayağa kalkıp yanıma geldi. "O zamanlar bu şiir olduğunu bilmiyordum. Sonra bir gün o kitapla karşılaştım, içindeki şiiri araştırdığımda sözlerini gördüm." Omzumu kaldırıp indirdim. "En sevdiğim şiir oldu."

"Muhteşem bir şiirdir." Hoca içini çekti. "Fakat birden dokunur ayaklarım ayaklarına ve ağzım dudaklarına. Büyürsün birden..."

Hemen sözünü kesip, "Şiirin sözlerini biliyorum," dedim ve gözlerimi ona çevirdim. "Fakat çok fazla dile getirilmesinden hoşlanmıyorum."

"Neden?" diye sordu büyük bir merakla.

"Çünkü dile getirdikçe eskiyor anılar." Yutkunduğumda hoca bakışlarımda ne gördüyse ağır ağır başını salladı, gözlerini kaçırdı. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu ama ne diyeceğini bilemiyordu.

En sonunda, "Özel biri mi okudu sana bu şiiri?" diye sordu. "Sanırım başka yüzyıldan gelmiş biriydi çünkü senin yaşlarında olduğuna inanamıyorum."

Bahsetmek istemediğim, sınır koyduğum konuların çevresinde geziniyordu fakat insanlara artık zaaflarımı göstermeme konusunda fazlasıyla kabiliyetliydim. "Benden birkaç yaş büyüktü ama ruhu çok yaşlıydı. Ondan olsa gerek, eskiyen her şeyi çok severdi. Mesela eski şarkıcılara bayılırdı, evinin duvarlarına onların posterlerini asardı. Köpeğine Boda adını vermişti." Hoca gözlerini irileştirdi. "Kurt Cobain'in hayali arkadaşının adı. Dinlediği müzikler hep seksenler, doksanlardı. Kitapları hep ilk baskıydı ve şiir sevmediğini söylese de eminim ki yaşlı ruhu şiir okumaya bayılıyordu." Gülümsediğimde anılarımdan kalkan tozlar nefesimi daha fazla kesmişti.

"Başka sevdiği bir şiir," hemen düzeltti, "başka sevdiğin bir şiir var mı?"

"Turgut Uyar, 'Islak Çeltiklere'," dediğimde yine gözleri irileşti. "Ve lütfen sözlerini söylemeyin; biliyorum ama onun da eskimesini istemiyorum."

Etkilenmiş görünüyordu, gözlerini benden ayıramıyordu. Merakı şiirlerden uzaklaşmış, direkt bana odaklanmıştı ama yine de rahatsızlık vermek istemediği ortadaydı. "Eğer çok özel bir soruysa lütfen yanıtlama," dedikten sonra kimsenin duymayacağı şekilde hafifçe bana doğru eğildi. "Ondan bahsederken geçmiş zaman ekiyle konuşuyorsun. Artık hayatında değil mi?"

Bir kez daha yutkundum ama hocanın gözlerinden gözlerimi ayıramadım. Cevap vermek istemediğimi düşünmüş olacak ki başını anlayışla sallayıp gidecek gibi oldu ama sessizce, "Sanırım söylediğiniz gibi başka bir yüzyıldan gelmişti," diyerek acıyla gülümsedim. "Çünkü kayboldu. Bana da sadece şiirler kaldı."

Duraksadı, omzunun üzerinden bana baktı. O da üzüntüyle gülümsediğinde, "Eğer aynı yüzyılda yaşamasaydınız seninle böyle iyi anlaşamazdı, Minel," dedi. "Tam olarak konuyu bilmiyorum ama eğer hâlâ hayattaysa tekrar karşılaşacağınıza inanıyorum ben. Kimse bu şiirleri, öylece bırakıp gideceği kişiye emanet etmez."

Son kurduğu cümle yüzümdeki gülümsemenin silinmesine, elimin boynuma gitmesine neden oldu. Nefes alamıyordum, tozlar kalkmıştı ve ondan bahsetmek her seferinde bana bunu yaşatıyordu.

Silik bir anı olsun isterdim ya da bir hayal.
Kendi yarattığım bir karakter.
Öylesine biri.

Ama gerçekti. Her anıyla, her zerresiyle, her nefesiyle, her dokunuşuyla gerçekti. Hafızamın tekrar unutmak isteyeceği kadar gerçekti.

"Çıkabilir miyim?" diye sordum hocaya fakat cevap beklemeden ayağa kalkıp çantama defterle kitabı yerleştirdim.

"Elbette," dedi, sonra derin bir nefes verip yine elini masaya vurdu. Hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu ama bir şeyler olmuştu, bana bir şeyler olmuştu ve o görmüştü.

Çantamı sırtıma atıp hızlı adımlarla sınıftan çıktığımda öylesine hızlı yürüyordum ki temiz hava o an beni iyi edecek tek şeydi. Neredeyse koşarak binadan kendimi dışarı attığımda direkt güneş yüzüme çarptı, sonra masmavi bulutları gördüm, bir güvercin uçup karşı duvarın üzerine kondu.

Derin bir nefes aldım, o beyaz güvercin dönüp sanki benim yüzüme baktığında neden nefes alamadığımı anladı. Özgürdü, hürdü; benim gibi. Ama gözlerindeki ifadede tutsaklık vardı.

"Düşüncelerden de kaç," dedim kendi kendime ve başımı iki yana sallayıp etüt binasının önünden ayrıldım. Çantamdan telefonumu çıkardığım ve hızla adını bulup Büge'yi aradığımda heyecanlı bir sesle telefonu açtı.

"Min'im," dedi sevecen bir sesle. "Ben kafeye erken geldim, seni bekliyorum. Dersin erken mi bitti?"

Büge tamamen değişmişti. Onu ilk tanıdığımda hiçbir şey hissetmeyen o kız gitmiş, yerine bütün duygulara büyük bir açlıkla saldıran Büge gelmişti. Öylesine yoğun yaşıyordu ki her şeyi, bazen şaşkınlıkla izliyor, onun eski haline dönüştüğümü düşünüyordum.

Gürkan'la tanıştıktan sonra hayatına yön veren kendisi değil, Gürkan olmuştu. Öncelikle Anektod Merkezinden ayrılmasını sağlamıştı çünkü ayrılmasa merkezin yanına yapılan akıl hastanesine yatırılacaktı. Barış oradaydı, kurtulamamıştı ama Gürkan Büge'yi kurtarmıştı.

Annesi ağır bir alkol komasına girmiş, o esnada Büge'yi yaralayacak duruma gelmişti. Gürkan yine bu durumda da onların yardımına koşmuştu. Annesi alkol tedavisi görüyordu, Büge ise Türkiye'nin önde gelen bir doktorundan terapi alıyordu. Gürkan onun için elinden gelen her şeyi yapıyor, gözlerinin içine sadece bir şeyler istesin diye bakıyordu.

"Büg," dedim gülümsemeye çalışarak. "Son ders edebiyattı; bilirsin, edebiyatım muhteşemdir. Ben de seni bekletmemek için erken çıktım. Beş dakikaya oradayım, tamam mı?"

"Acele etme bebek," dedi kahvesini yudumlarken. "Kitap okuyorum zaten."

"Yine mi kan, vahşet ve gerilim," diyerek gözlerimi açtım. "Her şeyi bırakıp şu aksiyon seven tarafını bırakmaman beni dehşete düşürüyor."

"Bir gün seri katil olacağım," diyerek kahkaha attı fakat cümleyi kurar kurmaz söylediğinin ne kadar yanlış olduğunu fark edip, "Özür dilerim," diye inledi. "Ah, diğer bırakamadığım huyum da şu patavatsızlığım sanırım."

"Sorun yok," dedim hızla konuyu kapatarak. "Görüşürüz birazdan."

Prometheus'un son cinayeti hatta cinayetlerinin kurbanları dayım ve Cüneyt Erezli'ydi.

O günün üzerinden yedi ay geçmişti.

Tam yedi ay geçmişti fakat hiçbirimizin üzerinde bıraktığı etki geçmemişti.

Psikoloğum durmadan o gün hakkında konuşmak istemişti ama ağzımı açmamış, her seferinde konuyu kapatmaya çalışmıştım çünkü o günden sonra bir ay boyunca hastaneye yatırılmak zorunda kalmış, art arda gelen epilepsi nöbetleriyle kendime zarar vermiştim.

