Müzik sesleri, birbirini takip eden ışıklar, insanlar, gerçekler ve yalanlar. Hepsi iç içeydi ama onlar yine tek başlarındaydı. Teklerdi, iki kişilerdi ama tek bir kişiydiler.
Korel Erezli ve Minel Karaer.
Biri on altı, diğeri yirmi bir yaşındaydı. Birbirlerini üç aydır tanıyorlardı. Gökyüzü karanlıktı, Minel karanlıktan Korel varken korkmazdı.
Korel karanlığa Minel'i asla teslim etmezdi.
Bir konser alanındalardı.
Korel o günü asla unutmayacaktı ama Minel, bu anıların tek bir damlasını bile hatırlamayacaktı.
İkisi birbirlerinin zihinlerinde ve anılarında asla buluşamayacaklardı.
Hislerimin tercümanı bile yoktu fakat tam göğsümün ortasında, onu sıkıştıracak kadar yüksek sesle atan kalbim, ortamdaki müzik seslerini bile yok ediyordu sanki. O geceden sonra, o kötü geceden sonra güne sürekli içimde çok kötü bir hisle başlardım fakat bugün daha farklıydı. Çok kötü bir histen daha farklıydı.
Ecel gibi bir geceden sonra ölüm gibi bir sabaha uyanacakmışım gibi hissediyordum.
Diğer bütün günlerde ise hayatıma ölü olarak devam edecekmiş gibiydim.
Bütün bunlar ruhumu elleriyle sıkıp boğacak kadar büyükken Gürkan'a da Büge'ye de hiçbir şey belli etmemeye çalışıyordum. Konser alanına girdiğimizden beri onlara gönderdiğim yapmacık gülümsemeler ikisini de tatmin etmemişti ama bunu bana belli etmemeye çalışmışlardı.
Geldiğimiz konserin planını Büge günler öncesinden yapıp biletleri almış ve beni emrivakiye zorlamıştı. Teoman'ı severdim ama kalabalıklardan kaçmaya başlamıştım, özellikle içinde sahne barındıran her gösteri beni fazlasıyla korkutuyordu fakat Büge aşmam gerektiğini düşünerek beni sürekli böyle etkinliklere getiriyordu.
Birkaç hafta önce vizyona giren bir filme zorla götürmüş, yarısında karanlık ve kalabalıktan dolayı çıkmıştım. Bir ay önce ise bir tiyatro bileti almış, sahneyi ve kırmızı perdeleri gördüğüm anda şiddetli bir öğürmeyle oraya kusmuştum. İnsanların bakışları bir yana dursun, kovulduğumuz anı asla unutamıyordum.
Büge hiçbir şey yokmuş gibi bunu eğlenceye çevirse de tiyatro fikrinin çok kötü bir karar olduğunu o da fark etmişti.
Şimdi ise bir konserdeydik. Küçük bir bardaydı; açık değil, kapalı alandaydı. İğne atılsa yere düşmeyecek daracık kısımda insanlar sahnenin önüne toplanmış, birbirlerini ezmek pahasına Teoman'ın çıkmasını bekliyorlardı. Ben bar taburesinde oturuyordum, buradan da sahne çok iyi görünüyordu ve ses daha net geliyordu.
Gürkan ile Büge ise o kalabalığın arasına sızmışlardı. Daha doğrusu Büge yalvar yakar Gürkan'ı oraya sürüklemiş, Gürkan ise onu kırmamak için gitmişti. Fakat üzerindeki gerginlik, bakışlarındaki tuhaflık hiçbir şekilde silinmemişti.
"Bir şeyler içmek ister misin?" Başımı çevirdiğimde barmenin ciddi gözlerle ama yarı alaylı bana baktığını gördüm. "Yoksa yaşın on sekizi geçmiyor ve sırf Teoman için yalanlar mı uydurdun?" Gözleri açıldı. "Bana içeri girmek için korumalardan biriyle yattığını söyleme."
Eskiden olsa inanılmaz şaşıracağım, büyük tepki vereceğim cümlelere hafifçe gülümsedim. "On sekiz yaşından büyüğüm," diye mırıldandım. "Fakat kalabalığa giremeyecek kadar ruhum yaşlı galiba." Barmen bunun üzerine güldü. "Bira alabilirim. Cam şişe olsun lütfen. Filtresiz."
Hızla aşağıdaki dolaptan bir bira çıkarıp önüme koydu. "Teoman'ı sever misin?"
"Severim," diye mırıldandım önümdeki biraya bakarak. "Sen?"
Dudaklarını öne çıkardı. Saçları omuzlarında ve kıvırcıktı, gözleri ise mavi tonlarındaydı. Çirkin bir adam değildi fakat benden yaşça büyük olduğuna emindim. Ayrıca kolunun bir kısmının dövmelerle kaplı olması ürpermeme neden olmuştu. "Yani," dedi bakışlarını sahneye çevirerek. "Severim ama sanırım onu kulaklıkla dinlemekten daha fazla keyif alıyorum. Nasıl anlatabilirim ki..."
"Sanki bu şekilde hissedemiyormuşsun gibi geliyor, değil mi?" diye sorduğumda başını hazırladığı kokteylden kaldırıp şaşkınlıkla beni onayladı. "Anlıyorum, bunu ben de hissediyorum sanırım. Tuhaf." Birayı parmaklarımın arasına aldım, gözlerimi kapatıp birkaç büyük yudum içtim.
Eskiden içki içtiğim zamanlardaki gibi midem bulanmıyor, kendimi kötü hissetmiyordum. Bunun haricinde babamın biralarından haftada birkaç kez içtiğim de oluyordu. Buna ilk tanık olduğunda babam çok şaşırmıştı fakat sonra ne anımsadıysa şaşkınlığı geçmişti.
Yanıma bir çift geldi ve umursamaz bir ifadeyle barmenden içkilerini istedi. İkisi de şimdiden sarhoş olmuş gibi görünüyorlardı. Birkaç dakika sonra sahneye gitarlar koyulduğunda insanlardan çığlıklar yükseldi ve Teoman'ın çıkmaya hazırlandığını anladım. "İşte," dedi yüzünü buruşturarak barmen. "Yaklaşıyor, yaklaşmakta olan." İnsanlardan gelen çığlıklar arttı. "En azından uzaktan keyifle dinleyeceğiz, sahneye çıktıktan sonra buraya tek tük insan gelir." Ellerini tezgâha yaslayıp öne eğildi. "Eğer yalnızsan seninle beraber dinleyebiliriz."
Benimle flört edip etmediğini anlayamamıştım ama içimden bir ses kötü biri olmadığını söylüyordu. "Tabii," dedim içtenlikle gülümsemeye çalışarak. "Sahne önündekiler gibi çığlık atmayacaksan olur."
