Geleceğe hazırlık, geçmişin silinmesiyle oluşmuştu.
Simsiyah bir defteri beyaza boyamaya çalışmışlardı; başarılı olmuşlardı ama bir gün o beyaz defterin tırnaklarla kazınacağını düşünememişlerdi.
Elinde bir defter tutuyordu ve bir kalem. Silgisi yoktu. Öğretilen her şeyi bilecekti; kalem yeni öğrendiklerini yazmak içindi, silgi hiçbir zaman işine yaramayacaktı çünkü hayatı tekrar yazılan bir kadına olduğu için silinmesi gereken hiçbir şeyi yoktu.
Boş, dümdüz bir ifadeyle önündeki defterin ilk sayfasına baktı.
"Adım Minel Karaer," dedi kelime kelime tekrar ederek. "22 Temmuz 1997 İstanbul, Kadıköy doğumluyum." Defalarca tekrar etti, hemen karşısında duran cama bakarak kendini inceledi. Kaşları çatılırken aklına gelen her şeyi not etmeye özen gösteriyordu. Camın diğer tarafından onu inceleyen doktorlar kendi aralarında konuşuyor, Minel'in çıkarılmasının zamanının geldiğini düşünüyorlardı.
"Babam yok," dedi sadece ve duraksadı. Zihnini itekleyen ve hançer geçiren bir şeyler olduğunun farkındaydı fakat tekrar cama dikkatle baktığında gözlerinde ölümü gördü. "Nasıl öldüğünü bilmiyorum." Bilmemek Minel'i rahatsız etmedi çünkü başka bir acı boğazına parmaklarını geçirdi. "Annem boğazı kesilerek acı içinde öldü, onu yerden kimse kaldıramadı. Okuldan geldiğimde onu yerde ölü buldum." Deftere yazdığı cümleleri okurken sesinin titrediğini işitti.
"Bana ne olduğunu bilmiyorum." İçinden tekrar etti. "Bilmemem daha iyi. Böylesi daha iyi. Ben böyle daha iyi olacağım."
Doktorlar Minel'in söylediklerini dikkatle dinleyip kaydederken birbirlerine bakıyorlardı. En sonunda bir tanesi dayanamadı ve mikrofonu alıp, "Annene ne oldu?" diye sordu tekrar.
"Boğazı kesilerek öldürüldü," dedi Minel, binlerce kez söylediğini tekrar ederek.
Doktor mikrofondan uzaklaştığında diğer doktorlara hayal kırıklığıyla baktı. "Annesini unutamıyor; görsel hafızasından silinmiyor."
Başka bir doktor elini kaldırdı ve mikrofona yaklaştı. "Kardeşin var mı?"
"Yok," dedi Minel hızlıca. "Evin tek kızıyım. Hayatım boyunca birçok şehirde yaşadım, hep kaçtık."
Soruyu soran doktor da mikrofondan uzaklaştı. "Ablasını hatırlamıyor, görsel hafızasıyla ilgisi yok. Minel annesini unutmayı reddediyor ama ablasını unutmak istediği için zihni onu temizledi."
"Çünkü ablası onun için kendini öldürdü." Doktorun sözünün üzerine birbirlerine bakıp kafalarını salladılar.
"Hafızasında birçok şey silinemez şekilde duruyor, en başta da ailesinin sürekli kaçması geliyor ama bazı detayları da yanlış hatırlıyor."
Ses kayıt cihazına raporlarını bu şekilde bildiren doktorlar oldukça sakin ve stabil görünüyorlardı; karşılarında duran kadının içindeki yangından haberleri yoktu ya da yok sayıyorlardı. "Baban nerede?" dedi doktor.
"Bilmiyorum," dedi Minel ve kaşları çatıldı. "Ölmüş."
Mikrofonu kapattı. "Babasına ne olduğunu hatırlamıyor ama öldüğüne de inanmayan bir tarafı var."
Minel üzerindeki beyaz önlüğünün eteğiyle oynamaya başladı ve tek elinde tuttuğu defterle odada volta atmaya devam etti. Bembeyaz odada bir masa ve bir sandalye vardı. Sorgu odasına benziyordu fakat sorgu odasına göre oldukça aydınlıktı ve ortada polisler yoktu. Camın arkasından onu daima izleyen birilerinin olduğunu da biliyordu.
"Çocukluğunla ilgili ne hatırlıyorsun, Minel?" Kadın doktor renksiz bir tınıyla seslendiğinde Minel gözlerini defterden ayırıp masanın üzerine yaklaştı.
Mızıkayı eline alıp havaya kaldırdı ve cama doğru salladı. "Mızıkam," diye mırıldandı. "Dans. İkisinden asla vazgeçemedim." Turuncu saçları dağılmış bir şekilde yüzüne düşmüştü ve dudaklarında uçuklar çıkmıştı. Gözlerindeki fer gitmiş, verdiği kilolar yüzünden üzerindeki önlük iki beden büyük gelmişti. Kıpkırmızı olan gözlerindeki ifade silikleşmişti ve ilk geldiği zamanki kız çocuğuyla hiçbir ilgisi kalmamıştı.
Mikrofon kapandı.
"Sevdiği birçok şeyi unutamıyor ve hatırladığında onlara kendini muhtaç hissediyor."
Doktorlar birbirine baktı ve en sonunda kadın doktor, "Sormalı mıyız?" diye yineledi.
"Onu unutmuşken sorarak bizim hatırlatma ihtimalimiz var," dedi erkek olan ve ellerini önündeki masaya yaslayarak eğilip Minel'e baktı. "Her şeyi evet ama o adamı unutamıyor."
"Üç seanstır hiç sormadık ve dozu o kadar çok artırdık ki ismini bile unuttuğuna şahit oldum. Odaya son alındığında çığlık çığlığaydı ama çıktığındaki sakinliğini hatırlamıyor musunuz? Sormalıyız."
Erkek doktor, kadın olana ters bir bakış attı. "Bence bu kızın o adamı unutamaması sende duygusal etki yaratıyor, başka açıklaması olamaz."
"Hiçbir ilgisi yok," deyip mikrofonu açtı ve diğer doktorlara bakmadan, "Minel," diye seslendi. "Beni duyuyor musun?"
"Adım Minel Karaer," dedi ezberden giderek. "Babamın adı Doğuş, annemin adı Mehveş."
"Başka hatırladığın biri var mı?"
Minel önündeki deftere baktı; sürekli hatırlayıp yazsa bile o defterin yenilenip sürekli değiştirildiğinden habersizdi. Tek tek isimlere göz gezdirdikten sonra, "İlkokul öğretmenim," dedi. "Adı Berna'ydı.
Kızıl saçlı, öfkeli bir kadındı ama beni severdi."
"Korel Erezli," dedi kadın doktor hızlıca; diğer doktorlar dehşetle ona baktı. İsim vermesinin yanlış olduğunu bildiği halde bunu yapması, Minel'in damarına basmaya çalışmasındandı. "Bu isim sana bir şeyler anımsatıyor mu?"
Minel önündeki deftere bakarken duraksadı ve başını kaldırıp cama doğru baktı; camda hemen karşısında kendini gördüğünde ismin kalbini acıttığını, zihnini acıtacak kadar zorladığını ve sesler işitmesine sebep olduğunu hissetti. Ona dönük yüzü, hiddetle gözlerinde acıyı duyumsatıyordu.
"Korel Erezli," dedi Minel ve ellerini şakaklarına bastırdı. Zihninin içinde çığlıklar duymaya ve duvarlarda yüzler belirmeye başladığında, "Korel Erezli," dedi tekrar ve kendi etrafında dönmeye başladı. "Bu isim bana zarar veriyor. Bu isim beni korkutuyor. Bu isim beni mahvediyor. Onu benden uzak tutun."
Şakaklarına bastırdığı ellerinde damarlarının atışını hissetti; her damar atışı kulağında bir kalp sesinin son notasını bırakıyor gibiydi. Korel Erezli adı onun damarlarından kalbine kadar titremesine neden olmuştu.
Onlarca ses arasından bir erkek sesinin ona bir şeyler söylediğini duydu. Gözleri irileşti, ellerini yavaşça ve sakin bir şekilde şakaklarından indirdi. "Beni hiçbir zaman unutamayacaksın," diyen ses, Korel Erezli'den başkasına ait değildi.
Cama, kendi yansımasına baktı ve hemen arkasında bir gölgenin olduğunu gördü; yüzü, zihnindeki tozlu zemine düştü ve derin nefes alıp, "Korel!" diye bağırdı, ardından koşarak cama yumruk attı. Yüzü tam karşısındaydı; Korel sanki ona bakıyordu. "O burada!" dedi çaresizlikle ve art arda cama yumruk atmaya devam etti. Camı kırmak istiyordu, camı parçalamak istiyordu fakat o camın kırılmaz olduğunu da az çok anlıyordu. İçinden bir ses camın arkasında Korel'in de oturabileceğini söylüyordu fakat başka bir ses ise Korel'in o camın arkasında oturması halinde kendi ölümünün yazıldığını düşündürüyordu.
Doktorlar sakince Minel'i izlerken, erkek doktor kadın olana eğilerek, "Bundan keyif alıyorsun, değil mi?" diye sordu.
Kadın doktor ruhsuz bir ifadeyle gülümseyip, "Sadece etkileyici," diye fısıldadı. "Babasına ne olduğuna kadar unutup Korel'i unutamaması."
"Çünkü gördüğü son yüz, o adama aitti," dedi diğerlerine göre daha genç olan doktor. "Her şeyi unutabilirsin ama gördüğün son yüz kafandan asla silinmez, buna eminim."
"Görürüz bakalım silinir mi, silinmez mi," dedi kadın doktor ve telefonu eline alıp başka bir operatörü aradı.
"Yapma," dedi genç doktor. "Bir hafta içerisinde üç kez fazla doz verildi, kızın bünyesi kaldıramayacak bunu."
"Onu çok güçsüz görüyorsunuz," dedi Minel'e bakarak. "Baksanıza, o kadar doza rağmen kırılmaz camı bile kıracak kadar güçlü vuruyor."
Korel'in yüzünü tam olarak hatırlamıyordu, Korel'in bedenini tam olarak hatırlamıyordu, Korel'in kokusunu tam olarak hatırlamıyordu fakat Korel'in sesini ve ona hissettirdiklerini bir türlü aşamıyordu.
Minel haykırıp cama vurmaya devam ederken, "Ona zarar vermeyin," dedi ve neden böyle bir şey dediğine anlam veremezken hemen arkasında sanki başka bir gölge belirdi. Bu gölgenin yüzü yoktu, maskesi vardı ve bedeni, Minel'in bedenini ele geçirmek için onun çevresini sarıyor, göğüs kafesindeki atışlarına son vermek için çaba gösteriyordu. Korel'in varlığını ve görüntüsünü silen bu gölge, Minel'in yumruk yaptığı elinin duraksamasına ve ellerini kulaklarına bastırmasına neden oldu.
