İnsan, ayağa kalkmanın eşsiz zaferini yere düşmeden tadamazdı.
İnsanı büyüten ise yaraları değil, izleriydi.
Küçük çocuklar yere düştüğü zaman dizleri kanardı ve kanayan yerleri bir zamandan sonra kabuk bağlar, kabuk bağlayan yer zamanla iyileşirdi.
Eski ve terk edilmiş deponun kapısına doğru yaklaşan adım sesleri, yere düşen küçük çocuğa ait değildi. Beton zeminde sönük bir ses bırakıyordu. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti; gökyüzünü paylaşan ayın soluk ışığı, Prometheus'un yüzüne çarpıyordu.
Prometheus.
Belli belirsiz gülümsedi.
Çocukluk anıları, zihninde hiç durmadan dönerdi; döndüğü zamanlar zihnindeki vezinsiz sesler tek bir şeyin ismini fısıldıyordu: Prometheus.
Kendisini tanımladığı isim tam olarak buydu.
Ellerini iki defa yumruk yapıp tekrar açtı ve bakışları kısıldı; ayın ışığı yüzüne çarpıyor, kirpiklerinin gölgesi yanaklarına düşüyordu. Avuç içlerini gökyüzüne doğru açtığında, çiseleyen yağmur kader çizgilerine dokundu.
Kapalı tahta kapıyı ayağıyla yavaşça itekledi; kapı yüksek bir gıcırtıyla açılırken, içeride yerde oturan adam kısık sesle inledi. Karanlık deponun ortasında yanan küçük mum, kapıdan giren kişinin gölgesini gitgide büyütüyordu.
Prometheus'un sırılsıklam olan saçlarından su şakaklarına doğru akıyordu. Avuç içlerinin sızladığını hisseder gibi oldu ve bakışları daha da kısıldı.
Yerde oturan adamın yüzü kararmıştı ve dudakları susuzluktan kurumuştu. Üzerinde iç çamaşırından başka hiçbir şey yoktu; bedenindeki yanık ve yara izleri derindi, yeterli beslenmediği için iyileşmiyordu. Bir kolu boydan boya yanmıştı ve iyileşemeyen derisi buruşmuş, kolu sanki ufacık kalmıştı. Adam zaman ve yer kelimelerini bile neredeyse unutmak üzereydi. Ne zamandan beri buradaydı, bilmiyordu. Tek bildiği, bu yaklaşan gölgenin Azrail'i olduğuydu.
Hayır, Azrail'i değildi; onu öldürmüyor, öldürmek istemiyordu. Yaptığı bütün işkencelerde öldürmesi için yalvarmıştı fakat karşılık alamamıştı.
Prometheus içeriye girdi ve şeytani bir gülümsemeyle gözlerini kapattı, derin bir nefesi içine çekip deponun kokusunu özümsedi. Dudağı sağa doğru kaydığında parmağını üç kere şıklattı.
Leş kokusunu severdi.
Gözleri kapalı bir şekilde başını sağa çevirdi ve yerde duran adamın olduğu tarafa, "Imm," diyerek inledi. Dudaklarındaki o şeytani tebessüm, yerde oturan adamın gözlerinin irileşmesine sebep oldu. Mumun alttan vuran ışığı, Prometheus'un yüzünü alevler içinde bir kızıllıkta gösteriyordu.
Depo genişti ve iki katlıydı. Duvarlar kavlanmıştı ve soyuluyordu. Tırnak izleriyle duvarlara kazınmış yazılar, Prometheus'un tırnaklarıyla yazılmamıştı. Kurbanlarının kan izleri, duvarlarda rengini bırakmıştı. Kelimeler, belli belirsiz anlamlarla çizilmiş resimler ve çentik atılan günler... Bu depoda aklını yitiren birkaç kişinin attığı çentikler, sonu gelmediği için öldüklerini gösteriyordu. Duvarlarda her dilden bir şeyler yazıyordu ve Arapça ile Rusça yoğunluktaydı. Bunların dışında da şekiller vardı ve bu şekiller Prometheus'un çaldığı ateşinin alfabesiydi.
Kan lekeleri kurumuştu fakat duvarlardaki kokusu hâlâ hissedilebiliyordu; kan kokusunu seven bir Azrail olamazdı. Azrail olamayacak kadar vicdansızdı; ölüm Prometheus için sadece ödül demekti.
Ortada bir sedye ve sedyenin üstünde bir ceset bulunuyordu, sedyenin yanında ameliyat malzemeleri vardı ve tepeden vurması gereken ışık henüz açık değildi. Cesedin leş kokusu mide bulandıracak kadar kötüydü.
Prometheus gözlerini açıp yerde duran adama baktıktan sonra sırıtması genişledi.
Adam duvara sokulacağı sırada yerden destek aldı ve eli kustuğu kanına bulandı. Kokuya katlanamadığı gibi, açlıktan bulduğu her şeyi yemesi midesini berbat hale getirmişti. Bir fare adamın aya ğının ucundan geçtiğinde çıkan ses, onun daha fazla irkilmesine sebep oldu.
Prometheus yerde oturan sefil durumdaki adama doğru ilerlediğinde, adam elini havaya kaldırdı ve geriye kalan iki parmağıyla, "Lütfen," diye hırıldadı.
Prometheus duraksamadı ve adamın önüne geldiği zaman göz kırptı. Mumun soluk ışığı Prometheus'un sol tarafına çarpıyordu ve gözlerindeki cellatlar ellerine hançerlerini almıştı. Havada duran ele baktı, ardından dişlerinin arasından, "Acıkmışlar mıdır?" diyerek mırıldandı. Sesi, şeytanın köşeye çekileceği kadar ürkütücüydü. Göz ucuyla deponun köşesini gösterdiğinde adam duvara daha fazla sokulup çığlık attı.
Kirli akvaryumun içindeki üç pirana balığı, belki de günlerdir yemeklerini yememişlerdi; suyun içinde o kadar hızlı hareket ediyorlardı ki Prometheus kahkaha atmadan duramadı. "Bak," dedi kısık sesle. "Acıkmışlar."
Adam kafasını iki yana salladığında elini saklamak istedi çünkü diğer üç parmağı piranalara zaten yem olmuştu. Bir kulağı Prometheus'un onun üzerinde yaptığı testten dolayı duymuyordu, böceklere esir olmuştu.
Çiseleyen yağmurun sesi biraz daha şiddetlendiğinde adamın bulunduğu yerin tavanından su damlamaya başladı; bakışları tavana kaydığında, suyun sesi depoda yankılandı.
Prometheus durduğu yerden dik bir konuma geçti. "Sonra," diye mırıldanarak tekrar göz kırptı. "Bugün onların karnı başka şekilde doyacak."
Adam korkuyla ağlamaya başladığında, "Lütfen," diye fısıldadı fakat artık faydasız olduğunun farkındaydı.
"Yapma," dedi Prometheus yapay bir bıkkınlıkla. "Sus artık, oyuncağımın canını sıkacaksın."
Adam ilk önce yatan cesede, sonra Prometheus'a baktı. "O ölü." Yutkunmakta zorlanıyordu, içirdiği bir şeyin midesini harap ettiğinin farkındaydı. Kan kustuğu zamanlar, kanında zehrin izlerini görüyordu.
"Şşş!" dedi Prometheus ve omzunun üzerinden adama baktı. Boyu çok uzundu ve çok güçlü görünüyordu.
Prometheus solunda duran sandalyenin üzerindeki mavi ameliyat önlüğünü hızla üzerine giyerken, sönmek üzere olan mum artık çok az ışık veriyordu. Çıplak cesedin tüm uzuvları morarmaya ve şişmeye başlamıştı; geç kalmaması gerekiyordu.
Islık çalmaya başladı. Kafasını iki yana sallarken, sedyenin üst tarafında duran ışığın düğmesine bastı. Bembeyaz ışık, morarmış cesedi tamamen gözler önüne serdi. Prometheus büyülenmiş gibi gözlerini açıp, "Vay," diyerek inledi. "Su alan bir süngere dönmüş."
Yerdeki adam dayanamayıp şiddetli bir öğürtüyle kusmaya başladığında, kanın rengi yeri temizledi. Prometheus ise umursamadı. Gözlerini oyuncağının üzerinden ayıramıyordu. Cesedin açık kahverengi tonlarındaki gözlerinde korku hâlâ canlı bir şekilde duruyor gibiydi.
Ağzı açık cesedin çığlığını hisseder gibi olan Prometheus, altdudağını dişlerinin arasına alıp, "Muhteşem," diye fısıldadı.
Gözleri kalbinin oradaki boşluğa indiğinde, ustaca çalışması kafasını aşağı yukarı sallamasına sebep oldu. Cesedin kalbinin olduğu yer bomboştu ve göğüslerine yollar çizerek ilerleyen kan damlaları kurumuştu. Tonuna baktı ve cesetle konuşuyormuş gibi yaparken beyaz lastik eldivenlerini giydi. "Ben kan grubunun A olduğunu düşünüyorum," diyerek kuşkuyla nefes aldı. "İddiaya girelim mi?
Kazanan kaybedenin kalbini söksün."
Yüksek bir sesle kahkaha attığında adam kusmaya devam ediyordu. "Hım," dedi Prometheus duymazdan gelerek. "Sen ne düşünüyorsun? Sence kan grubu nedir?"
"Aman Tanrım!" diye bağırdı adam. "Lütfen beni bırak."
Prometheus adama yedirdiklerini hatırlayınca kaşlarını belli belirsiz kaldırır gibi oldu. "İddiaya girmek istemiyor musun?"
Adam çıplak karnına ellerini doladı ve kafasını iki yana sallayarak ağlamaya başladı. "Yalvarırım," dedi. "Bırak beni, bırak!"
"Bağırma," dedi Prometheus kaşlarını çatarak ve işaretparmağını dudaklarına götürdü. "Oyuncağımı rahatsız ediyorsun, bağırma." Fısıldayışı ürpertici bir etki yaratırken, keskin bakışlarından ölümün tuzakları geçti. "Üçüncüyü sormam. Be nimle iddiaya girmiyor musun?"
Adam daha önce iddiaya girmediği zamanlar olanları hatırladı ve ağlamaya devam ederek, "Tamam," diye inledi. "B. Kan grubunun B olduğunu düşünüyorum."
Prometheus tereddütle dudaklarını bükerek kafasını aşağı yukarı salladı ve adamın çıplak ayaklarının ucunda duran kâğıda ilerledi. "Sen kazanırsan," dedi yere bakarak. "Serbestsin."
Adam duraksadı ve hıçkırıklarının arasından derin derin nefesler almaya başladı. İçinden ettiği duaların ardı arkası kesilmezken sesli bir şekilde dile getirmeye devam etti. Adamın bilmediği bir şey vardı: O lanet depodan çıksa bile ölecekti çünkü kanına artık Prometheus girmişti ve kurtuluşu yoktu.
Prometheus eline kâğıdı aldı ve üstünkörü baktıktan sonra sayfaları geçti. Cesedin adli bilgilerinin yazdığı kâğıtta kan grubunu aradı ve sonunda bulduğunda mutsuz bir ifadeyle dudaklarını büktü. "Bak sen şu işe," dedi kısık bir sesle, yapay bir oyunculuk sergileyerek. "Kaybettim, B grubuymuş."
Adamın ağlaması kesilip gülmeye çalıştığında kırılan dişleri göz önüne serildi. "Serbestim," diye fısıldadı belli belirsiz bir sesle. Prometheus elinde tuttuğu kâğıtla beraber cesedin başının bulunduğu yere yaklaştı. Adam zorlukla ayağa kalkmaya çalıştığında bakışlarını cesedin ve celladının gözlerinden ayıramıyordu.
Prometheus adamı duymazdan gelerek kraniotomi için ameliyat gözlüğünü, ardından ağız maskesini taktı. Üzerindeki açık mavi ameliyat önlüğüne zıt olarak maskesi siyahtı. Ameliyat gözlüğünün ayarlarını yaparken adamın başının tam önüne geçti ve sandalye çekip oturdu. Solda duran ameliyat malzemelerine göz gezdirirken, diğer tarafta kalan kâğıda bakmayı da ihmal etmiyordu.
"Serbestim," dedi adam umutsuzlukla. "Değil mi?"
Prometheus göz ucuyla avına baktıktan sonra, "Kim demiş?" diyerek alaylı bir sesle soludu. "Öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum."
Leşleriyle oynamayı sevdiği gibi, avlarıyla da oynamayı seviyordu.
"Lütfen," dedi adam hırçın bir sesle. "İddiayı kazandım." Prometheus başını kaldırdı; ürkütücü gözlerle avına bakarken dilini damağına vurarak gergin bir ses çıkarıp, "Çeneni kapat," diyerek onu uyardı. "İddiayı kaybettirdiğin için cezanı işim bittikten sonra çekeceksin." Gözlerinin keskin irisleri öfkeyle doldu. "Benimle iddiaya girmemen gerekiyordu."