En sonunda ellerimi ve kollarımı bağlamışlardı, o anları asla unutamıyordum. İlaçlarla uyutulmuş, sakinleştiricilerle ayakta kalmıştım. Bir şekilde hafızamın kötü anıları sileceğini düşünmüştüm fakat daha dün gibi, külün kokusuna kadar her şeyi alabiliyordum.

Külün kokusu.
Külünün kokusu.

Büge'yle buluşacağımız kafenin önüne geldiğimde dışarıda oturduğunu gördüm. Önünde bir kitap açıktı, elinde de sigara vardı. Hep küt kestirdiği saçları omuzlarının aşağısına geliyordu. Eskisi gibi giyinmiyordu. Gürkan onu tamamen değiştirdikten sonra spor giyinmeye başlamıştı. Artık neredeyse hiç makyaj da yapmıyordu ama sigarasından vazgeçmemişti.

Gürkan bu konuda sürekli uyarsa da her seferinde vazgeçmeyeceğini ve onu da sigaraya alıştıracağını söylemişti.

En sonunda sigaraya başlayan Gürkan olduğunda bu onları eğlendirmişti.

Gülümseyerek ona doğru yürüdüğümde hissetmiş gibi başını kaldırıp bana baktı, gözleri ışıldayarak, "Min!" diye bağırdı, ardından ayağa kalkıp boynuma sıkıca sarıldı. "Tam bir haftadır görüşmüyoruz! Seni özledim!"

Her seferinde şaşırdığım gibi yine şaşırdım; ellerim havada öylece kaldığımda, "Büge," dedim. "Boğuluyorum."

"Ah!" dedi geriye çekilerek. Elimi tutup beni karşısındaki sandalyeye itekledi, o da yerine oturdu. "Üzgünüm, gerçekten seni çok özledim."

"Farkındayım," dedim içtenlikle gülümseyerek. "Ben de seni özledim."

"Yalancı." Dilini uzattı. "Ben aramasam aradığın yok."

"Ders çalışıyorum," diye homurdandım ve uzakta duran garsona elimle işaret ettim. "Bugün sınıftaki aptallardan biri bana tıbbı kazanıp kazanmayacağımı sordu, görsen beni küçümsediğini sanıyordu aklı sıra. Hepsi aptal, tahammül edemiyorum." Garson yanımıza geldiğinde sütlü ve kremalı bir kahve söyledim.

"Hâlâ seninle uğraşıyorlar mı?" diye sordu kızgınlıkla. "Ayrıca tıp okumak mı? Öyle bir delilik yaparsan Gürkan seni öldürür." Şen bir kahkaha patlattı. "Tıp okuyan herkesi kararından vazgeçirmeye çalışıyor da."

"Biliyorum," deyip rahat bir şekilde sırtımı sandalyeye yasladım. "O nasıl? Bir aydır görmedim onu da."

Gürkan'la Büge kadar sık olmasa da görüşüyorduk ama tabii ki baş başa değil, Büge de her seferinde yanımızda oluyordu. Aramızda belirgin bir mesafe vardı ama ikimiz de Büge'nin iyiliğini istediğimiz için yan yana geliyorduk. Ne o eskiler hakkında konuşuyordu ne de ben. İkimiz de daha önce aynı kişiyi tanımamış gibi davranıyorduk.

Ama bir keresinde Büge bana Gürkan'ın da ondan haber alamadığını söylediğinde şaşırmıştım çünkü yakınlıkları gözle görünürdü.

O geceden sonra bir ay boyunca hastanede yattığım sürede babam, Büge ve Gürkan dışında kimse beni görmeye gelmemişti. O sıralar babamın bilerek onu karşıma çıkarmadığını düşünmüş, hastaneden çıkar çıkmaz evden kaçarak onun evine gitmiştim ama kapı duvardı, kimse yoktu, bir canlının yaşadığına dair iz bile yoktu.

Gece boyunca kapısının önünde oturmuş, sabah uyuyakalmıştım. Babam beni o evin önünde bulduğunda sadece bana onun gittiğini söylemişti.

O gitti, demişti. Tek cümle. Bir süre sırf bu şekilde beni kandırdığını düşündüğüm için onunla konuşmamış, her gece kaçıp yine evinin önüne gelmiştim fakat en sonunda babam değil, Gürkan beni bulduğunda o da başka bir cümle söylemişti: Artık onu bekleme.

Yine tek cümle.

Onu beklemek sadece evinin önünde yatmakla sınırlı kalmamıştı ama bunları düşünmek bile istemiyordum.

Gittiğine emin olduğum an, Korhan'ın beni bulduğu andı. Onun evinin önünde, kapısının yanındaydım. Babamın gelip beni almasına bir saat kalmıştı ama o kapının önünde otururken gözlerim yoldaydı. Öyle sessiz, öyle ıssızdı ki sanki sırtımı yasladığım bu evde daha önce yaşamamış gibiydi. Bazen onun gerçekten bir hayal olup olmadığını bile düşünmeye başlamıştım.

Babamla aramızda yine sözsüz bir anlaşma imzalamıştık. Ben her gece kaçıp evin önüne geliyordum, o da her sabah beni o evin önünden alıyordu. Her seferinde de aynı cümleyi kuruyordu: O gitti.

Ben de her seferinde ona inanmıyordum.

Korhan'ın arabasının o evin önünde durduğunu görmüştüm, ilk defa bu ıssızlıkta bir can vardı, benim dışımda, onu görmeye gelen bir can. Ama düşündüğüm gibi gelişmemişti.

Heveslenmiştim, kırılmıştım, mutlu olmuştum, dağılmıştım. Ciddiyetle bana yaklaşan Korhan'ın suratında ufacık bir acıma duygusu bile yoktu. Karşıma dikilmiş, beni bir süre izlemişti. Bunu yaparken canımın nasıl yandığını görmüş olacak ki o da tek bir cümle kurmuştu ama bu cümle en inandırıcısıydı: O kaçtı, demişti.

O gitti, dememişti; o gelmeyecek, dememişti. O kaçtı, demişti. Bu en doğrusuydu. Bu en gerçeğiydi.

Kaçmıştı.

Hep kaçan Minel, ona da sadece kaçmayı öğretmiş olmalıydı.

Hiçbir şey söylemeden Korhan'ın yanından ayrıldığımda artık onu göremeyeceğimden tamamen emin olmuş, bir daha evinin önüne hiç gitmemiştim.

"Gürkan çok iyi," dedi Büge düşüncelerimin arasına sızarak. "Başhekimin ayağını kaydırıp yerine geçmesi için ona türlü şeytanlıklar anlatıyorum ama o hakkıyla geçeceğini söyleyip duruyor. Ayrıca çalıştığı hastaneyi bırakıp başka bir yere geçecek." Bıkkın bir nefes verdi. "Gürkan'ın çok iyi bir adam olmasına hayranım ama bu kadarı çok fazla. Onu nasıl şeytanlaştırabilirim?"

Gülerek, "Sen iyiliğe dönsen?" diye sordum. O sırada garson önüme kahvemi koyup yanımızdan ayrıldı.

Büge gözlerini kocaman açtı. "Dünyanın en iyi insanıyım!" dedi hevesle. "Gelirken yaşlı bir kadın gördüm mesela. Ellerinde torbalar, zorlukla yürüyor. 'Kolay gelsin,' dedim mutlulukla." Duraksadı. "O gülümsemedi ama olsun..."

"Büge," dediğimde elimle alnıma vurdum. "Kolay gelsin demek yerine torbalarına yardım etsen daha iyi bir insan olurdun."

Büge, "Ha," dedi, duraksayıp altdudağını dişlerinin arasına aldı ve düşünmeye başladı. Bir elini çenesine koyduğunda Gürkan'ın ona güzellik de kattığını görebiliyordum. "Tamam," dedi parmağını kaldırarak. "Bir daha torbaları taşıyorum. Attım bunu cebe."

"Güzel," diye mırıldanıp kahvemden bir yudum aldım. "Annenle hiç görüştün mü?"

"Evet." Başını hevesle salladı. "Daha da iyileşiyor. Birkaç aya çıkaracaklarını söylüyorlar, Gürkan annem tedavi olduktan sonra o da terapi alsın diyor. Mantıklı, değil mi?"

"Çok mantıklı." Başımı salladım. "Annen Gürkan'a bayılıyor zaten, ne dese dinler."

"Hem de nasıl bayılıyor," dedi gözlerini devirerek. "İyileşme sürecinde Gürkan'la ne zaman evleneceğimizi sormaya başladı."

