Bazı anılardan ne olursa olsun vazgeçmediğimi kendim de yeni yeni fark ediyordum: örneğin motosiklete binmenin ve yüzüme vuran rüzgârın verdiği heyecan.
Onun motosikletine ilk bindiğim zaman bu heyecan için her şeyimi verebileceğimi düşünmüştüm ve o an ilerideki motosikletini gördüğümde farkında olmadan yüzümde bir tebessüm oluştu.
Akıl hastanesinden duvarları dikkatlice inceleyerek çıkmıştım, Korel bu detaya dikkat etti mi bilmiyordum ama dönüp hiçbir şey sormamış ya da söylememişti fakat şimdi yüzümdeki tebessümü fark etmiş olacak ki göz ucuyla bana baktı.
"Motosikletimi özlemiş misin?" diye sordu keyifsiz bir tınıyla. Cevabını merak ettiğini bile düşünmüyordum.
"Motosikletini değil," dediğimde vakit öğleden sonrayı bulmuş, güneş aşağıya inmişti ama sıcaklık artıyordu. "Motosiklete binmeyi özledim. Kendim de bunu yeni fark ediyorum ama adrenalini seviyorum, önceden de sevdiğime eminim."
Korel omzunu kaldırıp indirdi, sonra motosikletinin önüne gittiğimizde kısık sesle, "Heyecanı her zaman sevdin," dedi. Bu sefer kartlarını daha açık oynayacak gibi görünüyordu. "Lunaparklarda en tehlikeli oyuncaklara binerdin, motosikleti her zaman hızlı kullanmamı isterdin," bakışları bana döndü, "benimle bir gün yarışacağını da söylerdin."
Yaprak sarısı gözleri gözlerimin içine bakarken, soracaklarım için yanıp tutuşuyordum. "Seninle bir kez daha mı lunaparka gittik?"
"Bir kez daha?" Şaşırdı.
Sanki umurumda değilmiş gibi, "Seninle sanırım lunaparkta tanıştık," dedim. "Annemin öldüğü, babamın beni terk ettiği gün." Zihnimde silik anılar vardı. "Pek net hatırlamıyorum ama sana mızıka çalmış olabilir miyim o gece?"
Gözleri turuncu saçlarıma kaydı, geçmişin içinde yuvarlandığına şahit oldum. "Bana mızıka çaldın o gece," dedi yanıt olarak. "Ben de sen üşüme diye ceketimi verdim. Ardından ikimiz o gece, birbirimizden korkularımızı sildik." Önüme düşen bir tutam saçı çekinmeden geriye attığında kalbim tekledi, kalbimden nefret ettim. "Sonra yolun hep benimleydi, ayrılana dek."
"Bana bunların hepsini anlatacak mısın?" diye sordum, gerçekten merak ediyordum. "Her detayıyla, her anısıyla."
"Yalan istemiyorsan hatırlamadıklarını anlatmam." Dürüst bir yanıttı, bu beni şaşırttı. "Ama hatırladıklarını en ince ayrıntısına kadar anlatabilirim."
Kaşlarım çatıldı. "Kaç sene önceydi?"
"Ne kaç sene önceydi?" diye sordu.
"Seninle tanışmamız," dedim.
Gülümsedi, gülüşüne acı bulaştı. "Biriyle ikinci defa tanışan tek sen değilsin, Minel. Ben seninle üç defa tanıştım ama sen ilkini unutsan bile ben üçünü de unutamadım."
"Ne?" Gözlerim irileşti, dudaklarım aralandı. "Ne demek istiyorsun?"
Başıyla motosikleti işaret etti. "Atla," diye soludu. "İlk önce bir şeyler yiyelim, dün geceden sonra hiçbir şey yememiş olduğun için açsındır."
Sorular sıralanıyor, her şey üst üste geliyordu ve o kendisine bile bakmadan beni mi düşünüyordu? Yine de dilimi ısırıp motosikletinin arkasına yerleştim, o da motosikletinin motorunu çalıştırıp gaz verdikten sonra omzunun üzerinden bana baktı. "Tutun bana, Minel. Güvenmesen bile tutun. Düşmeni istemem, hiç istemedim."
Fakat ona tutunmadım, ellerim motosikletin arkasındaki demire gitti, orayı sıkıca tuttum.
Korel ise bu tepkimin üzerine hiçbir şey demedi ama yüzünü çevirirken yutkunduğunu gördüm. Ardından motosikletini hareket ettirdi.
Caddede seyir halindeyken yüzüme vuran sıcak rüzgâr özlediğim anılara götürse de kafamdan silmeye çalışıyordum. O rüzgâr Korel'in kokusunu da bana getiriyordu çünkü ve ben bunu istemiyordum. Arkamda sıkıca tuttuğum demirler ellerim terlediği için kaysa da ona tutunmadım. O an bunu yapamazdım.
Yol boyunca ikimiz de hiçbir şey söylemedik çünkü motosikleti hızlı kullandığı için uğultudan başka hiçbir şey duyulmazdı. Tanıdık caddelerden geçsek de Korel'in evinin yolu değildi. Sadece ona, "Evinin adresini mi değiştirdin?" diye bağırdım. O ise, "Başka bir yere gideceğiz önce," diye karşılık verdi.
Yirmi dakika sonra geldiğimiz yer ise omuzlarımı indirip ağzımın içinde kendi kendime söylenmeme neden oldu. Teoman konserinin olduğu bara gelmiştik. Buradan çıktığımda berbat hissediyordum, çok kötü bir akşam geçirmiştim ve sonuç olarak yine buraya gelmiştik.
Korel motosikleti durdurup indiğinde ben hâlâ oturmaya devam ediyordum. "Burada ne işimiz var?"
Üzerine fazlasıyla bol gelen tişörtünün yakasını düzeltip, "Yemeği burada yiyelim," dedi. "Evde yemek yok."
"Ama neden burası?" diye sordum kaşlarımı çatarak. "Neden başka bir yer değil?"
Eskiden olsa aldırış etmeden, açıklama yapmadan arkasını dönüp yürüyecek olan Korel, "Çünkü buranın yemekleri güzel," dedi umursamaz bir tavırla. "Orada oturmaya devam mı edeceksin?"
Çocuk gibi mızmızlanacak ya da omuz silkecek yaşı çoktan geçmiştim, kaldı ki Korel'e artık bu tavrımı da göstermek istemiyordum. Onun karşısında olabilecek en soğuk duruşumla dikilmek, verebileceğim en doğru karardı.
Hiçbir cevap vermeden motosikletten indim ve beraber bara doğru yürümeye başladık.
Yan yana yürürken onun yanında ne kadar ufak kaldığımı unutmuştum; boyu benden santimlerce uzundu ve bunun ikimizin yan yana komik görünmesine neden olduğuna emindim.