Hissettiği korku tarif edilemezdi; ölüm korkusu gibi değildi, öldürdüğü canların kokusunu burnuna getiren bir korkuydu.
"Gözlerine bakın," dedi genç erkek doktor. "Neler oluyor?"
Minel arkasındaki gölgeye yansımadan bakarken bileklerinin acıdığını, boğazının yandığını hissetti. Ailesi katledilen bir kız çocuğu, katilinin gölgesini hemen arkasında görüyordu.
"Prometheus," diye fısıldadıktan sonra elleriyle gözlerini kapattı. Sesi doktorlara ulaşmamıştı fakat dudaklarını okumaya çalışıyorlardı. Minel'in sımsıkı kapattığı gözleri işe yaramazken bedeninde Prometheus'un ellerini hissetti; kulağında sanki onun sesi vardı.
Kadın doktor biraz eğlenmek ister gibi, "Minel, beni duyuyorsun, değil mi?" dedi ve devam etti. "Bu yaşına rağmen birine böylesine bağlanmayı nasıl başardın?" Bağlılık?
Korel'e karşı hissettiği bağlılıktan daha farklıydı, Korel'e muhtaç olduğunu hissediyordu. Muhtaçlığı korkularından kaçışlarında gizliydi fakat artık Korel'in varlığı bile onu korkutuyordu; sorun da buydu. Onu korkutan asıl kişi Korel Erezli'ydi.
"Prometheus," dedi dişlerinin arasından Minel ve son kez sert bir yumruğu cama indirip bağırdı. "Prometheus!"
"Lanet olsun," dedi genç doktor ve ayağa kalkıp elini saçlarına geçirdi. "En başa dönüyoruz, Prometheus'u hatırlıyor."
"Korel'i hatırladığı sürece Prometheus'u da unutamayacak," dedi kadın doktor sakince ve kafasını iki yana salladı. "Ne acı, bütün psikolojik tedavilere rağmen unutamadı."
Doktorların olduğu odaya iki tane üniformalı ve maskeli adam girince kadın doktor, "Minel'i alın ve elektroşok odasına götürün," diye emir verdi.
Adamlar kafalarını salladı, Minel'in tutulduğu odanın kapısını açıp hızlıca kapattılar, ardından Minel'e doğru yürümeye başladılar.
Kapı sesinden sonra gözlerini açan Minel, "Hayır!" diye bağırdı ve masanın arkasına geçip adamlara doğru iteklemeye başladı; gücünün yetmeyeceğini biliyordu ama yine de savaşmak istiyordu. "Benden uzak durun, artık acı çekmek istemiyorum." Karıncala-
nan zihniyle, sesleriyle, gölgeleriyle ve hissettiği ellerle daha ne kadar devam edebileceğini bilmese de öylece karşı koymaya çalışıyordu. "Beni bu şekilde yaşatmayın."
Üniformalı adamlardan biri hızlıca Minel'in arkasına, diğeri de önüne geçip onu çevrelediler. Adamlardan biri arkadan Minel'in belinden tutarken diğeri de savurduğu bacaklarını yakaladı ve çığlıklarını susturmak için eliyle ağzını kapattı.
Minel ölümüne çırpınıyor, kurtulmak için her yolu deniyordu fakat el öyle bir baskı yapıyordu ki Minel'in nefes alabilmesi bile imkânsızlaşmaya başlamıştı.
Elinde tuttuğu defter yere düşüp odadan başka odaya kapı açıldığında gözleri deftere kaydı ve bildiği, yazdığı her şeyin tekrar yokluğa sürükleneceğini gördü.
Hafıza, kör bir mermi gibi Minel'in geçmişine çarptığında yarısını parçalamış, yarısını ise sağlam bırakmıştı. Minel'in geçmişinin bir tarafı sağlamdı fakat mermi tam isabet ettiğinde geçmişi tamamen yok olacak ve yeni defterini bir an bile düşürmeyecekti.
Minel'i beyaz sedyeye yatırdılar; güçsüz bedeninin çırpınışlarına rağmen ellerini ve ayaklarını sedyenin kemerleriyle bağladılar.
Minel'in el ve ayak bileklerindeki kızarıklıklar ile morluklar bir an bile geçmeden yenileniyordu.
"Bırakın," dedi maskeli adamlara bakarak. "Bırakın beni!" Sesi kısılmıştı, bağırmaktan boğazı acıyordu, zihni durmadan dönüyor, sesler peşini bırakmıyordu. Bağırdığında sesinin yankı yaptığını düşünüyordu fakat sesi aslında o kadar kısık çıkıyordu ki farkında bile değildi.
Adamlar elbette ki Minel'i dinlemediler ve öylece çırpınışlarını izlediler. Minel tepesindeki kablolara ve başına geçecek olan o cihaza baktığında kafasını iki yana salladı, ardından tavandaki aynayla yüz yüze geldi, kendini gördüğünde titreyen bedenine acıyla baktı. O kadar ufak, o kadar kırılgan görünüyordu ki üzerine yatırıldığı sedyede bedeni yok olmuştu fakat buna rağmen kendini kalbindeki güçle yaşatabilecek kadar da cesurdu. Minel'in kalbi, ölmeyi reddedecek kadar güçlüydü.
Odanın kapısı açıldığında içeriye birinin girdiğini duydu; tavandaki aynadan bakışlarını ayıramazken, gelen kişinin kim olduğunu artık biliyordu. "Kim olduğunu biliyorum," diyebildi. "Kim olduğunu hissediyorum."
Başını çevirip kimin geldiğine bakmak istemedi çünkü biliyordu ki yine başka bir siyah maskeli yüzle karşılaşacaktı ama hislerinde yanılmadığına emindi. "İstediğin kadar uğraş," dedi. "İstediğin kadar kendini yok etmeye çalış, yakınımda olduğun her an seni hissedeceğim ve kim olduğunu bileceğim."
İçeri giren maskeli adam bir düğmeye bastığında, üzerinde yattığı sedyenin tepesindeki cihaz Minel'in kafasına yaklaşmaya başladı. Mavi ışıklar Minel'in gözlerini almaya başladığında gözlerini sıkıca yumdu ve son sözlerini söyledi. "Beni şimdi öldür. Beni bu şekilde yaşatacaksan da ölümünü göze al çünkü senin kim olduğunu unutsam bile seni daima hissedeceğim ve ölümün benim ellerimden olacak."
Maskeli adam hiçbir şey söylemedi fakat maskesinin ardındaki çehresi hafif bir tebessümle aydınlanıp cihaz Minel'in başına yerleştiğinde başka bir düğmeye bastı. Kabloları Minel'in şakaklarına bağlarken, parmakları saçlarına değiyor ve çehresindeki gülümseme daha fazla yayılıyordu.
Minel çırpınmadı, tepki vermedi, gözlerini sıkıca kapattı ve görüntüler zihninde dönmeye başladı.
Sonrası.
Sonrası acıydı, sonrası hissizlikti, sonrası bedenin kaldıramayacağı kadar fazla acıya maruz kalmak, ruhun çöküşü ve geçmişin çığlıklar içinde yanmasıydı.
Günler geçiyordu.
Beşinci gündü. Oradaydı, babasının kucağında oturuyor ve ondan kendini dinliyordu, annesi içeride kendi kendine konuşuyordu. Zihni silindi, şeffaflaştı, kapkara kalemle beyaz sayfayı boyadılar.
On beşinci gündü. Oradaydı, babası aceleyle annesini hastaneye kaldırırken Minel ve Mine arkalarından ağlıyorlardı. Ablası Minel'e sarılıyordu, onu güçlü hissettiren ablasının elleriydi.
Zihni yok oldu, kirlendi ve kapkara kalemle beyaz sayfayı boyadılar.
Ellinci gündü. Oradaydı, ablasının intiharını görüyordu; bileklerinden soğuk havuza kanlar akarken, ablasının hemen arkasındaki adamın yüzünü anımsıyordu ama hissettiği tek şey yalnızlığın verdiği o endişeydi, acıydı, kimsesizlikti.
Zihni mahvoldu, kanla temizlendi ve kapkara kalemle beyaz sayfayı boyadılar.
Yüz ellinci gündü. Oradaydı, hemen yanında ondan santimlerce uzun bir adam duruyordu, gözlerinin içine koruma içgüdüsüyle bakıyor, onu arkasına alarak bütün kötülüklerden korumaya çalışıyordu. Hissettiği; şefkat, muhtaçlık ve ihtiyaçtı.
Zihni direndi, savaştı, karşı koymaya çalıştı fakat en sonunda tek bir neşter darbesiyle o adamın da yüzü zihninden parçalanarak silindi; parçaları tek tek yüzüne çarptı, en kötü hissizlik, o parçalar gözlerine çarptığında oldu ve beyaz sayfa tamamen kapkara kalemle boyandı.
Minel karanlık bir odada yerde, betonda yatıyordu. Bedeni
acıyla titriyor, hıçkırıkları boğazına takılıyor ve iç çekişleri bir diğerini takip ediyordu. Gözleri kapının altındaki ışıktaydı; onu almaya gelecek birileri olmalıydı, artık o odadan çıkmalıydı ama o ışık sönerse kimse onu almaya gelmeyecek, odanın içinde çürüyecekti.
Sol eli düştüğü beton zeminde titrerken yere vuruyor, kısık kısık sesler çıkıyordu. Boğazı kendini sıktığı için acısa da bağıra çağıra ağlayamıyordu, gözlerinden yaş gelmiyordu; sadece acı vardı. Acı, onun nefesini kesiyordu.
Bekledi.
Bekledi.
Gözleri ışıktan bir an olsun ayrılmadan bekledi, bedeni daha fazla titredi, soğuk onu daha fazla üşüttü fakat bekledi.
Tam o anda kapının altında gölgeleri gördü ve onu almaya gelen birilerinin olduğunu anladı. Birkaç saniye sonra kapı açıldığında, Minel cenin pozisyonunda yattığı yerden kalkmadı fakat gölgeye baktı.
Boşluktaydı.
Her duygusu silinmiş, her duygusu körleşmişti. O odaya nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu, hiçbir şey bilmiyordu.
Adı vardı. Elinde tuttuğu defterde kendisini saklıyordu.
Gölge Minel'e doğru yürüdü, tepesinde dikildi ve yüksek sesle, "Minel," dedi. "Ben babanın kardeşiyim, amcanım. Seni almaya geldim."
Yeni hayatının ilk paragrafı bu şekilde başladı, ardından kapkara defterine beyaz kalemle ilk bu cümleler yazıldı.