"Asla atmayacağım." Bir bira da kendine çıkardı, o da şişeden içiyordu. Kapağını sertçe açtıktan sonra büyük yudumlar alıp dirseklerini tezgâha yasladı. "Tek mi geldin?"
Gözlerimi kısıp kalabalığa baktım. "Yakın bir arkadaşım ve sevgilisiyle geldim," dedim yüzümü buruşturarak. "Ve eminim yakın arkadaşım şu an çığlık atanlardan biri."
Barmen gülümsedi. "Yani senin erkek arkadaşın gelmek istemedi mi?" Gözlerimi devirdim. Bunu görünce gülümsemesi genişledi. "Tamam, sevgilin olup olmadığını soruyorum."
Biramdan birkaç yudum aldım. Zaman kazanmaya çalışıyordum çünkü onunla hiçbir şekilde flört etmek istemiyor, sadece şu birkaç saatte içimdeki sıkıntılardan kurtulmak için biriyle sohbet etmeye çalışıyordum. "Sevgilim yok," der demez benimle flört etmemesi için kendimce çok büyük bir neden sundum: "Hiç sevgilim olmadı."
Barmen gözlerini kocaman açtı. "Gerçekten on sekiz yaşından büyük müsün sen?"
"Ne alakası var?"
"Senin yaşında bir kızın nasıl hiç sevgilisi olmaz? Çok mu seçicisin?"
"Hayır," dediğimde kaşlarım çatılmıştı. "Daha önce kimse benimle sevgili olmak istemedi."
İşte bu onu daha fazla şaşırtmıştı. "Hiç çıkma teklifi eden olmadı mı? Lisede? Hatta ilkokulda?"
Bir kez daha gözlerimi devirdim, lafı hemen değiştirmek istedim çünkü sorduğu sorunun yanıtını tam olarak ben de bilmiyor, hatırlamıyordum. "Senin sevgilin var mı peki?"
Barmen bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi. "Hayır, yok," dedikten sonra elini uzattı. "Volkan ben. Senin yeni sevgilin, ben de senin sevgilin." Gözlerim irileşti, eline baktım, sonra yüzüne baktım, sonra bir daha eline baktım. Bu onu epey güldürdü hatta kahkaha attı. "Şaka yapıyorum," dedi gülmeye devam ederken. "O kadar da hızlı değilimdir. Ama istersen..." Gözlerim irileşti. "Bana yumruk mu atacaksın?" diye sordu. "Eğer öyle bir planın varsa vazgeç çünkü buradan atılırsam evimin kirasını ödeyemem."
Birkaç saniye geçti. Ne yapmam gerektiğini fazla düşünmeden kuruyan dudaklarımı ve ağzımı ıslatmak için biramdan yudumladım. Eli hâlâ havada dururken, "Şakaların komik değil, Volkan," dedim, sonra elini sıktım. "Ama arkadaşım olsaydın gülebilirdim. Minel. Minel Karaer."
"Minel." Elime baktı. "Daha önce hiç duymadım, anlamı nedir?"
"Cennetteki inci tanesi." Bu hoşuna gitmişti.
"Vay." En sonunda ben elimi çektim ama aldırış etmedi. "Gerçekten güzel anlamı. Annen mi koymuş, baban mı?"
"Babam." Kısa cevaplarla ilgiyi üzerimden atmaya çalışıyordum.
"Hım," diye mırıldandı, sonra gözlerini gözlerimin üzerine dikip biraz daha bana eğildi. "Peki Minel." Bara bir adam yanaşıp sert sesle viski istedi; göz ucuyla bana baktığında gerçekten onun kaçmam gereken biri olduğunu anlayıp başımı hızla çevirdim.
Ardından sahneye gitaristler ve baterist çıktı. İnsanlar çıldırmış gibi çığlık atarken ışıklar kapandı, sonra Teoman'ın en bilindik şarkılarından biri olan "Paramparça"nın melodisi duyuldu. Ne olursa olsun karnımda sıcak bir heyecan hissettiğimde oturduğum yerden döndüm, sırtımı bar tezgâhına yaslayıp sahneyi izlemeye başladım.
Sahnedeki ışıkların arkasından Teoman belirip şarkıyı söylemeye başladı ama insanların seslerinden neredeyse onu duyamıyor, net bir şekilde yüzünü göremiyordum. Öne birkaç adım daha attığında gülümsemeden edemedim. Şarkıyla beraber kendisi de yaşlanmıştı, bu ona karşı duyduğum saygıyı daha da artırmıştı.
"En sevdiğin şarkısı nedir?" Kulağımın dibinden bir ses yükseldiğinde irkilip arkama baktım ve barmen olduğunu gördüm.
"Benim kesinlikle 'Çoban Yıldızı'."
Kibirle, "Çok bilindik," diye karşılık verdim. "'Mektup' şarkısını çok severim ben. Bilir misin?" Ben de onu alaya almak istedim. "Yoksa yaşın tutmuyor mu?"
Barmeni eğlendirebiliyordum; aslında son iki aydır insanları gerçekten gülümsetebiliyor, üzebiliyor, kızdırabiliyordum. Hayata karşı vasıflarım olmaya başlamıştı, bu ise umurumda değildi. Galiba asıl konu, umurumda olmamasıydı. "Yirmi dokuz yaşındayım," dedi o da kibirle. "Yani sen okuma yazmayı çözerken ben Teoman'ın şarkı sözlerini okuldaki sırama yazıyordum. Bir flörtüm vardı: çalışkan gözlüklü Ezgi. Ona gönderme olsun diye sırama Teoman şarkısı yazmıştım ama o kafama vurmuş, sıraları mahvetmemem gerektiğini söylemişti."
Dayanamayıp güldüm. Eğildiği bar tezgâhından net bir şekilde yüzünü gördüğüm için boyunun uzun olduğunu anlamıştım. Yani bir seksen beş-bir seksen altı olmalıydı. Bu da bana göre uzun bir boydu.
Toeman duygusal bir şarkıya geçiş yaptığında düşüncelerimin arasına dalmamak için gelişigüzel bir şekilde Volkan'a dönüp, "Kiranı çıkarmak için barmenlik mi yapıyorsun?" diye sordum. "Üniversite okudun mu?"
Birasından içmeye başladığında bu bana kendi biramı da hatırlattı. "Okudum," dedi şişeyi tezgâha koyarken. "Mimarlık okudum." Şaşırmış ve bunu gizleyememiştim. "Ama kendi işyerimi açamadım, sermayem yoktu. Başkalarının yanında da birkaç defa çalıştım fakat fazla sıkıydılar, boğazımda elleri vardı sanki. En sonunda her şeyi boş verip dans hocalığına ve barmenliğe döndüm. Tabii ki bu işler..."