Aklımdan geçeni okumuş gibi, "Önceden de ben uzun, sen kısaydın," dedi nasıl anladıysa. "Aslında sen hep kısaydın, Minel." Bana artık Turuncu demiyordu. Turuncu cüce demiyordu.
Cüce de demiyordu.
Minel. Nedeni neydi?
"Boy şakası yapmayacaksın, değil mi?" diye sordum gözlerimi devirerek. "Şu an ikimiz de böyle şakalara gülecek durumda değiliz."
Bara girerken bana dönüp baktı. "Aslında boy şakalarına sadece ben gülüyordum ama haklısın, bunu yapmayacağım."
"İsabet olur." Korel beni izlemeye devam ediyordu, benim gözlerimse bara girer girmez barmen çocuğu aradı ve umduğum yerde buldum. Yine bar tezgâhındaydı fakat bu sefer öğleden sonra olduğu için hiçbir şey yapmadan elindeki telefonla oynuyor, sıkılgan nefesler veriyordu. Barın içindeki birkaç masa doluydu, gerisi ise bomboştu. Böyle yerler akşam tıklım tıklım olurken öğlenleri sinek avlardı.
Korel de baktığım yöne döndüğünde derin bir nefes verdiğini duydum, ardından hafifçe omzuma dokunarak beni bar tezgâhına en yakın masaya yürütüp oraya oturttu. Gözlerimi barmenden ayıramazken nedenini az çok anlıyordum: normal insan açlığı.
O fazlasıyla normal bir adamdı; parasını çıkarmak için çalışan, kızlarla flört etmeye çaba gösteren ve...
"Pardon!" Korel'in yüksek sesi düşüncelerimin arasına daldığında seslendiği kişinin barmen olduğunu anladım. Adı Volkan olmalıydı ya da ben yanlış hatırlıyordum.
Barmen başını direkt telefondan kaldırdı ve Korel'i görür görmez bar tezgâhındaki mönüleri alıp bizim masamıza ilerledi, henüz beni görmemişti ve belki de tanımayacaktı. Başka bir garson da yoktu, bizimle o ilgilenecekti.
Masamıza geldiğinde, "Hoş geldiniz," dedi; Korel'i yakından gördüğü anda yüzündeki gülümsemenin hafif bir tebessüme dönüştüğüne ve gözlerine korkunun ulaştığına şahit oldum. Onu baştan aşağı inceledi; izlerini, dövmelerini... En son yüzüne geldiğinde rahatsızlıkla başını çevirdi ama bu tiksinme değildi, Korel'i rahatsız etmek istemiyordu.
Mönüleri masaya bıraktı ve gözleri bana döndü; ilk önce aynı korkuyla baktı fakat sonra dikkat kesildiğinde kaşları havaya kalktı. "Sen," dedi sıcak bir gülümsemeyle. "Bu kadar erken bir dönüş beklemiyordum, teklifimi kabul ettin ha?"
Korel önündeki mönünün bir sayfasını açtığında gözleri ikimizin üzerindeydi. Ben de barmene aynı şekilde gülümseyip, "Ah, hayır," dedim saçlarımı karıştırarak. "Teklifini hâlâ kabul etmiyorum." Çekingen bir bakış atıp, "Sen nasılsın o günden beri?" diye sordum.
"Kusmuk temizlemek, bayılanları toplamak ve kavga edenleri ayırmak dışında mı?" Gözlerini kocaman açtı. "Bomba gibiyim, Minel."
Adımı hatırlıyordu, bu beni şaşırttı. "O halde sevindim," diye karşılık verdim.
Volkan göz ucuyla Korel'e baktı, sonra bakışlarını yine bana çevirdi ve dudaklarını anlamsız bir ifadeyle büktü. Büyük ihtimalle böyle biriyle nasıl bir işim olabileceğini düşünüyordu ya da başka bir şeyler...
"İstersen sana yemek önerebilirim," dedi Volkan bana dönüp. "Buranın krepleri çok güzeldir, ayrıca..."
Korel yüksek sesle boğazını temizledi. "Burada birinin daha olduğunu hatırlayacak mısın?"
Volkan'ın cümlesi yarıda kesilirken omzunun üzerinden ona baktı, ne diyeceğini bilemedi. "Tabii," dedi dudak ucuyla. "Size de krep..."
Yine lafını kesti. "Bana bir bira getir," dedi çenesini kaldırarak. Bu Korel, izlerini saklamaya çalışmak yerine izleriyle insanları kaçırmaya çalışan bir adama dönüşmüştü.
Volkan başını sallayıp bana baktı. "Ben de bir su alayım," dedim ve önümde açık duran mönüyü kapattım. "Başka bir şey istemiyorum..."
Korel yine lafa atladı. "Ona da şu bahsettiğin krepten getirirsen iyi olur."
Ters bir bakış atıp, "Aç değilim," diye homurdandım.
Volkan bir bana bir Korel'e bakarken kararı bekliyordu. Korel en sonunda, "İki krep," dedi kendini de katarak. "Ben de yiyeceğim, tamam mı?" İlk önce ikileme düştüm, ardından sakince başımı salladım.
"Su dışında içecek bir şey istemediğine emin misin Minel?" diye sordu Volkan gülümseyerek. "Sana güzel bir kokteyl hazırlayabilirim."
İyi bir adamdı, bunun farkındaydım ve o esnada Korel'in ona olan bakışları beni fazlasıyla rahatsız etti. "Belki sonra," dedim o arkasını dönüp gitmeden önce. "Eğer kararımı değiştirirsem söz, isteyeceğim Volkan."
Volkan genişçe sırıttı. "Adımı unutmamışsın, kendimi değerli hissettim."
Korel konuşmanın ortasına sert bir sesle dalarak, "Yemek," dedi. "Bira. Bekliyorum." Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Aslında o aynı adamdı. Huysuz, kibirli ve baskın. Değişen tek şey, bana karşı tavırlarıydı. Geriye kalan herkese aynı gözlerle bakıyordu.
"Tabii." Volkan emre itaat edip yanımızdan uzaklaştığında kaşlarımı çatarak ona baktım.
Bütün insanlara aynıyken bana karşı neden değişmişti?
"Buraya gelmenin tek nedeni Volkan'a gövde gösterisi yapmak mı?"
"Adını da mı öğrendin?" diye sordu, bambaşka bir noktaya takılmıştı. "Hem sana nasıl bir tekliften bahsediyordu?"
Gözlerimi devirip, "Derdin ne?" dedim. "Canın sıkılıyor ve birine çatmak mı istiyorsun yine?"