Zaman geçecekti; zaman acıyla, öfkeyle, kimsesizlikle, yalanlarla ve hislere kör bir şekilde geçecekti ama bir gün, Minel defterin neden siyah olduğunu sorgulayacaktı; tırnaklarını deftere geçirmeye başladığında orada bir değil, binlerce yüzle karşılaşacaktı.
Önemli olan o zaman Minel'in tırnaklarının kirlenmesi değil, defterin tamamen yırtılmaması olacaktı.
Minel Karaer kendisiyle savaşmayı öğrendiğinde kaçmayı tamamen bırakacaktı.
Yaşına, yaşanmışlıklarına hatta geçmişine rağmen bu kadar acıyı hiçbir zaman hak etmeyecekti.
***
Sessizlik.
Buradaydı, tam kalbimin üzerinde çözemeyeceğim kadar büyük bir ağırlıkla yerleşmiş bir sızı, kanama, yangın gibiydi ve onun dudaklarından, bana istekle bakan gözlerinden, daha önemlisi kalbimdeki bu sızının bana keyif vermesiydi. Yerinden çıkacakmış gibi atan kalbim kanıyor gibiydi, acıyor gibiydi.
Onun kalbi ise yangını söndürüyor gibi, küllerini üfleyerek yok ediyor gibiydi. Kanamıyordu, sızlamıyordu. Onun kalbi, benimkinin aksine korkuyu hissetmiyordu; Korel'in kalbi cesur, benimki ise korkaktı.
Nefesi yüzüme ve dudaklarıma çarparken kelimeler o kadar zor çıkmıştı ki sesim titremişti. Dudaklarımın yandığını o ana kadar fark edememiştim; vücudumdaki bütün hislerin uzaklaşması normal miydi? Buz kesmiştim ama bir yandan da terliyordum.
Korel'in nefesini tuttuğunu hissettim, sıcak nefesi yok oldu ve belimi kavrayan eli yavaşça uzaklaştı, ardından üzerime düşen gölgesinin de yok olduğunu hissettim. Yavaşça gözlerimi araladığımda yüzüme öyle tuhaf bakıyordu ki kendimi dünyanın en kötü insanı gibi hissetmeme sebep oldu. Bakışlarında hayal kırıklığı vardı; bana hiç olmadığı kadar masum ve bir o kadar da kendisi gibi bakıyordu.
"Doğruluğun için soracak sorum yok," dedi Korel kısık gözlerle. "Beni istemediğini duymak istemiyorum."
Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı; kafamı iki yana sallasam da hiçbir şey söyleyemedim. Gerçekten böyle mi düşünüyordu? Korel bakışlarımdan, gözlerimden, her hareketimden beni tanıyan biriydi; nasıl olurdu da böyle düşünebilirdi?
"Hayır," dedim hızla; ona doğru uzandım fakat arkasını dönüp ağacın diğer dalına tırmandı ve bana bakmayı bıraktı. "Korel," dedim arkasından. "Sana korkak biri olduğumu söylemiştim."
Korel beni yukarı çekmek yerine diğer dallara da tırmandı; ağacın en tepesine çıkmaya çalıştığını o an anladım. Aşağıda Büge ve Gürkan hâlâ kendi aralarında sohbet ediyorlardı; konuştuklarımızı duymamışlardı. Tam o sırada Büge bana baktı ve parmağıyla Gürkan'ı susturarak, "Neden orada duruyorsun?" diye bağırdı. "Korel yukarıya çıkmış bile."
Umutsuz bir şekilde nefes alıp Korel'in çıktığı yere baktım. Benden oldukça yukarıya hızla çıkmıştı; ben Korel'in yardımı olmadan onun yanına çıkamayacağımı biliyordum. "Yardım etmeyecek misin?" diye seslendim ona fakat o bana cevap vermek bir yana yüzüme bile bakmadı.
Korkaktım.
Kendime bir ağacın tepesine çıkmak için cesaret veremeyecek kadar korkaktım; onun karşısında hep korkaktım.
"Yanına geleceğim." Şansımı denedim ama yine bir cevap vermedi; ağacın gövdesine sırtını yaslamış, gökyüzünü seyrediyordu. Ona baktığımda küskün bir adam görüyordum.
"Yapabilirsin," dedim kısık sesle kendime ve üstümdeki dala elimi uzatıp kendimi yukarıya çekmeye çalıştım. Gücüm kendimi taşımaya yetmediğinden bir ayağımı ağacın gövdesindeki kırık dala koydum ve hemen üstümdeki dala zorlukla çıktım. "Bak," dedim ona. "Gördün mü, çıktım işte. Öğreniyorum ama sen de bana öğreteceksin, olur mu?"
Korel'in gökyüzüne bakan yüzü değişmedi, bana yine bakmadı ama dudakları bir şeyler mırıldandı.
Onun aksine benim tepeye ulaşmam dakikalarımı almıştı. Hemen üzerimdeki dalda Korel vardı, elini uzatsa beni yanına çekecekti ama hiçbir şey yapmadan, donmuş bir vaziyette duruyordu.
Gürkan ve Büge aşağıdan homurdanıyorlardı ama o kadar aşağıda kalmışlardı ki ne dediklerini anlayamıyordum.
Ağacın gövdesinde ayağımı koyacak yer aradım fakat bulamadım. "Korel." Onun durduğu dala tutunup kendimi yukarıya çekmeye çalıştım fakat imkânsız görünüyordu. "Yardım etmeyecek misin?" Hareketlendi, bana yardım edecek sandım ama o yaslandığı ağacın gövdesine doğru döndü ve dengesini tek eliyle yaslanarak sağladı. "Korel," dedim son kez şansımı deneyerek. "Eğer yardım etmezsen düşerim, biliyorum."
Dikkatini çekebilmiştim o an çünkü göz ucuyla bana baktı; kaşlarının çatık olduğunu fark ettim. Kısa bir an durup düşündü. "Lütfen," dediğimde boşta olan elimi ona uzattım. "Yukarıya çeker misin?"
Gürkan yüksek sesle bağırdığında bu sefer sesi bize ulaştı. "Ne yapıyorsunuz orada? Gerçekten küçükken sürekli yaptığın şey ağacın tepesine tırmanmak mıydı kardeşim?"
Korel o sırada elini uzattı. "Zamanı daha fazla öldürmemize gerek yok." Sebebi buydu, bana onu açıklıyordu ama sebep umurumda değildi. Onun elini kavradığımda bedenime tekrar güven duygusu geldi ve beni yukarıya çekmesine izin verdim.
"Teşekkür ederim." Aynı dalın üzerinde durduğumuzda az önceki yakınlık hâlâ vardı ama o anki ruhlarımız artık yoktu. Hiçbir şey söylemedi, sadece kafasını salladı ve yan durarak başını ağacın gövdesine yasladı. Ona bir şeyler söylemek istiyordum ama ne diyeceğimi bilmiyordum.
Eli cebine gitti, parmakları cebinde oyalandı ve yavaş hareketlerle bıçağını çıkardı. Ona ne yapacağını sormak yerine izledim. Elindeki bıçağının kilidini açıp ağacın sert gövdesine yaklaştırdı. Gürkan ve Büge bağırıyor, bir şeyler söylüyorlardı ama dikkatimi onlara veremeyecek kadar Korel'e odaklanmıştım. Yüzündeki ifade, daha önce onun yüzünde hiç göremediğim bir ifadeydi. Kendisi, zamanın bu diliminde değilmiş gibi davranıyordu fakat bulunduğu zaman diliminde ben de yoktum. O yalnızdı.
Bıçağın sivri yeriyle ağacın gövdesini kazımaya başladı. Gücünü veriyordu çünkü meşe ağacının kalın gövdesi çok sertti ve her kazışında parçaları dökülüyordu. Onu izlemeye devam ettim ve o esnada gözlerimi gözlerinden çok fazla ayırmamaya dikkat ettim.
Ağacın gövdesine bir yuvarlak çizdi. Elindeki bıçağı bir süre aşağıya indirip o yuvarlağa baktı; bakışlarındaki o ifade bir türlü gitmiyordu ve o bakışlar, kendini asla bağışlamayacak bir erkek çocuğuna aitmiş gibi görünüyordu.
Dayanamadım, onun bakışlarına karşı daha fazla susamayıp, "Küçükken ağaçlara resimler mi çizerdin?" diye sordum.
Sesim ona ulaştığında bulunduğu durumun hiçbir şekilde farkında değildi sanki; çünkü irkildi ve gözleri benimkilerle buluştu. O ifadesi direkt benim gözlerimi eşelemeye başladığında yutkunmakta zorlandım.
"Resimler değil." Sesi kısık ve durağandı ama ona ait değil gibiydi. "Sadece tek bir şey çizerdim, o da güneşti." Bir şey söylememi mi bekliyordu bilmiyordum ama onu daha fazla dinlemek istediğim için yüzüne bakmayı bir an bile bırakmadım ve hiçbir şey söylemedim.
"Küçüktüm." Derin bir nefes aldı; nefesi yüzüme çarptı. "Babamdan her kaçtığımda bir ağacın tepesine çıkardım ve hep gece olurdu." Gökyüzüne doğru bakışları döndüğünde, "Karanlık beni korkuturdu," diye fısıldadı. "Karanlıktan öyle çok korkardım ki gözlerimi kapattığımda sanki o karanlık daha aydınlık gelirdi çünkü gece benim en büyük korkularımın yattığı bir kafesti. Gökyüzüne gece geldiği zaman kafesine beni kilitlerdi. Gözlerimi kapattığımda geceden kaçtığımı düşünürdüm ama bir zaman sonra kapattığım gözlerimdeki karanlık da beni korkutmaya başlardı çünkü o karanlıktaki görüntüler de beni rahat bırakmıyordu."
Kaç yaşında olursa olsun Korel'in korkularının olması beni şaşırtmıştı ve Korel de bu şaşkınlığımı fark etmişti. "Korkularımdan kaçmadım." Bana doğrulttuğu bir oktu, o ok tam kalbimi hedef aldı ama Korel bunu umursamadı. "Çıktığım her ağacın tepesine bir güneş çizdim, o güneş sanki korktuğum geceyi aydınlattı ve ben kendimi o karanlıktan çizdiğim güneşle kurtardım."
Korel korkularının üzerine koşup, onları yok edip yakacak kadar cesurdu; bense korkularımdan kaçarken defalarca yere düşecek kadar beceriksiz ve yakalanmamak için her şeyi yok edecek kadar korkaktım.
"Güneşi her çizdiğimde etrafındaki çizgileri çekerken korkularımı sesli bir şekilde dile getirirdim. Sanki güneş o korkuları ateşiyle yakardı; korkularımı hissetmezdim."