Sözünü hızla kesip, "Dans hocalığı mı?" diye sordum. "Dans mı ediyorsun?" İşte bu gerçekten fazlasıyla şaşırtmıştı.
"Evet." O da şaşkınlığımı anlayamamıştı. "Annem dans hocasıydı, bana da öğretti. Profesyonel olduğumu düşünme sakın. Kendi evimde komşunun küçük çocuklarına ders veriyordum, üç beş bir şeyler kazanıyordum işte. Fakat artık o da kalmadı, hem de yasak. Bir yakalanırsam..." Parmağını boğazına götürüp kesiyormuş gibi yaptı. "İçeri tıkarlar beni. Hem listem çok kabarık."
İlgimi dansa yoğunlaştırdım. "Dans etmeyi seviyor musun peki yoksa sadece iş olarak mı yapıyorsun?"
Barmen elini yanağına koyup düşünceli bir sesle, "Bilmiyorum ki..." dedi. "Keyifli. Dans etmek yani... Ama parası olduğunda daha da keyifli hale geliyor. Ayrıca, gitar da çalabiliyorum." Sırıttı. "Yani sevgilin olabilmek için fazlasıyla romantik görünebilirim ama istersen gitar da parçalarım."
Gözlerimi devirmemek için kendimi tuttum bu sefer ve bunu o da fark etti. "Kendine sürekli bir şeyler katmışsın," dedim ben de elimi yanağıma koyarak. "Hayatı dolu dolu yaşamayı seviyorsun galiba."
"Hayatı dolu dolu yaşamak zorunda kaldım diyelim." Gülümsedi ama bu sefer içten değildi, sahnedeki seslerden dolayı bağırarak konuşsa da bu sefer kulağıma eğildi, sadece benim duymamı istemişti. "Annemi ve babamı Van depreminde kaybettim. Kardeşim ise halamla kalıyor." Yakınlığı kendimi tedirgin hissetmeme neden olsa da geriye çekilmedim. "Bazen insan daha fazla düşünmemek için hayata sarılıyor, Minel."
Geriye çekildi. Bakışlarını kaçırdı. Bir bardak alıp bezle içini silmeye başladı. Bir şey söylemeliydim, farkındaydım ama bütün huylarım değişse de bazen söyleyecek hiçbir şeyimin olmaması değişmiyordu. Dikkatini dağıtmak istediğim için, "Dansa ilgilisin," dedim. "Gitar çalıyorsun. E ben hariç birçok kıza da komik gelebilirsin." Bu onu gülümsetti; çok rahat gülümseyebiliyordu, bu şaşırtıcıydı. "Nasıl sevgilin olmaz?"
"Bilmem, parasızım diye galiba," dediğinde bu onu eğlendirmişti. "Benimle takılıyorlar ama beni sevmiyorlar. Sanırım tek gecelik kullanılan kişi benim." Başını kaldırıp o içten gülümsemesini bana gönderdi. "Ne o? Beni kullanmayı mı düşünüyorsun yoksa?" Bardağı bırakıp yine bana doğru eğildi, tek kaşı havaya kalktı. "Dansa karşı ilgisi olan erkeklere zaafın mı var?"
"Yine komik değildin."
"Bence komikti."
"Değildi."
Teoman "Gemiler" şarkısına geçtiğinde insanların eşlik eden sesleri zihnimin içinden geliyor gibiydi.
"Peki değildi," dedi. "O halde sen neden dansa bu kadar ilgilisin?"
Doğruyu mu söylemeliydim, yalana mı başvurmalıydım, karar veremedim ama bakışlarındaki ifade hiçbir şekilde yalanı hak etmeyen biri olduğunu söylüyordu. Ayrıca en başında şaşkınlığımı ona belli ederken böyle bir soruyla geleceğini de biliyordum.
"Ben de dans ediyordum," dedim, önemsiz bir şeyden bahsediyormuş gibi. "Ama senin gibi değil. Hocalık yapmadım. Dans ediyordum, dört yaşımdan beri. Yedi yaşımda ders almaya başladım."
Önüne gelen kıvırcık saçını arkaya attığında şaşırmış gibi değildi. "Tahmin ettim," dedi. "Farklı bir ruhun var. Sanatçı bir kişiliğin."
"Bak," dedim ellerimi kaldırarak. "Kimseyle sevgili olmadım belki ama böyle cümleleri erkeklerin etkilemek için kurduklarını da bilirim o yüzden bundan vazgeç."
"Hayır, ben ciddiyim." Gerçekten gözlerinden samimiyet akıyordu. "İnsanların ruhlarından anlarım ve senin farklı bir ruhun var. Yazar, çizer, tiyatrocu, oyuncu..." Omzunu kaldırıp indirdi. "Sanatın herhangi bir dalıyla ilgili olmalıymışsın gibi. Eminim dans senin için inanılmaz bir tutkudur."
Bakışlarımı ondan kaçırıp önümdeki ılımaya başlayan birayı izlemeye başladım. Bu sessizliğimi fark etmiş olmalı ki, "'Dans ediyordum,' dedin," diye mırıldandı ama duydum. "Artık etmiyor musun?"
"Etmiyorum." Gözlerimi sahneye çevirdim. "Teoman neden durmadan duygusal şarkılar söylüyor?"
Barmen lafı değiştirmeme aldırış etmedi. "Dansı bırakmanın sebepleri olmalı," dediğinde ciddi sesi direkt bana ulaşsa da ona yine bakmadım. "Ama kendine iyilik mi yapıyorsun, kötülük mü ona karar veremedim."
"Aslında..." dediğimde başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım. "Sadece dans etmek istemiyorum. Bana göre değil." Ilık biranın yarısına kadar içtim. "Yani," dedim silik bir tebessümle. "Kimse anlamıyor ama ben artık dansı hak etmiyorum, onu kirlettim."
Başka biri anlamazdı, hiç kimse söylediğimi anlayamazdı ama o konser alanında on dakikadır sohbet ettiğim barmen sanki ne demek istediğimi anlamış gibi gözlerimin içine baktı. Bu çok kısa anda, dünya üzerinde beni anlayan birinin çıktığını düşündüm ama sonra bir ses bana şunu hatırlattı: Seni anlayanlar, seni terk etmek zorunda.
"Kirlenen her şey temizlenir, Minel," dedi.
"Bu imkânsız." Gitgide duygularımın değiştiğini fark eden barmen konuyu uzatmasın diye içten içe dua ediyordum. Sorgularsa anlatmazdım ama kendi içimde kendime cevaplar verirdim ve bunu istemiyordum.