Korel gülümsedi ama yine o samimiyetsiz gülümsemelerinden biriydi. "Hayatım boyunca yeterince insana çattığımı düşünüyorum," diye mırıldandı ağzının içinde, sonra yanımızdan uzaklaşıp bar tezgâhına geri dönen Volkan'a baktı. "Sadece onun derdini çözmeye çalışıyorum."
"Onun nasıl bir derdi olabilir ki?" Volkan arada sırada bize kaçamak bakışlar atıyor, sonra zaten temiz olan bar tezgâhını siliyordu. "Kendi halinde, normal bir adam..."
"Seninle tanışmak istedi." Gözleri yine bana döndü.
"Ve?" diye sordum. "Benimle tanışmak istedi, bunda ne var?"
Başını omzuna düşürüp gözlerini kıstı. "Bunda bir tuhaflık yok mu sence de?"
Gururum incindi hatta kalbimde bir kırığın oluştuğunu hissettim. Aslında o kırığın nedeni, Korel'in beni kıskandığını düşünmeme karşın öyle çıkmamasıydı. Kırgınlığımı gizleyemeyip, "Bir erkeğin tanışmak istemeyeceği kadar aptal ya da çirkin olduğumu sanmıyorum," diye fısıldadım.
Küçümsemelerine alışıktım ama uzun zamandır bununla yüzleşmediğim için bir anda duvara çarpmış gibi olmuştum.
Korel kaşlarını kaldırdı, başını düzelterek, "Kastettiğim o değildi," dedi tek nefeste. Bir yanlışı düzeltmeye çalışıyor gibiydi ya da bir doğruyu, bilemiyordum. "Kastettiğim..." Yine Volkan'a dönüp baktı. "Böyle bir yerde, bir anda karşına çıkması... Altında bir neden olabilir diye düşünüyorum. Bir tuzak." Tuzak mı?
Gülmeye başladığımda Korel yine bana baktı fakat onunla göz göze geldiğimde daha fazla gülmeye başladım. "Tuzak mı?" diye sordum kahkahamın arasından. Biri bizi uzaktan izlese Korel'in espri yaptığını ve benim ona güldüğümü düşünebilirdi, misal Volkan düşünebilirdi, ama öyle değildi.
"Evet, tuzak." Korel fazlasıyla ciddiydi.
Şaka değildi, kumar da değildi. Gerçekten ciddiydi.
Gülüşüm yavaş yavaş azaldı ama tebessümüm silinmedi. "Bir adam benimle tanışmak istiyor, benimle flört etmeye çalışıyor ve sen bunun altında bir tuzak olabileceğini düşünüyorsun..." Aslında bunların dışında güldüğüm daha başka bir olaydı.
"Neden olmasın?" Yaprak sarısı gözlerinde bir rüzgâr esti. "Prometheus seninle oynamayı ve sana tuzaklar kurmayı seviyor."
Prometheus seninle oynamayı ve sana tuzaklar kurmayı seviyor.
Korel Erezli seninle oynamayı ve sana tuzaklar kurmayı seviyor.
Onu tekrar gördüm göreli ilk defa Prometheus kelimesi dudaklarından çıkmıştı ve bu, bir tuzak içindi.
Tebessümüm de silindi, yerine kin yerleşti, buna o da şahit oldu. "Doğru," dedim iğneleyici bir tınıyla. "Prometheus benimle oynamayı ve tuzaklar kurmayı seviyor." Çenemi havaya kaldırdım. "Hayatımdaki birçok insan gibi."
Çok kısa bir an birbirimize baktık. Çok kısa. O kısa anda gözlerimdeki kin, onun yüz ifadesinin değişmesine neden oldu. Bir şey söylemek için dudaklarını araladı ama Volkan siparişlerle beraber masaya geri dönmüştü. Birayı Korel'in önüne, kaşarı erimiş içi tavuk dolu krepleri ise ikimizin ortasına koydu. "Afiyet olsun."
"Teşekkür ederim," dedim içtenlikle gülümsemeye çalışarak ama beceremedim.
Volkan sadece bir baş selamı verip yanımızdan uzaklaştı, Korel ise onun arkasından baktı.
"Volkan tuzak değil." Nereden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum ama emindim. İnsanları yavaş yavaş tanımaya başlamış hatta onları yönetmeyi bile öğrenmiştim. "Ve senin düşündüğünün aksine, bir erkek olarak benimle sadece flört etmek istedi."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye sordu, ardından birasından büyük yudumlar içti.
Korel Erezli ve birası. Korel Erezli ve motosikleti. Korel Erezli ve izleri.
Bu üçü asla değişmezdi.
"Çünkü insanları artık tanıyorum," dedim önümdeki krepe bakarak. "İyi bir adam ve bir maşa değil, bu yüzden onun üzerinden bakışlarını çek."
"Aslında flört etmek istediyse de bu bakışlarımı çekmemek için bir neden." Başımı kaldırıp direkt ona baktım ama o hâlâ Volkan'ın durduğu yeri izliyordu. "Sonuçta..."
"Sonuçta kimse Sırtlan'ın leşine göz koyamaz, değil mi?" dedim onunla ilk tanıştığım zamanlara giderek. "Ama bak, dinle. Ben artık senin leşin değilim ve birinin benimle flört etmeye çalışması da seni ilgilendirmez." Sert bir dille kurduğum cümleler onu sadece gülümsetti ama neyse ki bana bakmaya başlamıştı. "Ayrıca," dedim daha sert bir sesle, bu sefer öfkeliydim. "Yedi aydır binlerce tuzakla karşılaşabilirdim ve sen yoktun, şimdi ne oldu da onun tuzak olabileceğini düşünüyorsun ki?"
Eskiden olsa sustuğum, kaçtığım soruları şimdi bir bir onun yüzüne bakarak söylemek istiyordum. Bunu Korel de fark edip kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten değişmişsin," dedi. "Ama iyi anlamda. Artık cümlelerin bıçak etkisi yaratıyor."
"Senin cümlelerinle yediğim bıçakları biriktirdim, şimdi de sana saplıyorum." Kollarımı önümde bağlayıp sırtımı sandalyeye yasladım.
"Yemeğini ye," dedi küçük bir çocuğa emir verir gibi. "Sonra konuşuruz."
Aç değildim, gerçekten aç değildim. Omzumu kaldırıp indirdim. "Bana yemek ye diyecek son kişi bile olamazsın." Vücuduna baktım, ne kastettiğimi anladı. "Çok kilo vermişsin."
Neden kilo verdiğini, neden bu hale geldiğini merak ediyordum ama ona, kendisi hakkında sorular sormayacaktım. Kulağımda Büge'nin bencilce yaklaştığım konusundaki sesi çınlasa da aldırış etmedim.