Adam ürperdi ve olduğu yere tekrar sinip deponun penceresiz duvarlarına baktı. Rutubet, sülfür ve cesedin leş kokusu duvarların rengini bile koyulaştırıyordu. Duvarlarda yazan Arapça kelimeler daha fazla ürpermesine sebep oluyordu.
Günlerdir bedeninde olan yaraları neden yaptığını biliyordu fakat neden öldürmediğini anlayamıyordu.
Prometheus'a tekrar baktı.
Ateş, tam karşısındaydı.
Kraniotomi için cesedin önceden saçlarını tıraşlamıştı. Elinde tuttuğu kalemle kafatasında keseceği yere çizgi çekerken kısık sesle ürpertici bir şarkı mırıldanmaya başladı. Ninniyi anımsatan bu şarkı, sessizliğin ve çığlıkların şahidi olan bu depoyu doldurdu.
Cesedin kafatasını çok da kısa olmayan bir sürenin ardından açtıktan sonra ninniyi daha ürpertici bir hale getirdi ve özel kesici aletlerle cesedin kafatasındaki kemikleri çıkardı. Çıkardığı kemik parçalarına bakarken gülümsedi. Tepesinden vuran bembeyaz ışık, ıslak saçlarını açık bir renge boyuyordu. Cesedin iri gözleri ve korku dolu yüzü, Prometheus'un işini daha hızlı yapmasına ve daha fazla heyecanlanmasına sebep oluyordu.
Cesedin beynine tamamen ulaştığında, "Yok oluyor, sessizlik," diye fısıldadı ve ayağıyla ninniye ritim tuttu. "Herkes ölüyor." Duraksayıp devam etti. "Şarap kadehlerinde içilen kanlar, çocuklar ölüyor." Boğazından hırıltılı sesler çıkararak ritim tuttu. "Kafatasından yudumlanan zehirler, adamlar ölüyor. Parçalanan evlatların anneleri, kadınlar ölüyor. Gözlerinde katran kaynatılan körler, yaşlılar ölüyor."
Açtığı beynin üzerinde çalışmaya devam ederken, başka bir aleti eline aldı ve yaklaşarak dikkatlice beyne baktı. Ayağı ritmini hafifletti. Kısık sesle, "Yeniden doğan cesetler, bebekler korkuyor," diye fısıldadı. "Katil olan yavrular, bebekler ağlıyor."
Derin bir nefes aldı ve elinde tuttuğu aletle hiç de kibar davranmadığı oyuncağının beyninden gerekli parçayı aldıktan sonra, "Cesetten bebekler," diye fısıldadı. "Bebekler kaçmak istiyor." Aldı ğı parçayı küçük bir cam fanusun içine koyduğunda, parça o özel maddeyle karıştı. Küçük fanusu ışığa doğru tuttu. Eldivenlerine bulaşan kan cama rengini verirken, "Bebekler," dedi ritimsiz. "Ölmek istiyor."
Sandalyeden kalkıp, "İşte buradasın!" diye haykırdı. Elinde tuttuğu parçaya öyle bir bakıyordu ki bir an minnetin ne demek olduğunu anlayacak gibiydi. Özenle cam fanusu deponun köşesindeki dolaba götürürken ıslık çalmaya başladı ve göz ucuyla piranalarına bakarak,
"Acıktınız demek," diye fısıldadı. "Sizin için güzel bir yemeğim var." Dolabı açıp diğer cam fanusların yanına yerleştirirken, sağ tarafındaki yukarı çıkan merdiven basamaklarında kanlı ayak izlerini gördü. Adamın kaçmaya çalışırken bıraktığı bu ayak izleri, Prometheus'u belli belirsiz öfkelendirdi.
Tekrar sedyenin bulunduğu yere ilerledi ve cesetten çıkardığı beyni gelişigüzel temizledikten sonra küçük bir kovanın içine koyarak piranalarına doğru ilerledi. Depoya hâkim olan kan kokusunu alan piranalar daha da hareketlenmişti.
Beyni kovanın içinde tutmaya devam ederken büyük ve geniş akvaryumun yanında durdu. Piranalar kokuyu aldıkları için oldukları yerden son hızla hareket edip yüzeye doğru ilerledi. O saniye Prometheus, kovanın içindeki beyni eline alıp piranalarla dolu suyun içine attı.
Piranalar aç bir şekilde cesedin beynine saldırdığında, su kısa sürede kanın rengini aldı. Dudaklarına sıcak bir tebessüm yayılırken, hayranlıkla karışık bir şehvetle piranaları izledi ve cesedin beynini piranaların nasıl parçaladığına şahit oldu.
Uzun bir hipnoz sürecinden sonra derin bir nefes aldı, duruşunu dikleştirerek akvaryuma arkasını dönüp, "Çocuklar," diye fısıldadı. "Hep çok aç oluyorlar." Ameliyat gözlüğünü çıkardı ve cesedin yanına gelerek ağzındaki maskeyi çıkarmadan boğuk bir sesle,
"Merhaba," diye mırıldandı. "Seninle ufak bir işimiz daha var."
Ölümün soğukluğu, cesedin gözbebeklerine çizilmişti. Prometheus'un bakışları cesedin gözlerinden boş kalbinin olduğu yere indiğinde, "Kalbin bir iblis miydi?" diye fısıldadı ve cesedin açık gözlerine yaklaştı. "Ve Tanrı iblisin üzerinde izini çoktan bıraktı."
Duruşunu dikleştirdi ve sedyenin hemen yanında duran çekme celi masaya ilerledi. Başına şiddetli bir ağrı saplanırken, dişlerini kenetledi ve ellerini boğazına sararak çekmeceyi açtı. Küçük bir kâğıdı ve dolmakalemi eline aldıktan sonra kâğıda hızlıca zihninden geçen cümleyi yazdı, sonuna her zamanki bilindik imzasını atarak elinde tuttuğu kâğıtla cesede doğru ilerledi.
Elinde tuttuğu kâğıtta yazan notu sesli okuduğunda duraksar gibi oldu ve kaşları çatıldı. Cesedin sol tarafına geldi ve gözlerini bir an açıp kapayarak cümleyi tekrar etti.
Kâğıdı ağır ağır kalbin boşluğunun olduğu yere yerleştirdikten sonra neşterle açılan yeri hızlı ve ustaca hareketlerle dikmeye başladı. Parmaklarının hareketleri, bir müzisyenin en güzel ve en bilindik şarkısını çalışı kadar estetikti.
Dikiş işlemi bittikten sonra gülümsedi ve parmaklarını siyah dikişin üzerinde gezdirdi. Tekrar cesedin korku dolu gözlerine yaklaştığında sanki kalbin dolan boşluğu atıyordu. Elini kalpten yoksun hislere gebe yere yerleştirip, "Boşluklardan hoşlanmam," diye mırıldandı. "Tanrı aldığı her kalbin yerine cezasını bırakır."
Ağzında yer alan siyah bez maskeden dolayı sesi boğuk gelse de o kadar iç ürpertici bir tınısı vardı ki sanki duvarlara çarpan onun sesi değil, bir bebeğin son ninnisini mırıldanışı gibiydi.
Elini cesetten sertçe çekti ve yüzündeki maskeyi yırtar gibi çıkararak yere attı. Ameliyat masasının tepesinde duran beyaz ışığı kapattığında depoya tekrar o kızıl mum ışığı yayıldı. Sedyeden uzaklaşarak geriye doğru birkaç adım attı. Bakışları oyuncağından ayrılıp avını bulduğunda dişlerini birbirine sürttü; çene kemiği ortaya çıkarken, keskin yüz hatları belirginleşti. Ameliyat önlüğünü de sert bir şekilde üzerinden çıkarıp avına hızlı adımlarla ilerlediğinde, adam durduğu yerde kesik nefesler alıp homurdanarak uyuyordu ya da bayılmıştı.
Prometheus sert bir tekmeyi avının kasıklarına doğru indirdiğinde adam çığlık atarak gözlerini açtı ve yattığı yerden doğrulmaya çalışarak kendini korumak istedi fakat faydasızdı. Başka bir tekmeyi karnına indirdiğinde adam tekrar yere devrildi ve cenin pozisyonu alarak kendisine sokuldu. Prometheus hafifçe eğildi ve adamın kirden parlayan saçlarını kavrayarak zorla kaldırdı. Başını geriye çektiğinde dizlerinin üzerinde durup adamla karşı karşıya geldi. "Hesaplaşma vakti," dedi dişlerinin arasından.
"Yapma," diye bağırdı adam ve Prometheus dirseğiyle adamın ağzına öyle bir vurdu ki kafası duvara çarptı ve ön dişlerinden kalanlar da kırıldı, kanlar akmaya başladı. "Tanrım!" diye bağırdı adam ve elleriyle yüzünü örttü. "Kurtar beni!"
Prometheus dilini üç kere damağına çarptı. "Kurtarmıyorum," diyerek karşı çıktı. "Senin Tanrın benim."
Elini pantolonun cebine attı ve bıçağını çıkarırken adamın kavradığı saçlarını bırakmadı. Bıçağın kilidini açtığında sert ses deponun içini doldurdu. Adam ağlamaya devam ederken, kaçabilecek bir yeri olmadığı için, "Öldür beni!" diye bağırdı. Aynı anda kafasını kuvvetlice arkasındaki duvara vurmaya başladı. O kadar kuvvetli vuruyordu ki ölmeyi dilediği çok belliydi.
Diğer cebinden çakmağı çıkaran Prometheus, ateşi alevlendirdi. Çakmağı avının yanık koluna yaklaştırdı ve yanık yerin üzerinden tekrar çakmakla geçti. Adam ilk başta hissetmese de çakmak biraz daha yaklaştığında derinin yanma sesi ve kokusu burnuna doldu, aynı anda acıyı hissetti ve dişlerini sıkarak inlerken gözlerini kapattı.
Av defalarca kendi kafasını vurdu, o kadar çok vurdu ki duvar kan kırmızısı rengine boyandı. Yanan deriyi tekrar yakan Prometheus, "Gece olduğu için ateşi böyle hissedeceksin," diyerek çakmağı ateşine üfledikten sonra cebine koydu ve adamın kafasını vurmasını görmezden gelerek, elinde tuttuğu bıçağın sivri ucunu adamın boğazında gezdirdi. "Sence," dedi düşünceli bir sesle. "Neden çocuklarıma oyuncağımın kalbini değil de beynini yedirdim?"
"Bilmiyorum," diye bağırdı adam yüksek sesle. "Bilmiyorum!" Prometheus bıçağı adamın boynunda daha geniş gezdirmeye başladı.
"Çünkü kalp, iz bırakabileceğimiz tek varlığımızdır," diye fısıldadı Prometheus, avının yüzüne yaklaşarak. "Beyin ise bir kayboluşun içindedir." Bir an bile şüpheye düşmedi; elindeki bıçağı adamın yüzüne geçirdiğinde, derin bir kesik yanağından çenesine doğru uzandı ve adamın çığlığı dudaklarının arasında yarım kaldı.
Korkudan, acıdan ve en çok da çaresizlikten bayıldığında, Prometheus umursamadı bile. Geriye doğru birkaç adım attı ve arkasında kalan tahta sandalyenin önündeki çelloyu görünce du raksar gibi oldu.
Ritüel değişmezdi, geçmiş değişmezdi, gelecek değişmezdi. Güneş daima gökyüzünde yerini alırdı; ateş daima güneşinde yaşardı.
"Şimdi değişebilir," diye soludu ve çelloyu tutarak köşeye çekip sandalyeye oturdu. Cebinden sigara paketini çıkardığında, sol elindeki kan sigaraya bulandı. Cebindeki çakmağı tekrar çıkardı, ateşleyip sigarayı yaktı. Duman havaya süzüldüğünde derin bir nefesi içine çekti ve gözlerini kapatıp açarak sigarayı dudaklarında sabit tuttu. Bacaklarını iki yana açtığında gözleri tam karşısındaki tabloya takıldı ve viyolonselini iki bacağının arasına aldı.
Oyuncağı, yani bir ceset, sedyede yatıyordu; bir eli sedyeden aşağıya sarkmıştı. Parmaklarının soğuk, dondurucu ve ölümcül hissi; bir cesedin cansızlığını içinde hissetmesini sağlayabilirdi fakat o hissedemiyordu.
Sedyenin sağ tarafında yerde avı, yani adam, kanlar içinde yatıyordu. Ölmüş de olabilirdi, bu meçhuldü fakat Prometheus ölmemesi gerektiğini düşündü. Onun üzerinde yapacağı her test, ona lazımdı.
"Evet," diye fısıldadı sigarayı tuttuğu dudaklarının arasından ve sol eli viyolonselin salyangoz kısmını kavradığında parmaklarından akan kan, siyah viyolonselinin tellerine, oradan gövdesine ve en son pikine kadar ilerledi. Kan damlaları müzik aletinin üzerinde dans ederken dışarıda gök gürledi ve şiddetli bir yağmur yağmaya başladı. "Başlıyoruz."