"Ne?" diyerek gülmeye başladım. "Evlilik mi?"

"Evet." O da kahvesinden içti. "Gürkan'a bunu söylediğimde rengi atar diye düşünmüştüm ama dinleyip sadece gülümsedi. Sence sağır taklidi mi yaptı?"

O an Gürkan'ın bu fikre sıcak baktığını düşünsem de bunu Büge'ye heveslenmemesi için söylemedim. "Bilemiyorum," dedim alayla. "Ama senin gibi beyaz atlı prensini bulan kız çok zor bulunur. Resmen adam sana tapıyor." Hevesli görünmeye çalıştım. "Ona her ne yaptıysan internette bir sayfaya yaz, emin ol taktiklerin çok ilgi görür."

"Yemin ederim hiçbir şey yapmıyorum," dedi o da heyecanla. "İlk tanıştığımız zamanı hatırlıyorsun. Motosiklet yarışlarına gitmiştik. Sen, ben, Gürkan ve Korel..." Aniden durdu, adını işitmek kalbimi sıkıştırmıştı, o da bunu fark etti. "Her neyse işte... O günden beri bana çok tuhaf bakıyor. Her seferinde de, 'Sen benim kurtulan tarafımsın,' diyor bana. Bu geçmişiyle alakalı, evet ama bazen bana acıyıp acımadığını düşünüyorum."

Hiddetle uzanıp masadaki elini tuttuğumda, "Saçmalama," diye mırıldandım. "O seni gerçekten seviyor, bunu aptal olmayan herkes görür. Dünyasının merkezinde sen varsın, başka kimse yok."

Elini elimin üzerine koydu, içtenlikle gülümsedi ve omzunu kaldırıp indirdi. O bakışlarında yine dile getirmek isteyip de getiremediklerini gördüm. "Sen nasılsın?" dedi, en sade soruyu seçerek. Yüzünü hafifçe buruşturdu. "Baban nasıl?"

Babamı sevmiyordu. Nedeni büyük ihtimalle beni bırakıp gitmeseydi ama benim yerime kin beslemesine gerek yoktu. "Babam bir şirkete elektrik mühendisi olarak girdi dört gün önce," diye anlatmaya başladım. "Maaşının iyi olduğunu söylüyor. Cumartesi pazar tatil olmasına bayılıyor çünkü hafta sonunu bana ayırmak istiyormuş." Büge gözlerini devirdi. "Havuzlu bir eve çıkmak istiyor, ben havuza girmeyi seviyorum diye."

"Havuzlu ev mi?" dediğinde ikimizin de aklına aynı anı gelmişti: Eskişehir'de Özge'nin havuzda can verişi.

Ablam Mine'nin havuzda can verişi.

"Evet." Tek bir yanıtla konuyu kapatmak istedim.

"Peki aranız nasıl?" diyerek hep sorduğu soruyu tekrar etti.

"İyi," dedim bu sefer de.

"Min'im, sadece ben konuşuyorum, sen hiçbir şey anlatmıyorsun," dediğinde kaşları çatıldı. "Kendimi böyle çok suçlu hissediyorum."

Haklıydı, onu tanıyalı çok uzun zaman olmuştu ama ilişkimiz onun anlatması ve benim dinlemem üzerine kurulmuştu. "Pekâlâ," dedim kaşlarımı çatarak. "Babamla aram iyi ama bugün beni öfkelendirdi. Dansa geri dönmemi istiyor ve ben istemiyorum, biliyorsun." Büge başını mutsuz bir ifadeyle salladı. "Benden habersiz gidip bir dans hocası ayarlamış, yarına randevum var. Dans hocamla. Emrivaki. Kadını kovamayacağım için böyle bir taktik belirlemiş."

Büge dinledi dinledi ve en sonunda hayal kırıklığıyla, "Doğuş babalık," dedi öfkeyle. "Kadın dans hocası mı ayarlamış?"

"Büge!" dedim aynı tonda. "Ben ne anlatıyorum, sen neye odaklanıyorsun?"

Hemen sesini düzeltip, "Tamam," dedi, sonra o da yapay bir ifadeyle kaşlarını çattı. "Doğuş babalık, ne dans etmesi. Onu öldürürüm!"

"Büge," dedim yine öfkeyle. "Abartmadın mı?"

"Of!" Ellerini saçlarına geçirdi. "Rol yapmayacağım. Babandan hoşlanmıyorum ama bu konuda çok haklı, dansa geri dönmek sana çok iyi gelecek, eminim. Ayrıca dans hocan kadın değil erkek olmalıydı çünkü dans eden erkekler seksidir, özellikle gençse daha seksidir."

Gözlerimi art arda ona her baktığımda devirdim. Bu kıkırdamasına neden oldu fakat karşılık vermedim. Birkaç saniye sonunda, "Tamam, tamam," deyip yanağımdan makas aldı. "Seni utandırmayacağım."

"Utanmadım," dediğimde gerçekten kendimi utanmış hissetmiyordum. "Ve hayatıma kimseyi almayacağımı biliyorsun."

"Biliyorum maalesef," deyip gözlerini devirdi. "Yalnızlıktan kendi elini tutacaksın." Ellerini birleştirip bana gösterdi. "Aynada da kendi dudaklarını öpersin artık."

"Büge!" dediğimde kendimi tutamayıp güldüm. "Sen gerçek bir sapıksın."

"Seni yalnız görmekten sıkıldım," dedi yapay bir öfkeyle. Bunu neden yaptığını biliyordum. Konu hayatımda bir adam olup olmaması değildi, konu birinin bıraktığı yarayı başka biriyle geçireceğimi düşünmesiydi. "Bak, şu adam," dedi ilerideki masayı göstererek. "Bence sana uygun."

Orta yaşlı, saçlarına kırlar düşmüş bir adamdı. Elindeki kitabını okuyor, bir yandan da kahvesini yudumluyordu. "Yuh, Büge!" dedim. "O adam babamdan büyüktür."

Büge hak vermiş olacak ki sustu, sonra başka bir masadaki adamı gösterdi. "Şu nasıl?"

Dikkat bile etmeden gelişigüzel, "Çok kilolu," diye yanıt verdim.

"Peki şu?"

"Çok sarışın."

"Şuradaki?"

"Çok esmer."

"Ya." Nefesini verdi. "Şu yakışıklı olan?"

"Çok yakışıklı," dedim ama hiçbirine dikkat etmiyordum.

"Ah, pardon," dedi, sonra başka bir adamı gösterdi. "Şu iyi ama, değil mi?"

Kocamandı, yaşıtım gibiydi ama boyum omuzlarına gelirdi ancak. "O adam dev gibi," dedim gözlerimi devirerek.

"Neden öyle diyorsun ki?" dediğinde boş bulunmuştu. "Korel Erezli o adamdan çok daha uzundu."

Acıyla gözlerim ona döndüğünde onun da gözleri irileşti ve yüzüme bakmak yerine boşluğa baktı. Altdudağını dişlerinin arasına aldığında Büge'yle de aramızda sözsüz bir anlaşma yapmış tık: ondan bahsetmemek. Hastaneye geldiğinde Büge'ye defalarca onu sormuştum, her seferinde bana geleceğini söylemişti ama gelmeyeceğini bildiği halde yalan söylediği için ona öfkeliydim.

Hastaneden çıktıktan sonra bana konusunu açmaya çalışmış, hızla konuyu kapattığımda ise bir daha ağzını açmamıştı. Arada sırada yaptığı patavatsızlıklar dışında havadan sudan sohbetlerimiz oluyordu.

O gece hakkında da neredeyse hiç konuşmamıştık.

"Üzgünüm," dedi ve en sonunda yüzü yüzüme döndü. "Yine patavatsızlık ettim, değil mi?" Hiçbir cevap vermeyip kahvemden birkaç yudum aldım. Saniye hatta dakika geçtikten sonra Büge sessizliğini bozarak, "Ama artık dayanamıyorum," diye söze başladı. "Ondan bahsetmiyorsun hatta onu hiç tanımamış gibi davranıyorsun ama içinde acı çektiğini biliyorum..."

Hemen sözünü kesip, "Acı çekmiyorum," dedim.