Korel birasından birkaç yudum içti, sonra şişeyi masaya koyup krepe baktı. "Seninle önceden bir oyun oynamıştık, hatırlıyor musun?" diye sordu. Sonra hemen devam etti. "Sen sorular soracaktın ve ben cevap verecektim ama yemek yeme şartı koymuştum."
Hatırlıyordum, ikinci tanışmamızda olmuştu. Bir şekilde beni gaza getirmiş, yemekleri yedirmişti. Başımı sadece olumlu anlamda salladım.
"Şimdi o oyunu değiştirelim, olur mu?" Önündeki krepe baktı. "Biliyorum, ben yersem sen de yersin. İkimiz de yiyeceğiz ve sonra konuşacağız."
Yine cevap vermedim ama bu fikir kalbime soğuk su serpmişti; gözümle onun ağzına yemek gireceğini görebilecektim. Bu kadar kilo vermesi normal değildi; kendinden vazgeçiyordu.
Başımı bir kez daha olumlu anlamda salladığımda uzanıp krepten bir parça ağzına attı; sanki çamur yiyormuş gibi yüzünü buruşturduğunda ben de onu taklit edip krepten ağzıma attım.
On dakika sonunda ikimizin de tabağı tamamen bittiğinde istemeye istemeye o yemeği yemiştik.
"Beni parmağında oynattın," dedi birasının son yudumunu içtikten sonra. "Yer değiştirdik gibi oldu."
"Parmakta oynatmak senin işin değil miydi?" Soru ağzımdan çıkar çıkmaz pişman olmuştum çünkü ona karşı iğneleyici bir cümle bile kurmak istemiyordum. Lafı direkt değiştirmek amacıyla, "Yedi ay boyunca hiç yemek yemedin mi?" diye sordum. Fakat buna da pişman oldum çünkü onu merak ediyormuş gibi görünmek istemiyordum.
Korel önümüzdeki boş tabağa baktı. Uzun bir süre geçti. Ne düşündüyse omuzları düştü. "Aklıma yemek yemek gelmedi." Göğüs kafesimden bir parça kopup iğneleriyle kucağıma düştüğünde parmaklarımı içeri kıvırdım.
Sorma, diyordum, kendi kendime. Yapma bunu. Ona kapılma, koşma, ilerleme, çabalama.
Ama gözlerim yüzündeki yeni izine kaydığında kendimi tutamayıp, "Yeni bir izin oluşmuş," dedim. "Başka bir yanık izi."
Gözlerini tabaktan ayırıp bana baktığında yaprak sarısı gözlerine kederin çöktüğüne bizzat şahit oldum. "Evet." Kısa yanıt. Tek yanıt.
Yutkundum, umursamaz görünmeye çalışarak, "Henüz geçmemiş," diye mırıldandım. "Ayrıca yeni olmuşa benziyor."
Parmakları yüzüne gitti ve yeni oluşan yanık izine hafifçe dokunduğunda, "Sanırım," dedi kademsiz bir sesle. "Sanırım yeni."
"Sanırım mı?" Korel izine dokunurken yüzünü buruşturup elini çekti. Hâlâ canı acıyor olmalıydı.
Düz ve sabit gözlerle benim gözlerime bakmaya başladığında aklından her ne geçiyorsa bütün acısı benim bile damarlarımda dolaştı. Elini masanın üzerine koydu, parmakları yavaş yavaş hareket etti; ne yapmaya çalıştığını anladığımda masanın kenarına tutunan parmaklarım daha sıkı kavradı.
Korel elini elimin üzerine koydu ve ardından parmaklarıyla parmaklarımı kavradı. Yavaşça elimi durduğu yerden kaldırdığında ona karşı koyamadım çünkü öyle bir bakıyordu ki benim parmaklarım onun vazgeçilmeziymiş gibiydi. Ya da onun parmakları benim vazgeçilmezimdi, bilmiyordum.
Elimi yüzüne doğru götürdüğünü fark ettim. İlk defa ben istemeden, ben ayak diretmeden, ben bunu göstermeden kendisi izine dokundurmak istiyordu fakat bu sefer ben hazır değildim çünkü biliyordum ki parmaklarım izine dokunursa ona yumuşardım, öfkemin ateşi sönmeye başlardı.
"Ne yapıyorsun?" diye fısıldayıp elimi çekmek için hamle yaptım ama güç bile gösteremedim, sadece bir çabaydı.
Korel parmaklarımı yeni oluşmuş izine dokunmadan biraz ötede tuttuğunda, "Ben de bazı izlerimin nasıl oluştuğunu hatırlamıyorum, Minel," dedi kısık bir sesle. "Bu izimin de nasıl oluştuğunu bilmiyorum. Ama sen dokun," parmaklarımı izine yaklaştırdı, "dokun ki bu iz, emare olsun, onu da kabullenmem ve sevmem için bir nedenim doğsun."
Dokundurmadı, benim dokunmamı bekledi, benim çaba göstermemi bekledi fakat donuk gözlerle hatta korkuyla ona baktım. Korkuyordum çünkü aklımdan geçen soruyu sorarsam cevabı beni mahvedecekmiş gibi geliyordu. Elim titremeye başladı, parmaklarım titremeye başladı ve sanki yeni izinden parmak uçlarıma ateş değdi.
"Hatırlamıyor musun?" diye sordum yutkunarak.
İnanma, dedim kendime. Yapma, çırpın, engelle, çabala. Ona inanma.
Ama içimin acımasını geçiremiyordum, kalbimin sıkışmasını engelleyemiyordum.
"Hatırlamadıklarım var." Başını salladı, sallarken yüzü parmaklarıma yaklaştı. "Tek bir dokunuş, Minel," dedi ve sesi yalvarıyormuş gibi çıktı, bu beni şaşırttı. "Bak, bir insanın yüzünde sevmediği bir izle yaşaması mümkün değildir. Zaten yeterince sevemediğim izlerle yaşıyorum. Bir kez dokun, emare diyeyim ona, kabulleneyim ve seveyim."
"İzleri değil, emareleri mi seviyorsun?" diye sorduğumda parmaklarım buz kesmişti ama onun eli sıcacık olmuştu.
"Sana daha önce de söylemiştim," dediğinde gözlerini bir an olsun gözlerimden ayırmıyordu.
Yapma, dedim kendime, engelle kendini. İnanma ona, bakma gözlerine. Seni sadece kandırıyor.
"Neyi?"
"Emarelerim benim için armağan oldu."
"Armağan mı?" diye sordum.
"Evet," dedi, sonra elimi tutan parmakları gevşedi. "Bana senin armağanın."