Sandalyeye yaslı duran viyolonselin yayını aldı; bakışlarını bir an olsun karşısındaki manzaradan ayırmadan ve gözlerini kırpmadan yayı tellere dokundurdu. Çıkan ürpertici sesle kafasını bir kere aşağı yukarı salladı ve müziğini başlattı.
Zihni, kıyameti anımsatıyordu. Dağlar devriliyor, denizler taşıyor, gökyüzü yere düşüyordu. Sis bulutları gözlerinin önüne dolduğu zamanlar, hisleri kan dolu bir okyanusun içinde kayboluyordu.
Kan dolu bir okyanusun içinde kendisini aramaya koyulduğu zamanlar, ölümün eşsiz şarkıları onu çağırıyordu.
Ağır ve ürpertici ses deponun duvarlarına her çarptığında devrilen dağlar, zihnine fazla gelmeye başladı. Sanki o, dünyayı yaratan güzel bir sanatçıydı ve bu insanlar, onun yarattığı ezgileriydi.
Notalara her çarptığında o insanlar ölüyordu ve sanatçı, Tanrı olduğunu kabul ediyordu.
Karanlık deponun kapısının altından esen soğuk rüzgâr, sönmek üzere olan mumu zorluyordu. Duvarlara yansıyan gölgeler gitgide küçülüyor, kendi gölgesi kendisiyle bütünleşiyordu. Gölgesine baktı; gördüğü hiçbir şey yoktu, sigarasının dumanı gözlerini kısmasına sebep oldu.
Rüzgâr muma çarptı, gölgesi yok olup tekrar canlandı; o Prometheus'tu. Ateşin yarattığı gölge, onu var edebilirdi.
O, eşsiz bir sanatçıydı.
O, ateşi güneş olan Tanrı'ydı.
Parmaklarındaki kanlar tellere sızdı, teller ıslandı; ezgi daha acılı bir sese büründü. Kendi yarattığı dünyasında, kendi benliğinden sorumlu değildi ve hiçbir zaman olmayacaktı. Onun için dünya sadece bir taneydi ve sadece cennetten ibaretti; cehennem, deponun dışında kalan yağmurdu ve içeriye giremezdi, ateşi söndürecek şey yağmur olmayacaktı.
Müziğin sesi yükseldi, sigarasının ucundaki kül zemine düştü; topuğunu yere vurarak ritim tuttu.
Bir rüzgâr daha estiğinde dışarıda şimşek çaktı; penceresiz depoyu dolduran yağmurun sesi viyolonsele meydan okudu; Prometheus gözlerini bir anlık kapatıp açtığında mum can çekişiyordu.
Ateşi söndürecek şey yağmur olmayacaktı, yanan ufak ateşi söndürecek olan şey rüzgârdı; rüzgâr onun gölgesini de silecekti fakat büyük bir yangın başlattığında, "Rüzgâr yardımcım olacak," diyerek yutkundu. "Güneş ise ona eşlik edecek; çünkü bana ait olan her şey benim yanımda."
Gölgesi ufaldı, gölgesi küçüldü, gölgesi duvardan izini silerken ateş gitgide yok oldu ve esen o son rüzgâr, var olan benliğini yok etti.
Ateş söndü, Prometheus son notalarına bastı ve ölüm sessizliği deponun içini doldurduğunda, "Viyolonselin dilsiz notaları," diye fısıldadı karanlığa. "Ölümün peydahlanmış son pandomimi." Zihni sislerini parça parça sildi, Prometheus veda etmeden önce, "Dinle," diye inledi. "Sessizlik çanları çalmaya başladı."
Sessizlik ve rüzgâr, karanlıkla beraber onu tekrar canlandırma ya söz vererek yok etti.
***
Gözlerimin içi cayır cayır ateşe maruz kalmış gibi yanıyordu, ağlamayacağımı ya da ağlayamayacağımı biliyordum fakat başıma giren şiddetli ağrı, gözlerimin daha fazla ağrımasına sebep oldu. Gözlerimi çok kısa bir süre kapatıp geri açtığımda, etrafımda dönen kalabalığın ağır çekimde ilerliyormuş gibi olduğunu hissettim. Zihnimin içinde istemsizce yükselen sesler köşede oturan kadının çığlıklarıyla karıştığında her şey üst üste geliyormuş gibiydi.
Tam karşımda Büge dudaklarını oynatarak bir şeylerden bahsediyordu fakat onu anlayabilmem mümkün değildi. Altdudağımı dişlerimin arasına aldım ve ellerimle kulaklarımı kapatarak, "Duymak istemiyorum," diye hızlı hızlı mırıldandım. Zihnim bana meydan okumaya devam etti, asıl seslerin kulaklarıma hücum etmediğini az çok biliyordum ama kendimi kandırma konusunda oldukça kabiliyetliydim. "Lütfen. Duymak istemiyorum."
Büge bileklerimi tutup geriye çekmek isterken ona meydan okudum. Bu sefer ağır ilerleyen zaman hiç olmadığı kadar hızlandı; gözümün önünden geçen polisler ve insanlar üstüme gelmeye başladı. "Hayır," diyerek hırladım ve ayağımın ucundan geçen iki polis memurunun Korel'e doğru ilerlediğini gördüm.
Kapının önünden geriye çekilmişti ve elleri ceplerinde, bana arkası dönük duruyordu. Boynundaki damarın atışına kadar net görebiliyordum, sanki gözlerim bir anda bütün gerçekleri görmeye başlamıştı. Bakışlarım ceplerine yerleştirdiği ellerine kaydığında, bir an aklımdan bir kalbi sökerken yüzünün alacağı şekil canlandı. Kafamı daha hızlı sallamaya başladım ve derin nefesler alarak başımı arkamdaki duvara yasladım.
Ellerimi Büge'nin ellerine emanet ettiğimde, "Hey," diyen Büge'nin sesini duydum. "Beni duyduğunu söyle lütfen." "Çok kötü," diye mırıldandım zorlukla nefes alarak.
Polis memurları Korel'in yanına gidip arka tarafında durdular. Kendilerini fark etmediğini sanıyorlardı fakat Korel cama dönüktü ve arkasında durduklarını yansıyan camdan görebiliyordu. Yüzünün gerildiğini hissettim. Sanırım gülümsüyordu.
Polis memuru Korel'in omzuna dokundu. Korel soğukkanlı bir tavırla ona dönerken bakışları benimle kesişti. Sonbaharı anımsatan gözleri kısılmıştı ve yüzünde dehşetin tek bir damlası bile yoktu; sanki her şey ona çok normal geliyordu.
Büge baktığım yöne döndü ve hırçın bir tavırla burnunu çekerek, "O yapmış olabilir mi?" diye sordu bana. Büge'ye öyle bir baktım ki onun koyu renk gözlerinde kendimi gördüm ve kanının çekildiğini hisseder gibi oldum.
Tam o anda sağ tarafımdan, "Minel," diye seslenildiğini duydum ve başımı kaldırdığımda Hazal Hanım'ı tam karşımda gördüm. İrileşen gözlerimle amcamı aramaya başladım; her şeyden haberleri olduğunu düşünmek nefesimin daha fazla kesilmesine sebep oldu.
Hazal Hanım'ın tuhaf ve esrarengiz bakışları tam yerini almıştı. Ellerimi arkamdaki duvara yasladım ve zorlukla, biraz da Büge'nin yardımıyla ayağa kalktım. "Hazal Hanım," dedim yutkunmaya çalışarak. Hazal Hanım ise kısa bir süre beni süzdükten sonra elinde duran, yarısına kadar içilmiş su şişesini bana uzatıp, "İç biraz," diye mırıldandı. "Rengin atmış."
Karşı çıkmayıp elinden su şişesini aldım ve içerken tekrar göz ucuyla Korel'e baktım; polis memurlarıyla hâlâ elleri cebinde, gayet rahat bir tavırla konuşmaya devam ediyordu.
Sonuna kadar içtiğim şişeyi elimde tutarken Hazal Hanım baştan aşağı beni süzüp, "Senin burada ne işin var?" diye sordu. Bakışları çıplak bacaklarımda dolanıyordu.
"Ben," dedim, duraksar gibi oldum, ardından şişenin kapağıyla oynamaya devam ettim. "Amcam nerede?"
Hazal Hanım tek kaşını kaldırdı ve cevap vereceği sırada arka taraftan sivil giyimli bir memur yanına gelip, "İçerisi tamam," diyerek onu bilgilendirdi. "Tekrar göz gezdirmek istiyor musun?"
Hazal Hanım başını aşağı yukarı salladı ve çenesiyle Korel'i işaret etti. "Onu ifade için götürün, daha sonra tekrar içeriye bakacağım."
Kaşlarım çatıldı. Olanlara bir anlam vermeye çalışırken polis memurlarının Korel'in iki yanına geçtiğini gördüm. Bileklerine kelepçe takmamışlardı fakat Korel'in iki yanında durarak onun bir şekilde şüpheli olduğunu belli ediyorlardı.
Korel'le göz göze geldim ve yürümeye başladılar. Gülümsedi, dudakları sağa doğru kaydı. Yüzü o kadar rahat, o kadar kendinden emin görünüyordu ki bir an ona haksızlık yaptıklarını düşündüm. Evet, belki de bütün canilikleri yapabilecek bir zihne sahipti fakat bunu hayata geçirmek Korel'e yakışır mıydı, bilemiyordum.
Kaşlarımı çatarak, "Hazal Hanım," dediğimde, Korel ile polis memurları hemen Hazal Hanım'ın arkasından geçti. "Sizin burada ne işiniz var?"
İlk başta yüzünde şaşkınlık ifadesi belirdi fakat hemen sonra bunu düzeltti ve bir şeylerden eminmiş gibi, "Özel dedektifim," diyerek kolumu sıvazladı. "Bunu biliyordun, değil mi?"
Bu kadar ağır davalara da mı bakıyordu?.. "Anlıyorum," diye mırıldandım ve merdivenden aşağıya inen Korel ile memurlara baktım. "Onun suçlu olduğuna inanıyor musun?"
Hazal Hanım da merdivene doğru baktı ve omzunu kaldırıp indirdikten sonra, "Evine giderek darp etmesi şüphe çekiyor," diye mırıldandı. "Kanıt olmadan hiçbir şeyden emin olmam." Duraksadı ve Büge'ye baktı; Büge'nin bakışları bizimle kesiştiğinde gitmesi gerektiğini fark etti, ellerini havaya kaldırarak daha fazla belayı üzerine çekmeden, "Ben gitsem iyi olacak," diyerek bana el salladı ve hızlı adımlarla Korel'in indiği merdivene yürüdü.
"Sen, küçük hanım," dedi Hazal Hanım bana doğru eğilerek. "Sen de bizimle ifade vermek için geliyorsun."
"Ne?" diye tepki verdiğimde yan taraftaki birkaç adam bana doğru döndü, kaşlarını çatarak geri başlarını çevirdi. "Neden?"
Hazal Hanım samimiyetsiz bir tavırla ellerini omuzlarıma yerleştirdi ve gözlerini kısarak gülümsemeye çalıştı. "Doğan Yankı'yla aranızda bir problem yaşandığını ve bu odaya Korel Erezli'nin de dahil olduğunu biliyorum." Yutkunduğumda bakışları gözlerimin içine odaklandı ve o saniye Hazal Hanım'dan neden bu kadar rahatsız olduğumu fark ettim. İşi gereği inanılmaz dikkatli ve bakışları keskin bir kadındı; zeki olduğu her halinden belliydi ve yutkunmam bile ürktüğümü göstermek demekti, bunu biliyordum.
"Evet," dedim kabullenerek. "Fakat bu olayla ne ilgisi var?"
"Bu olayla bir ilgisi yok elbette," dedi umursamaz bir sesle fakat her şeyden şüphe duyduğunun farkındaydım. Bakışları belli belirsiz beni inceler gibi olduğunda gözlerimi kaçırmak yerine ona bakmayı sürdürdüm ve kaşlarım çatıldı. "Sadece o odada Korel ve Doğan Yankı'yla beraber olman ifadeni almamızı gerektiriyor."
Kısa bir süre bana baktı ve bir cevap vermemi beklemeden, solda bizi bekleyen tek bir polis memuruna başını sallayarak beni götürmesi için işaret etti. "Ben de geliyorum şimdi."
"Şu an gitmek istemiyorum," dedim dişlerimin arasından fakat faydasız olduğu o kadar belliydi ki... Hazal Hanım geriye bir adım attı ve üzerindeki siyah yeleğini düzelterek beyaz gömleğinin yakalarını kaldırdı.