Gülümsedim; Korel'in gözleri gülüşüme takıldı. "Mızıkamı her çaldığımda korkularımı düşünürdüm; sanki mızıka o korkuları melodisiyle sustururdu, korkularımı hissetmezdim."
"Sen kaçıyordun," dedi Korel. "Ben yakalanıyordum."
Ağaca çizdiği yuvarlağa baktım. "Şimdi çizgiler çizemiyor musun? Korkuların artık yok mu?"
Korel hiç ummadığım şekilde elindeki o işlemeli bıçağı bana uzattı. "Madem çocukluğumdasın, madem bunu beraber yapacağız, çizgileri sen çiz ve korkularını yüksek sesle dile getir."
Bıçağa baktım ve ondan alırken ellerimin titrediğini fark ettim. Bütün korkularım kulaklarıma fısıldamaya başlamıştı ve hepsini buraya sığdıramazdım. "O kadar çok ki," dediğimde Korel güldü. Haklı çıkmışlığın verdiği bir gülüştü. "Bu ağacı çizgilerle doldurmaktan korkuyorum." Elimden tekrar bıçağı almasını istiyordum ama bunu yapmadı, bana da bir cevap vermeden çizgileri çekmemi bekledi.
Onun gibi başımı ağaca yasladığımda ilk çizgiyi çekmek için sivri ucunu ağaca değdirdikten sonra, "Geçmiş," diyerek zorlukla aşağıya çektim ve yana kaydırdım. "Şimdi." Başka bir çizgi çektim. "Gelecek." Yuvarlağın etrafında dönerken, Korel'in de az önce benim yaptığım gibi ağacı değil, beni izlediğini fark ettim. "Babam," deyip başka bir çizgi çektiğimde ondan korktuğumu yeni fark ediyordum.
Daha fazlasını yapmak istemiyordum; korkularımı daha fazla açığa çıkarmak istemiyordum bu yüzden son kez, "Hislerim," deyip son çizgiyi çektim. "En çok hislerimden korkuyorum." Bıçağı ona uzattığımda avcumun içine batan figür beni rahatsız ediyordu. Tarifini bile veremeyeceğim bir korku bedenimi sarıyordu. "Tek bir korkun bile yok mu?" dedim bıçağı biraz daha ona doğru itekleyerek. "O kadar mı korkusuzsun?"
Bıçağı elimden aldı. Yüzüne bakarken hiç olmazsa korktuğu bir şeyi benimle paylaşmasını istiyordum. "Bu güneşi ben yarattım," dediğinde bıçağın sivri ucunu ağacın gövdesine yerleştirme sırası ondaydı. "Ben istemediğim sürece senin korkularını güneşim yakmaz, biliyorsun değil mi?"
Kafamı aşağı yukarı acıyla salladım. "Kendi korkularının hepsini yakabildin mi? Karanlık, gece? Bunlar bir yana ama diğer korkularını yakabildin mi?"
"Sudan korkuyorum mesela," dedi Korel ve bakışları kısıldı. "Ama suyu yakamam."
"Başka?" diyerek tam gözlerinin içine baktım ama o bakışlarını benden ayırdı ve bıçağın sivri ucunu ağacın gövdesine sapladı. "Çizdiklerimin hepsini bu güneş yaktı." Çenesini dikleştirdi, bıçağı yavaşça aşağıya indirdi. "Tek bir tanesini hiç yakamadı."
"Nedir o?"
"Unutulmak," dediğinde çizgiyi tamamen aşağıya indirdi ve bıçağı ağacın gövdesinden ayırdı. "Bu korkuyu güneş bile yakamadı; yok olmadı."
Diyebileceğim tek bir kelime dahi yoktu. Kendimi savunabileceğim, ona kendimi o an hissettiğim duygularla gösterebileceğim tek bir cümlem bile yoktu. Korel'e hissettirebileceğim en büyük hayal kırıklığını hissettirmiştim belki de ama o bana bunu uzun bir süre göstermemişti.
Bir süre bekledik. Onun bakışları güneşindeydi, benim bakışlarım ondaydı ama ikimiz de konuşmadık. Gürkan en sonunda öfkeli bir sesle bağırdığında, "Gidelim artık," dedi Korel. "Zaman kaybetmeyelim."
Korel aşağıya inmeye başladığında, "Bana yardım edeceksin, değil mi?" diye sordum. "Nasıl aşağıya ineceğimi bilmiyorum."
Benim bulunduğum yerde bir an bile durmadan, "Evet," deyip aşağıdaki dala ayağını uzattı. "Bu yola benimle çıktın, yarı yolda bırakmam, kişiliğime aykırı." Aşağıdaki dalda durduğunda ellerini bana uzatıp, "Kucağıma gel," dedi. "Yanlış bir şey yapmayacağım."
Kaşlarım çatıldı; ondan korkmadığımı, yanlış diye düşündüğü şeylerin beni rahatsız etmediğini söylemek istedim fakat bakışlarındaki duvarlarla her karşılaştığımda bu cümleleri yuttum. Yukarıdan kucağına doğru geldiğimde beni tek eliyle belimden tuttu ve bırakmayıp, "Bacaklarını belime dola," dedi. "Daha hızlı oluruz."
Söylediğini yaptım ve hiç zorlanmadan her daldan aşağıya inişine şahit oldum. Kollarım boynuna dolanmış dururken ve kokusu burnuma gelirken bulunduğum durumdan memnun olduğumu fark ettim.
"Vay vay," dedi Büge. "Ne romantik sahne ama. En tepede ne yaptığınızı söyleyecek misiniz?"
"Büge, sus," deyip kaşlarımı çattım. "Gerçekten hiç zamanı değil."
Korel bir eliyle belimi tuttu ve beni sarsmadan aşağıya atladığında zemine sağlam bir şekilde bastığını gördüm. Hızla kolunu doladığı belimden uzaklaştırdı ve kucağından inmemi bekler gibi başını sağa çevirdi. Karşı çıkmayıp kucağından indim ve Gürkan ile Büge'ye baktım. İkisi de gülümseyerek bize bakıyor ve tepki vermemizi bekliyorlardı fakat ikimizde de herhangi bir tepki yoktu.
"Ciddisiniz?" dedi Büge ve kaşları havaya kalktı. "Bilmem farkında mısınız ama en son eğleniyorduk. Ağacın tepesinde sizi bu kadar mutsuz edecek ne yapmış olabilirsiniz? Alkol ruh halinizi bozdu."
Omzumu kaldırdım ve Korel'in arkamdan yola doğru çıktığını gördüm. Cebinden sigarasını ve çakmağını çıkarırken, "Korel isterse ne yaptığımızı paylaşabilir," diye mırıldandım. "Bunu ben söylemeyeceğim."
Gürkan bir şeyler olduğunu çözmüşçesine şakaya vurarak, "Belki de Korel hiçbir şey yapmamıştır," dedi ve Korel'e doğru yürümeye başladı.
Korel sırtı bana dönük bir şekilde sigarasını içerken, Gürkan elini Korel'in omzuna koydu ve neler oluyor der gibi baktı. Korel ise omzunu silkerek Gürkan'ın elini silkeledi.
"Neler oluyor?" dedi Büge bana iyice yaklaşıp ama gözlerimi
Korel'den ayıramıyordum. "Oyuna devam edecek miyiz?"
"Hayır," dedim ve Korel ile Gürkan'ın yanına doğru yürüdüm. Büge'ye hesap verebilecek durumda hissetmiyordum. Korel'i üzdüğümü ya da kırdığımı hissettiren dürtüye engel olamıyor ve kendimle savaş veriyordum. Korel'in bakışlarındaki o masumiyeti ve hayal kırıklığını asla unutamazdım, bundan emindim.
"Bir araç geliyor," dedi Korel ağzının içinde geveleyerek ve elinde tuttuğu sigarayı yere atıp botuyla söndürdü. Yaklaşan aracın kamyonet olduğunu gördüğümde, dursa bile içine nasıl sığacağımızı düşündüm fakat Korel benden önce bunu düşünüp planını yapmış olacak ki yolun ortasına geçti ve ellerini kaldırarak kamyoneti durdurmaya çalıştı.
Kamyonet selektörleri yakıp söndürdüğünde duracağını anladık ve Korel'in, "Hadi be oğlum," dediğini işittim. Beyaz kamyonet yaklaşıp hemen sağ tarafımızda durduğunda, Korel yolcu koltuğunun kapısına yürüdü ve biz de peşinden ilerledik. Kapıyı açtı ve içeriye doğru, "Abi," diye sesleneceği sırada susup bakmaya başladı. Ne olduğunu anlamak için arkasından baktığımda şoförün yanındaki yolcu koltuğunda bir erkek çocuğunun, arkadaki büyük koltukta ise bir kız çocuğunun uyuduğunu gördüm.
"Abi," dedi Korel bu sefer fısıldayarak. "Eskişehir'e mi?"
"Evet," dedi orta yaşlardaki adam. Saçlarında kırlar vardı ve köylüye benziyordu. "Siz de mi Eskişehir'e? Nasıl yolda kaldınız?"
"Abi sorma," dedi Korel. "Aracın tekeri patladı, acelemiz var diye bırakmak zorunda kaldık, babamlar aracı almaya gelecek, biz de otostopla geçelim dedik." Korel çocuklara baktı. "Sen de çok müsait sayılmazsın ama."
Adam mahcup bir ifadeyle dudaklarını büktü. "Annesi geceleri hastane temizliğine gidiyor, çocukları evde yalnız bırakamadım, köyde çocuk hırsızları çoğaldı ve biz de korkuyoruz." İçimin acıdığını hissettim. "Eskişehir'e ev yapımı domates ve biber salçası taşıyorum ayda bir, benden başka kimse bu yolu tercih etmez. Zaten kaçak geçiyorum, diğer yollarda ücret isteniyor." Adam Korel'e baktı, ardından arkasında duran bizlere odaklandı. "Hava çok soğuk, üşümeyeceğinizi bilsem kasaya geçin derdim ama..."
O an hiçbirimizin üşüdüğünü düşünmüyordum, özellikle benim ama bunu tartışmak istemedim. Korel dönüp birkaç saniye bize baktı ve sormadan, "Battaniyen var mıdır abi iki tane?" diye sordu.
Adam, "Olmaz mı," deyip güldü. "Bazen kamyonette yatıyorum."
"Süper," dedi Korel ve sessizce yolcu koltuğunun kapısını kapatıp sürücü koltuğunun oraya yürüdü. Kapıyı açıp, "Battaniyeleri sen buradan ver, abi," dedi. "Biz arkada kasada gideriz, sıkıntı yok."
"Üşürsünüz," dedi adam babacan bir sesle. "Kızı kaldırayım, oğlanın yanına geçsin, siz arkaya oturun."