"Çekiyorsun." Kaşları çatıldı. "Bazı duyguları anlamakta zorlanıyorum hâlâ ama acı çeken birini direkt gözünden anlarım çünkü senelerce kendimi duyarsız sandığım zamanlarda aslında acı çekiyordum." Gözlerimi kaçırdım. "Görüyorum, canın çok yanıyor ama bizimle konuşmuyorsun, Min'im. Neden böyle yapıyorsun?"

Zaman kazanmak için kahve fincanımı dudaklarıma yaslayıp öylece kaldım. Büge ise öfkeyle fincanımı elimden alıp masaya koydu. "Büge," dedim şaşkınlıkla. "Ne yapıyorsun?"

"Konuşacağız," derken sandalyesini bana yaklaştırdı. "Bana içinde neler yaşadığını anlatacaksın. Paylaşacaksın ki ikimiz de aynı acıyı çekelim. En önemlisi, o gece neler olduğunu..."

"Lütfen!" deyip elimi elinin üzerine koydum. "Bunu yapma." Parmaklarımla parmaklarını tuttum. "Konuşmak istemiyorum."

"Ama konuşmamız gerek," diye fısıldadı. "O gitti, Minel. Duyuyor musun?" O kaçtı, dedim içimden. "O gitti ve arkasında seni bıraktı. Evet, tuhaf bir ilişkiniz vardı ama onun sana değer verdiğine neredeyse emindim."

Sustum. Gözlerimi ellerine diktim, parmaklarıyla oynamaya başladım ve o geceyi ne kadar unutmak istesem de yine o gecenin içinde canlandım.

Çello sesi, çello çalan görüntüsü, sımsıkı tuttuğu elimi bırakması...

Korel Erezli'nin Prometheus olma ihtimali...

Babamın tek bir cümlesi bana bunu düşündürdü sanmıştım ama detayları birleştirdiğim zaman ulaştığım en mantıklı sonuç bu oluyordu. Bir daha babama bu konu hakkında hiçbir soru sormamıştım çünkü duyacaklarımdan korkuyordum ve o da bunu biliyor olmalıydı ki asla konusunu açmamıştı.

"Minel," dedi elimi sıkarak Büge. "Onun gitmesinin nedeni neydi?"

"Bilmiyorum." Arkasından kendimi parçalayacak kadar çok ağlamış, seneler sonra gördüğüm babamı bile hiçe sayıp peşinden gitmek istemiştim ama o kalmamıştı, kaçmıştı.

"Peki o yaşıyor mu?" diye sordu bu kez de.

"Umarım..." dediğimde gözlerimi sıkıca yumdum. "Umarım bir yerlerde nefes alıyordur."

Büge ellerini ellerimden çekti ama benim gözlerim hâlâ kapalıydı. Ne düşünmem ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum ama artık kendi içimde bile kaçtığım sorulara hazırlıksız yakalanmaya başlamıştım.

Korel, Prometheus olabilir miydi?

Bir yandan mantıklı, bir yandan mantıksızdı.

Mantıklı ihtimalleri düşünmek bile istemiyordum ama mantıksız ihtimallerden biri yaşıydı. Ablamı öldüren Prometheus, Korel olamazdı çünkü o zamanlar on iki-on üç yaşlarında bir çocuk olmalıydı.

Korel yaşı konusunda da yalan söylüyor olabilir miydi?

Zihnimde çello çalarkenki görüntüsü döndü.

Gözlerimi açıp düşüncelerden kaçtığımda kafenin önünde bir aracın durduğunu ve Gürkan'ın arabasından indiğini gördüm. "Büge," dedim rahatlamış bir sesle. "Gürkan geldi."

Artık soru sormayacaktı, bunun için Gürkan'a minnettardım. "Ne?" dedikten sonra başını eğip kapıya baktığında kafeye girmekte olan Gürkan'ı gördü. "Onu çağırmamıştım, burada ne işi var?"

Dudağımı büktüğümde Gürkan bizim masaya doğru ilerli yordu, yüzünde gerginlik vardı ama yine de gülümsedi. Büge heyecanla ayağa kalkıp onun boynuna sarıldı, Gürkan ise tek elini beline dolayıp yanağına öpücük kondurdu. "Davetsiz misafir," dedi Büge, Gürkan'a. "Ne işin var burada?"

İkisini birbirine bu kadar yakıştırabileceğime inanamazdım ama birbirlerinden adımlarca uzak ruhlarında birbirlerine uyum sağlamayı başarabilmişlerdi. Doğrusu da aslında buydu, birbirlerini tamamlıyorlardı.

Gürkan Büge'ye cevap vermedi. Bakışları bana döndü, başıyla selam verdi ama gerginliğini direkt gözlerinin içinden anladım. "Nasılsın, Minel?" dedi resmi bir sesle. Aramızdaki mesafe hep böyleydi ama bu sefer çok daha fazla gibiydi. Bu detay Büge'nin de dikkatinden kaçmadı.

"Teşekkür ederim," dedim dudak ucuyla. "Sen nasılsın, Gürkan?"

Cevap vermedi, sadece başını salladı, sonra gözlerini Büge'ye çevirdi. Büge ise kaşları havada neler olduğunu çözmeye çalışıyordu. Gürkan direkt, "Kaç tane sigara içtin bugün?" diye sordu bir baba gibi.

"Of," diyen Büge gözlerini devirdi, ardından kendisini yine sandalyeye bırakıp bana baktı. "Minel, sence de bu konuyu çok abartmıyor mu?" Karışmak istemediğim için omzumu kaldırıp indirdim, Büge ihanete uğramış gibi gözlerini kaçırdı. "Burada ne işin var hem senin?"

Gürkan elini ensesine götürdü, kaşlarını çattı. "Buradan geçiyordum," dedi düz bir sesle. "Geçerken seni alayım dedim."

"Geçerken beni almak mı?" Büge kolundaki saati kaldırıp temkinli bir ifadeyle kalktı. "Minel yeni geldi sayılır, acelemiz ne?"

"Sorun yok," diyerek direkt lafa atladım, sonra ben de kolumdaki saate bakıp yüzümü buruşturdum. "Aslında benim de babama yemek sözüm vardı."

Gürkan babamın adını her duyduğunda olduğu gibi yine gerildi ama bu sefer omuzlarını da dikleştirmek zorunda kalmıştı. "Uydurma," dedi Büge sert bir sesle. "Bu akşamını bana ayıracağına söz vermiştin, konsere gideceğiz." Kızgınlıkla Gürkan'a döndü. "Acelen ne Doktor?"

Onu bu derece geren her neyse Büge'yle paylaşmasını istiyordum çünkü rahatlamaya ihtiyacı var gibiydi fakat benim yanımda pek de konuşacak gibi görünmüyordu. "Gerçekten," dedim çantamı sandalyenin sırtından alırken. "Gitsem daha iyi olacak."

Büge eliyle beni durdurduğu sırada Gürkan mahcup bir ifadeyle bana bakıp, "Kusura bakma kaba davrandıysam," dedi. "Ama eğer uygunsa akşam ben de sizinle gelmek istiyorum konsere."

Şaşkınlıkla ona baktım ama bu şaşkınlığımın sebebi bizimle konsere gelmek istemesi değil, böyle bir tercih sunmasıydı. Normalde hiçbir şekilde Gürkan benimle ya da Büge'yle bir yerlere gelmek istemezdi, nedeni de benimle yan yana olduğu zamanlar gerilmesiydi. Hem ben de geriliyordum çünkü onun içinde tuttuğu sırları bana anlatmadığı sürece kendisini suçlu hissettiğini biliyordum.

"Tabii," dedim kekeleyerek, sonra gözlerimi kırpıştırdım. "Ah, kusura bakma, şaşırdım biraz. Tabii ki gelebilirsin."

"Bu da nereden çıktı?" diye sordu Büge ama mutlu olduğunu biliyordum, üçümüz beraber plan yapmaktan inanılmaz derecede keyif alıyordu. Birbirimize uzak durduğumuzun farkındaydı ve bu onu rahatsız ediyordu. "Hiç böyle bir düşüncen yoktu, sana yalvarmıştım."

Büge'ye de aynı şaşkınlıkla baktım ama onun odağında değildim.

Gürkan isteksizce gülümsedi. "Teoman'ı uzun zamandır dinlemiyordum," dedi dalgalı saçlarını karıştırıp. "Bu akşam da yapacak hiçbir işim olmayınca sizinle geleyim dedim."