"Hım," dedikten sonra gülümsedi. Bu kadar rahat gülümseyebilmesine yine şaşırdım. "Bak, ben kiramı bile zor ödüyorum," diye söze başladığında tezgâha yaslandı. "Ee kızlar da bana fakirim diye bakmıyor." Gülümsedim. "Gel ben senin dans hocan olayım, kirlenen temizlenir mi temizlenmez mi göstereyim, sen de bana para ver." Heyecanla gözlerini irileştirdi. "Hem bakarsın, kızlar beni fakirim diye bırakmaz."
"Kızları düşürmek için hem dansı hem beni kullanıyorsun," dedim. "Ayrıca nerede insanlığımız?.. Neden ücretsiz değil?" İstemesem de beni eğlendirmişti.
Geriye bir adım atıp ellerini iki yana açtı. "Ah Minel," dedi. "Fakir ama gururlu değilim, fakir ama gurursuzum ben." Dayanamayıp kıkırdadığımda gözleri gülümsememe kaydı. "Ee ne diyorsun? Kabul ediyor musun?"
Hemen olumsuz anlamda başımı iki yana salladım. "Bu imkânsız, dans etmek istemiyorum. Ama..." Kaşlarım çatıldı. "Babam durmadan dans etmemi söylüyor hatta bana bir dans hocası bile ayarlamış."
Eli kalbine gitti. "Aldatıldım."
Yine kıkırdadım. "İstersen babama dansa döneceğimi söyleyebilirim ve sana ne kadar istersen verir. Sen de hem kızları kaçırmazsın hem fakirlikten kurtulursun."
"Ama sana hocalık yapmayacağım, öyle mi? Yalan mı söyleyeceğiz?" Başımı onaylarcasına salladım. "Tamam, gurursuz olabilirim," dedi gözlerini devirerek. "Ama o kadar da kalpsiz değilim. Emeğimin karşılığı olmayan hiçbir parayı alamam."
İnanmadım. "Şu an sana birisi çıkarıp milyonlar verse kabul etmez misin?" Cevap vermedi ama yanıtını biliyordum. "Uyduruyorsun, bence tam da o kadar kalpsizsin."
Gülmesini bekledim ama gülmedi; yüzüme dikkatle bakarken, "Sana dans öğretmeden babandan para almam," dedi. "Ama eğer dans edersen benimle söke söke o parayı alırım."
"Asla!" Tek kelimeydi, ona ulaştığında duvara çarpmış gibi olmasını bekledim fakat böyle bir etkisi olmadı.
Bir anda önümdeki biranın üzerindeki etiketi yırtarak çıkardıktan sonra aşağıdan bir kalem aldı. Numarasını kâğıda yazmaya başladığında kaşlarım havaya kalktı. Son rakamı yazdıktan sonra kâğıdı bana uzattı, mavi gözleri yüzümde gezindi. "Kararını değiştirirsen ararsın, değiştirmezsen de kirlenen sanatınla öyle ortada kalırsın."
Havada duran kâğıda bakarken alıp almamak konusunda kararsız kaldım. İyi biriydi, bundan nedense emindim ama emin olmak da artık bana doğru gelmiyordu; çünkü kimden emin olsam ya gidiyordu, ya yalan söylüyordu ya da çok kötü bir insana dönüşüyordu.
Uzattığı kâğıdı parmaklarımın arasına aldığımda, "Kararım değişmeyecek," dedim. "Ama belki kararın değişir diye seni arayabilirim."
Tam o esnada arkamdan Büge'nin sesini duydum. "Min!" Elinde birayla dans ede ede gelirken, barmen eğildiği yerden Gürkan'a ve Büge'ye baktı. "Yanımıza neden gelmiyorsun, geleceğini söylemiştin!" Sitemli bir tavırla tezgâha yaslandığında sarhoş olmaya başladığını anladım. Elimde duran kâğıdı cebime koyamadan Gürkan'ın gözleri kâğıda döndü. "Buraya seninle gelecektik ve sen beni sattın!"
Gürkan'la aramızda geçen sözsüz bakışmanın ardından barmen geriye çekildi, sonra dudaklarını birbirine bastırıp Büge'ye sıkılgan bir bakış gönderdi ve arkasını dönüp şişelerle ilgilenmeye başladı. Ben de kâğıdı çantamın ön bölümüne yerleştirip hızlıca fermuarını kapattım.
"Seni rahatsız mı ediyordu?" Gürkan'ın gün boyunca olan o gerginliği daha da arttı, barmenin sırtına bakıyordu.
"Kim?" dedim anlamıyormuş gibi. "Barmen mi?"
"Evet." Büge olanları anlamamıştı, zaten dikkati de üzerimizde değildi. "Sana verdiği kâğıtta numarası yazmıyor muydu?"
"Ne?" Büge gözlerini açtı ve barmene doğru yüksek sesle bağırdı. "Seni sapık herif! Arkadaşımı taciz ettin!"
Barmen duyduklarından sonra omzunun üzerinden bize bakınca hemen elimle Büge'nin ağzını kapattım. "Saçmalamayı kes," dediğimde öfkelenmiştim. "Öyle bir şey yapmadı." Barmene utangaç bir bakış gönderdiğimde yine sırtını döndü.
"O halde?.." diye sordu Gürkan. Sesinde oluşan o şüphenin nedenini anladım ve bile isteye şüphelerini haklı çıkardım.
"Sadece tanıştık," dedim; bunu söylediğim an Gürkan'ın kaşları çatıldı, Büge'nin gözleri yuvasından fırlayacaktı. "Hoş sohbeti vardı, o da numarasını verdi."
"Sen!.." Büge yaslandığı yerden doğruldu ama ayakta zor durduğu için Gürkan'a yaslandı bu sefer de. "Biriyle mi flörtleşiyordun?" Yüzümü buruşturdum ama cevap vermedim. Bir anda omzuma atlayıp sımsıkı sarıldı ve heyecanla bağırmaya başladı; ben de onun omzunun üstünden Gürkan'la bakıştım, hâlâ kaşları çatıktı. "Sonunda!" dedi keyifle Büge. "Gözlerini açmaya başladın! Normal bir insan, değil mi?"
Son sorusu gözlerimi kapatmama neden olurken onu hafifçe itekledim; Gürkan onu koltuğunun altına aldı. "Ee," dedim lafı değiştirip kalabalığa bakarak. "Gitmiyor muyuz?"
Gürkan bakışlarını barmene çevirdi, kaşları daha fazla çatıldı, sonra burnundan derin bir nefes verdi. Büge ise aynı şefkatle yüzüme bakıyordu ve emindim ki zihninden hayaller geçiyordu.
Ama bunların hiçbiri gerçekleşemezdi. Hiçbir zaman Büge gibi olamazdım, hiçbir zaman hayatıma bir adam alamazdım.
Öyle duygular kalbime uğramazdı çünkü çok yorgundum, bitmiş tükenmiştim. Kalbim kaldıramazdı. Kaldırdığı onca şeye rağmen...