Korel arkada oturan kız çocuğuna baktı ve içtenlikle gülümseyerek, "Yok abi, sakın," dedi. "Bırak uyusunlar, en güzel rüyaları görüyorlardır şimdi onlar. Hem biz sığmayız, bana baksana bir sen, sığar mıyım?"
Adam güldü ve kafasını aşağı yukarı salladı. "Tamam o zaman, battaniye kasada kavanozlara sarılı. Kırılmasın diye öyle koydum, sabitleyin, bir şey olmaz. Sıcak suyum ve çayım, kahvem var. Onu da veririm."
"Yaşa," dedi Korel ve bir kere adamın omzuna hafifçe vurdu. "Eyvallah abi, iyiliğin unutulmaz."
Korel'in böyle içten ve sevecen konuşması beni şaşırtmıştı. İçinden bambaşka bir adam çıkmış gibiydi, Korel'in kaç kişiliği vardı? Her seferinde başka bir adamla karşılaşıyor, her seferinde de karşılaştığım adama şaşırıyordum.
Korel birkaç dakika içinde adamdan sıcak suyun olduğu termosu, dört tane karton bardağı, poşet kahve ve çayın olduğu kavanozu alarak sürücü koltuğunun kapısını kapattı ve arabanın kasasına doğru yürüdü.
"Donacağız ama keyifli görünüyor," dedi Büge. "Hep istediğim şeydi otostop. Hiç uzun yolda yapmamıştım."
"İnanamıyorum," dedim Büge'ye bakarak. "Sonunda bir şeyden memnun oldun ha?"
Korel beyaz kamyonetin kasasını çocuklar uyanmasın diye olabildiğince yavaşça açtı ve salça dolu kavanozlarla göz göze gelmemize neden oldu.
Bir köşe kavanozlarla doluydu ama bizim sığacağımız büyük bir alan da vardı; yer sıkıntımız olmayacağını anlamıştım.
Kamyonete ilk binen Gürkan oldu ve Büge'ye elini uzattı. Büge karşılık verip kamyonete bindiğinde sessizce kıkırdadı. "Çok eğlenceli."
Korel kamyonete kolayca bindi ve bana bakmadan direkt kavanozların oradaki battaniyelere yöneldi. "Çok güzel," dedim homurdanarak. "Bana kim yardımcı olmak ister?"
"Gel," dedi Gürkan, Korel'e ters bir bakış atıp elini uzatarak.
"Gürkan kahraman iş başında, daima."
Gülümsedim ve elini tutup beni yukarı çekmesine izin verdim. Hepimiz kamyonetin arkasına bindiğimizde adam motoru tekrar çalıştırdı ve Gürkan kasanın kapısını kapattı.
"Ayakta mı duracaksınız öyle?" dedi Korel ve kasanın kapısının oraya oturup sırtını kapıya yasladı. "Düşüp bir yerlerinizi sakatlamak mı istiyorsunuz?"
Kamyonet yavaş yavaş hızını artırırken Korel'in elinde tuttuğu iki battaniyeye baktım ve kafamda yaptığım karın ağrıtan hesaplamadan sonra hemen Korel'in yanına gidip oturdum. Gürkan ve Büge ise kamyonet kasasının sağ tarafına sırtlarını dayadıklarında Korel onlara bir battaniye attı.
Bakışlarımı yukarıya kaldırıp gökyüzüne baktım. Tek tük yıldız vardı ve çok parlak değillerdi, gökyüzü koyu gri renkteydi ve hava ne kadar soğuk olursa olsun elimi uzatıp gökyüzüne dokunsam sıcaklığı hissedecekmişim gibi gelmişti.
Üzerimde battaniyenin varlığını hissettim fakat bakışlarımı gökyüzünden ayırmadım. Korel üzerimizi örtüyordu, bakışlarının ara ara bana döndüğünden emin olsam da ona bakmayı reddettim. Gözlerinde göreceğim ifadenin beni girdiğim anın büyüsünden koparacağını bildiğimden gökyüzüne bakmaya devam ettim. Battaniye düşündüğümün aksine soğuğu epey bir kesmişti ve Korel'in yanımdaki sıcak varlığı daha fazla ısınmamı sağlıyordu. Araç hareket ettiği için soğuk rüzgâr çarpsa da çok etkilemiyordu.
"Çaylar," dedi Büge ve bize doğru plastik bardakları uzattığını gördüm. Bir bardağı ben alırken diğer bardağı da Korel aldı.
Gürkan ve Büge kendi aralarında sessizce sohbete dalarken onların bu hallerinin bana annemi ve babamı anımsattığını hissettim. Gürkan karakter olarak babamı anımsatıyordu, Büge ise annemi. Sonlarının aynı olmaması için umut edecektim.
Çaydan bir yudum alıp tekrar gökyüzüne baktığımda, "Teşekkürler," diye fısıldadım. Korel bana baktı, gözlerini yüzümde hissettim ama yine ona bakmayı reddettim. "O arabayı dağın eteğine çarptığın ve bu güzel anı yaşattığın için. Kendimi uzun zamandır hiç bu kadar huzurlu hissetmemiştim. Çok güzel, değil mi? Gökyüzü bizimle geliyor, her yere bizimle ilerliyor."
Korel'in bana cevap vermesini bile beklemiyordum ama o, "Çok güzel," diyerek beni onayladı. "Geceyi artık seviyorum, karanlığı da ve soğuğu da." Bakışlarımı gökyüzünden ayırıp ona baktım ve gözlerindeki anlamsız ifadeyle yüzleştim. Bana değil, gökyüzüne bakıyordu ama yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade vardı.
"Neden? Önceden korktuğun için mi şimdi hep acı duyulan şeyleri seviyorsun?" diye sordum. "Gece, karanlık, soğuk, kar. Yıldızları değil geceyi seviyorsun mesela, mum ışıklarını değil kör eden karanlığı, dondurucu soğuğu ve karı."
Korel'in kaşları çatıldı. "Korkuların da payı var ama sadece onlar da değil. Korkuları aştığın zaman gerçekleri tanımaya başlıyorsun. Yıldızsız gecenin karanlığı seni gizler ama yıldızlar açığa çıkarsa ışık olur ve herkes seni görür. Yıldızlar gecenin mum ışığı gibi, Turuncu ve ben tamamen karanlıkta görünmemek istiyorum." Mırıldanışı bana bir ninni gibi daha huzurlu hissettirmişti. "Sıcak seni yakar, acıdan bağırırsın ve herkes senin çektiğin acıyı görür ama soğuk sessizce, acı vermeden öldürür. Karlara yattığını ve uyuduğunu düşün, kimse senin ölmek üzere olduğunu fark etmez ama belki de sen çoktan ölmüş olursun."
Korel'in öldüğü düşüncesi ürpermeme neden olmuştu. "Görünmez olmak istiyorsun," dediğimde kafasını salladığını gördüm. "Hayır Korel, sen ne yaparsan yap görünmez olamazsın. Ben seni görüyorum, buradasın. Sen karanlıkta silinip gidecek, karlarda uyuyarak ölüp yok olacak kadar görünmez bir adam değilsin."
Korel kafasını iki yana sallayıp bana baktı. "İnsanlar neden görünmek için çabalar anlamıyorum. Her yıldız bir gün kayar, her ışık bir gün söner."
Kendini sevmeyen o adam yine Korel'in gözlerine ulaşmıştı ve dimdik ayakta Korel'e meydan okuyarak duruyordu. Elleri ceplerinde, kibirli bir ifadeyle bana bakıyordu ama ona meydan okuyan Korel'in kendisini de görüyordum, onu artık gerçekten görmeye başladığımı hissediyordum. "Kimbilir, karanlık belki de bütün insanlığı korkutuyordur ve sen çok büyük bir şey başarmışsındır."
"Karanlıktan sen de korkuyorsun," dedi Korel ve ipi bana uzattı. "Sana ışık olmamı istemiştin, hatırlıyor musun?"
"Evet," dedim hızlıca. "Benimki karanlık korkusu değil ama, benimki körlük ve ben senden gözlerimi açmanı istemiştim. Fark ettim ki aslında o odada eşyaların üzerinde beyaz çarşaflar yokmuş Korel, benim gözlerim bir çarşafla bağlıymış ve ben kendimi kör sanıyormuşum."
Elinde tuttuğu bardaktan birkaç yudum alıp yeniden gökyüzüne çevirdi başını. "Kör olsaydın içgüdülerinle benden kaçardın, kaçmadın."
"Senden kaçmam gerektiğini sürekli savunuyorsun ama sen benden neden gitmiyorsun? Her şeyi geçelim Korel, her şeyi. Beni bırakmayan biraz da sensin."
Açıkça söylediğim cümleden sonra Korel duraksadı ve tek kaşı havaya kalktı. Eskiden olsa karşı çıkardı, alaya alırdı ya da kibirli bir cevap verirdi, bunu biliyordum ama artık bunu yapmıyordu. Sessizlik yeni maskesi olmuştu. Ne zaman gerçekleri yüzüne vursam sessizliğini koruyordu.
"Artık böyle itiraflarda cesurca bulunuyorsun," dedi Korel ve çayımı gözüyle işaret etti. "İç, üşüyeceksin."
Kafamı aşağı yukarı salladım ve çayımdan birkaç yudum aldım. Göz ucuyla Gürkan ve Büge'ye baktığımda Büge'nin Gürkan'ın omzuna yatıp gözlerini kapattığını gördüm. Gürkan'la göz göze geldik, hızla bakışlarımı kaçırdım.
"Cesur biri değilim," dedim Korel'e yanıt olarak. "Ben en çok duygularımdan, hislerimden korktuğumu söylemiştim." Korel aşağıya doğru kaydı ve tamamen uzanıp gökyüzüne baktı. Bir elini ensesine yerleştirmişti, diğer eli ise kalbinin üzerinde duruyordu. "Ablamın nasıl öldüğünü öğrendiğimde değil de o öldüğünde ne hissettiğimi anımsadığımda korktum. Bu bencillik değil de nedir?"
Korel gözlerini kısarak bana baktı. "Acı seni korkutuyor. Cesursun ama korkaksın, ikisi beraber asla yürümez. Birinden vazgeçeceksin, bu korku olacak. Korku olsun istiyorum."
"Sadece acı değil," dedim tam gözlerinin içine bakarak. "Güzel olan hisler de beni korkutuyor ve onlardan kaçıyorum."
"Çünkü sen gitmelere alışıksın," dedi Korel kelimelerin üzerine basarak. "Sürekli kaçmaya muhtaçsın." Haklıydı.
Elimde tuttuğum çaydan birkaç büyük yudum daha aldıktan sonra ben de Korel gibi yatma pozisyonuna geçtim ve onunla aynı şekilde uzandım. Bir elim kalbimin üzerinde, diğer elim ensemdeydi.