Büge gerçekten istiyor muyum diye dönüp bana baktı ve ben de ona içini rahatlatabilecek en gerçekçi tebessümü gönderdim. Bu onu daha da mutlu etmişti. "Vay canına," dedi sırtını sandalyeye yaslayıp kahvesinden bir yudum alarak. "İşte buna bayıldım."

Gürkan masadaki diğer sandalyeye oturduğunda artık konuşacak daha fazla şeyimizin kalmadığının farkındaydım. Onu ilk gördüğüm gün merkezdeki odasındaydı, sakin ve sağlam duru şuna zıt bir şekilde duygusal bir yapısı olduğunu da anlamıştım ama birbirimize buz gibiydik. Eğer Büge'yi tanımasaydı bana selam bile vermek istemeyeceğinden emindim.

"Senin neyin var?" diye sordu Büge, Gürkan'a. "Gergin görünüyorsun. Hastanede kötü bir şey mi oldu?" Gürkan elini çenesine yaslamış boşluğa bakarken Büge'yi duymadı bile. "Hey!" dedi Büge onu dürterek. İrkildi, başını çevirdi. "Sana diyorum, neyin var Doktor? Hastanede toplu katliam mı vardı?"

"Sadece uykusuzum," diye yanıtladıktan sonra sırtını sandalyeye yasladı. "Biliyorsun, gece makale yazmaktan uyuyamadım."

"Tabii." Büge gözlerini devirip bana baktı. "Son bir haftadır fazlasıyla meşgul, hatta geceleri kütüphaneye gidiyor, Min. Eve geldiğinde son derece gergin oluyor, nedenini anlayamıyorum. Bir de bunlar yetmezmiş gibi motosikletini garajdan çıkardı, onu kullanıyor."

"Motosikletimi zaten kullanıyordum," diyen Gürkan kaşlarını çattı. "Sadece kütüphaneye daha kısa sürede gitmemi sağlıyor."

"Kesin öyledir." Büge bana bakmaya devam etti. "Motosiklet yarışlarına geri döneceğini söyledi bana."

Gürkan kendi kendine söylenirken zihnimin içindeki anılardan uzaklaşmak istermiş gibi gülümsedim. "Onun motosiklet yarışlarına gitmesini istemiyor musun?" diye sordum Büge'ye. Cevabını evet olarak düşünmüştüm ama o başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

"Aksiyon seven tarafım hâlâ capcanlı ama o aksiyonun içinde ben de varsam... Gidiyor ve beni götürmüyor. Zararlı olduğunu söylüyor." Gürkan'a gözlerini devirdi. "Zararlı olan her şeyi severim."

Gürkan benim önümde tartışmak istemediği için, "Sana, sigara içme, dediğimde bırakıyor musun?" diye sordu. Büge kızgınlıkla kaşlarını çattı. "Bu da onun gibi bir şey."

"Değil." Burnundan derin bir nefes verdi. "Lütfen söyle Min'im, sevgilin motosiklet yarışlarına giden ama seni oralara götürmeyen biri olsa ne yapardın?" Sorusu yine duvara çarpmışım gibi hissetmeme neden olduğunda yutkundum. Gürkan ters bir bakış atarken, Büge elinin tersiyle ağzını kapattı. "Şey..." dedi gözlerinde pişmanlıkla. "Bu biraz saçma bir örnekti."

Büge'yi bütün patavatsızlıklarıyla bile seviyordum ama bazen öyle bir noktadan giriyordu ki hızlı giden bir araçla duvara çarpmışım gibi hissetmeme neden oluyordu. İşte bu düşünce bile başka bir anıyı doğuruyordu.

Gürkan dikkatle bana bakıp vereceğim cevabı bekledi.

Zaaflarını belli etme, dedi iç sesim üzerine bastıra bastıra. Bunu öğrenmiştim, zaaflarımı belli etmeyecektim.

Espriliyle karışık, "Ben bu filmin çok daha kötüsünü yaşadım," dedim, oldukça rahat görünmeye çalışıyordum. "Bir motosiklet yarışındaydım; tehlike bir yana dursun, bir adam elimle iddiaya bile girdi. Parmaklarımın arasında bıçak dans etti." Samimiyetsiz bir şekilde kıkırdadım. "Bu yüzden bunları çok takmamalısın."

Sessizlik oldu. Ben güldüm ama ikisi de eşlik etmedi. Büge şaşkınlıkla bana bakarken, Gürkan kaşlarını kaldırdı. Konunun kapanacağını düşünmüştüm ama Gürkan ciddiyetle, "O gün amaç seni tehlikeye atmak değildi," diyerek onu savundu. "Senin tehlikeye düşmeni engellemekti."

Yine güldüm, bu sefer gerçek bir gülümsemeydi ama mutluluktan olduğu söylenemezdi. Hiçbir cevap vermeden yüzümdeki gülümsemeyle kahve fincanıma baktığım esnada tepemizde dolaşan kara bulutları dağıtmak isteyen Büge öylesine bir konu açtı ama kesinlikle dahil olmadım hatta onu dinlemedim.

Kendi içimde, kendimle bile onun hakkında konuşmayı yasaklamıştım; bu yüzden hangi duyguyu hissettiğimi bile bilmiyordum ama şimdi kalbimin üzerine düşen öfke, ilk defa bana bu kadar canlı hissettirmişti. Eğer bu öfkeyi irdelersem arkasında neler olduğunu görecektim fakat yapmadım çünkü her şeyden kaçan Minel, kendi sesinden bile kaçmaya başlamıştı.

Bir saat sonunda masadaki muhabbete bir kere bile dahil olmadığımdan olsa gerek, Büge artık kalkmamız gerektiğini söylemişti. Konsere henüz iki saat vardı fakat yol uzak bahanesini öne sürmüştü. Gürkan ise amacını anlamıştı; hep beraber kafeden çıkmış, Gürkan'ın büyük arabasına binmiştik.

Onlar önde otururken, ben arkada tek başımaydım. Büge hâlâ bir şeyler anlatıyor, Gürkan'ı türlü gereksiz konunun içine çekiyordu. Arada sırada başını çevirip beni de dahil etmek için adımı söylüyordu. Evet ya da hayır demekten başka hiçbir yanıt vermeden pencereden dışarıyı izliyordum.

Öyle bir dalmıştım ki Büge dönüp, "Minel, telefonun çalıyor," diyene kadar telefonumun sesini duyamamıştım. Aceleyle telefonu çantamdan çıkardığımda ekranda babamın adını gördüm, Gürkan'ın duymayacağı şekilde telefonu açtım.

"Alo," dedim sakin bir sesle.

"Nasılsın?" diye sordu babam, evde değildi, arkasından gelen sesler bunu gösteriyordu.

"İyiyim, sen nasılsın?" diye sorduğumda oturduğum koltuğa biraz daha sindim. "Nasıl gidiyor? Bir şeyler yedin mi?"

"Sayılır..." Babamın gülümsediğini hissettim. "Dün yaptığın et yemeği bitti, ısıtırken altını yakmış olabilirim."

"Baba," dedim yüksek sesle ve dikiz aynasından Gürkan'la göz göze geldik. Daha kısık konuşarak devam ettim. "Sana defalarca tencereleri mahvetmemen gerektiğini söylemiştim."

"Haklısın." Babam mutsuz bir nefes verdi. "Ben yemekler konusunda son derece beceriksiz bir adamım ama neyse ki sen varsın." Hiçbir cevap vermedim, o da cevap vermemi beklemedi. "Konsere ne zaman gidiyorsunuz?"

"Şimdi." Çok kısa cevap.

"Nasıl gideceksiniz? Sizi bırakmamı ister misiniz?"

Göz ucuyla Gürkan'a bakarak kulak kesilmiş bir şekilde beni dinlediğini düşündüm, bu hissim çok tuhaftı. Yalanlara başvurmak konusunda artık eskisi gibi rahat değildim çünkü eskiden yalanlara başvururken korkularım vardı, nefretlerim vardı, yakalandıklarım vardı ama artık bunlar yoktu. Hiçbir şeyden korkmuyor, hiçbir şeyden nefret etmiyor, hiçbir şeye yakalanmıyordum.

Şimdilik.

Ayrıca babam hiçbir şekilde hayatıma karışamazdı, bunu çok iyi biliyordu. "Gürkan bizi almaya geldi," dedim rahat bir sesle. "O da bizimle geliyor. Şimdi onun arabasındayız."