Sorma, dedim kendime, sakın bunu kendine yapma. Yalanlar söyleyecek, seni kendisine bağlayacak. Oynayacak seninle bir kukla gibi, iplerini bir an bile kesmeyecek. Seninle hep oynadı, yine yapacak.
Elimi hızla elinden kurtardığımda, "Bunları duymak istemiyorum," dedim titreyen bir sesle. Ağlamak istemiyordum, içimden geçenleri ona göstermek istemiyordum, hiçbir şeyi ona yansıtmak istemiyordum. "İkimizin arasındakilerden daha önemli konular var geçmişimle ilgili."
Nasıl göründüğümü ya da gözünde nasıl bir insana dönüştüğümü bilmiyordum ama öylece bana bakarken eli havada kalmaya devam etti. Bana inandı mı? Kırgınlığını hissetmedim ama hiçbir zaman hissetmemiştim.
Onun kalbi kırılamazmış gibi geliyordu, buna inanmak istiyordum.
Yüzüme bakarak cebinden bir miktar para çıkardı ve hesabı bile istemeden masaya attıktan sonra ayağa kalktı. "Gidelim."
Beni defalarca kırmayı nasıl başarmıştı? Nasıl öyle bir vicdanla yaşamıştı? Ben şu an bile büyük bir vicdan azabıyla kıvranıyordum ama ona yansıtmamak için dişlerimi sıkıyordum.
Ayağa kalktım, konuşursam ağlayacağımı biliyordum ya da konuşursam sesim titrerdi bu yüzden sessizliğimi korudum.
Hiçbir tepki vermeden önden yürümeye başladığında ben de peşine takıldım, bir kez bile dönüp Volkan'a bakmadım. Dışarıdan nasıl görünmüştük? Ben gaddar ve o masum muydu?
Bizim hikâyemizin özeti bu değildi. Ben bu hikâyenin gaddarı değildim, o gaddardı. Buna inanıyordum, gerçek böyleydi.
"Seni eve bırakabilirim," dedi Korel, motosikletine vardığımızda. "Yorgun görünüyorsun."
"Hayır." Sesim titredi, engelleyemedim. "Senin evine gidelim."
"Neden?" diye sorduğunda motosikletine binip kontağı çevirmişti.
Aklıma gelen ilk yalanı uydurarak, "Boda'yı özledim," dedim. "Onu görmek istiyorum ve sende kalan eşyam olabilir."
Güldü. Evet, Korel güldü ve yüzündeki izler gerildi. "Boda'yı gördün zaten."
Afalladım hatta tökezledim. "Bu da nereden çıktı?"
Korel eliyle arkasına vurup oturmamı emretti. Sorumu cevapsız bırakacak sandım ama, "Boda benden hiçbir şey gizlemez," dedi rahat bir sesle. "Ayrıca o seni seviyor."
Hatırladığım anılarım geldi aklıma. O ismi koyduğumuz an. Ama bunu belli etmeden, "Boda beni tanıyor, değil mi?" diye sordum. "Öyle hissediyorum." Ondan hatırladıklarımı da gizledim.
Korel olumlu anlamda başını salladıktan sonra arkasına bindim ve yine ona sarılmak yerine demirlere tutundum. "Seninle beraber sahiplendik Boda'yı."
Başka hiçbir şey söylemedi, ben de sormadım. Motosikletini hareket ettirdiğinde ise gözlerimi kapattım, demire sıkıca tutunup sıcak rüzgârı iliklerime kadar hissetmeye çalıştım.
Yine o soru işaretleri aklımın içinde dönüyordu. Ona haksızlık ediyor olabilir miydim?
Ama o gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Arkasına bile dönüp bakmamış, beni büyük bir yangının ortasında hem bedenen hem de ruhen terk etmişti.
Bunlar yetmezmiş gibi beni büyük bir şüphenin içine atmıştı, kocaman soru işaretleriyle yüzmüştüm ve en kötülerine kucak açmıştım.
Aylar önce aklımdan silmeye çalıştığım görüntüleri şimdi bile isteye sırf onu affetmemek için aklıma getiriyordum.
Elimi tutuyordu ama elimi bırakmıştı. Ve sadece bunlar değildi, lanet olsun ki bunlar değildi.
Bir sandalyeye oturmuştu, çıplaktı, çello çalıyordu. Prometheus'un her cinayetinde dinlettiği "Cenaze Marşı"nı Korel çellosuyla kendisi çalmıştı.
O gece aklımdan geçen tek düşünce Korel'in Prometheus olup olmayacağıydı ama şimdi bu soru bile gözlerimi açıp onun sırtına baktığımda korkuyla nefesimi tutmama neden oluyordu.
Bir katille aranızda sadece bir nefeslik boşluk olabilirdi ama o katil sizin hem geçmişiniz hem şimdiniz hem de geleceğiniz olamazdı.
Bu kadarını kaldıramazdım; onun gözlerine baktığımda duyguları diyordu ki, ben hissediyorum, ben biliyorum.
Ama parçalar vardı. Bir yapbozun başında oturuyordum. Prometheus'u bulmak için her seferinde Korel'e ait bir parçaya uzanıyordum ve o parça resme tamamen oturuyordu.
Bu yapboz bittiğinde ruhumun tükeneceğini biliyordum.
Bu yüzden kaçıyordum. Çünkü kaldıramazdım. Çünkü bunu kimse kaldıramazdı.
Motosiklet durduğunda yol boyunca kapattığım gözlerimi açtım ve evinin önüne geldiğimizi fark ettim.
Ve bir de diğer hislerim vardı, ona tutsak olan ve ondan vazgeçmeyen hislerim.
Günler boyunca gelip bu kapının önünde beklemiştim ama o yoktu.
Motosikletinden indi, ben de indim. Ayaklarım eve doğru ilerlerken canımın acıdığını hissediyordum. Bana bir açıklama borçlu muydu? Evet, borçluydu ama bunu ondan istemeyecektim. Sadece vicdan azabını hissetmeliydi, bunu benim için yapmalıydı.
Bahçeden geçerken Boda'nın kulübesinde uyuduğunu gördüm. Güzel Boda, benim geçmişimi bilen en dürüst kişiydi belki de.
Korel kapının önüne geldiğimizde elini cebine attı, anahtarları çıkarıp kilide yerleştirdi.
"Buraya," dedim kendimi tutamayıp. "Sen gittikten sonra uzun bir süre her gün geldim." Acı acı gülümsedim. "Seni bekledim."
Korel'in kapıyı açan eli duraksadı, başını hafifçe eğdi. "Biliyorum. Korhan söyledi." Korhan söyledi.
"Beni vazgeçiren Korhan'dı."
"Onu da biliyorum," dedi ama bu sefer sesini kin bürümüştü. "Korhan karşısındaki kişiyi cümleleriyle nasıl etkileyeceğini bilir."