Gökyüzü Korel'in söylediği üzere kafes gibi tepemizdeydi, burnuma yeşilliklerin kokusu geliyordu ve hemen yanımda kül olmuş bir orman vardı. O orman Korel Erezli'ydi.
Başımı çevirip Korel'e baktım.
Gökyüzüne bakıyordu. Sivri ve kalkık burnu, uzun kirpikleri, dışa kıvrılan üstdudağı ve yüzündeki çıkık elmacıkkemikleri. Korel'in yakışıklı bir adam olduğunu yeni fark ediyor gibiydim. Her parçası kendisi için yaratılmış ve bir sanatçının elinden çıkmış gibiydi; sanatçı en iyisini ortaya çıkarmak için çabalamış ve en sonunda fazla kusursuz olduğu için tuvalini yakmıştı. Yanıklar tümden o adamı yok etmese de parça parça kusurlar oluşturmuştu ama o kusurlarına rağmen yakışıklı bir adamdı.
"Neye bakıyorsun?" dedi Korel kaşlarını çatarak. Rahatsız olmuşa benziyordu fakat yüzüme bakmıyordu, daha doğrusu bakamıyordu. Bakmamak için çaba gösteriyordu.
"Yüzünün her parçası ayrı ayrı özenle yaratılmış gibi görünüyor," dedim kendimi tutamayıp. "Seni yaratan sanatçı, kusursuz birini yaratmak için uğraşmış fakat en sonunda kusursuzluğunu kıskanıp seni yakmış gibi. Bana Dorian Gray'i* anımsattın. O da kusursuzdu fakat tablosu onun laneti oldu."
Korel'in çatık kaşları yavaş yavaş gevşedi ve yutkunarak altdudağını dişlerinin arasına aldı. İlk önce cevap vermedi ardından yavaşça başını çevirdi ve bana bakarak, "Benim kusursuz güzellikte olduğumu mu düşünüyorsun?" diye sordu küçük bir çocuk gibi. "Dorian Gray kendisine verilen bu laneti kabullendi ve sevdi; o kusursuzluğu için kötülüklere kucak açtı. Ben Dorian Gray değilim."
Kafamı aşağı yukarı salladım ve kalbimin üzerindeki elimi havaya kaldırıp yüzüne yaklaştırdım. Korel elime bakarken gerildi ama geri çekilmedi. Parmaklarımı ilk önce alnına değdirdim ve yüzünde gezinerek burnuna, elmacıkkemiklerine dokundum. Sıra dudaklarına geldiğinde sesli bir şekilde yutkundum ve yanıktan dolayı aşağı çekilen dudağının olduğu tarafa parmaklarımı ilerleterek, "Yalan söylemeyeceğim, utanmayacağım," dedim. "Lanetini bir tablonun içine saklamanı istemezdim çünkü sen bütün kusurlarına rağmen kusursuz görünüyorsun."
"Öyle deme," dedi Korel ve bakışlarını benden ayırıp arka tarafıma doğru dalıp gitti. "Çoğu kişinin bedenimden, izlerimden, yüzümdeki yanıktan kaçtığını, korktuğunu gördüm."
"Çoğu insan beni ilgilendirmiyor," dedim kaşlarımı çatarak. "Onlar izlerin bir imza olduğunu bilmeyen ve lanet olarak düşünen insanlar, ne halleri varsa görsünler."
Korel'in çektiği her acıyı üzerime almak istemiştim; o an sırtıma, kendi gücüme bakmadan bütün acılarını alabilirdim çünkü dışlanan o adamı tam karşımda görebiliyordum. "Sana arabada çok kötü ve hak etmediğin şeyler söyledim ama nedenini anlayabileceğini düşünüyorum. Geçmişim yüzünden canım yanıyordu, sen bunu biliyordun ve hiçbir şey yapmadın, hiçbir şey anlatmadın, hiçbir şey söylemedin. Bu kabul edilebilir bir şey değildi, senin canını bu yüzden yakmak istedim." Canımı en çok yakan şeyin bana acıdığını söylemesi olduğunu itiraf etmeyecektim çünkü bir daha o cümleyi işitmek istemiyordum. "Baban ve annen hakkında söylediğim her cümle için üzgünüm; senin acılarını da hiçbir zaman küçük görmedim. Bir daha onlardan sen bahsetmeden bahsetmeyeceğim."
Bir süre boyunca Korel'in bana yanıt vermesini bekledim ama o beni yanıtsız bıraktı ve tek bir değişim bile olmadı.
Hayatı boyunca insanların uzaktan baktığı, korktuğu, çekindiği o adam Korel Erezli'ydi. Dikkatlice baktığımda çenesindeki izin korkutucu göründüğünü söyleyebilirdim ama ben, onu ilk gördüğüm andan beri Korel'in ruhuna öyle odaklanmıştım ki çenesindeki ize ilk defa gerçek gözlerle bakıyordum.
İşaretparmağımı yavaş yavaş üstdudağında gezdirmeye başladığımda kuruyan dudaklarının pürüzleri parmağıma çarptı.
"Korel," dedim fısıldayarak. "Doğruluk mu, cesaret mi?"
Korel tekrar gözlerimin içine baktığında hayal kırıklığının attığı adımları yine gördüm. Hiç düşünmeden, "Doğruluk," dedi ama istediğim cevabın bu olduğunu bilmiyordu.
"Bana geçmişinde gitmek istediğin bir anı anlatır mısın?" diye sordum. Parmaklarım dudaklarından ayrılıp çenesine yaklaştığında Korel elimi tuttu ve yüzünden yavaşça uzaklaştırdı. Beni engellemeye çalışması üzebilirdi ama üzse de mutsuz hissetmeme neden olmamıştı. Aksine, Korel'in çenesindeki ize dokunabilme cesaretini ben de o an içimde hissetmiyordum.
Korel elimi tekrar kalbimin üzerine koydu ve düşünüyormuş gibi gözlerini kıstı. Merakla ona bakarken, o bana bakmayı bıraktı ve tekrar gökyüzüne çevirdi bakışlarını.
"Birisi vardı," diye söze girdikten sonra derin bir nefes aldı. "Yanımda oturuyordu, elleri kucağındaydı, saçları darmadağınıktı ve mutsuzdu. O gitmeden birkaç dakika önceydi, bana bir cümle kurmuştu ve o cümleyi onu gördüğümde tekrar söylememi istemişti." Duraksadı ve yutkundu. "Sonra onu aldılar; o ana gitseydim onu karanlığa, soğuğa, karlara gizlerdim. Yok olmasına izin vermezdim."
Kalbimdeki damarların sıkışıp birbirine geçtiğini hissettim; canımı bir şeyler felaket derecede yakarken, "Sonra?" diye sordum. "Onu gördün mü, söyledin mi?"
"Gördüm," deyip sustu. Bir süre sustu, uzun bir süre sustu. Gökyüzü renk değiştirene kadar sustu, yıldızlar parlayıp sönene kadar sustu ve devam etti. "Söyledim. Yüzüme bakmadı, yanımdan yürüyüp geçti. Karanlık, soğuk, kar gizleyemedi. Onu yakan ağaca çizdiğim güneşimdi."
Boğazıma sert bir bıçak saplanıyormuş gibi hissettiğimde elimi yavaşça boynuma götürdüm. "Neden?" diye sordum çaresizce.
"Çünkü haklıydım," dedi sadece; kalbinin üzerindeki elinin yumruk şeklini aldığını gördüm. "Haklı çıktığımı bile bilmiyordu."
"Korel," dedim ardından cenin pozisyonu alarak ona döndüm. Elimi elinin üzerine korkusuzca yerleştirdim ve derin bir nefes alarak kokusunu içime çektim. "Üzgünüm." Sesim titremişti; sesimin titrediğini fark eden Korel başını çevirip bana baktı ve çenesi alnıma değdi.
"Üzülme," dedi kademsiz bir tınıyla. "Her zaman en kötüsüne kendimi hazırlarım, ona da hazırlamıştım."
Biliyordum, Korel'in geçmişimde bir yerlerde oturmuş bana baktığını ya da hemen arkamda beni izlediğini biliyordum ama bunu kanıtlayamıyordum.
Geçmişim Korel'in iki dudağının arasında gibiydi; geleceğim ise Korel'in emarelerinde gizliydi.
"Ellerin buz gibi," dedi Korel ve battaniyeyi biraz daha üzerime doğru çekti. "Çok mu üşüyorsun?"
Üşümüyordum. "Evet." Yalan söyledim. "Çok üşüyorum." Ellerim üşüyordu çünkü Korel benim içimi üşütüyordu.
"Uyumaya çalış," dedi Korel ve gözüyle Gürkan ile Büge'yi işaret etti. "Onlar çoktan uyudu bile."
Başımı kaldırıp baktığımda Büge'nin Gürkan'ın omzunda yattığını, Gürkan'ın da başını Büge'nin başına yasladığını gördüm. "Gerçekten," dedim içten bir sesle. "Onların birbirlerini bulduklarını düşünüyorum. Gürkan, Büge'ye iyi gelecek biri."
"Gürkan'ı tanımıyorsun." Korel'in sesi net ve sertti. "Gürkan göründüğü gibi biri değil, Büge'ye daha da kötü gelebilir."
Ne demek istediğini anlamadım, sorsam da anlatmayacağını bildiğimden sorgulamadım. "Bilmiyorum," dedim sadece. "En azından birileri bazen mutlu hissediyor."
Korel alayla güldü. "Bırak şu depresifliği, kendine gel. Bo yuna bakmadan bu kadar dert tasayı niye yükleniyorsun sen?" "Kader mahkûmuyum," dedim alayla ve kaba bir sesle. "Üşüyorum ama üşümüyormuşum gibi de susuyorum, görüyorsun."
Korel elini elimin üzerine bastırıp, "Gerçekten üşüyorsun," diye mırıldandıktan sonra olduğu yerde rahatsızca hareketlendi. Hiçbir şey söylemeden ihtiyaçla onun yüzüne baktığımda, ne istediğimi anlamasa da kaşlarını çatıp, "Bu şekilde olmaz," dedi. "Sana bir söz vermiştim, seni sarılarak iyileştiremem ama üşümeni engelleyebilirim, demiştim." Kalbinin üzerindeki elini çekti ve kolunu açarak beni göğüs kafesine davet etti. "Sarıl, verdiğim sözleri tutarım."
Yarı şaşkın yarı utangaç yüzüne bakarken, o benim yüzüme bakmayı reddediyordu. O kadar afallamıştım ki Korel beni bulunduğum durumdan çıkarmak istermiş gibi kolunu belimden sardı ve beni sertçe göğüs kafesine çekti. Başım kalbinin oraya gelirken, kolum da beline dolandı ve bedenim, sıcak bedenini hızla kavradı.