"Gidelim." Polis memuru kolumu tutar gibi olduğunda sinirle çektim ve Hazal Hanım'ın yüzüne bakmaya devam ederek sarsak adımlarla önden ilerlemeye başladım. Merdiven basamaklarından hızlı hızlı inerken memurun bana yetişmeye çalıştığının farkındaydım; umurumda da değildi.
Merkezin dışına çıktığımızda kapının önündeki araçlardan birine doğru yürümeye başladım ve memur beni diğer tarafa yönlendirdiğinde Korel'in arabanın içinde oturduğunu gördüm. Yüzünde yine o keyifli ifadesi vardı ve bana bakıyordu. Onun bulunduğu aracın önüne geldiğimizde kapıyı sertçe açıp yanına oturdum ve beni getiren polis memuru da yolcu koltuğuna oturdu. Korel'e bakmamak için ekstra bir çaba sarf ederken, sinirden dizlerimin titrediğini hissediyordum.
"Tamam mıyız?" dedi sürücü koltuğundaki polis memuru ve diğer polis de onay verdiğinde araç hareket etti.
Nefes alamıyormuş gibi hissediyordum ve Korel'in bakışlarının üzerimde gezdiğinin farkındaydım; yandan ona baktığımda, bana değil saçlarıma baktığını fark ettim. "Bana bakma," diye fısıldadım fakat pek bir işe yaramadı, aracı süren polis memuruyla dikiz aynasından göz göze geldik. Pencereyi açmak için elimi düğmeye bastırdım fakat aracın tamamen kilitli olduğunu fark ettim. "Lanet olsun," diye hırladım. "Pencereyi açar mısınız? Nefes alamıyorum ve ölürsem ifade alacağınız biri kalmayacak."
"Bana bak," diye tepki gösterecek olan sürücü koltuğundaki polis memurunu diğer memur durdurdu ve Hazal Hanım'ın adının geçtiği bir şeyler mırıldandığında sakinlik oldu. Aracın içini kilit sesi doldurdu, düğmeye tekrar bastığımda rüzgâr sertçe yüzüme çarptı. Derin bir nefes aldım ve pencereye yaklaşarak üşüdüğümü umursamadan gözlerimi kapattım. Üzerimde gezinen bakışların farkındaydım fakat tartışmak bile istemiyordum; onun yüzüne baktığım zaman korkacağım bir şeyler görmekten korkuyordum belki de.
"Fazla şüpheli davranıyorsun," diye bir ses kulağıma fısıldadığında gözlerim hızlıca açıldı ve başımı ani bir refleksle çevirdiğimde burnum Korel'in burnuna çarptı. Alnı alnıma değerken, dudakları ile dudaklarım arasında o kadar kısa bir mesafe oluştu ki ne yapacağımı şaşırdım. Korel gözlerimin içine baktı ve geriye çekilmedi.
"Ne yapıyorsun?" diye fısıldadığımda dudaklarımın kuruduğunu hissediyordum. Bakışlarım gözlerinden dudaklarına, dudaklarından yanık izine kaydı ve bir anda içimde baş edemediğim bir istekle dudaklarımı o yanık izine değdirdiğimi düşündüm. Dünyanın belki de en aptalca isteğinin neden aklımdan geçtiğini bilmiyordum fakat sanki ilacı olabileceğini düşünmüştüm.
"Fazla şüpheli davranıyorsun diyorum," dedi Korel, bakışlarını bir an olsun üzerimden çekmeden. Nefesi dudaklarıma çarptı, kokusunu yakından soludum. "Yoksa o kalbi söken sen misin?"
"Hey, hey, hey!" diye bir ses duyduğumda yolcu koltuğundaki memur arkaya dönmüş, elini çarpıyordu. "Kendinize gelin." Birkaç saniye o şekilde durduk ve ilk çekilen Korel oldu. O kadar hızlı çekildi ve o kadar hızlı sırtını koltuğa yasladı ki sanki her şeyin bir hayal ürününden ibaret olabileceğini düşündüm.
"Sigara içmem gerekiyor," dedi Korel, kaşlarını çatmıştı. Dakikalardır ilk defa gerildiğini görmüştüm. "Uygun bir yerde durun da şu zıkkımı içeyim, dayanamıyorum."
"Korel Erezli, Korel Erezli," diyerek kafasını sallayan sürücü koltuğundaki polis memurunun yüzünde alaylı bir ifade vardı. "Hiç değişmeyeceksin."
Korel belli belirsiz tebessüm etti. "Nereden biliyorsun?" diye sorguladı dikiz aynasından ona bakan memuru. "Belki de sürekli değişiyorumdur."
Yolcu koltuğunda oturan memur, "Oldu paşam," diyerek Korel'e terslendi. "Su dökmek de ister misin?"
"Yok," dedi Korel ve daha geniş sırıttı. "Öyle bir ihtiyacım olsa buraya işerim ama sigara yakmam, polis araçlarına güvenmiyorum."
"Sen canına mı susadın, aslanım?" dedi memur arkaya dönerek. "Bir polis memuruyla nasıl konuşman gerektiğini henüz öğrenemedin mi?"
Korel bana baktı, ardından sürücü koltuğundaki memura diğer memuru göstererek büyük bir dikkatle, "Yeni mi?" diye sordu. Genç görünüyordu. Belki yirmi beş ya da yirmi altı yaşındaydı ve yeni başladığı her hareketinden belli oluyordu.
"Hasan," dedi sürücü koltuğundaki memur. "Uğraşma onunla, kendi haline bırakılması gerekenlerdendir. Savcının kardeşi kendisi."
Savcının kardeşi.
Kendi haline bırakılması gerekenlerdendir. Korel'e bu şekilde yaklaşılmasını tuhaf karşılasam da aldırış etmedim.
"Senin ne işin var burada?" deyip başını bana çevirdi. Gözlerinin çevresini kırmızı halkalar kaplamıştı ve sabah olduğu kadar iyi görünmüyordu.
"Müdür odasında onunla tartışırken yanında olduğumu biliyorlar," dedim düz bir sesle ve gözlerinin içine baktım. Korkusuzca gözlerinin içine bakmak beni ürpertse bile baş edebilirdim.
"Sanırım senin hakkında ifademe başvuracaklar."
Polis memurlarının kulağının bizde olduğunun farkındaydım fakat dikkat çekmemek için ikisi de başka yöne bakmaya çalışıyorlardı. Korel kafasını aşağı yukarı salladı ve tek kaşını kaldırarak bana bakmayı sürdürdü. Gözlerinde yer alan mezarlıkları tek başıma ellerimle kazımak için ona öyle bir baktım ki gerçekten bir an gözlerini kaçırabileceğini düşündüm fakat bunu yapmadı ve bana karşılık vermeye devam etti.
"Senden şüphelenmeleri çok saçma," dedim fakat Korel'in gözlerinin içine bakarken buna inanmadığımı açıkça belli ettim. Gözlerimin dilinden anlayabileceğini biliyordum.
Korel bir anda bir elini bacağıma yerleştirdi ve sımsıkı tutup üzerime eğildi. Hemen pencerenin düğmesine bastı ve başını bana çevirerek, "Üşüyorsun," diye fısıldadı. Her şey kısa bir anda yaşandığı için polisler ne olduğunu anlayamamıştı ve Korel geri çekildiğinde elini bacağımdan çekti.
O an bacağımın üzerinde küçük bir not kâğıdı gördüğümde yutkundum ve göz ucuyla polis memurlarına baktıktan sonra hızlıca avcumun içine alarak olduğum yere sindim. Korel'in gözleri üzerimden çekildi ve başını pencere tarafına çevirerek dikkatleri üzerimizden uzaklaştırdı. Birkaç dakika sonra not kâğıdını sağ elime aldım ve önümdeki koltuğun arkasına saklayarak aceleyle okudum:
"SAKIN O ODANIN İÇİNDE KONUŞULANLARI ANLATMA."
Korel'e başımı çevirdiğimde bana bakmıyordu, gözleri yoldaydı; yansımasına baktığımda benimle göz teması kurdu. Kaşlarımı kaldırdığımda elinin tersini umursamaz bir tavırla cama yasladı ve yansımamın göründüğü tarafa doğru elini sürükledi.
İşaretparmağını yansımamdaki alnımda gezdirdi. Alnımdan burnuma, ardından dudaklarıma doğru ilerlettiğinde farkında olmadan dudaklarımı içeri kıvırdım ve dilimle ıslatarak kaşlarımı çattım. Korel duraksadı ve parmağını yan çevirerek dudaklarımın üzerinde tuttu. Bunun sus demek olduğunu biliyordum.
Tek kaşımı kaldırmaya çalıştım ve bunu yapmayı istemediğimi belli etmek istedim; Korel ise büyük ihtimalle bakışlarımdan anladı. Camdaki parmağı dudaklarımın üzerinde takılıp kaldı, ardından elini indirerek gülümsedi. Nasıl bakarsam bakayım, onun kuyusunu kazmayacağıma emin gibiydi ya da cesaret edemeyeceğimi düşünüyordu.
Hızla gözlerimi üzerinden çektim ve Doğan Yankı'nın odasında olanları düşünmeye çalıştım. Bir şeylerden kaçtığı açıkça ortadaydı; belki de her şey ortadaydı ve belki de tek şahit ben dim.
Ellerimi kollarıma sardım ve başımı önüme eğerek gözlerimi kapattım. Korel Erezli, Doğan Yankı'nın bütün sırlarını biliyordu çünkü evindeki gizli mabedine kadar ulaşmıştı. Adamın belki de yapmadığı pislik kalmamıştı fakat ailesinin korku dolu bakışları gözlerimin önünden silinmiyordu.
Bu bir katilin işi değildi; bu bir caninin işiydi.
Araç durunca memurlar inip Korel'in kapısına yöneldiler. Tam o anda Korel'in kolunu sıkıca kavrayıp, "Sen mi yaptın?" diye sorabildim sadece.
Korel başını çevirip hiç düşünmeden, "Buna mı inanmak istiyorsun?" diye mırıldandı. "İnan o halde."
Arabanın kapısını memurlar açtı; Korel aşağı indiğinde, diğer polis memuru da benim kapımı açarken, "Davet mi bekliyorsun?" diyerek beni azarladı. Duymazdan gelerek arabadan indim ve memurla beraber karakola yürüdük. Korel ise aceleyle cebinden sigarasını çıkardı ve hemen ucunu ateşe vererek hızla içmeye başladı.
"Erezli," dedi arabayı süren memur. "Bunu yapmış olabileceğine inancım yok."
Korel gözlerini kıstı ve yürümeye devam ederken sigarasından hızlı hızlı dumanlar çekti. "Biliyor musun?" dedi sigarayı dudaklarından uzaklaştırırken. "Şu sigaranın ucunu ateşe verdim diye şehri yaktın diyecekler."
Polis memuru göz ucuyla ona bakarken gözlerinde gizemli bir sızı hissettim. Korel'i seviyor diyemezdim fakat onun yapmamış olmasını dileyecek kadar iyi kalpli görünüyordu.
Düz bir sesle, "Seni tanırım," dedi ve bir eliyle Korel'in omzunu sıvazladı. "Bu kadarı seni bile aşar." Korel cevap vermedi, karakolun kapısının önüne geldiğimizde son bir dumanı içine çekerek sigarasını yere attı ve siyah botuyla ezdi.
Hep beraber karakola girdiğimizde arkamda birinin varlığını hissettim ve başımı çevirdiğimde Hazal Hanım'ı gördüm; bana yapmacık bir tavırla gülümsedi. "Nasıl hissediyorsun?" diye sordu.
Sorusunu duymazdan gelip, "Amcam gelecek mi?" diyerek önüme döndüm ve memurları takip etmeye başladık.
"Hım," dedi düşünceli bir tınıyla. Yanımızdan geçen diğer polisler Hazal Hanım'a selam verirken oldukça saygılılardı. "Söylemeyi doğru bulmamıştım, o önemli bir durum için şehir dışına çıktı. Zaten biliyorsundur."
Adımlarım duraksadı ve omzumun üzerinden ona baktım. Afallamış tınıyla, "Nereye gitti?" diyerek yüzümü buruşturdum. "İş seyahati değil mi?"
Hazal Hanım ilk başta gözlerini açtı ve kaşlarını kaldırıp, "Hı," diyerek kesin bir yalana başvurdu. "Tam olarak bilmiyorum ama İstanbul'a yakın bir yerlerde olsa gerek."
Yalan söylediği o kadar çok belliydi ki gülümsemeye çalıştım ve o da inanmadığımı fark etti. "Nereye gitti?"
Hazal Hanım sorumu duymazdan gelip benim yanımdan uzaklaştı ve sanki memura bir şey söylemesi gerekiyormuş gibi ona yöneldi.
Bir kapının önünde durduğumuzda Hazal Hanım kapıyı hafifçe vurdu; içeriden yükselen emir veren sesle kapıyı açıp içeriye girdi, bakışları bize döndüğünde Korel içeriye girdi, ardından ben de girmek istediğimde Hazal Hanım eliyle durdurdu. "Şu an değil," diyerek omzumdan hafifçe dışarıya çıkmam için itekledi. İki memur beni geriye çekti.