Kilidi çevirdi ve kapı açıldı. "Bana senin gittiğini değil, kaçtığını söyledi," dedim baskın bir tınıyla.
Eve girdi, ardından dönüp bana baktı. "Korhan'a inandın mı?" diye sordu.
"İnanmak istedim çünkü diğer seçenekler daha mantıksızdı." Kapının önünden çekildi ve benim de geçmem için eliyle işaret etti.
Aylar sonra bu eve girebilecek cesareti kendimde aradım. Her şey çok değişmişti. Eskisi gibi değildim, eskisi gibi değildi.
Bu bahçede babam hakkında konuşmuştuk ve babam geri dönmüştü; artık yalnız değildim, kimsesiz değildim.
Doğrusu teoride kimsesiz değildim. Korel gittikten sonra tamamen kendimi kimsesiz hissetmiştim, babamın dönüşü bile bunu geçirmemişti.
"Geçmeyecek misin?" Korel'in sorusu bir adım atmama neden oldu, ardından başka bir adım daha. İçeriye ruhum değil de bedenim girmişti. Korel ben girdikten sonra kapıyı kapattı ve ruhum dışarıda kaldı.
Ev her zamanki gibiydi: Yerlerde boş bira şişeleri vardı, yatağın çarşafı bozulmuştu ve birkaç kitap yatağın hemen yanındaydı. İspanyolca kitaplardı. Duvarlarda hâlâ posterler duruyordu. Mutfak tezgâhı da alkol şişeleriyle ve küllüklerle doluydu. Evin içi sigara kokuyordu, havasızdı.
Fakat bunların dışında dikkatimi çeken başka bir şey vardı: Koltuğun üstünde dosyalar duruyordu. Mavi kapaklı dosyalar. Uzaktan bakıldığında belli olmayan fotoğraf kareleri.
Korel bir şeyler araştırıyordu.
Baktığım yönü fark edince direkt gidip koltuğun üzerinde dağınık duran dosyaları ve fotoğrafları düzeltti, ardından dikkatlice köşeye koydu. Eğer olur da hareket ettirilirse anlaşılsın diye. Sonra yatağının arkasındaki pencereye ilerledi ve açıp içerisinin hava almasını sağladı.
"Evin eskisinden kötü görünüyor," dedim kaşlarımı çatarak. "Burada nasıl yaşıyorsun?"
Omzunu silkti, yatağının yanındaki yarım kalan bira şişesini alıp kafasına dikti. Ilık birayı içtikten sonra yüzünü buruşturdu ve şişeyi mutfağa götürdü. "Kafamın içinden pek bir farkı yok. Onunla da yaşıyorum sonuçta."
Sırtımdaki çantayı düzeltip koltuğa ilerlerken gözlerim daktilonun olduğu odaya kaydı. "Şu odayı hâlâ kilitli bir sır perdesinin arkasında mı tutuyorsun yoksa?" Umursamaz ve alaycı görünmeye çalıştım, başarılı olduğumu ise düşünmüyordum.
"Orası yasaklı oda." Korel cümleyi söylerken sanki emir veriyormuş gibiydi. "Girmem, girmen yasak."
"Ne?" Gülmemek için kendimi zor tuttum. "İyi de o oda sana ait ve giriyorsun."
Kaşlarını çattı ve yüzüme bakarken sanki ne yapmaya çalıştığımı anlamak istedi. Tam o esnada telefonum çalmaya başladı ve Korel mutfağa yöneldi. Koltuğun köşesine yerleşip çantamdan telefonumu çıkardığımda babamın adıyla karşılaştım, göz ucuyla Korel'e baktım. Buzdolabından çıkardığı biranın kapağını açıyordu.
Ekranı kaydırıp kulağıma götürdüm. "Alo, baba?"
"Minel." Babam derin bir nefes verdi, büyük ihtimalle telefonu açmayacağımı düşünüyordu. "Neredesin? Seni merak ettim. Etüde gitmemişsin."
Yutkundum. Doğru mu söylemeliydim, yalan mı? "Bir arkadaşımdayım," diye mırıldandım. "Geç olmadan eve geleceğim." Sessizlik oldu. Babam kim olduğunu anlamış gibiydi, nefes bile almadı. "Alo?" dedim yarım dakika sonra. "Orada mısın?"
Korel sırtını tezgâha yaslamış, bana bakıyordu. "Evet." Babamın hareket ettiğini hissettim. "Anladım, arkadaşındasın." Sorgulamasını ya da beni düşündüğü için arkamda durmasını bekledim çünkü Korel'e güvenmemeliydi, ondan korkmalıydı. Hiçbir şey bilmiyor muydu? "Akşam ne yemek istersin?"
Gözlerimi açtım, kaşlarım havaya kalktı; Korel'in bile yüzümü gördüğü an dudaklarına götürdüğü birası duraksadı. Aynı ifadeyle fakat sertçe, "Fark etmez, baba," dedim. "Akşam görüşürüz." Ardından telefonu suratına kapattım ve çantama hırsla attım.
Evin içinde de bir sessizlik oldu. Korel ağır adımlarla tezgâhın yanından uzaklaşıp masanın dibindeki sandalyeye ters oturduktan sonra, "Babanla aran nasıl?" diye sordu.
"Normal." Korel'le babam hakkında konuşmak istemiyordum.
"Normal," dedi söylediğimi tekrar ederek. "Yani onu affetmeyeceksin."
Gözlerimi ona çevirip kollarımı bağladım. "Babam seni tanıyor, değil mi?"
"Bunu ona soramadın mı?"
Kaşlarım çatıldı, tırnaklarımı koluma geçirdim. "Ona sorular sormadım, onu sorgulamadım. Geri geldi, hayatıma girdi hatta hayatımı güzelleştirmek için elinden geleni yapmaya başladı. Ben de oturup onu izledim, izliyorum."
Kaşlarını kaldırdı, dirseğini sandalyenin başlığına yaslayıp elini çenesine koydu. "Peki hayatın güzelleşti mi?"
"Babam geldikten sonra mı?" Bu soruyu ben de daha önce düşünmediğim için sorgulamaya başladım. Hayatım güzelleşmiş miydi? Belki. Fakat mutlu muydum? Hayır. Bunları ona açıkça söylemek yerine "Büyümüşüm," dedim. "Küçükken hayranı olduğum babam, büyüdüğümde o hayran olduğum adam değildi. Babam yokken ona çok ihtiyacım var sanıyordum ama aslında o döndükten sonra fark ettim ki ihtiyacım yokmuş. İhtiyacı olan küçük Minel'miş."
Bir tarafım, ihtiyacım olan tek kişi sendin, Korel, dedi ama bunu asla sesli dile getiremezdim.