Tam o esnada yorgun dediğim kalbime bir ağrı girdi ve yine, her zaman olduğu gibi, bir çift gözün beni izlediğini hissettim. Arkamdaydı sanki. O gözler sırtımdaydı; o gözler ellerimde, bacaklarımda, saçlarımdaydı.
O gözler aslında dakikalardır, ben barmenle konuştuğumdan beri üzerimdeydi ama ben şimdi o kısacık anda bunu hissetmiştim.
Korkmam lazımdı ama bu sefer yorgun olan kalbim aylar öncesinden kalma bir duyguyla attığında başımı çevirip arkama baktım ve ne göreceğimi bilemeden öylece insanları izledim.
Barın kapısının girişiydi. İnsanlar girip çıkıyordu, kapının önünde park edilmiş motosikletler vardı. Çok kalabalık değildi orası ve tanıdık bir yüz yoktu, bunu çok iyi biliyordum. Sanki oraya baktığımda izlendiğimi hissetmem geçmişti.
Bunların hepsi zihnimin oyunuydu. Eskiden olduğu gibi yine yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamışlardı. Bu sefer sesler duymuyordum, melodiler yoktu, çığlıklar da; ama onların da uğramasına az kalmıştı. Peki ya gölgeler? Onlar en kötüsüydü. Duvarlardaki yüzler? Kaldıramayacağım kadar ağırdı.
"Minel." Dürtüldüğümü hissettiğimde korkuyla irkilip geriye sıçradım. Gürkan da havada kalmış eliyle bana baktı. "Ne oldu?" diye sordu, beni dürten oydu. "İyi misin?"
Yutkundum. "İyiyim," diye fısıldadığımda beni duymadı ama dudaklarımı okudu. "Sadece havasızlık."
"O halde hava almak ister misin?" diye sorduğunda Büge dudaklarını bükerek Gürkan'a baktı ve mola veren Teoman tekrar sahneye çıktığında onu bırakmak istemediğini anladım.
"Hayır, teşekkür ederim." Büge'ye gülümsedim. "Hadi gidip şu yakışıklı adamı dinleyelim."
Büge ellerini çırptı, yaslandığı Gürkan'dan ayrıldıktan sonra koluma girip kalabalığa doğru yürütmeye başladı. Ona ayak uydurarak hatta bu lanet olasıca kalabalık umurumda değilmiş gibi yürürken omzumun üzerinden Gürkan'a baktım.
O sabit yerinde duruyordu, gözleri ise barmendeydi. Birkaç saniye sonra arkamıza takıldığında gözlerimiz kesişti ama bakışlarını ilk kaçıran ben oldum.
Sonraki yarım saat boyunca kalabalığın içinde insanların itiş kakışı sayesinde Teoman'ı neredeyse en önden dinledik. Büge en fazla keyif alan kişiydi. Gürkan arkadan sarılmış, kollarıyla onu güvende tutuyordu. Ben ise Büge'nin yanında yine ona ayak uyduruyordum ama saniyeler geçtikçe kalabalığın ağırlığını daha fazla kaldıramayacak duruma gelmiştim. Ayrıca Gürkan bir ara içki almaya gidip geleceğini söylemiş, uzun bir süre görünmemiş, sonra da elinde iki bardakla dönmüştü.
Bu bardağın içinde her ne varsa hızla beni çakırkeyf hissetme noktasına kadar getirmişti. Işıklar, sıcak, bedenime dokunan vücutlar... Bütün bunlar daha fazla sarhoşluğa itekliyordu, ayrıca ter kokusu artık katlanılmayacak noktaya gelmişti.
Büge'ye değil Gürkan'a dönüp, "Gürkan, ben gitsem iyi olacak," diye mırıldandım kulağına. "Gerçekten kalabalık bana hiç iyi gelmiyor."
Bunu bekliyordu. "O halde hep beraber çıkalım," dedi ama Büge duymasa bile bağıra bağıra eşlik ettiği şarkıyla âdeta Gürkan'ı reddetti.
Başımı hayır anlamında iki yana sallayıp Büge'yi gösterdim. "Günlerdir bugünü bekliyordu, onun keyfini bölme, şu an aklına ben bile gelmiyorumdur." Dudaklarımı birbirine bastırıp elimi koluna koydum. "İyi eğlenceler size."
"Eve bıraksaydım seni," dediğinde gerçekten tedirgin olduğunu hissettim. "Bu şekilde tek başına gitme."
İçini rahatlatmak istermiş gibi, "Babamı ararım," dedim ama bunu kesinlikle yapmayacaktım. "Hem temiz havayı aldığım anda iyi olacağım."
Gürkan, Büge'ye baktı sonra yapabilecek hiçbir şeyi olmadığını fark ettiğinde, "Pekâlâ," diye karşılık verdi. "Yine de eve varınca bana yaz, olur mu? Merak ederim."
Gürkan'ın böyle huyları vardı. Normalde hiçbir şekilde iletişimimiz yoktu ama sanki benden sorumluymuş gibi her problemde kendisini ön plana çıkarıyor, âdeta ağabeylik yapıyordu. Etütte bir keresinde ergenliğe yeni adım atmış çocuklardan biri üzerime yürümüştü. Büge'ye bunu keyiflenerek eğlenmek için anlatmış, Büge ise Gürkan'a yetiştirmişti.
Ertesi gün Büge ile Gürkan beni okuldan almaya geldiklerinde Gürkan bana hangi çocuk olduğunu sormuş, daha ben söylemeden kim olduğunu bana o kişinin laf atmasından anlamıştı.
Dönüp çocuğun yüzüne bakmış, sonra ona doğru birkaç adım atıp üstten üstten bir şeyler söylemişti. Ergenliğe yeni girmiş çocuk karşılık olarak bir cevap verdiğinde ise Gürkan ensesini tutup kendisine çekmiş, kulağına eğilip birkaç şey mırıldanmıştı. Sonrasında o ergenin gözlerindeki korku ve dehşet silinmemiş, beni her gördüğünde kaçmıştı.
Büge'ye o gün Gürkan'ın ne söylediğini sormuştum ama ona da hiçbir şekilde anlatmamıştı. Ben sorduğumda ise gülümseyip, "Ergen dilini biliyorum," diye karşılık vermişti.
Bütün bunları anımsadığımda Gürkan'a bu kadar uzak davrandığım için kendimi kötü hissettim. "Teşekkür ederim Gürkan," dedim içten bir sesle. "Eve gidince mesaj atacağım."