"Tamam, bıraksanıza," dedim ters bir sesle. "İçeriye zorla girecek halim yok."
Hazal Hanım ile Korel içeriye girdikten sonra kapıyı Hazal Hanım kapattı. Ben kapının önünde kaldığımda iki polis memuru da hiçbir şey demeden yanımdan uzaklaştı. Buradan kaçamayacağımın farkında olmaları en azından daha rahat hissetmemi sağladı. Kapının hemen yanında duran bej sandalyelerden birine oturdum, dirseklerimi dizlerime yerleştirerek ellerimi yüzümde sabit tuttum.
Aklıma amcamı aramak geldi fakat sonrasında hemen bu fikirden vazgeçtim çünkü benim onun nerede olduğunu soracağım esnada, onun da benim nerede olduğumu soracağını biliyordum. Elimi alnıma koydum, şakaklarımı ovalarken yanımdaki sandalyeye birinin oturduğunu hissettim fakat gözlerimi açma dan aynı şekilde durmaya devam ettim; ne kadardır öylece oturduğumu tam bilmiyordum fakat epey zaman geçmiş olmalıydı.
Birkaç dakika sonra, "İyi misin?" diye bir erkeğin bana seslendiğini duyduğumda gözlerimi açmadan, "Evet," diye mırıldandım fakat başımın döndüğünü hissediyorum.
"Bir şey ister misin?" diye sordu bu sefer yine aynı tınıyla. Dişlerimi sıkarak, "Hayır," diye karşılık verdim. Derin bir nefes aldığını işittim; kokusu oldukça tanıdık geldiğinde elimi şakaklarımdan çekerek gözlerimi araladım ve omzumun üzerinden baktım.
O an, geçmişin sıcak suları zihnimin içinde çalkalanır gibi oldu ve karşımda gördüğüm adamı bir yerlerden tanıdığıma emin oldum. Saçları üç numara ve siyahtı, gözleri koyu yeşildi. Sakallarını her gün tıraş ettiği belli oluyordu, yüzü pürüzsüz görünüyordu. Bedeni iriydi ve boyu belki de Korel kadar vardı. Bakışları tuhaf bir şekilde bana hiç olmadığı kadar tanıdık geliyordu.
"Merhaba," dedi tok bir sesle ve onun da aksanlı konuştuğunu fark ettim. Elini bana uzattığında bakışlarını asla üzerimden çekmiyordu. "Korhan Erezli."
Nefesimi tuttum ve başımı aşağı yukarı sallayarak büyük bir şaşkınlıkla ona bakmayı sürdürdüm. Tuhaf bir şekilde ürpermeme sebep olan bakışları, Korel'inkilerle aynıydı. Simaen belki çok benzemiyorlardı fakat duruşlarından ağabey-kardeş oldukları açıkça ortadaydı. Korhan Erezli, Korel Erezli'ye göre daha iriydi. Omuzları oldukça genişti. Ayrıca kendisine daha çok bakan, fiziğine önem veren biri olduğu da açıktı.
Havada duran eline baktım ve duruşumu dikleştirerek, "Merhaba," diye fısıldadım. "Minel."
Kafasını aşağı yukarı salladı, bir süre elimi tuttuktan sonra bana bakmayı sürdürdü. "Minel," dedi ve bakışlarını yere çevirdi. "Sanırım ilk duyuşum değil bu ismi."
İçimden karşı koyamadığım bir ses Korhan Erezli'den uzak durmam gerektiğini söyledi ve elimi hızlıca çekip kucağıma koydum. "Anladım," diye mırıldandım ve gözlerimi onun üzerinden çekerek karşıya baktım. "Sanırım Korel'i duyup geldiniz."
"Tam olarak öyle denilemez. Korel'in arkadaşı mısın?" dedi fakat bu soruyu öylesine sorduğunun farkındaydım. "Gerçi o kendinden yaşça küçük kişilerle arkadaşlık kurmaz."
"Öyle mi?" dedim ve alayla gülümsedim. "Yaşımı nereden bildiğinizi sorabilir miyim?"
Korhan gülümsedi; gerçekten uzaktan gören biri samimiyetle gülümsediğini söyleyebilirdi; bense aynı düşüncede değildim. "Yüzüne bakıldığı zaman kaç yaşında olduğun belli oluyor. On sekiz, on dokuz?"
Gözlerimi devirip, "On dokuz," diyerek onunla tartışmayı sonlandırmaya çalıştım.
"Eh," dedi ve sırtını sandalyeye yaslayarak ellerini iki yana açtı. "Ben otuz dört yaşındayım ve bana göre oldukça ufak kalıyorsun."
Kafamı gelişigüzel aşağı yukarı salladım ve gözlerim geriye doğru uzattığı sol eline takıldı. Parmak boğumlarının bulunduğu yerler yara içindeydi ve Korel'in aksine teni oldukça şeffaf görünüyordu. Hiçbir izi yokmuş gibiydi, dövmesi olduğunu da düşünmüyordum. Üzerine klasik bir şeyler giymişti. Altında siyah keten pantolon, üzerinde lüks bir markanın yeşil oduncu gömleği vardı, ayağındaki ayakkabılar da pahalıydı. Duruşu, onun ciddiye alınması gereken biri olduğu izlenimini veriyordu. Korel'in aksine, giyimine ve bakımına önem verdiği açıkça ortadaydı.
"Ne zamandan beri içerideler?" diye sorduğu esnada ona olan bakışlarımı fark etti. Eline baktı ve yara izlerini göstererek gülümsedi. "Boks yapıyorum."
Sormadığım halde böyle bir şeyi açıklaması beni şüpheye düşürürken, "Yarım saat oluyor sanırım," dedim ve derin bir nefes alarak yere değmeyen ayaklarımı salladım. Üzerimde hâlâ dans kıyafetlerim ve o topuklu ayakkabılar vardı. "Neler olduğunu biliyor musun?"
Korhan kafasını iki yana salladı ve gülerken sağ elinin tersiyle ağzını kapattı; o an üç parmağının olmadığını gördüm: serçeparmağı, yüzükparmağı ve ortaparmağı.
"Kardeşimin neden karakolda olduğuyla ilgilenmeyi bırakalı seneler oluyor," dedi ve parmağına baktığımı fark ettiği halde gizlemedi. "Sebebi neymiş?"
Duraksadım, cevap verebilecek cesareti kendimde bulama dım; bakışlarımı hızla elinden çektiğimde belki de ilk defa Korel'in nasıl bir ailede büyüdüğünü merak ettim.
Korel'in bulunduğu odanın kapısı açıldı, birkaç saniye sonra Hazal Hanım dışarıya çıkıp kapıyı kapattı ve bakışları ilk benimle, daha sonra Korhan'la buluştu.
Sonra hiç beklemediğim bir anda, belki de en sıcak gülümsemesiyle, "Korhan Bey!" diyerek elini uzattı ve Korhan da kibarca ayağa kalkarak elini sıktı. "Nasılsınız?"
"İyiyim," dedi Korhan ve o da sıcak bir şekilde gülümsemeye çalıştı. "Teşekkür ederim."
Bir an takılıp kaldım ve dudaklarım şaşkınlıkla aralandı; Hazal Hanım bana dönüp baktığında yüzündeki o samimiyet uzaklaştı, sadece tebessüm ederek, "Tanıştınız mı?" dedi ve ayağa kalkmamı istiyormuş gibi bir kafa hareketi yaptı. Bense yaptığı hareketi görmezden gelerek kollarımı önümde bağladım ve sırtımı daha fazla yasladım. "Tanıştırayım," dediğinde Korhan Erezli elini kaldırıp onu susturdu.
"Biz tanıştık," dedi ve bakışları bana kaydı. "Çok sıcakkanlı." Son kelimeyi söylerken yaptığı ima gözlerimi tekrar devirmeme sebep oldu.
"Korhan Erezli," diyerek açıklamaya başladı Hazal Hanım. "Türkiye'nin ileri gelen savcılarındandır." Tekrar Korhan'a baktığında hayranlıkla gülümsedi. "Bu davaya bakabilecek olmanız beni çok memnun etti diyeceğim ama erkek kardeşinizin de burada bulunması biraz tuhaf oldu."
Önümde bağladığım kollarım boşluğa doğru düşerken, gözlerim irileşti ve tekrar Korhan Erezli'ye baştan aşağı baktıktan sonra onda neden ciddiyetin ışığını görebildiğimi fark ettim ve kendi aptallığıma yandım. Polis memuru savcının kardeşi olduğunu söylemişti.
"Küçük erkek kardeşim pek uslu değildir," dedi gülümseyerek. "Olay hakkında da tam bir bilgim yok aslında," diyerek ilk dediği cümleyi yıkmak istedi.
Bir sebeple onun da Korel'e hiçbir şekilde güvenmediğini ve güvenmek için çok çabalasa da Korel'in çoktan o köprüleri attığını hissettim.
"Prometheus," dedi Hazal Hanım ve gözleri bana kaydığında fısıldamaya başladı. "Yine başlıyor ve bu sefer daha ciddi."
Yüzümü buruşturduğumda Korhan Erezli bir elini çenesine yerleştirdi ve sıvazlayarak, "Seneler sonra tekrar ortaya çıktı ha..." diyerek düşünceli bir tınıyla mırıldandı. "Diğerleriyle aynı mı?"
"Hayır," dedi Hazal Hanım. "Bu sefer arkasında bir not bırakmış ve el yazısı analizine baktığımız zaman başka kimseyle örtüşmüyor. Biz onun yine bize bir iz bıraktığını sanıyoruz ama o yine bizimle oynuyor; önceki gibi birkaç tane de şekil ve işaret bırakmamış. Sadece bir tane... Ne olduğunu çözemiyoruz."
"Prometheus da ne?" diye sorgulayan bir tınıyla yüzümü buruşturdum ve ayağa kalkıp yanlarına gittim. "Kimden bahsediyorsunuz?"
Hazal Hanım bana baktığıda cevap vermeyeceğini az çok anladım. Fakat Korhan Erezli, Hazal Hanım kadar kaba değildi. "Prometheus, kendisine verdiği bir isim," dedi aydınlatmaya çalışarak. "Bir Yunan tanrısı olduğunu biliyorsundur ve ateşi çalmıştı. Eskiden bütün cinayetlerinin ardında bir yangın bırakırdı. Yangından iki ya da üç gün önce daha büyük bir yangına gebe olan yerleri tespit ettik. Bize ilk başlarda tek bir işaret bıraktı: o da küçük bir çocuğun çizimiyle güneş."
"Yani..." dedim kaşlarımı kaldırarak. "Ateşi çalmış oldu size göre." Taktıkları lakabın hoşuma gittiği söylenemezdi; bir katili ararken ona bir tanrının adını vermek, daha fazla pohpohlanmasına sebep olurdu.
"Bundan beş sene önce altı kişiyi öldürdü," dedi Hazal Hanım ve duraksadı. "Öldürmedi, katletti. Öldürmedi, mahvetti."
"Onlar kimdi?" diye sorduğumda ikisi de birbirine bakıp bakışlarını kaçırdılar.
"Hâlâ bir sır," dedi Korhan. "Öldürdüğü insanlar arasında bir bağlantı aradık ama bulamadık. İki kadın ile dört erkeği sadece öldürmedi, onlardan parça çaldı."
"Parça çaldı," dedim kaşlarımı çatarak. "Fakat bu sefer parça bırakıldı. Sizce de bir terslik yok mu?"
Korhan, Hazal Hanım'a baktı ve onun cevap vermesini bekledi. Gerçekten bir bilgisi yokmuş gibi görünüyordu.
"Teknik aynı," dedi Hazal Hanım. "Önceden parça aldığı cesetlerin bedenlerindeki bütün kanı çeker ve öyle giderdi, ayrıca bedene bir şeyler kazırdı." Başını Korhan'a çevirdi. "Bu sefer cesetten geriye sadece bir kalp bırakılmış ve kalbin bütün kanı çekilmiş. O olduğunu tahmin etmemizi istiyor. Bize pis çalıştığını gösteriyor ama kan lekeleri bile bir yere götürüyor. Aslında ne kadar temiz çalıştıysa da bizi yanıltmayı denemiş. Kimbilir daha çözemediğimiz kaç detay vardır."
"Bir saniye," dedim ve saçlarımı geriye attım. "Belki de Prometheus dediğiniz kişi değil de onu taklit eden biridir." Korhan bana katılıyormuş gibi kafasını salladığında başka şeyler düşündüğü belliydi. "Bilemiyorum, neden beş sene sonra ortaya çıksın ki?"
"Güzelim," dedi Hazal Hanım ve çenemi tutarak başımı havaya kaldırdı. "Karşımızda o kadar zeki bir cani var ki onu anlayabilmek mümkün değil."