Korel belimi sıkıca sararken, diğer eliyle de omzuma sarıldı ve beni kendine tamamen kenetledi. O kadar sıkı sarılıyordu ki neredeyse nefes almam imkânsızdı fakat nefes almak istediğim de söylenemezdi. Kulağımı dayadığım yerde Korel'in kalbinin sesi vardı, ne çok hızlı ne çok yavaş. Sakin ve dinlendirici sesi duyabiliyordum. Korel'in nabız sesinden sonra en güzel ses, kalbinin sesi olabilirdi. Beline sardığım parmaklarımı etine geçirdim ve bir bacağımı bacağının üzerine attım. İkimiz de battaniyenin altında birbirine dolanmış vaziyette yatarken tek bir insan gibi görünüyorduk.
Korel'in çenesini başımın tepesinde hissettiğimde derin bir nefes aldı. Saçlarımı mı kokladı yoksa sadece bir nefes miydi bilmiyordum ama başımı yavaşça kaldırıp baktığımda gözleri kapalı bir şekilde gülümsediğini gördüm.
"Korel," dedim muzip bir sesle.
"Hı," dedi fakat gözleri hâlâ kapalıydı.
"Seni sarılarak iyileştiremem ama güvende hissetmeni sağlayabilirim," dedim gülümseyerek. "Verdiğin söz buydu."
"Hadi oradan, Çilli Cüce," dedi ve kaşları çatıldı. "Kendi adını zor hatırlayan hafızanın muhteşem işleyeceği mi tuttu?" Kıkırdadım ve ona biraz daha sarıldım. "Merak etme, kendimi güvende de hissediyorum."
"Güzel," dedi Korel. "Şimdi uyu bakalım, Turuncu; uyandığımızda gün çok uzun ve yorucu olacak."
Kül kokusunu derin derin içime çektim ve gözlerimi sıkıca yumdum. Gözkapaklarıma vuran ağırlık ve bedenime çarpan Korel'in sıcaklığıyla yorgunluğumu gözlerimi kapatınca hissetmiştim.
Uyku beni Korel gibi kolları arasına almadan önce, "Doğruluk demiştim ama hiçbir şey sormadın. Bir şey itiraf edeceğim," diye uykulu bir sesle fısıldadım. "Benim şu an elimde bir fırsat olsaydı seninle tekrar o lunaparkta, dönme dolabın vagonunda oturmak isterdim, Korel."
Birkaç dakika yanıt vermesini bekledim, belki de birkaç saniye bilemiyorum ama hiçbir ses duyamadım, hiçbir tepki vermedi ve ben uykunun esiri olmadan önce kamyonet, lunaparktaki dönme dolabın vagonu gibi sallayıp bizi uyuttu.
"Gençler!"
Uzaktan, bana çok da yakın olmayan bir yerlerden sesler duyuyordum ama gözlerimi açmak istediğim söylenemezdi. Sürekli rüyalar görmüştüm ve rüya gördüğümün bilincinde olarak o rüyalardan kaçmıştım. Duyduğum ses rüya mıydı, gerçek miydi, anlayamıyordum.
"Size diyorum gençler," dedi aynı ses ve bir kapının açıldığını duydum. "Geldik, uyanın."
Bedenim uyuşmuş gibi yavaş yavaş kendine gelirken, kulağımda atan kalbin sesi ve belime sarılı olan o kol beni gerçekliğin ortasına bıraktı. Gözlerimi yavaşça açtım ve Korel'in sakallı çenesiyle göz göze geldim; elim boynuna dokunuyordu ve nabzının atışını da avcumun içinde hissedebiliyordum.
Korel'i uyurken izleme isteğiyle başımı biraz daha kaldırdım fakat o anda bizi Eskişehir'e kadar getiren adam tekrar, "Gençler," diye bağırdı ve Korel'in hafifçe titrediğini hissettim.
Kapalı gözkapakları hızlıca açıldı ve bir anlık endişeyle oldu ğu yerden sıçradı.
"Sakin," dedim ve elimle göğüs kafesine bastırdım. "Geldik." Korel uykulu ve kızarmış gözlerle ilk önce bana, ardından göğüs kafesinde duran elime, sonra da bulunduğumuz yere baktı. Kendisine kısa bir süre tanıdıktan sonra elini zaten dağılmış olan saçlarına geçirdi ve daha da karışmalarına neden oldu.
"Oğlum," dedi adam, Korel'in omzuna dokunup; hemen arkamızda durduğunu o an fark ettim. "Kusura bakma ama geldik, beş dakikadır sesleniyorum duymuyorsunuz."
Korel arkasını dönüp adama baktı ve zamanın varlığını da tamamen özümsediğinde, "Beş dakikadır mı?" diye sordu şaşkınlıkla. "Benim uykum ağır değildir, duymam gerekirdi."
Dirseklerinin üzerindeydi ve ben de aynı şekilde durmuş ona bakıyordum. "Ben de duymadım," dedim dürüstçe. "Duysam bile rüyamda sandım sanırım."
"Tuhaf," dedi adam ve tebessüm etti. "Rahat bir yatak gibi de değildi halbuki ve soğuktu; nasıl böyle derin uyuyabildiniz?" İkimize bakıp Korel'e döndü. "İnsan sevdiğine sarılınca yer, mekân, soğuk umursamadan derin bir uykuya dalıyor, değil mi?"
İkimizin de bakışları değişti ve ben gözlerimi kaçırırken Korel de adamın söylediğini duymazdan gelerek, "Daha hava aydınlanmamış," dedi gökyüzüne bakarak. "Erken getirmişsin, eyvallah."
Yattığı yerden doğruldu ve ayağıyla Gürkan'ın bacağına sertçe vurdu. "Kalksanıza lan." Gürkan ve Büge de uzanmıştı; bizim aksimize birbirlerine sarılmıyorlardı ve Büge hafifçe horluyordu. Korel bir daha Gürkan'ın bacağına vurduğunda Gürkan olduğu yerde zıpladı ve Büge de aynı şekilde uyandı. "Kalkın, kalkın, geldik."
Kasadan aşağıya indi ve benim de inmem için elini uzattı. "Zaman kaybetmeyelim, hava aydınlanmadan işimizi halledelim."
"Şehir merkezindeyiz şu anda," dedi adam bize yardımcı olmaya çalışarak. "Nereye gidecekseniz ileride taksi durağı var, oradan binip gidebilirsiniz."
Korel'in elini tutup kasadan aşağıya atladım. "Eyvallah," dedi Korel adamın omzuna dokunarak. "Çocuklara bir şeyler bırakmak isterdim ama yanımda onlara göre bir şey yok." Dudaklarım büküldü ve Korel'in bu hassas davranışı karşısında kendi çantamın içinde bir şeyler olup olmadığını düşünmeye başladım.
Adam mahcup bir ifadeyle gülümsedi. "İnsan yerine koymanız yeterli."
Korel gibi ben de adama bakarak büyük bir minnetle gülümsedim, Gürkan da adama teşekkür ettikten sonra yavaş yavaş kamyonetten uzaklaştık. Korel en önde, ben arkasında giderken hemen arkamda da Büge ile Gürkan vardı.
"Adamları ara," dedi Korel, Gürkan'a bakarak. "Geldiğimizi ve bizi içeri almaları gerektiğini söyle."
Koşar adımlarla Korel'e yetiştim ve ilerideki taksi durağını göstererek, "Bu tarafta," dedim. Korel gösterdiğim yöne döndüğünde Eskişehir'in dondurucu soğuğunu hissetmeye başlamıştım. İstanbul'dan çok daha fazla soğuktu ve yüzümün, ellerimin buz kestiğini hissediyordum.
"Bu ne soğuk be," dedi Büge arkamdan inleyerek. "Kocaman bir buzdolabının içine girmiş gibiyiz."
"Eskişehir böyledir," dedi Gürkan, Büge'ye bakarak.
"Birader bırak hava atmayı da ara adamları," dedi Korel tekrar Gürkan'a. "Öpücükle mi gireceğiz kapıdan içeriye?"
Gürkan kendi kendine bir şeyler söylenerek cebinden telefonunu çıkardı ve birkaç yere tıkladıktan sonra kulağına yerleştirdi.
"Adamlara neden ihtiyaç duyuyoruz anlamıyorum," dedim merakla. "Açıklama yapacak mısın?"
Korel taksi durağına doğru elini kaldırıp salladı ve bana bakmadan, "Kumarhaneye girebilmek için," diye yanıt verdi. Gözlerim şaşkınlıkla açıldığında taksi durağının içinden bir adam çıktı ve hemen geliyorum der gibi elini kaldırdı.
"Kumarhane mi?" dedim kelimenin üstüne basarak. "Sen ciddi misin? Buraya oyun mu oynamaya geldik?"
Gürkan hemen arkamızda kısık sesle telefonda konuşuyordu, Korel başını çevirip Gürkan'a baktı ve bana cevap vermedi. Gürkan, Korel'le göz göze geldiğinde, "On-on beş dakikaya ora dayız," diye mırıldandı. "Çok uzak sayılmayız."
Gürkan kendi kendine söylenen her şeye kafasını sallıyor, bir yandan da Korel'e onaylayan bakışlarını gönderiyordu. İlerideki duraktan bir taksi bize doğru yaklaşmaya başladığında tedirginlikle kollarımı önümde bağladım ve Korel'in bana dönük olan sırtına baktım.
Taksi önümüzde durduğunda yolcu koltuğuna ilk binen Gürkan oldu; ardından Büge, ben ve Korel arka koltuğa bindik. Gürkan taksi şoförüne, "Sen sür, ben tarif edeceğim," dediğinde kaşlarımı çatmış, karanlık yola bakıyordum.
"Acaba nereye gidiyoruz," dedi Büge bıkkınlıkla. "O kadar çok yoruldum ki."
Hiddetle ve biraz da tepki vermesini isteyerek, "Kumarhaneye," dedim. "Korel'in canı oyun oynamak istiyormuş."
Aynı anda Korel dirseğiyle sertçe beni itekleyip şoför koltuğunda oturan adamı gösterdi. Boş bulunduğumu ve öfkemi kontrol edemediğimi fark ettiğimde artık her şey için çok geçti, bunu anlayabilmiştim.
Adam aynadan bize bir bakış attı ve Gürkan da başını yan çevirip bize baktığında kendime küfürler sıralıyor, ne yapacağımı düşünüyordum.
Taksinin içindeki gergin havayı hisseden şoför, "Rimmles Kumarhanesi mi, Toxic Kumarhanesi mi?" diye Gürkan'a sordu.
"Müşterilerimi çok bırakırım."
"Rimmles," dedi Gürkan ve başını sağa yatırdı. "İlk defa gidiyoruz, gençler olarak şansımızı deneyelim dedik. Çok mu fena bir yerdir?"