Sessizlik oldu. Babamın Gürkan'la sadece bir kez yüz yüze geldiği seferde, Gürkan Büge'yle geç bir vakitte ayrılacağımız beni eve bırakmayı teklif etmişti. Araba evin önüne geldiğinde babam hızla bahçeye çıkmış, sonra Gürkan'ı gördüğünde kısa bir baş selamı vermişti.

Gürkan ise ne kadar kibar ve düşünceli bir adam olursa olsun, onun selamına karşılık vermemiş hatta hızla arkasını dönüp gitmişti.

"Ya," dedi babam. "O halde size iyi eğlenceler." Bu onu rahatsız etti, sonuna kadar emin oldum ama bir şey söylemedi. "Dikkatli ol."

"Olurum," dedim rahat bir sesle. "Sen de dikkatli ol ve beni bekleme, uyu."

"Biliyorsun, uyuyamam."

İçimden bir ses, bu kadar zaman boyunca benden tek bir haber bile almadan nasıl uyuyabildiğini sorguladı hatta bu yüzden öfkesini dile getirdi ama yine o sesi susturup, "Biliyorum," diye mırıldandım. "O halde gece görüşürüz."

Babam hiçbir cevap vermeden telefonu kapattıktan birkaç dakika sonra Büge, "Biliyor musun, Minel'in dansa dönmesi için babası bir hoca tutmuş," dedi Gürkan'a. "Çok güzel bir fikir, değil mi?"

Gürkan dikiz aynasından yine bana baktı ama bu sefer kaşlarını kaldırmıştı. "Bunu sen mi istedin?"

"Hayır, kendisi benden habersiz ayarlamış," diye yanıt verdim. "Ama elbette ki dansa dönmeyeceğim çünkü istemiyorum."

"İstiyorsun." Büge ön koltuktan arkaya eğildi. "Bunu seninle bir kez bile aynı masada oturmuş olan insan söyler. Sen dansa bağlı birisin, Min'im. Baban ilk defa çok doğru bir karar vermiş." Son kurduğu cümle kaşlarımı çatmama neden olurken, Büge aldırış etmeden önüne döndü.

"Babamdan hoşlanmadığını biliyorum," dedim Büge'ye fakat daha çok Gürkan'a söylüyormuş gibiydim. "Ama onun hakkında böyle konuşman beni üzüyor. Aramızdaki problemler sadece ikimizi ilgilendirir, sen neden onun hakkında böyle konuşuyorsun ki?"

Yoldaki araçlar, motor sesi ve radyodan gelen çok kısa bir İngilizce şarkı dışında başka hiçbir ses duyulmadı. Büge'yle uzun zamandır konuşmak istediğim konuyu bilerek Gürkan'ın yanında açmak bana iyi hissettirmişti.

"Çünkü ondan hoşlanmıyorum," dedi Büge kısık sesle fakat yüzünü göremedim. "Ve bence benim yerimde kim olsa ondan hoşlanmaz. Hatta..." Başını pencereye doğru çevirdi, profilini gördüm. "Senin yerinde başka biri olsa onu kabullenmezdi."

Büge'nin yerinde başkası olsa hoşlanmazdı, buna anlayış gösterebilirdim ama benim yerimde başkası olsa kabullenmez miydi? Bu yüzümü ekşitmeme neden oldu.

"Onu yıllarca bekledim," dedim aklıma ilk gelen cümleyi söyleyerek. "Öldüğünü söylediler ama ölmediğini bir şekilde hissedip onu bekledim ve geri geldi. Neden kabullenemesin başka biri? O benim yanımda."

Gürkan'ın sert sesi bana ulaştı. "Seni terk edip gitmiş, arkasına bile dönüp bakmamış bir adamdan bahsediyoruz." Yüzüme bakmıyordu ama baksaydı kırgınlığımı görebilirdi. "Seni amcana bile bırakmamış, seni öylece bırakmış. Yaşamını bile önemsememiş..."

Hızla sözünü kestim. "Buna mecbur kaldığını düşünüyorum." Yalandı, böyle düşünmüyordum ama savunmam gerekiyordu.

"Düşünüyorsun?.." Gürkan bu sefer dikiz aynasından bana baktı. "Ona nerede olduğunu, neden seni bırakıp gittiğini hiç sormadın, değil mi?" Ağzımı açmadım ama ikisi de cevabı anladı. "Çünkü alacağın cevaplardan korkuyorsun. Kendi kafanın içinde düşündüklerine inanmayı seçiyorsun. Bu da bir tür kaçış."

Büge diğer taraftan lafa atladı. "Senin yerinde başkası olsa hesap sorardı, onu affetmezdi ama sen affettin." Şaşkınlıkla nefesini verdi. "Evet, onu beklemiş olabilirsin, onu aramış olabilirsin ama yaşadıklarını düşün, Min, yaşadıklarını! O yokken sana olanları!" Sinirlenmeye başlamıştı. "Amcan seni hiç sevmiyordu, merkeze gönderdi. Orada başına çok kötü şeyler gelebilirdi..." Devam etmedi ama aklımdan geçenleri okumuş gibi lafı değiştirdi. "Bence bu kadar iyi niyetli olma."

Uzun zamandır sinirlenmiyor, uzun zamandır öfkelenmiyordum fakat ilk defa günler hatta aylar sonra bu hislerin bana uğradığını fark ettim. "İyi niyetli mi?" diye sordum iğneleyici bir sesle. "Ben iyi niyetli değilim, sadece onu bekledim ve geldi." Affetmediğimi söyleyecektim, affetmek üzerine düşünmediğimi söyleyecektim, babamı hiçbir zaman affedemeyeceğimi söyleyecektim fakat sustum; dile getirirsem acısını da hissederim diye sustum.

"Bekledin ve geldi." Gürkan alayla güldü. "Bir babayı sadece adı baba olduğu için affedemez, sevemezsin, Minel. Bence seni bırakıp gittiği için, yaşadıkların için hesabını sormalısın."

Ben de onun gibi güldüm ama onun kadar gerçekçi olmadı. "Boş versene Gürkan," dedim iğneleyici bir sesle. "İnsanlar beni en kötü zamanımda terk edip gitmeyi seviyorlar." Kaşları çatıldı, gözlerini direkt benden ayırdı. "Bir insana beni bırakıp gittiği için hesap soramam. Belki bundan yedi ay önce bunu yapardım ama artık yapmam çünkü şimdi kendimi o kadar da önemsemiyorum."

Çok kısa bir sessizlik oldu. "Baban seni terk etti," dedi Gürkan dikkatli bir sesle. "Diğerlerinin terk ettiğini nereden biliyorsun?"

"Sen nereden biliyorsun?" diyerek açıkça sordum, sonra gözlerimi devirdim. "Ayrıca bütün bunlar önemli değil; ne var, biliyor musunuz? Babam benden çok büyük bir duyguyu çekip almış, o da ona karşı muhtaçlığım. Şimdi bir anda ortadan kaybolsa hiçbir şey yokmuş gibi hayatıma devam eder, ölmüş kabul ederim. Geri dönse yine gülümser, onunla yaşarım. Bu en kötüsü, değil mi? Benim hayatımda olmasının ya da olmamasının bir anlamı yok. O da bunun farkında."

Büge derin bir nefes verdikten sonra eğilip bana baktı. Ne demek istediğimi anlamış olacak ki, "Aslında ona en büyük cezayı veriyorsun," diye fısıldadı.

"Farkında olmadan yapıyorum," dediğimde bunun beni mutsuz ettiğini fark ettim.

"Ah Min'im," dedi, uzanıp elimi tuttu. "Çok merhametlisin."

Omzumu kaldırıp indirdim. "Bir insan bir kez ölür ve bir kez yaşar." Derin bir nefes verdim. "Bir süre öldü sandığın biri karşına dikildiği zaman tek bir şeyi hissediyorsun: onun ölümünün acısını. Ben bunu tattım. Babam beni bir kez daha terk ederse bir kez daha öldü sayarım ama bu sefer ilki kadar acıtmaz, emin ol."

Elimin üzerinde bir süre elini tuttu, gözlerimin içine baktı ama hiçbir şey söyleyemedi. "Peki ya öldü saymadıklarımız ama bizi terk edenler?" diye sordu Gürkan düşünceli bir sesle. "Onlar hakkında ne düşünüyorsun?"

Bir noktaya baktım, o noktaya o kadar uzun süre baktım ki Büge eliyle elimi sıkmak zorunda kaldı. Bir boşluğun içinde savruldum. Korkularımla yüzleşmedim ama yüzleşebileceğimi gördüm.