"Onu hiçbir zaman affetmeyeceksin." Derin bir nefes verdi. "Çünkü en çok ihtiyacın olduğu zaman bırakıp gitti seni."
"Tam üstüne bastın," dedim kaşlarımı kaldırarak. "En çok ihtiyacım olduğu zaman bırakıp giden kimseyi affetmeyeceğim."
Korel yavaş hareketlerle sandalyeden kalktı ve birasını yudumlayarak yanıma doğru yürüdü. Köşedeki dosyaları biraz daha itekleyip koltuğa yerleştiğinde aramızda üç dört karışıklık mesafe vardı ama bu kadar yakınımda olması bile beni tedirgin ediyordu çünkü ona çekildiğimi hissediyordum.
"Bazen," dedi Korel yüzüme bakarak ama ben ona bakmadım, karşımdaki duvardan gözlerimi ayıramadım. "En çok ihtiyacın olduğunda sana artık iyi gelmeyecek kişiler gitmelidir, Minel." Çenemi sıktım. "Ve bazen, gitmekten başka bir seçeneğin olmaz. Sadece gidersin. Arkana bile bakmazsın." Tırnaklarımı dizlerime geçirdim. "Giden bir insan olarak böyle konularda anlayışlı olman lazım."
Daha fazla dayanamayıp sertçe ona döndüğümde, "Ben, bana ihtiyacı olan kimseden isteyerek gitmem," dedim.
"Öyle mi dersin?" dedi, sık sık yönelttiği soruyu tekrar ederek. "Gitmek bir yana dursun, o kişiyi unutmak mı istersin yoksa?"
Dişlerimi sıktığımda fazlasıyla rahat, fazlasıyla dürüst görünüyordu. Öfkeyle, "Her seferinde kalbimi kırmaya çalışıyordun," diye soludum. "Ve şimdi de aynı şeyi yapmaya devam edeceksin. Sana aynısını yapmak isterdim ama maalesef bir kalbin olmadığı için kırılmıyor."
Ağırdı, bu belki onu etkileyebilirdi ama gülümsedi, yine kırgınlık ifadesi görmedim. "Benim bir kalbim, benim bir pusulam var, Minel," dedi başını sallayarak. "Ama kırılmaktan un ufak olmuş, toz zerreciklerine dönmüş bir pusulayı daha ne kadar kırabilirsin, söyler misin bana?"
"Hah," diyerek nefesimi verdim ve sinirle ayağa kalktım. "Senin kalbini un ufak edecek kadar çok kırdığımı mı söylüyorsun?" Cevap vermedi. "Sen sadece kendini kandırıyorsun, Korel."
"Sana pusulamı kaybettim derken ne demek istediğimi hiçbir zaman sorgulamadın," diye mırıldanıp hemen ayağa kalktı, karşımda durdu. "O kalp kırıla kırıla toza dönüştü ve ben üfledim, yok oldu. Beni kırmaya çalışma, eğer kötülük yapmak istiyorsan pusulasını kaybetmiş bu adama yönünü göster."
Dudaklarım aralandı ama konuşmak için değil, nefes alabilmek için.
Korel Erezli derin bir adamdı. Tenine derin izler kazılacak kadar hem de.
Ona yetişemiyordum, onu anlayamıyordum ama onu anlamak da istemiyordum. Bencillik miydi? Belki de en büyük bencil bendim ama bu şekilde aptal olmayacaksam, bencilliğimle yaşamak daha doğru geliyordu.
Acımasız gözlerle bakıp, "Ne zamandan beri bana ihtiyacın var, Erezli?" diye sordum.
Gözlerini gözlerimden ayırmadı. "Seni tanıdım tanıyalı," dedi sakin ama temkinli bir sesle. "Yani senelerdir."
Geçmişten kaçabilirdim ama onunla olan geçmişimden artık kaçamıyordum.
Gözlerimi onun gözlerinden zorlukla da olsa ayırıp o daktilonun olduğu odanın kapısına baktım. Onu o daktilonun başında görmüştüm, o alfabeyi görmüştüm. Beni o odadan çıkarmıştı ama odanın içindeyken hiç olmadığı kadar tuhaftı; daha önce o derece masum bakarken görmediğimi anımsadım.
"Sana inanmamı istiyorsun, değil mi?" diye sorduğumda gözlerimi o odanın kapısından ayıramıyordum. "Gerçekten inanmamı istiyorsun?"
"Bu sefer evet," diye yanıtladı. Daha önceleri istemiyor muydu? Yüzümde melankolik bir gülümseme oluştu.
"O halde beni o odaya götür." İşaretparmağımı kapalı kapıya doğru uzattım. "İçeriye girmek istiyorum."
Korel omzunun üzerinden işaret ettiğim yere baktığında saf bir şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. "Bu da nereden çıktı?"
"Korel." Baskın sesim yüzünün yine bana dönmesine neden oldu. "O odaya girmek istiyorum. Hemen. Eğer sana inanmamı istiyorsan bunu yapacaksın."
Yutkunduğunda âdemelmasının hareketine gözlerim kaydı. Büyüklük taslamak değildi derdim ama artık bu oyunda ondan bir adım önde olduğumun farkındaydım. Her ne olduysa Korel bana karşı zincirlerini kırmış, bambaşka bir yüzünü göstermeye başlamıştı.
"Odanın anahtarı bende değil," dediğinde omzunu kaldırıp indirdi. "Ve o anahtarın nerede olduğunu bilmiyorum."
Güldüm. Gülüşüme gözleri takıldığında kaşları çatıldı. "O halde o odaya nasıl giriyordun? Kapıyı kırarak mı?" Yanında durmayıp o odanın kapısının önüne ilerledim ve parmaklarımı eski, ahşap kapıya dayadım. "Şöyle bir bakınca bu odanın kapısı sapasağlam görünüyor."
O da benim yanıma yürüdüğünde yükselen ses tonumu fark etmişti fakat kapı umurunda değil gibiydi, söylediklerimi süzgeçten geçiriyordu. Bir süre ikimiz de o odanın önünde birbirimize baktık, Korel'in iki kaşının ortasındaki oyuk derinleşti.
Ardından öfkeden alev almamı sağlayacak o kelimeleri söyledi: "Bu odaya ben hiç girmedim."
Elim kapıdan kayıp yumruğa dönüştü; dişlerimi sıkarak, "Bunu yapma," dedim. "Beni aptal yerine koymaya çalışma sakın. Bir daha tekrar etme."
Korel öfkemi görmesine rağmen geri adım bile atmadı, aynı ifadeyle yüzüme bakmaya devam etti fakat daha derinlerde kendi iç hesaplaşmasında olduğunu anlamıştım. Beni kandırmak ve beni nasıl kandıracağını düşünmek. Bunun çabası içindeydi.