Şoför kaşlarını kaldırıp, "Size çok fazla orası," diyerek uyaran bakışlarını üzerimizde, özellikle de benim üzerimde gezdirdi.
"Yaşı küçük bir kız çocuğu var yanınızda."
"Ben on sekiz yaşından büyüğüm," dedim kızgınlıkla.
"Önemi yok," dedi şoför ve Gürkan'a baktı. "Onlar için yaşının bir önemi yok, önemli olan görüntü. Rimmles Kumarhanesi sadece maske takmış bir pazarlamacı. Küçük çocukları kiralama, kadın pazarlama, uyuşturucu satıcılığı, hepsinin görüşmeleri orada döner."
Korel rahatsız bir şekilde oturduğu yerde kıpırdandığında göz ucuyla bana baktığını hissettim. Zaten korkuyu hissediyordum, şoförün anlattıklarından sonra her şey daha da kötüye gidiyormuş gibi görünüyordu.
Sessizlik tekrar taksinin içini mesken altına altığında, "Hâlâ Rimmles konusunda kararlı mısınız?" diye sordu adam.
Korel hiç düşünmeden, "Evet," dediğinde kaşlarının çatmış bir şekilde adama baktığını gördüm. "Sen sadece sür, fazla da bilgi verme."
Şoför Korel'e ilk defa baktı ve ben de yüzündeki öfkeyle ne kadar korkutucu göründüğünü o an fark ettim. Adam bakışlarını bana yönlendirdiğinde aklından ne geçtiğini az çok okuyabiliyordum.
Korel'in de o adamlardan biri olduğunu ve belki de beni pazarlayacağını düşünüyordu.
"Ciddi ciddi ne boklar yiyoruz acaba biz?" dedi Büge ve eğilip Korel'e baktı, ardından gözleri beni buldu. "Bizim Eskişehir'e gelme nedenimiz tam olarak nedir?"
Büge'ye birinin açıklama yapması gerekiyordu, bunun farkındaydım fakat uzun uzun anlatamayacağımı bildiğimden gergin bir şekilde, "Benim geçmişim," diyerek kestirip attım.
Büge yüzüme bir süre baktığında bir şey söylemek ile söylememek arasında kararsız kaldığını gördüm. Ona bir şey söylemesini istemediğimi belli eden bir bakış atıp kaşlarımı havaya kaldırdığımda sırtını tekrar koltuğa yaslayıp camdan dışarıya baktı.
"Oraya gidince adım atışların bile benimle aynı olacak, duydun mu?" Korel'in uyarıcı tınısı kulağımın içinde yankılandı. Dudakları kulağımın hemen dibindeydi ve kızgın bir tınıyla fısıldıyordu. "Sol adım atıyorsam bile sol adım atacaksın. Söylediğim, yaptığım hiçbir şeye tepki vermeyeceksin, susacaksın ve konuşmayacaksın."
"Bana hesap vermek zorundasın," dedikten sonra yüzümü ona döndüğümde yüzü ile yüzüm arasında bir karış olduğunu fark ettim. "Bana ne haltlar döndüğünü söylemezsen söylediğin hiçbir şeyi yapmam." Gözlerine inanç ulaşmadı. "Korel, yapmam," dedim sesimi bastırarak. "Kendi canımla ilgili hiçbir şeyden korkmuyorum ve umursamıyorum, duydun mu?"
Korel dişlerini sıktı, çenesindeki kemiğin seğirdiğini gördüm. "Her şeyi zora sokmaya yeminlisin, değil mi?" Kaşları çatılırken, bakışlarından korkunun geçtiğini gördüm. "Senin kendi canınla kumar oynaman bana nasıl bir zarar verecek, biliyor musun sen?"
Her seferinde aynı şeyi yapıyordu. Her seferinde, kendi canımı umursamadığım her zaman diliminde kendi canını ve önemini ortaya çıkararak beni alt edebiliyordu. Bu sefer ona inanmayıp, "O zaman beraber zarar görürüz," dedim meydan okuyarak. "Beni satarlar, sen de benim satıcım olursun."
"Minel," dedi yüksek sesle ve taksideki herkesin bakışları bize döndü. Öfke, yaprak sarısı gözlerindeki damarlarına ulaştı ve irislerine hayali bir kanın yayıldığını gördüm. "Anlamıyor musun?" diye sordu dişlerini sıkarak, kısık sesle. "Kendi canını sen umursamıyor olabilirsin..."
Devam edecek gibi oldu ama dudakları bir süre daha açık kaldıktan sonra geri kapandı ve gözlerini sıkıca yumdu. İşaretparmağı ile başparmağı burnunun kemerini sıkarken, "Eski eviniz şu an kumarhane olarak işletiliyor," dedi. "Sana o fotoğraf karesi ve adres geldiğinde araştırdım. Şu an o ev boş değil, kumarhane ve Prometheus'un bir planı var. O planı öğrenmek ya da en azından görmek için kumarhaneye girmek zorundayız, bunu isteyen de sendin."
Duyduklarım karşısında şaşırmayı, daha fazla korkmayı hatta vazgeçmeyi bekledim ama tek hissettiğim, planın neresine dahil olduğum ve hangi noktada o plana gireceğime dair olan meraktı. "Anladım," dedim sakin bir sesle ve kendi kendime bir oyunun içine sürüklendiğimi hissettim. En başında Eskişehir'e gelme amacımın bir şeyler hatırlamak, geçmişimle ilgili bir ize ulaşmak olduğunu ama şimdi bambaşka bir noktaya doğru gittiğini anlamam ise daha uzun sürdü. "Prometheus resmen beni çağırdı ve biz ayağına gidiyoruz."
"Ayağına gitmen için o fotoğrafı gönderdi ve sen de gelmek istedin," dedi Korel. "Geçmişinle yüzleşmek istiyorsan artık o oyuna dahil olman gerekiyor."
Kafamı aşağı yukarı salladım. "Beni öldüreceğini düşünmüyorum, bana bir şeyleri göstermeye çalışacağını hissediyorum. Benimle oynayacak."
"Seninle oynayacağını bile bile gidiyorsun." Korel fısıldadı.
"İstediğin an vazgeçebilirsin, sonrasında çok geç olabilir."
Uzun bir süre düşünseydim vazgeçerdim, biliyorum bu yüzden, "Hayır," diyerek hızla yanıt verdiğimde duvara çarpmış gibi oldu. "Vazgeçmeyeceğim."
"Döndüğümüzde Rimmles'e varmış olacağız," dedi şoför bütün dikkatimi dağıtarak.
Gürkan, "Sağ ol," dedi ve elini cebine atarak taksimetrede yazan ücreti adama uzattı. "Üstü kalsın."
"Sağ olasın," dedi adam ve Gürkan'a baktı. "Dikkatli olun, girdiğinizde çıkışınız sadece onlar istediği zaman olur, unutmayın. Kızlar onların gözünde köylü."
"Sanırım bunu biliyorum ama o kadar da kötü değildir?" dedi Gürkan ve tek kaşı havaya kalktı; bunu daha çok bir soru gibi yöneltmişti.
"Oraya gittiğinizde anlarsınız."
Adam geniş bir viraj alarak başka bir yola döndüğünde gözlerimi karanlık yoldan ayıramıyordum; hemen karşıda tek başına duran bir villayı gördüğümde istemsizce, "Orası," deyip parmağımla gösterdim.
Anımsadığım görüntüler film şeridi gibi dönüp dururken ilk fark ettiğim buz gibi soğuk ve geriye dönüp baktığımda gördüğüm ruhu yıkık villaydı. Kar soğuğu bedenimi donduruyormuş gibi hissediyordum ve parmaklarımda ıslaklığın verdiği hisle hızla ellerime baktım.
Kan yoktu, izler yoktu, renk yoktu. Ellerim terlemişti sadece fakat kan kokusu alıyordum.
Taksi villanın hemen önünde durunca araçtan ilk inenler Gürkan ve Büge oldu. Büge direkt Gürkan'ın yanına ilerlerken bense gözlerimi villadan ayıramıyordum. İki katlıydı, görebildiğim buydu fakat pencerelerine siyah, kalın demirler geçirilmişti ve içerideki ışık demirlere vurmuyordu. Villada kimse yokmuş gibi, hiç kimse yaşamamış gibi görünüyordu.
Az sonra adım atacağım o evde ablam ölmüştü.
"Hadi," dedi Korel ve kolumu tuttuğunu gördüm. Bir eli kapının kolunda dururken bana bakışlarında bambaşka hisler vardı. Zihnimin içini görüyor muydu? Bu imkânsızdı ama görse bile böyle bakamazdı.
"Ne hissedeceğimi bilmiyorum yine," deyip kapıya döndüm. "Gidelim ve kurtulayım."
Korel kısa bir süre daha yüzüme baktıktan sonra içten bir sesle mırıldandı. "Sana zarar verilmesinden korkmadığını biliyorum ama yine de söyleyeceğim, sana zarar vermesine müsaade etmeyeceğim."
Tekil konuşmuştu, içim ürperdiğinde Korel'in elini tutmak ve desteğimi ondan almak istedim; Korel ise kapıyı açtı ve aşağı inip benim de inmemi bekledi.
Hepimiz arabadan indiğimizde ilk olarak gözlerim villanın büyük kapısıyla kesişti.
"Baba, bu kapı neden bu kadar büyük?" demiştim babama dönüp. Eli elimi sıkıca kavrıyordu, gözleri büyük kapıdaydı ama o da kapıya şaşırmış gibi bakıyordu. Hemen arkamızda annem gözleri yarı baygın yarı ayık gökyüzüne odaklanmıştı.
"Küçük olduğun için sana kocaman geliyor, büyük bir kadın olduğunda bu kapı gözünde küçülecek."
Kapı küçülmemişti. Aynı ihtişamını taşıyordu, hatırladığım geçmişimde babamın sesini net bir şekilde duymam ve yüzünü uzun süre sonra hatırlamam kalbimi sıkıştırsa da bu bana korkularımı yenmek için cesaret vermişti.
"İyi misin?" dedi Korel ve eli omzuma dokundu.
Kafamı aşağı yukarı salladım. "Sanırım bazı şeyleri anımsamaya başladım, bu kapının ardında kocaman bir meyve ağacı olacak."
Ben bunu söylediğim anda büyük kapı yüksek sesle açıldı ve görüş alanıma ilk giren hemen karşımızdaki kurumuş meyve ağacı oldu. Korel ağaca baktıktan sonra bana bakarak yutkundu. Bir şeyleri hatırladığım gerçeği Korel'e de uğramıştı ve o bile tedirgin olmuştu.
Adımlarımın arkasında bıraktığım izlerde geçmişin çığlıkları gizliydi.
Paragraf Yorumları