Gürkan başını sallarken ben de Büge'nin yanağına bir öpücük kondurdum, fark etmedi bile. Arkamı dönüp kalabalığı yara yara geçerken insanların söylenmesini önemsemedim. En sonunda kalabalıktan sıyrılıp dış kapıya yöneldiğimde gözlerim bara doğru kaydı ve onu başka bir kızla sohbet ederken gördüm. Keyifli bir konuşmanın içinde gibilerdi; kız vücut diliyle Volkan'a çağrı yapıyor, Volkan da onu kolayca etkileyebiliyor gibi görünüyordu. Beni fark etmedi, ben de kendimi fark ettirmeye çalışmadım.
Dış kapıya birkaç adım kala Teoman, "Mektup" şarkısına geçmişti ama adımlarım durmadı, sadece gülümsedim. Durup dinleyebilirdim belki ama artık gittiğim hiçbir yoldan hiçbir şeyin beni vazgeçirmeyeceği konusunda yemin etmiştim. Kararımın yanında bu ufacık kalıyordu ama yine de bir yerden başlamak gerekiyordu.
Omzumun üzerinden arkama baktım. Şarkıya eşlik eden insanlar, gözlerini kapatmış şarkıyı söyleyen Teoman ve kıza değil, sahneye doğru dikkatle bakan barmen... En azından o benim yerime dinleyecekti, bu da güzel bir şeydi.
Bardan çıktığımda içerinin sıcak havasından kurtulduğum için mutlu hissediyordum. Dışarısı da fazla serin değildi ama en azından temiz hava vardı, nefes vardı ve insanlar bana dokunmuyor, temas etmiyordu.
Öylece kapının önünde durup başımı kaldırdım, derin bir nefes aldım, sonra kendime birkaç saniye verip baş dönmemi geçirmeye çalıştım. Biliyordum ki babam ben gelene kadar uyumamıştı ve sarhoş halde eve gitmek istemiyordum.
Gözlerimi kapattığımda yanımdan geçip giden insanların seslerini duyabiliyordum. Teoman'ın çok geriden gelen sesini ve çığlıkları... İşte bu şekilde daha güzeldi. İşte bu şekilde zihnimdeki seslere benziyordu ama daha somuttu.
Sonra bir şey fark ettim. Yine kalbimi sıkıştıran, nefesimi daraltan, alkolden olmasa da başımı döndüren bir şeydi. Zihnimdeki seslere benzemesinin bir nedeni vardı çünkü orada, bir yerlerde, konserdeydim.
Dışarıdaydık, insanlar şarkılara eşlik ediyordu, Teoman konseriydi.
Korel Erezli, Minel Karaer'in Teoman'ın şarkılarına eşlik edişini dinlerken gözlerini ondan ayırmıyordu. Tanrı biliyordu ki kocaman alanda tek gördüğü kişi Minel'di. Hevesliydi, heyecanlıydı, kalbine hiçbir kötülük değmemişti. Dönüp dönüp Korel'e bakıyor, sonra hevesle gülümseyip onun koluna giriyordu. Ardından parmaklarının ucunda yükselip Teoman'ı görmeye çalışıyordu.
"En sevdiğin şarkısı hangisi?" diye sormuştu Korel, Minel'e. Onu tanıyordu, biliyordu. Hangi şarkıyı söyleyeceğini bilecek kadar.
Tam da aklından geçeni söyledi. "'Mektup'."
Korel omzunu silkip, "Çok bilindik," dedi. "Benim en sevdiğim şarkısı 'Papatya'. Senin de artık bu olsun, Minel."
Elim kalbime gitti. Bir anda zihnime dolan bu anı, bu sesler, bu çığlıkların aslında somut olmasının nedeninin daha önce yaşandığı için olduğunu anladım.
Sonra parmaklarımı içeriye büktüm, derin bir nefes alıp arkamdaki duvara yaslandım. "Lütfen," diye mırıldandım. "Gerçek değil, hayal olsun."
Çünkü tek tutunabileceğim buydu. Gerçekse ve böyle bir gerçeği unuttuysam yaralanırdım, hatırladıklarım beni daha fazla mahvederdi.
Zihnimin bana oynadığı bir oyun olmalıydı. Belki de bunların olmasını istemiştim ve şimdi oluyordu. Kendimi onun yanında hissediyor, bana o şarkıyı sevmemi söyleyenin o olmasını diliyordum.
"'Papatya'," demişti Minel derin bir nefes alıp ve o an, hiç olmayacak bir şey olmuş, Teoman "Mektup" şarkısına başlamıştı. Korel'i gülümsetmişti bu, Minel ise anlayamamıştı.
"Dinle bu şarkıyı," demişti sadece. Ardından uzanıp önüne gelen saçını geriye itmişti. "Sonra her seferinde beni hatırlayacaksın zaten."
"Artık hatırlıyorum," diye mırıldandım ve yine aklımı kaçırmış gibi hissettim. Biliyordum işte, hayal değil, gerçekti; çünkü onunla ilk tanıştığım zamanlar elini kalbime koymuş, "Eğer hissediyorsan her şey gerçektir," demişti. O anının içinde saçlarıma dokunduğunda, ben yine parmaklarını saçlarımda hissettim.
Acıyla nefesimi verdiğimde yine birinin beni izlediğinden emin oldum ama bu sefer gerçeği de, anıları da, unuttuklarımı da, hayallerimi de birbirine karıştırıp gözlerimi açtım ve korkuyla etrafıma baktım.
Ama yine tanıdık kimse yoktu.
Birkaç kişi beni izliyor, kendi aralarında konuşuyorlardı. Alkolden dolayı böyle olduğumu düşünebilirlerdi ve bu da işime gelirdi.
Başımı iki yana salladıktan sonra kaldırıma yönelip yürümeye başladım.
Teoman şarkının son sözlerini söyledi. Anılarımda şarkının son sözleri söylendi. Ben o şarkıyı dinledim. Ben o şarkıyı bir daha hiç unutmadım ama onu unuttum.
Kollarımı kendime sarıp başka bir sokağa döndüm ve sadece yürümek istedim ama o zihnimdeki anı peşimi bırakmadı. Bana bakıyordu, sadece bana bakıyordu. Anımsadığım hislerimdi; bana baktığını hissetmiştim ama ona utancımdan bakamamıştım. Biz bu derece dağılmış, kirlenmiş ve kötülüğe batmışken o yaşımızda nasıl böyle masum kalabilmiştik?
Ben ona ne yapmıştım? O bana ne yapmıştı?
Hayır, sorgulamayacaktım.
"Artık," dedim kısık sesle. "En sevdiğim şarkısı, 'Mektup' değil, 'Papatya' çünkü hatırlıyorum."
Başımı art arda iki yana sallarken, döndüğüm ara sokakta arkamdan birinin yürüdüğünü hissettim. Adım sesleri yoktu ama nefes... Sanki omzumun üzerinde bir nefes... Dönüp bakmadım bu sefer, korktum, öyle bir korktum ki adımlarımı hızlandırdım hatta koşacak duruma geldim.