Başımı geriye çektim ve yüzümü ondan kurtardım. "Daha önce bıraktığı cesetlerden kalp almış mıydı?" diye sordum. "Belki bir şeyleri test ediyordur ya da yöntem deniyordur."
Hazal Hanım hızlıca kafasını iki yana salladı. "Cesetlerden aldıkları sadece yüzlerle ilgiliydi. İki kulak, iki göz ve iki tanesinin de direkt kafasını aldı."
Kanımın çekildiğini hissettiğimde bakışlarımı onlardan kaçırdım. "O da mı üzerlerine şekil kazıyordu?"
Bu sefer bana cevap veren Korhan oldu. "Evet ama tek bir şekilden ibaret değildi. Günlerce belki aylarca o şekillerin nereden geldiği araştırıldı, sorgulandı fakat hiçbir kitapta rastlanmadı. Sanırım kendi oluşturduğu bir şey, belki de kendi oluşturduğu bir alfabe."
"Tuhaf," dedim yutkunarak. "Eğer çözülemeyecek olsa gerisinde bu şekli bırakmazdı, değil mi?"
"Oyun oynuyor," dedi ikisi de aynı anda ve birbirlerine baktılar. "Zamanında küçük bir kızı polis merkezine gönderip hepimize çiçek dağıtmıştı." Hazal Hanım derin bir iç çekti. "Kimse sorgulamadı fakat sonrasında o çiçeklerin her birinin içinde bir dinleyici olduğunu altı cinayetten sonra fark ettik; her çiçeğin içinde ise Prometheus yazıyordu. Adını o şekilde öğrendik." Kaşlarım kalkarken, Korhan kafasını iki yana salladı ve rahatsız bir nefes aldı. "Sırada kim olacağı meçhul." Kafasıyla içerideki odayı gösterdi. "Erkek kardeşimin bu olayla ne ilgisi var?" diye sordu. Gerçekten Korel'in böyle bir olayla ilgisi olabileceğine inanmıyordum.
Hazal Hanım mahcup bir tınıyla, "Doğan Yankı," dedi ve derin bir nefes aldı. "Öldürülen kişiyi birkaç gün önce erkek kardeşin evinde darp etmiş."
Korhan'ın belli belirsiz yüzü gerilir gibi oldu. "Daha neler?" diyerek tek kaşını kaldırdı; yüzü soğuk bir kasırgayı anımsatırken bir an onun bakışlarından korktum. "Kardeşimin Prometheus olduğunu mu düşünüyorsun, Hazal?"
"Hayır, hayır," dedi Hazal Hanım ve elinde tuttuğu dosyayı Korhan'a uzatırken benimle göz teması kurmamaya çalıştı. "Sadece kurallar ve olması gerekenler... İncele dosyayı; bir kere bile Korel'in ismi geçmiyor." Bana dönüp işaret etti. "Bak, Ferit'in yeğeni ve onun da ifadesi alınacak."
Korhan başını bana çevirdi ve yüzündeki soğukluk gram değişmedi; Korel'in bir şekilde bu olaya bulaştırılması onu sinirlendirmişti. İkisinin arasından gözlerim merdivenlere kaydığında Korel'in evinde rastladığım sarışın kızı gördüm ve anında bakışlarımız kesişti.
"Harika," diye mırıldanarak kollarımı önümde bağladım.
"Onun burada ne işi var?"
Hazal Hanım başını çevirip baktığında tereddüt etti. "Duygu Tok?" diyerek kadına seslendi. Duygu da başını salladı; yanımıza gelirken oldukça ürkmüş görünüyordu.
Siyah deri bir tayt ve uzun topuklu çizmeler giymişti, üzerinde tüylü bir ceket vardı; yüzündeki makyaj, benim önemli bir yere giderken bile yaptığım makyajdan daha ağırdı. Boyu o kadar uzun görünüyordu ki neredeyse Korel'le aynı hizaya gelecek durumdaydı.
"Merhaba," dedi Duygu yanımıza geldiğinde ve gergin bir ifadeyle bize baktı. "Korel'le ilgili arandım ve sonra..."
"Evet," dedi Hazal Hanım; Duygu bana döndüğünde yüzünde tekrar sıcak bir gülümseme belirdi. "Tekrar merhaba," dedi içten bir sesle.
"Siz tanışıyor musunuz?" diye sordu Hazal Hanım fakat Duygu'dan bakışlarımı ayırarak kapalı kapıya baktım.
"Evet," diye mırıldandı Duygu. "Sabah Korel'de karşılaşmıştık. Her neyse. Neler oluyor?"
Hazal Hanım bana ters ters baktığında görmezden geldim ve bir açıklama yapmak istemedim; Korhan Erezli'nin aklı başka yerde gibiydi; gözleri yere kilitlenmişti, büyük ihtimalle dalmıştı.
"İçeriye alalım sizi," dedi Hazal Hanım sevecen bir sesle, ardından bana baktı. "Sen de geliyorsun."
"Emrin olur," diye terslendiğimde Korhan yerdeki bakışlarını kaldırdı, onun da bizimle içeriye gireceğini fark ettim.
Hep beraber odanın kapısının önünde durduk, Hazal Hanım kapıyı çaldıktan hemen sonra içeriye girdi. Onun peşinden Duygu, sonra Korhan, en son ben girdim. Gözlerim ilk Korel'le kesiştiğinde masanın önündeki sandalyede, bir bileğini diğer bacağının dizine yaslamış oturduğunu gördüm. Hepimize tek tek baktıktan sonra ağabeyiyle gözleri kesişti ve yüzü bir anda kireç gibi oldu.
Korhan ise Korel'e bakmayı reddederek sivil giyimli memurun elini sıktı ve az önce Hazal Hanım'la olan muhabbetler onların arasında da geçti. Herkes Korhan Erezli'ye inanılmaz bir saygı duyuyordu.
"Hey," dedi Korel ve duruşunu düzelterek ayağa kalktı. "Senin burada ne işin var?"
Korhan'ın bakışları Korel'le kesiştiğinde tebessüm etti. "Abinin ne iş yaptığını biliyorsun, sevgili kardeşim."
"Sakın," dedi Korel ters bir sesle ve işaretparmağını havaya kaldırdı. "Sakın beni kurtarmak için geldiğini söyleme. İhtiyacım yok."
Hazal Hanım boğazını temizledi ve ortamdaki gergin bulutları yok etmek için, "Korhan Erezli yeniden açılan bir davaya bakmak için burada," diye mırıldandı. "Seninle bir ilgisi yok, Korel."
Korel ağabeyiyle bakışmaya devam etti ve uzun bir süre sonunda tekrar sandalyeye oturup sırtını yasladı. "Yeter," dedi ağabeyinden gözlerini ayırıp memura bakarak. "Ne öğrenmek istiyorsanız anlattım." Parmağını şaklattı. "Duygu, dün gece ben neredeydim?"
Duygu yutkunur gibi oldu, bir adım öne çıktığında diğer tarafta kalan polis memuru ifade almak için hazırda bekliyordu. "Yanımda," dedi sessizce. "Geceyi beraber geçirdik."
Korel gözlerini memurun üzerinden çekmedi. "Evet Duygu, yanından ayrıldığımı gördün mü?"
"Ha-hayır," diye kekeledi Duygu.
"Evet Duygu," dedi Korel ve sırıttı. "Gece seninle sevişirken..."
"Hey, hey, hey!" dedi memur, Korel'in cümlesini yarıda keserek ve ellerini hızla masaya vurdu. "Kendine gel delikanlı, yol yordam bilmeden bu nasıl bir konuşma tarzı böyle."
Korel kafasını iki yana salladı ve boynunu sertçe çıtlattı. "Her ne haltsa," dedi keskin bir sesle. "Sıkıldım."
Müdür olduğunu anladığım memur derin bir nefes aldı ve Korhan'ın yüzüne bakarak sanki onun hatırına susuyormuş gibi kafasını salladı. Korhan ise Korel'in tam karşısındaki sandalyeye oturdu ve öne eğilerek kardeşinin elinin tersine elini koydu. "Sakin ol, gerekeni yapıyorlar. Bir anda senin sorular sormanla olmaz bu iş."
Duygu o sırada ifade almak için bekleyen polis memurunun yanına ilerledi ve siyah deri çantasından kimliğini çıkarırken göz ucuyla bize baktı.
Korel hızla elini çekti; ağabeyine tersleneceğini düşünürken, "Sigaran var mı?" diye sordu ve elini şakaklarına koyarak ovuşturdu. "Dakikalardır buradayım ve sigaram bitti."
Korhan eliyle burnunun kemerini sıktı. "Korel, şunu yapma."
Hazal Hanım tekrar öksürdüğünde bakışlar bizim üzerimize döndü. "Minel Karaer," dedi müdüre beni göstererek. "Korel Erezli'yle odada olan kız."
Benden bir yabancıymış gibi bahsetmesi canımı sıksa da fazla umursamadım ve düz bir ifadeyle müdürün yüzüne baktım. Müdür ise eliyle Korel'in yanındaki boş sandalyeyi işaret etti.
"Otursana," diyerek bir nezaket gösterdi.
Sandalyeye yavaş adımlarla ilerleyip oturduğumda Korel'in bakışları benim üzerimde gezindi. Ensesindeki saçlarıyla oynuyordu fakat bir bacağı sürekli titriyor, gergin olduğunu belli ediyordu. Belki de sadece sigara eksikliğindendi, bilemiyordum.
"Evet," dedi Hazal Hanım ve kollarını önünde bağladı. "O gün müdürün odasında ne işin vardı? O odada neler oldu? Korel Erezli'nin orada ne işi vardı?
Bütün gözler benim üzerimdeydi, bir an afallasam da sonrasında yüzümü düzeltmeye çalıştım; Korel'e bakmak yerine Korhan'la daha fazla göz teması kuruyordum.
"Azra Dinçer'le ilgili," diyebildim derin bir nefes alarak. "Merkezde tartışma yaşadığım bir kız kayıptı ve kızın arkadaşları benim adımı vermişti. Doğan Yankı bu yüzden beni odasına çağırdı, tartışma yaşadığım için sorumlu tutuluyordum ve Doğan Yankı kesinlikle benim yaptığımı düşünüyordu." Sustuğumda herkes devam etmemi bekledi fakat ben göz ucuyla Korel'e bakmaktan başka hiçbir şey yapamadım.
"Ve?.." dedi Hazal Hanım. "Korel Erezli de mi oradaydı? O da mı sorumlu tutuluyordu?"
"Hayır," dedim hemen ve oturduğum yerde Hazal Hanım'ın yüzüne bakarak yere bir şeyler çizmeye başladım. Bunu tek fark edenin sadece Korel olduğunu düşünürken, Korhan'ın bakışlarının da ayağıma kaydığını gördüğümde birden hareketimi durdurdum.
Allah kahretsin ki Korel'in bu konu için ne açıklama yaptığını bilmiyordum. Zihnimi sonuna kadar zorlayıp aklımı çalıştırdığımda, "O bu olaylardan bağımsız o odaya geldi," diyebildim. "Korel geldiğinde diğer kızlar çıkmıştı ve ben tektim."
Başımı çevirip Korel'e baktığımda beni desteklemesini ya da bir ipucu vermesini bekledim fakat o bana bakmayı sürdürdü; oldukça rahat görünüyordu. "Bir iz bırakmak saçma olurdu, bunu anlamıyorsunuz. Evinde benimle ilgili hiçbir şey var mıydı? Olsa silerdim," dedi düz bir sesle fakat kimse ona cevap vermedi; dediğini anlamamı istiyormuş gibi gözlerimin içine baktı.
"Korel neden o odaya geldi?" dedi Hazal Hanım.
"Korel'in tam olarak neden geldiğini bilmiyorum," dedim derin bir nefes alarak. "Sanırım önceden tanışıyorlardı hatta Doğan Yankı, 'Tekrar hoş geldin' demişti ve Korel de ona gayet kibar bir şekilde," Korel'e ters bir bakış attım, "karşılık verdi."
"Sonra?" dedi müdür ve Hazal Hanım'ın sıkıntıyla homurdandığını duydum.
"Sonra bir şey yok," dedim ve yüzümü buruşturdum. "Bir şey mi olmak zorundaydı?"
"Dediğim gibi," dedi Korel ve ilk önce müdüre, ardından Hazal Hanım'a baktı. "Bir adamı dövecek bile olsam," beni gösterdi, "küçük çocukların önünde bunu yapmam."
Gözlerimde beni bulduğu gece adamlara yaptıkları belirirken, kulaklarımda Doğan Yankı'ya ettiği tehditler çınladı. "Aralarında gergin bir konuşma geçti mi?" dedi Hazal Hanım ve gözlerimin içine baktı.
"Hayır," derken yalan söylemek için ekstra bir çaba sarf ettim. "Benimle tekrar konuşacağını söyleyip dışarıya çıkardı. Onların ikisi odada kaldı, sonrasında ne olduğunu bilmiyorum ama gerginlik yoktu."