"Terk eden her insanı öldü saymayı bana babam öğretti, bu bir dala tutunmaktı. Terk etti demek zordur ama öldü demek çok kolaydır." Büge'nin ellerinden ellerimi kurtardım, tamamen yanımdaki pencereye döndüm. "Babamdan sonra biri beni gerçekten terk etti ve ölmedi. Keşke yalandan bile olsa ölseydi de tuttuğum o dalı kırmasaydı çünkü o dal kırıldı ve ben yere düştüm. Öyle kötü düştüm ki dizlerimin üzerinde bile duramadım."

Yolun geri kalanı büyük bir sessizlikle geçti. Saniyeler dakikalara dönüştü ama ikisi de ağzını açıp hiçbir şey söylemedi. Kendi aramızda imzasını attığımız başka bir sözsüz anlaşma da buydu: yaşanılanlardan bahsetmemek, acıları dile getirmemek, her şeyi yok saymak.

Babamla da arkadaşlarımla da yaptığımız sözsüz anlaşmalar bir gün bozulacak, bozulan her anlaşma çok daha fazla can yakacaktı, bunu biliyordum ama erteliyordum. Durmadan erteliyordum. Durmadan görmezlikten geliyordum.

Fakat konser alanının önüne geldiğimizde içimde tarifi bile edemeyeceğim bir kıvılcım oluştu. Bu ateşin kıvılcımı değildi, bu acının da kıvılcımı değildi, bu geçmişimin kıvılcımıydı.

Ve o kıvılcım sanki şimdilerde tekrar karşıma çıkacak, ateşe dönüşene kadar durmayacak, ateşe dönüştükten sonra geleceğimi de yok edecekti.

Ben, öldü saymadığım, beni terk eden adamın geçmişimin kıvılcımı olduğunu çok iyi biliyordum.

7 ay önce...

Her yer alev alev yanıyordu, insanların çığlıkları kulakları acıtıyordu ve yanık kokusu her tarafı kaplamıştı. Ruh yanmazdı belki ama o gün, o tiyatro salonundaki üç kişi ruhunun yandığını hissediyordu.

Bir adam gelmişti, bir kız çocuğunun senelerdir beklediği babasıydı.

Bir adam gitmişti, bir kız çocuğunun geçmişinin tamamı olan kişiydi.

Minel'in canı yanıyordu, yangının ortasında bir insan kendi canının derdine düşmeliydi ama Minel bir adamın gidişiyüzünden acı çekiyordu. Elini tutan kişi babasıydı, senelerdir beklemesinin ardından gelen babasıydı ama o arkasını dönüp giden Korel'e bakıyordu. Gözlerinin içine ateşin rengi çarpıyordu ve o adam gidiyordu.

Senelerdir beklediği babasını umursamadan itekleyip Korel'in peşinden koştu. Alevlerin ortasına, her nereye gidiyorsa oraya. Belki alacağı cevaplardan, belki hatırlamaya başladığı geçmişinden, belki de her şeyi olarak onu gördüğünden.

Korel asla arkasına dönüp bakmadı ama Minel onun peşinden koşmak istedi, ardından babası onu yakalayıp engellemeye çalıştı. Zarar görmesinden korkuyordu ama Minel çırpınarak onun adını sayıkladı, gaz başını döndürüyordu. Belki o tiyatro salonunda Korel'in arkasından koşarken cayır cayır yanacaktı ama bunu umursamadı.

Kimin peşinden koştuğunu bile bilmiyordu ama kalbi acıyordu, o gidemezdi.

Çırpındı, yanmak istedi, babasını önemsemedi ama en sonunda gözleri karanlığa kucak açtı.

Yangından iki gün sonra...

Gözlerini bir hastane odasında açtığı zaman başında duran babasını gördü, ayaklarının ucundaki Büge'yi, Büge'nin yanındaki Gürkan'ı. Tek görmek istediği kişi Korel'di.

"Korel!" diye çırpındı, kurtulmaya çalıştı ama babası omuzlarından bastırıp doktoru çağırdı, Büge bir şeyler söyledi ama onu duymadı. "Korel!" diye bağırdı bir kez daha. "O yandı mı? O öldü mü? O nerede?"

Doktorlar gelip sakinleştirici vurdular. Sakinleştiricinin etkisi geçene kadar onun adını sayıkladı.

Yangından beş gün sonra...

Vücudu titriyor, epilepsi nöbetçi geçiriyordu. Doktorlar müdahale ederken babası çırpınıyor, Minel için bir şeyler yapmak istiyordu. Bu zamana kadar yapamadığı her fedakârlık için kendi canını bile verebilirdi ama Minel'in dudaklarından kriz geçirmeden önce sadece onun adı çıkıyordu. "Korel," demişti babasına, gözlerini açar açmaz. "O nerede?"

Babasının geri dönmesi değil, Korel'in gitmesi canını yakıyordu.

Cevap yoktu.

"O nerede?" demişti daha sert bir sesle. "O yandı mı?" Acıyla bağırmaya başlamıştı. "Yanmasın. O daha önce yandı!"

Sonrası krizdi, sonrası hatırlayamacağı kadar büyük bir karanlıktı.

Yangından on gün sonra...

Büge Minel'in başında ağlıyordu. Minel'in gözleri pencereden dışarıya çevrilmişti, normalde Büge'nin ağlaması onu rahatsız ederdi hatta şaşırtırdı ama hiçbir tepki vermiyordu.

"Lütfen," diyordu Büge. "Bir şeyler söyle, sen benim tek arkadaşımsın Minel."

"Korel," demişti Minel yine. "O nerede Büge? Yanmadı, değil mi? Ölmedi de. O nerede?"

"Minel, lütfen," demişti Büge.

"Belki de ateşten korktuğu için gitmiştir," demişti Minel ve gülümseyerek Büge'ye bakmıştı. "O burada, değil mi? Babam onu benden gizliyor. Biliyorum, Korel güvenilecek biri değil ama bir açıklaması vardır. O nerede Büge?"

Büge hiçbir cevap vermezken Minel'in yüzündeki gülümseme soluklaştı. "O nerede?" diye sordu bir kez daha ve gözleri acıyla doldu. "Geri dönecek, değil mi? Geri dönecek de. Babamdan korkmayacak ve gelecek de bana."

Minel de içten içe Korel'in babasından korkmayacağına emindi ama bir yalana inanmak istiyordu. Korel onu yalanlara inandırmıyorsa kendisi onun için yalanlar uyduruyordu.

"Gelecek," demişti en sonunda Büge. "Yakında gelecektir, Minel."

Büge, Minel'in karşısında yavaş yavaş erimesine ve acı çekmesine artık dayanamadığı için yalan söylemişti ama biliyordu, Gürkan ona söylemişti.

Korel bir daha dönmemek üzere gitmişti.

Yangından yirmi gün sonra...

Minel tam pencereden atlayacakken babası onu yakalamıştı, intihar edeceğini düşünmüştü; halbuki Minel intihar etmeyecekti, pencereden kaçıp Korel'in evine gidecekti.

Zihni, o hastane odasının beşinci katta olduğunu düşünemeyecek kadar mahvolmuştu.

Belki de amacı intihardı, bundan emin değildi ama tek istediği Korel'di çünkü kabullenemiyordu, yalanlar duymaya ihtiyacı vardı. Bu şekilde yaşanmazdı, onu kandırmalıydı.

Onu bu acıyla baş başa bırakmamalıydı.

"Minel," demişti babası, ağlayarak onu kendine çekip. "Yalvarıyorum, kızım. Yalvarıyorum, kendine gel."

"Korel!" demişti Minel bir kez daha çırpınarak ve en sonunda babasını iteklemeye çalışmıştı. "Seni istemiyorum." Babası geri çekilmişti ama onu korumaya devam ediyordu. Minel babasının gözlerinin içine bakıp onu bir daha iteklemişti. "Seni istemiyorum!" demişti. "Sen öldün! O yaşıyor! O gitti! O gidemez!"

Minel için zor olan sadece Korel'in gidişi değildi; babasının seneler sonra ortaya çıkışıydı, Prometheus'un amcasını öldürmesiydi, çello çalan Korel'in görüntüsüydü. Aklını kaçıracak gibiydi.

En sonunda babası, "O gitti," demişti kısık sesle. "O gitti, Minel."

Minel başını iki yana sallayıp, "O gitmez," demişti. "O senin gibi değil, baba."