Belki kendi aklımın oyunlarından kaçtım ama umurumda da değildi. Belki de arkamı döndüğümde başka bir anıyla karşılaşacağımdan korktum ama umurumda değildi. Belki de arkamı döndüğümde onu göreceğimden korktum.
Bu umurumdaydı.
Omzumun üzerinden geriye baktığımda bir gölgenin geçip bir köşeye sindiğini gördüm. Adımlarım durdu. Buz kestim, ellerim korkuyla titredi ve tamamen o tarafa döndüm.
Kaçmam gerekirdi, aklı başında birinin kaçması gerekirdi ama bunu yapamadım. Adımlarım sabit, bakışlarım dik, öylece karanlık sokağa baktım. Zihnimde hiçbir zaman unutmadığım bir anı döndü. Bir ara sokakta beni sıkıştırmışlardı, o gelip beni kurtarmıştı.
Ama sonra benimle oyunlar oynamıştı.
"Kim var orada?" diye bağırdım karanlığa doğru. Gölge bir daha görünmedi ama ben de onun sindiği köşeye gitmeye cesaret edemedim. "Peşimden mi geliyordun?" diye sordum bu kez. Eğer bir sapık olsaydı saklanmazdı.
Belki de konuştuğum aklımın oyunuydu, kimsenin beni takip ettiği yoktu.
Bu beni acı acı güldürdü, sonra yine arkamı dönüp yürümeye başladım.
Hâlâ onun geri dönebileceğine inancım var mıydı?
Aslında onun gittiğine hiçbir zaman inanmamıştım ama Korhan'ın dediği gibi kaçtığına inanmıştım. Neyden, kimden, ne uğruna? İşte bu sorular, en çok kaçtığım sorulardı çünkü cevapları, ortaya çıkan, unuttuğum anılardaki masumiyeti bile yok edebilecekmiş gibi geliyordu.
Bir kez daha gölgeyi görmedim ama nefesi hissetmeye devam ettim. Anacaddeye çıktığımda uzaktan bana doğru gelen taksiyi durdurdum. Daha fazla heyecan yoktu, daha fazla beklenti yoktu. Taksiye binip yeni evimizin adresini verdiğimde içinden geçtiğim karanlık sokağa bakışlarım döndü; belki o gölge ortaya çıkıp uzaktan da olsa bana bakar diye odaklandım ama öyle bir şey olmadı.
Terk edilip gittiğimde olduğum insan gibi bomboştu sokak.
Başımı cama yaslayıp dışarıyı izlemeye başladığımda taksinin içinde ağır bir şarkı çalıyordu. Emindim ki babam beni defalarca aramıştı ama çantamdan telefonumu çıkarmaya bile halim yoktu.
"Şarkıyı kapatabilir misiniz?" dedim, beni daha fazla düşünmeye iten sözleri duymayı istemediğim için. "Konserden geldim ve başım ağrıyor da."
Orta yaşlardaki adam tedirgin bir ifadeyle şarkıyı kapattı. "Özür dilerim, kızım. Kapattım."
"Ben özür dileriim," dediğimde sorular kafamın içinde bangır bangırdı. Onları susturmak gerekiyordu. "Evli misin amca?" diye söze başladım. "Çocukların var mı?"
Yolun geri kalanı elli yaşındaki Reşit amcanın hayat hikâyesini dinleyerek geçti. Asker emeklisiydi, kızını okutmak için çalışıyordu. Oğlu şehit olmuştu. Karısıyla da boşanmıştı. İyi bir adam gibiydi. Onu öyle can kulağıyla dinlemiştim ki hayat hikâyesi, kendi hayat hikâyemden uzaklaşmama yaramıştı.
Hep bunu yapıyordum. Kendi hayatımdan uzaklaşmak istediğim an ya başka birinin hayatına odaklanıyor, ya içinde romantizmi hiçbir şekilde barındırmayan, beyin yakan filmlere dönüyor ya da ders çalışıyordum.
Taksi evin önünde durduğunda amca bana dönüp, "Sen hiç kendini anlatmadın," dedi mutsuz bir sesle. "Geveze gibi hep ben konuştum. Biraz kendinden bahset kızım?"
Taksimetrede yazan parayı çıkarıp verirken, "Boş ver Reşit amca," dedim. "Ben bu gece kaçmak için sana gelmiş bir kızım işte. Önemi yok."
Parayı alırken aynı mutsuzlukla bana bakmaya devam etti. Para üstünü beklemeden taksiden indiğimde arkamdan, "Önemi vardır," dediğini işittim. "Elbet birileri için önemi vardır."
Evin kapısının önüne geldiğimde bahçenin ışığının yanık olduğunu fark ettim. Çantamdan anahtarı çıkarıp içeri girmek yerine direkt sol taraftaki bahçemize yöneldiğim vakit onu gördüm. Sandalyeye oturmuştu; masada rakısı ve bir kitap vardı. Arada sırada telefonuna bakıyor, derin bir nefes veriyor, sonra kitabına geri dönüyordu.
Gözlüğünün çok yakıştığını ona hiç söylememiştim.
"Baba," dediğimde başını kitaptan kaldırdı ve beni gördüğü an derin bir nefes verdi.
"Minel." Gözlerini kapattı, içinin rahatladığını anladım.
"Seni aradım, açmadın."
Bahçenin kapısını açıp içeriye girdikten sonra ona doğru yürüdüğümde büyük bir dikkatle beni inceliyordu. Masadaki rakı bardağına, kavuna ve beyaz peynire baktım. Yine arkada, çocukluğumda olduğu gibi Türk Sanat Müziği çalıyordu. Gülümsemeden edemedim.
"Şu görüntü bana çocukluğumu anımsattı," dedim, parmaklarımı masaya yaslayarak. İzmir'deki evimizde olduğu gibi mutfak bahçenin hemen yan tarafındaydı. Gözlerim mutfağa kaydı. "Annem seni hep kapıdan izlerdi, mutfakten gelen güzel yemek kokuları olurdu." Bakışlarım yere döndü. "Ben bazen yere bir şey serer, seni izlerdim. Saniyeler değil, dakikalar değil, saatlerce izlerdim. Annem mi, sen mi beni oradan kaldırırdınız bilmiyorum çünkü seni izlerken uyuyakalırdım."
Babamın ağır hareketlerle gözlüğünü çıkardığını anlasam da ona bakmadım. Çocukluk anılarım her hatırladığımda canımı yakardı, babam geldikten sonra geçer sanmıştım ama geçmemişti. "Annen sen uyuduktan sonra karşıma geçip otururdu," derken sesindeki acıyı duydum. "Sen uyanıkken, beni sadece sen izle isterdi."