Hazal Hanım kafasını salladığında müdür de kısa bir süre bize bakıp, "Pekâlâ," diye mırıldandı. "Sağ tarafa geç, ifadeni alsınlar ve imzala. Her şeyi eksiksiz anlatmanı istiyorum."
Kafamı hızlıca aşağı yukarı salladım, derin bir nefes alıp ayağa kalktığımda Korhan Erezli, "Bir saniye," diyerek beni durdurunca kaskatı kesildim. "Her şey tamam ama atladığımız bir nokta var. Sen Azra Dinçer konusunda seni sorumlu tuttuğunu söyledin, herhangi bir işlem başlatıldı mı?"
Kafamı ağır ağır iki yana salladığımda Korhan benimle direkt göz teması kurdu ve Hazal Hanım'a seslenerek, "Ferit Bey arandı mı?" diye sordu. "Herhangi bir işlem başlatıldı mı? Bunları öğrendiniz mi?"
Bana öyle bir bakıyordu ki bir an korkudan dizlerimin üzerine çökeceğimi hissettim. Gözlerini kırpmak bir yana, nefes bile almıyordu. Olduğum yerde ellerimi yumruk yapıp yutkundum.
"Hayır," dedim Hazal Hanım'ın bir şeyi araştırmasını beklemeden. "Amcam aranmadı ve işlem başlatılmadı."
Korhan Erezli yarım saniye Korel'e baktı, ardından tekrar benimle göz teması kurdu. "Seni bu derece sorumlu tutuyorsa nasıl bir anda vazgeçti? Diyelim ki o gün Korel o odaya girdi, sonrasında?.."
Hazal Hanım da kuşkuya düştü. "Ve ilgilenmemiz gereken bir konu daha var: Azra Dinçer. O bulundu mu?" Müdürün ve Hazal Hanım'ın bakışları Korel'e döndüğünde Korhan hâlâ bana bakıyor ve cevap bekliyordu.
"Bilemiyorum," diye mırıldandım ve parmaklarımla oynamaya başladım. "O günden sonra bir daha beni çağırmadı ve onu..."
"Ben hallettim," dedi Korel ve öne eğilerek ağabeyinin yüzüne baktı. "O gün odaya girdiğimde Minel gittikten sonra neden odada olduğunu sordum, açıkladığında her şey çözülmüştü zaten."
"Nasıl yani?" dedi müdür ve bütün dikkatler Korel'e çevrildi. Korhan ise oldukça yavaş hareket ederek başını bana çevirirken baştan aşağı beni süzdü; ürpertiyordu.
"Azra Dinçer'in nerede olduğunu biliyorum," diye mırıldandığında ağabeyinden gözlerini ayırmıyordu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Bursa'ya gitti ve geri de dönecek; kafasını dinlemek istiyordu." Kafasını aşağı yukarı salladığında ben de dahil sanki kimse ona inanmıyordu.
"Öyle mi?" dedi Korhan ve tek kaşını havaya kaldırdı. "Neden aranıyor o halde?"
Bakışları düşman kesildi ve sanki iki ayrı rakipmiş gibi birbirlerine kilitlendiler; ikisinin de kafasının içinde yer alsaydım çıldıracağımı biliyordum.
"Çünkü aranmak istiyor," diye fısıldadı Korel ve gülümsedi. "Vereceğim adresteki otele giderseniz onu keyif yaparken bulacaksınız."
"Bunu sen nereden biliyorsun?" diye sordu müdür ve Korel'in gülümsemesi genişledi.
"Çünkü onunla da yattım."
Öksürmeye başladığımda Hazal Hanım bakışlarını kaçırdı ve Korel Korhan'a bakmaya devam etti. Aralarında sözsüz ve kılıç kuşanmış bir bakışma geçti; Korel'in yüzündeki o alaylı ifade Korhan'a da bulaştı ve ikisi de aynı şekilde birbirlerine gülümsediler.
Bir an kendimi tekrar bir satranç tahtasında gördüm fakat bu sefer Korel tek değildi; sanki karşısında ağabeyi vardı ve beraber bütün insanları oynatıyorlardı. Yapay bir düşmanlık veya gerçek bir dostluk muydu, bilemiyordum fakat bu ağabey ve kardeş beni ürpertmekten başka hiçbir şey yapmıyorlardı.
Ben belki bir piyondum fakat Korel beni şah kadar iyi korumaya çalışıyordu. Bir gün şahını kaybetmek istemediğinde kurban gideceğimi biliyordum.
Şah kimdi?
Şah kendisiydi.
Yirmi dakika sonra ikimizin de ifadesi alındığında odada Korel ile benden başka sadece müdür ve polis memurları kalmıştı. Korhan ve Hazal Hanım dışarıya çıkmıştı.
"Bu arada..." dedi Korel ayağa kalkarken. "Azra Dinçer konusunda bilgi vermek zorunda değildim." Bir anda müdürün yanına gitti ve gömleğinin ön cebindeki paketi çekip içinden iki tane sigara aldı. Birini dudaklarının arasına sıkıştırırken, diğerini parmağında çevirdi. "Bunu teşekkür olarak kabul ediyorum."
Müdür büyük bir şaşkınlıkla Korel'e bakarken, diğer memurlar da şoka uğramışlardı. Bir tepki bile vermesini beklemeden benim yanımdan da hızlıca geçerek odadan çıktı ve kapıyı bile kapatmadı.
Bir an takılıp kaldım fakat beklemek yerine ben de peşinden çıkarken, "Kusura bakmayın," diye mırıldandım. Kapıyı kapattıktan sonra az ileride duran Korhan ve Hazal Hanım'la göz göze geldim; Korel ise onlara bile bakmadan merdivenlerden hızlıca indi.
Bir an ne yapmam gerektiğine karar veremedim ve ikilemde kalarak bir merdivenlere, bir Korhan Erezli'ye baktım; onların da bakışları bana döndüğünde, tepkisiz kalarak aceleyle merdivenlere yöneldim ve Hazal Hanım'ın arkamdan, "Minel!" diye seslenmesini umursamadan aşağı indim.
Korel'in gölgesine bile rastlamayınca koşar adımlarla merdivenlerden indikten sonra dış kapıya ilerledim; herkesin bakışları bana dönüyordu, bir şeylerden kaçtığımı düşündüklerine adım kadar emindim.
Karakoldan çıktıktan sonra duraksayıp etrafıma baktım; hava kararmıştı ve görünürde Korel yoktu fakat daha ileriye, anacaddenin olduğu yere baktığımda Korel'in Gürkan'la durduğunu fark ettim; Gürkan büyük ihtimalle Korel'in motosikletini getirmişti çünkü Gürkan'dan anahtarı alırken Korel'in yüzünde sinsi bir gülümseme vardı.
Bulduğum ilk ağacın arkasına saklandım ve onları izlemeye devam ettim. Kısa bir konuşmanın ardından Korel motosikletine bindi ve Gürkan'a hareket çektikten sonra –bunu çok sık yapıyordu– motosikletini hareket ettirdi.
Gergin bir şekilde ağacın arkasından çıktıktan sonra bir an bile tereddüt etmeden Gürkan'a doğru ilerledim; bakışlarımız kesiştiğinde hızla gözlerini benden kaçırıp görmemiş gibi davrandı.
"Dur!" diye bağırdığımda yürümeye başladı; beni sanki duymuyormuş gibi davranıyordu. "Sana dur dedim!" Tam arkasından yaklaştım ve kolunu tutarak onu kendime çevirdim. Gürkan bıkkın bir yüzle bana döndükten sonra yüzünü buruşturdu. "Beni duymazdan gelemezsin. O nereye gitti?"
Gürkan cüretkâr konuşmamdan dolayı tek kaşını kaldırdı, ardından onu tuttuğum elime ters bir bakış attı ve kolunu çekti. "Hesabı bana mı soruyorsun?"
Bir an içimdeki sinire yenildiğimi fark ettim ve gözlerimi kısa bir süre kapatıp açarak, "Tamam," diye mırıldandım. "Özür dilerim fakat onun nereye gittiğini bilmem gerekiyor."
"Neden?" diye sordu Gürkan ve kollarını önünde birleştirdi. "Belaya gitmekten zevk mi alıyorsun?"
Kaşlarım çatıldı ve önüme gelen saçı kulağımın arkasına iterek, "Belaya gitmek?" diyerek onu sorguladım. "Doktor, çok yanlış biliyorsun ama ben belaya gitmiyorum, belaya itiliyorum." Sesimdeki tınıda korku vardı. "Bela beni zorla çekiyor."
Gürkan'ın yüzü bir anlık da olsa anlayışlı bir ifadeye büründü. "Ne demeye çalışıyorsun?"
"Bak," dedim ve başımı omzuma düşürdüm. "Az önce onun için yukarıda çok büyük bir yalan söyledim ve sonuçlarını bile bilmiyorum. Bana bir şeyleri açıklamak zorunda."
Gürkan gülümsedi fakat dalga geçtiği çok belliydi. "Seni ya lan söylemen için zorladı mı?" Cevap bekliyormuş gibi yüzüme baktı fakat cevap aslında çok açıktı. "Bu senin tercihindi ve belki o da söylediği yalanların izini silmeye gidiyordur."
"Lanet olsun," diye inledim ve dişlerimi sıktım. "Onun nereye gittiğini söyle bana."
Bir acelesi varmış gibi çıkması ve yukarıda, odada sanki bir yere gitmesi gerekiyormuş gibi söyledikleri zihnimi zorluyordu. Bir şeyler vardı, bir şeylerin ucuna dokunuyordu ve dokunduğu her noktada iz bırakmamak için çabalıyordu. Bir an dudaklarım aralanıp gözlerim irileştiğinde Gürkan bir şeyler söyledi fakat onu duyamıyordum.
İzleri silmek. İzleri bırakmamak.
"Tabii ya," dedim ve Gürkan'ın yüzüne baktım. "Onun nereye gittiğini biliyorum."
Kafamı aşağı yukarı salladıktan sonra Gürkan'a arkamı döndüm ve hızlı adımlarla taksi durağına ilerledim, aynı anda ise çantamdan telefonumu çıkarıp Büge'nin numarasını tuşladım.
"Minel!" diye bağırdı Gürkan arkamdan fakat uğraşmak istemediği için peşimden gelmedi. "Tehlikeye gidiyorsun."
"Yanlış," dedim kısık bir sesle. "Tehlikeye koşuyorum."
Büge telefonu açıp büyük bir heyecanla neler olduğunu sormaya başladı fakat onun söylediklerini yarıda keserek, "Büge!" diye inledim. "Sana her şeyi anlatacağım, söz veriyorum fakat lütfen ama lütfen bana şimdi yardımcı ol."
"Söyle," dedi Büge büyük bir heyecanla.
"Doğan Yankı," dedim ve etrafıma baktım. "Onun evinin adresini istiyorum. Bulabilir misin?"
"Ne?" diye haykırdı Büge ve ardından sesinin tonunu düşürdü.
Fısıldayarak, "Kafayı mı yedin?" diye sordu. "Orada ne işin var?"
"Yedim," dedim ve sessizce küfrettim. "Anlatacağım, söz veriyorum, lütfen sadece bul. Buna ihtiyacım var. Beni duyuyor musun? Bu çok önemli. Lütfen sorgulama ve bul." Büge bir an duraksadı. "Seni gerçekten affetmemi istiyor musun?" diye sordum yalan uydurarak. Aslında onu çoktan affetmiştim. "Bunu bulursan seni affedeceğim."
Büge kısa bir sessizliğin ardından, "Bir çaresine bakacağım," diye mırıldandı ve telefonu kapattı.
Telefon kulağımda takılıp kalırken altdudağımı dişledim ve uzaktan gelen taksiyi elimi kaldırarak durdurdum. Aceleyle taksiye bindikten sonra düz devam etmesini söyledim ve içimden Büge'nin hemen adresi bulması için dualar sıraladım. Tam beş dakika sonra Büge, Doğan Yankı'nın ev adresini telefonuma mesaj olarak ilettikten sonra adresi taksi şoförüne verdim ve elimi kalbime koydum; çok uzakta sayılmazdı.
Zihnim bir yangına gebe gibi çalkantıyla hareket ederken, aynı anda birçok şeyi düşünebildiğimi fark ettim. İzleri silmek istediğinden bahsetmişti fakat Korel arkasında iz bırakmayacak kadar zeki bir adamken nasıl olur da bunu dile getirirdi.
Belki de gittiği yer orası değildi?
Bir an korkunun boğazıma sert bir pençeyle sarıldığını ve kürekkemiğime kadar beni yaraladığını hissettim; ürpertinin koynunda sayıklıyormuş gibi, "Lütfen," diye fısıldadığımda neyin peşinden gittiğimi bilmiyordum. "Tanrım bana yardım et."