Yangından otuz gün sonra...

Minel başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Hastaneden çıkılıyordu; bir yanında babası vardı, diğer yanında Büge. Ağzını bıçak açmıyordu çünkü ikisinin de ona yalan söyleyip geçiştirdiğini biliyordu. "Yemek yiyelim," demişti Doğuş Karaer hevesle.

"Evet," diyerek katılmıştı Büge de. "Şöyle güzel bir hamburger yiyelim, Minel çok sever."

Minel derin bir nefes vermiş, ardından, "Korel'in evine gitmek istiyorum," demişti. "Biliyorum, evde beni bekliyordur. Boda'yı bırakıp gidemez."

Yangından otuz iki gün sonra...

Evden kaçıp Korel'in evine gelmişti. İlk önce kapıyı çalmıştı gülümseyerek, ardından, "Korel," diye seslenmişti. "Ben geldim." Bir cevap yoktu.

Bir kez daha çaldı ve fısıldayarak, "Korel," dedi. "Ben geldim, merak etme, yalnızım. Senin öyle bir adam olmadığını biliyorum.

Aç kapıyı, dinleyeceğim seni, söz."

Aslında Minel biliyordu, evde kimse yoktu çünkü köpek kulübesi de bomboştu. Boda'nın yerinde yeller esiyordu.

"Korel," dedi bir kez daha kapıyı çalarak. "Açsana kapıyı. Eğer açmazsan sana verdiğim sözü tutmam ve ağlarım."

Kapı açılmadı, Minel ağlamaya başlasa da kapının önünden ayrılmadı. "Gitmiyorum," dedi sert bir sesle ve gözyaşlarını elinin tersiyle silerek. "Ama sözümü de çiğnemeyeceğim, bekleyeceğim seni burada."

O gün sabahtan akşama kadar babasının onu uzaktan izlediğini bilmeden o kapının önünde durdu, yetmedi akşam da bekledi ve en sonunda uykuyakaldı.

Gözlerini açtığında birinin onu taşıdığını gördü, babasıydı. "O gitti," dedi babası ama Minel inanmadı.

Yangından kırk beş gün sonra...

"Sana anlatacaklarım var," dedi Minel, kapının önünde otururken. "Babam benimle konuşmaya çalışıyor ama ne yapacağımı bilmiyorum, sen olsaydın bir yol gösterebilirdin ama yoksun. Belki de içeridesin ve beni dinliyorsun." Böyle olmadığını biliyordu ama buna inanıyordu. "Ona sorular soramıyorum, aslında cevaplarını da merak etmiyorum. Gittiyse gitti, döndüyse döndü, Korel. Onu seviyorum ama onu affedemiyorum. Kalbim çok kırık." Başını kapıya çevirdi. "Kendimi çok yalnız hissediyorum, senden önce bu kadar yalnız hissetmezdim. Aslında sen hayatıma girdiğinde de yalnızdım ama sonrasında hatırladım bir şeyleri. Oradaymışsın Korel, geçmişimdeymişsin. Şimdi yavaş yavaş hatırlıyorum. Hepsini sana anlatmak istiyorum ama yoksun." İç çekti. "Prometheus ortalarda yok, seninle beraber yok oldu. Seninle beraber yok olması çok tuhaf, değil mi?" Gülmeye başladı. "O çello görüntülerini bilerek yayınladın, değil mi? Babam senden korksun diye. İntikam alıyorsun bence ondan ama bana söyleyebilirsin." Minel'in içini korku kapladı. "Keşke bana söyleseydin, ben korktum."

Uzakta bir araba durdu, arabadan inen kişi Gürkan'dı. Büge arabanın içinde bekliyordu.

Minel gözlerini devirirken Gürkan tam karşısında durdu, ardından yere çöküp, "Minel," dedi. "Seni almaya geldik."

"Korel nerede?" diye sordu Minel belki bininci kez.

Gürkan derin bir nefes verdi, en sonunda dayanamadı. "O gelmeyecek, Minel."

Minel yine inanmadı, Korel'in Gürkan'a da oyun oynadığını düşünüp başını iki yana salladı.

Yangından yetmiş bir gün sonra...

"İnsanlar bir mezarın başına gidip konuşur, Korel," dedi Minel, kapının önünde otururken ve gözleri daima suladığı papatyalara kaydı. Oraya bir mezar kazmış, köpeği gömüp papatya ekmişlerdi. O papatyaları Minel suluyordu. "Ben de buraya gelip konuşuyorum, bu ev mezar değil ama sanki mezarlığa gelip konuşuyormuş gibi hissediyorum. Umudum tükeniyor ama gidecek başka hiçbir yerim yok." Derin bir nefes verdi. "Aslında var." Gülümsedi. "Beni ilk öptüğün yere de gittim, oradaki papatyaları suladığını söylemiştin. O papatyalar kurumuştu Korel, suladım ama ölmüşler. Gitmemişsin oraya da. Canım acıyor."

Minel ağlamaya başladı, bu kez canı hiç olmadığı kadar çok yanıyordu.

"Canım çok acıyor, Korel," dedi umutsuz bir sesle. "Neler oluyor? Sen kimsin? Sen kocaman bir yalan mısın? Neden omuzlarıma böyle bir yük bıraktın, neden beni bıraktın? Ben bunu hak ettim mi?" Başını salladı. "Seni unutarak hak etmiş olabilirim ama canım gerçekten çok yandı. Dönmeyeceğini söylüyorlar ama benim içimde ufacık bir umut var, o umut ne olacak? Yemin ederim bulutları hâlâ çok seviyorum, sen dönersen dansa da devam ederim.

Korkuyorum ama ederim." Gözünden yaş aktı fakat bu kez silmedi.

"Ölmedin, değil mi?" diye sordu Minel gözlerini bulutlara çevirerek. "Öldüğüne mi inanmalıyım? Bu daha az mı yaralayıcı? Öldüysen bile yanarak ölmemiş ol, ateşten korkmadığını söylüyorsun ama bence korkuyorsundur."

Uzakta yine bir araba durdu ve bu kez hiç gelmeyen o misafiri gördü: Korhan'ı.

Gözleri açıldı, heyecanlanarak çöktüğü yerden kalktı ama Korhan'ın gözlerinde kızgınlık ve endişe vardı. Endişe? Korel ölmüş müydü?

"O geldi mi?" diye sordu Minel heyecanla.

Korhan tam karşısına geçip Minel'i süzdükten sonra, "Burada olmadığını bildiğin halde neden geliyorsun?" diye sordu düz bir sesle. Ellerinden sevgilisini aldığından beri Korhan ondan nefret ediyordu ama gözlerindeki acıma yok sayılacak gibi değildi.

"Gelecek çünkü..." dedi Minel, umudunun bittiğini söylemese de gözlerini açarak. "Yani mantıklı bir açıklaması vardır diye düşünüyorum. Biliyorum, gelecektir. Gelmiştir belki de ve..."

"Mantıklı açıklama mı istiyorsun?" diye sordu Korhan ve Minel'in kalbine bıçağı saplamadan önce derin bir nefes verdi. "O kaçtı." O kaçtı.

Minel'in tükenen umudunun yanında bir alev parladı, o alev kalbini esir aldı ve acıyla yutkunmasına neden oldu.

"O kaçtı," dedi kendi kendine ve aslında kendine itiraf etmediği o mantıklı açıklama Korhan'dan geldi: "O kaçtı," dedi bir kez daha; bunu söylerken ayakta durmakta zorlanıyordu.

O kaçmıştı, ilk defa kendisi gibi kaçmıştı ve geri dönmeyecekti çünkü kimliği artık karanlık bir ruhtu; o ruhu Minel görmüştü.

"Hayatına dön," diyen Korhan ne kadar acımasız dursa da gözlerine merhametin ışığı yansıdı. "Büyü, Minel. Yaşa ve onu unut. Anma adını, sil. O kaçtı, bir gün dönerse bile kaçan bir adam olacak, seni arkada o şekilde bırakmış."

Sessizlik aralarında sözsüz bir anlaşmaya dönüştü ve o gün, Korhan'ın o cümlelerinden sonra Minel tutunacak bir dal buldu, düştüğü yerden doğruldu ve yalan ya da doğru olduğunu bilmeden kaçtığına inandı.

Büyüdü, yaşadı, anmadı adını hatta sildi.

Ama bir kez daha Korel'i unutamadı.