"Minel," dedi kısık sesle. "Gerçekten bu odaya daha önce hiç girmedim. Adımımı bile atmadım."
"Bana bunu yapma!" diye bağırdığımda sesim evin içinde çınladı. "Bu odanın içinde bir daktilo ve tomarla kâğıt var!"
"Evet." Kısa ve net bir yanıt. "Ama onlar benim değil..."
Cümlesini tamamlamasını beklemeden kapıya dönüp sertçe yumruğumu ve tekmemi geçirdim. "Ya bu kapıyı açarsın ya da ben kırarım!" Gücüm o kapıyı kırmaya yetmezdi, hiçbir şekilde bunu beceremezdim ama başka bir çarem yok gibi görünüyordu.
Bir anda omuzlarımdan tutup beni geriye çektikten sonra, "Neler oluyor!" diye sordu yüksek sesle. "Aklını mı kaçırdın?"
"Kaçırdım!" Onu sertçe itekledim, ellerini silkeledim ve yine yumruklarımı kapıya vurdum, ardından omzumla iteklemeye çalıştım, kapının kolunu sertçe çevirdim. "Buraya gireceğim! Kıracağım bu kapıyı!"
Bana biraz süre tanıdı. Belki on saniye, belki otuz saniye, belki de beş dakika, bilmiyordum ama en sonunda beni birden geriye çekmesiyle kapıya sert bir tekme savurması bir oldu. Kapı zorlandı, talaşlarından ses geldi ama açılmadı. Korel bir tekme daha savurdu, bu sefer ahşapta oyuk oluştu fakat Korel dişlerini sıkıp hırlayarak bir kez daha vurduğunda eski kapı büyük bir gürültüyle kırıldı ve menteşelerinden çıkıp geriye düştü.
Etraf toz içinde kalmıştı. Korel bana baktı. Zaman kaybetmeden kırılan kapıdan içeriye girdiğimde o küçük odayla bir kez daha yüzleştim.
Raflarda kâğıtlar vardı. Oda o kadar küçüktü ki kırılan kapı masanın üzerine düşmüştü ve daktilo yana kaymıştı. Masanın üzerindeki kâğıtların bazıları ise rüzgârdan yerlere saçılmıştı.
İçerideki havasızlıktan uzun zamandır kimsenin odaya girmediği belliydi.
Korel kapının dışında durmaya devam etti, içeri girmedi. Başımı ona çevirip, "Gelsene," dedim korkutucu bir sırıtmayla. "Yoksa yüzleşmekten mi korkuyorsun?"
Korel bir kez daha yutkundu ve kapının dışında durmaya devam etti. "İçeri girmem yasak."
Sırıtmam daha korkutucu bir hal aldığında, "Yasak mı?" diye sordum. "Kim koydu bu yasağı? Kendin mi?" Başımı öfkeyle çevirdikten sonra masanın diğer tarafına geçtim ve kâğıtları alıp karıştırmaya başladım. Daktilo yazısıyla yarım kalan kâğıtlardan en fazla cümlenin yazdığı kâğıdı elime alıp gözlerimi kelimelerde gezdirdim, dişlerimi kenetledim.
Akıl hastanesindeki dilin aynısıydı.
Raflara ilerleyip oradaki kâğıtlara da tek tek bakınca hepsinde aynı dilin yer aldığını gördüm.
"Minel," diye kapının önünden bana seslendi. Hâlâ içeri girmiyordu. "Neler oluyor?"
Sert bir ifadeyle gözlerim ona döndü, çenem kilitlendi ve birkaç saniye sonra onun üzerine yürüdüm. Ayağımın altındaki kırılan kapının tahtaları çıtırdadı ama umursamadım. Odadan dışarı çıktığımda elimde duran kâğıdı sertçe Korel'in göğüs kafesine çarptım. "Bak buna," dedim. "Sana bir şeyler hatırlatır belki."
Gözlerime bakmaya devam ederken kâğıdı tuttuğunda kaşları düz bir çizgi halini aldı. "Ne oluyor?" dedi sanki bininci kez. "Neler oluyor?"
"Bak!" diye bağırdığımda tahammül sınırlarımı aşmıştım. "Ve sonra bana açıkla."
Gözleri gözlerimden ayrıldı, bakışları yavaş yavaş kâğıda yöneldiğinde ilk önce boş boş izledi ama daha sonra dikkatle baktığında bir kez daha yutkunduğunu gördüm. Kâğıdı sanki yanlış görüyormuş gibi yüzüne yaklaştırıp, "Bu..." diye mırıldandı.
"Evet," dedim öfkeyle. "Akıl hastanesinin duvarlarındaki dilin aynısı. Ve bu senin evinde, tomarla kâğıdın olduğu bir odadan çıktı." Kâğıdı sertçe elinden alıp havaya kaldırdım. "Hatırlıyor musun, o gün seni bu odanın içinde gördüğümde bana "Erezli alfabesi" demiştin bu dil için. Ve aynı dili, babamın altında imzasının olduğu bir mektupta gördüm." Korel dinlerken geriye doğru bir adım atmıştı. "Şimdi anlat, bu ne demek oluyor?"
Geriye gitmesini umursamadan üzerine yürüdüğümde ellerini kaldırıp, "Bilmiyorum," dedi ve parmakları içeri büküldü. "Bilmiyorum, bu nasıl oldu, bilmiyorum."
"Bilmiyor musun?" Kahkaha attıktan sonra hızla ilerleyip onu omzundan itekledim. "Bu kâğıtlar senin evinden çıktı, Korel! Senin!"
"Ama benim o odaya girmem yasak," dedi gözlerini kırılan kapıya ve odaya çevirerek. "Kesinlikle yasaktı. Ben hiçbir zaman o odaya giremezdim, yasaktı." Benimle değil, kendi kendisiyle konuşuyor gibiydi ve rol yeteneği fazlasıyla iyiydi.
"Yasak mı?" dedim hırsla. "Sen kendi kendine yasaklar da mı koyuyorsun?"
Başını iki yana salladı. Gözlerinin feri yok olmuş gibiydi, bakışları titremeye başlamıştı. Kendi içine yönelmiş, kendi kendisiyle çırpınıyor gibiydi. Öyle güzel rol yapıyordu ki bilmediğine inanabilirdim ama çabası sadece benimle kumar oynamak içindi.
"Evet, yasak," deyip gözlerini bana çevirdi, bakışlarında korkuyu gördüm. Günler hatta aylar sonra Korel'in gözlerinde korkuyu gördüm. "O oda anneme aitti."
Paragraf Yorumları