Alkolden miydi, artık dayanamadığımdan mı bilmiyordum ama bir anda babama, "Annem beni sever miydi?" diye sorup bakışlarımı ona çevirdim. Yüzünün rengi değişmişti, gözleri kıpkırmızıydı.
"Bu nereden çıktı?" diye sorduktan sonra önündeki kitabın kapağını kapattı. Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan kitabını okuyordu, bunu ben çocukken de okurdu.
"Sadece soruyorum," dedim sakin bir sesle, tam gözlerinin içine bakarak. "Beni sever miydi annem?"
Aramızda sözsüz bir anlaşma daha vardı. Birbirimize yalanlar söylemiyorduk artık. Olabildiği kadar saydamdık, parlaktık. Ama ben yine de severdi demesini bekledim, öyle olmadı. Derin bir nefes aldı, eli elimi tuttu sımsıkı. "Severdi," dedi ama sonra hızla devam etti. "Bazen severdi."
Canımın acımasını bekledim ama öyle olmadı. Zaten bildiğim bir yanıtı dinlemek sadece dengemin sarsılmasına neden oldu. Diğer elimle boş sandalyeye tutundum. "Bazen anılar çok can yakıyor," deyip yutkundum. "Çocukken sana hayran olduğum için izlediğimi hatırlıyorum mesela. Sana hayran olduğumu da hissediyorum. Ama şunu da yürekten biliyorum: Soğuk zeminde yatmamı önemseyen tek kişi sendin, kaldırıp beni yatağa götüren kişi de sendin. Annem beni bazen sevdi ama bazen de hiç sevmedi."
Parmakları parmaklarımı kavradı, sıcacık ellerindeki nasırları hissettim ama kalbime o sıcak erişmedi. "Annen bir şizofreni hastasıydı, Minel," dedi babam, zaten bildiğim bir sırrı vererek. Yüzümün değişmediğini gördüğünde bildiğimi anladı. "Ve iyi olduğu her an seni sevdi, seni hiç bırakmak istemedi."
Gözlerinin içine bakarken ona döndü döneli bir kere bile sarılmadığımı hatırladım ama içimden de gelmiyordu. Onu görmüştüm, karşıma geçmiş ve geri dönmüştü. İşte oradaydı: Saçlarımı seven, bana mızıka veren, bana hayatı öğreteceğini söyleyen, beni koruyan, beni seven babam; saçlarımı sevmekten vazgeçen, mızıkamdaki korkulara dönmemi isteyen, bana hayatın en kötü yönünü terk ederek öğreten, beni koruyamayan, beni seven ama terk eden babam.
Hepsi karşımdaydı ama ben ikincisi yüzünden, birincisini asla affedemezdim.
"Peki ya sen?" diye sordum titreyen bir sesle. "Bir şizofreni hastası değildin ve iyi olduğun her an beni sevdin mi bilmem ama beni bırakıp gittin." Elimi elinden yavaşça çektim. "Üstelik ölmedin de. Sen neydin? Hayran olduğum adam mı yoksa beni bırakıp giden adam mı?"
Titrek bir nefes verdi, yutkundu ve gözleri yavaş yavaş doldu. Sözlerim miydi canını yakan yoksa bakışlarım mıydı bilmiyordum ama karşımda daha fazla acıya bulandı. "Seni iyiyken de, kötüyken de, acı çekerken de hatta ölmek üzereyken bile hep sevdim, kızım. Bazen değil, hep sevdim. Eğer yaşadıysam, eğer ölmediysem sadece senin için ölmedim."
Başımı iki yana salladım. "Ben de yaşadım," dedim. "Ama yalanlarla yaşadım, unuttuklarımla yaşadım, bilmediklerimle yaşadım. Annem Mine yerine benim ölmemi istemiş, biliyor muydun bunu?" Bakışları değişmedi, biliyordu, nasıl oluyordu da biliyordu anlamadım ama biliyordu. Fakat daha fazla acı çekti karşımda. "Keşke ben ölseydim."
"Minel," deyip ayağa kalktığında geriye bir adım attım.
"Keşke," dedim tekrar. "Keşke ben ölseydim çünkü bir annenin yanlış tercihi olarak yaşamak çok acı."
"Minel," deyip tekrar bana doğru yöneldi ama elimi kaldırıp onu durdurdum. "Bak ben buradayım," dedi. Kendini gösterdi ama ruhuma bile dokunmadı. "Döndüm. Gör artık beni."
Omzumu kaldırıp indirdim. "Ama artık seni hayran hayran izleyen o kız burada değil, baba."
Arkamı döndüm, bahçeden eve açılan kapıya ilerleyip içeri girdim ve sırtımdaki ağır bakışlarını umursamadan merdivenlere yöneldim. Canım yandı, kalbim acıdı ama ona yine bakamadım çünkü yaşadıklarımın ağırlığı, sırtımdaki yükten çok daha fazlaydı. Sorularım vardı; ağır sorular, yanlış sorular... Ve gerçekler vardı.
Annem onun yanlış tercihi olduğumu söylüyordu.
Evet, bir şizofreni hastasıydı ama bu mektubu aklı başında bir şekilde yazmıştı ve demişti ki, sen benim yanlış tercihimsin Minel. Bu yeterliydi.
Bazen sevmişti beni annem, bazen de ölmemi istemişti.
Bazen yanımda olmuştu babam, bazen de ölmüştü.
Odamın önüne geldim ve titreyen elimle kapının kolunu çevirdim. Ruhum sancılandı, parmaklarımın ucuna kadar acıya battığımı düşündüm. Biriyle paylaşmaya mı ihtiyacım vardı? Aslında hiçbir şey yolunda değildi.
Odaya girdiğimde buz gibi bir rüzgâr yüzüme çarptı. Odanın penceresi sonuna kadar açıktı. Yaz olmasına rağmen soğuk esen rüzgârla karşılaştığım anda öne bir adım attım.
Pencereye uzun bir süre baktım, çok uzun bir süre fakat bu sefer odanın içinde yalnız olmadığımı anladım. Bir adım sesi duydum, bu sefer gerçekti.
Bir nefes hissettim omzumda, bu sefer gerçekti.
Sonra eldivenli bir el ağzımı kapatıp beni kendisine sertçe çekti, ardından elime bir kâğıt tutuşturdu.
Korkmadım, haykırmadım, çırpınmadım bile.
Gözlerim kâğıda kaydı ve tek bir cümle okudum:
"O geri döndü."
Altında Prometheus'un alfabesi vardı.
Fark ettim. Bana bir nefes kadar uzak olan kişi Prometheus'tu. Ardından boynumda hissettiğim sert bir darbeyle her şey karardı.
Paragraf Yorumları