Korel'in bir şeylerin peşinde olduğunu biliyordum; belki de her şey yine bir oyundan ibaretti çünkü Korel o adamı darp etse bile bunu evinde yapması pek mümkün değildi. Onun zekâsı plansız hareket etmeye uygun değildi; bazen benimle gerçekten oynuyormuş gibi hissediyordum.
Belki de bahsettiği başka bir izdi? Bir şeyler vardı. O evde olmasını ya da bulmasını istediği bir şeyler vardı; oraya gittiğine o kadar emindim ki eğer onu orada bulamazsam bir daha asla kendime güvenemeyecektim.
Taksi beyaz villaların olduğu fazlasıyla lüks bir semtte durduğunda parayı şoföre uzattım ve taksiden hızlıca inerek Büge'nin attığı mesaja tekrar baktım. No: 29 yazılı beyaz villayı aramaya başladığımda kaşlarım çatıldı, her villanın etrafı demir parmaklıklarla çevriliydi; o kadar korumalı görünüyorlardı ki bir an nerede olduğumu sorgulamak zorunda kaldım.
Uzun bir yoldu ve sol tarafımda ağaçlar vardı; büyük ihtimalle ormanlıktı. Sağımda ise villalar vardı, boş yolda ise sorabileceğim tek bir kişi bile yoktu.
Ürkek bir nefes aldıktan sonra dudaklarımı büktüm ve villa ları geçtikten sonra en son No: 29 yazılı olanın önüne geldim. Başımı kaldırdığımda bütün evlerin birbirine benzediğini gördüm; pencerelerde tek bir ışık yoktu ve kapısına mühürlüydü.
"Lanet olsun," diye fısıldadım ve kısık gözlerle etrafıma baktım; değil Korel, ondan bir parça iz bile yoktu. Motosikletini gözlerim aradı fakat o da ortalıklarda yoktu. "Neredesin Korel?" diye mırıldanarak villanın arka tarafına ilerlerken kendi adım seslerim beni korkuttu. Villanın arkası çimenlik bir alana uzanıyordu, dudaklarımı ısırarak sırtımdaki çantayı elime aldım ve herhangi bir durumda birine çarpmak için beklettim; o kadar ürkütücü bir yerdi ki çığlık atmamak için kendimi zor tutuyordum.
Duraksadım ve demir parmaklıklara bakarken nasıl tırmanacağımı düşündüm, boyuma göre o kadar yüksekti ki bir ayağımı aşağıdaki taşa koysam diğer bacağım yukarıdaki taşa yetişemezdi. Yine de kendime büyük bir güvenle derin nefes aldım ve bir ayağımı aşağıdaki taşa koyduktan sonra diğer elimle üstteki taştan destek aldım. Bir kat tırmandıktan sonra sırtıma geri attığım çantamın ağırlığı omuzlarımı zorladı ve yukarıya doğru baktığımda tırmanamayacağımı hissettim.
"Turuncu," diye fısıldayan bir ses duyduğumda yüksek sesle çığlık attım ve ellerim serbest kaldığında yere çakıldım. Çimenlik alan bile sırtımı ağrıtırken, bana seslenen kişiye bakınca Korel olduğunu gördüm. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu ve elleri ceplerindeydi.
"Beni korkuttun!" dedim sert bir sesle ve düştüğüm yerden sırtımı sıvazladım. "Canım çok yanıyor."
Korel düz bir ifadeyle yüzüme baktıktan sonra üstdudağı gergin bir şekilde yukarıya tırmandı. "Senin burada ne işin var?"
"Benim mi?" dedikten sonra gözlerimi ondan kaçırarak ayağa kalkmaya çalıştım; Korel'se bana yardım etmedi. "Asıl senin burada ne işin var?"
"Turuncu!" dediğinde sesi o kadar ürkütücü çıktı ki içimin titrediğini hissettim. "Senin burada ne işin var?"
Zorlukla ayağa kalktım ve acı içinde dizlerime baktım; villanın dışındaki loş turuncu ışık bize çarptığı için bacaklarımda yeni oluşan yaraları görebiliyordum.
"Buraya geleceğini biliyordum," dedim başımı kaldırarak ve ona doğru zorlukla yürüdüm. "Neyin peşinde olduğunu öğrenmeye çalışıyorum çünkü ben senin için bir yalan söyledim ve bunun sebebini bana açıklamak zorundasın."
"Sana hiçbir şey açıklamak zorunda değilim," dedi ve çenesini havaya kaldırdı. "Benim işimi zorlaştırmaya devam edersen daha yüksekten seni aşağı atarım."
"Atmadın mı zaten?" dediğimde Gürkan'ın sahte evinde pencereden aşağıya atlayışımız aklıma geldi. "Bana açıklama yapmak zorundasın Korel, burada ne işin var?" Sinirle nefes aldım. "Ayrıca buraya tırmanamam, bana yardım edecek misin?"
"Aptal kız," dedi Korel ve kafasını iki yana salladı. "Demir kapı açık."
"Ha," diye şaşkınlıkla mırıldandığımda yine çok film izlediğimi hissettim; işleri zorlaştırmayı seviyordum. "Tamam o halde, oradan girerim."
Bozuntuya vermeden diğer tarafa yürümek için yöneldiğimde Korel'in yanından geçerken kolumu sertçe tuttu ve beni kendine çevirdi. "Evine dön Turuncu, canımı sıkıyorsun."
"Bırak kolumu," deyip geri çekilmeye çalıştım fakat izin vermedi; kolumu çok sıkı tutmuyordu fakat bu davranışı hoş değildi. "Umurumda bile değil, ne yapmaya çalıştığını çözeceğim, ne için yalan söylediğimi öğreneceğim."
Korel tek kaşını havaya kaldırdı ve kolumdan tutup beni kendine o kadar sert bir şekilde çekti ki çenem göğüs kafesine çarptı. "Benim canım neyse ama kendi canını şu an tehlikeye atıyorsun."
"Bu umurumda değil," dedim dişlerimin arasından. "Eğer umurumda olsaydı ilk fırsatta senden kaçardım, değil mi?" Çırpınmadan ben de onun kolunu sıkı sıkı tuttum. "Bana korkutucu davranmaya çalışmaktan vazgeç çünkü ben vazgeçmeyeceğim ve şu an eğer beni zorlarsan gidip herkese bana yalan söylettiğini, bu gece burada olduğunu söylerim."
Korel belli belirsiz gülümsedi ve yüzüme doğru eğildi; gözlerinin ışığı gözlerimin ışığını sömürdü. "İlk fırsatta benden kaçardın, öyle mi?" Derinden gelen bir sesle devam etti. "Sanki daha önce bunu yapmış gibi konuşuyorsun."
Konuyu tamamen değiştirerek, "Beni korkutmaya çalışmak tan vazgeç," dedim sert bir sesle. "Yoksa beni öldürecek misin? Belki de kalbimi çıkarıp odamdaki masaya bırakırsın."
Korel o kadar yüksek bir sesle kahkaha attı ki bir an karanlık cadde onun sesiyle yankılandı. "Hayır," dedi kahkahasının arasından. "Kalbini yemek daha uygun."
Yüzümü buruştururken midemin bulandığını hissettim. "Biliyor musun?" dedim kısık bir sesle. "İğrenç bir adamsın ve ben bu iğrenç adamın yalanlarını çözeceğim."
Korel kolumu bıraktı ve umursamaz bir tavırla başını çevirdikten sonra, "Ne öğrenmek istiyorsun?" diye sordu.
"Buraya neden geldiğini," dedim ve kollarımı önümde bağladım. "Ve benim neden yalan söylemek zorunda kaldığımı."
Korel başka bir tarafa bakarken kaşlarını çattı. "Bir yalanı bu kadar çok mu umursarsın?"
"Bir başkası için söylediğim yalanı umursarım," dedim ve gerçekten onunla savaşabileceğimi hissettim. "Neyin peşinde olduğunu bilmiyorum ama öğreneceğim. Şu an iki seçeneğin var." Elimi havaya kaldırıp işaretparmağımı gösterdim. "Birincisi, seninle bu eve girmeme izin vereceksin."
Korel gülümser gibi oldu ve başını bana çevirdi. "İkincisi, girmene izin vermeyeceğim ve seni buraya bağlayacağım."
Yutkunmakta zorlandım ve alayla ona baktım fakat Korel'in bakışları oldukça ciddi görünüyordu. "Bunu yapmazsın," dedim düz bir sesle. Fakat Korel, bir anda montunun cebinden halat gibi kısa bir ip çıkardığında dudaklarım aralandı ve geriye bir adım attım. "Lanet olsun."
Korel tekrar kısık bir sesle güldüğünde, "Aptal Turuncu," diye homurdandı. "İçeri girmek için yanımda taşıyordum."
Bir elimi kalbimin üzerine koyup derin derin nefes aldım ve ondan bakışlarımı ayırmadım. Korel ise halatı tekrar cebine yerleştirdi ve hiçbir şey söylemeden yürümeye başladı; bir an duraklasam da onu takip ettim.
"Burada ne işin olduğunu söylemeyeceksin, değil mi?" dedim ona ayak uydurmaya çalışırken. "Bilemiyorum, arkanda iz bıraktığına inanamıyorum."
Korel omzunun üzerinden bana baktı. "İzi bedende bırakmayı daha çok severim, Minik."
Ürperdiğimi hissetsem de ona belli etmemeye çalıştım. "Gerçekten," dedim ve açık olan kapıya doğru ilerlediğini düşündüm. "Bazen ne düşündüğünü anlamıyorum ve her şeyin bir oyun olduğuna inanıyorum. Sanki bir düzeneğin içindeyim ve sen beni hareket ettiriyorsun. Satranç olabilir. Önemsiz bir piyonum."
Korel açık kapıyı oldukça sessiz bir şekilde itekledi ve benim de geçmem için bekledi; onun arkasından ilerlerken yüzüne bakıyordum. "Önemsiz bir piyon," diyerek tekrar etti ve önüne dönüp yürüdü. "Satrancı ben oynuyorsam şah kim?"
"Sensin," dedim fakat bir an bu dediğimden şüphe duydum.
"Güzel benzetme," dedi, ardından gülümsediğini hissettim. "Sen devrilirsen oyun bitmez ama ben devrilirsem oyun sonsuza kadar biter."
"Öyle," diye mırıldandığımda, Korel mühürlü tahta kapının önüne gitmek yerine beyaz villanın çevresinde dolandı. "Nereye gidiyoruz?"
"Kapı mühürlü," diyerek aklımdan geçen düşünceyi dile getirdi. "Bahçe kapısını zorlayacağım, eğer açılmazsa pencereye tırmanacağız."
Bıkkın bir nefes aldım ve cevap vermeden onu takip ettim. Bir yerlere tırmanmak konusunda hiç iyi değildim ve defalarca rezil olacağımı az çok biliyordum. Arka taraftaki cam bahçe kapısının önüne geldiğimizde Korel cebinden bir bıçak çıkarıp kilidi açmak için kapının arasına yerleştirdi.
"Denedin mi?" dedim düz bir sesle. "Belki kapı açıktır."
Korel bir an duraksadı ve başını havaya kaldırarak kapının üstüne baktı; ardından kaşlarını çatarak beyaz kolu çevirdi. Kapı gayet rahat bir şekilde açılırken dudaklarımı birbirine bastırıp başımı çevirdim.
"Hadi ama," dedi Korel ve sinirlendiğini anladım. "Bu kadar da değil."
"Sonunda izlediğim bir şeyi yaşadım," dedim ve gülmemek için elimin tersiyle ağzımı kapattım. "Polisler geldiğinde bu kapıyı unutmuş olmalılar." Ona dalga geçiyormuş gibi baktım, yer değiştirmiştik. "Çalıştır saksıyı," diye mırıldandım. "Zor olmasa gerek böyle şeyleri düşünmek."
Korel de gülmemek için çenesini sıktı ve cevap vermek yerine kapıyı sonuna kadar açtı, içeriye girdiğinde benim geçmem için bekledi.
Evin içi zifiri karanlıktı ve camdan vuran ışığa bakılırsa burası mutfaktı, her yer dağılmış gibi görünüyordu; polisler bir iz bulabilmek için her yeri araştırmış olmalılardı. Korel cebinden küçük bir el feneri çıkardı ve ışığını kısarak etrafa tuttu. Mutfakla birleşik olan bir odaydı. Koltukların üzerinde gazeteler ve eşyalar gelişigüzel dağıtılmıştı. Korel duraksamadan ilerlemeye devam etti ve etrafına bile bakmadı.
"Hey," dedim arkasından seslenerek. "Araştırmayacak mısın?"
"Hayır," dedi Korel düz bir sesle. "Alacağım bir şey var."
Adımları kendinden emin bir şekilde evin merdivenlerine ilerledi ve istediğini almak için geldiğini fark ettim; amacı izler değildi, alması gereken bir şey vardı.
"Söylesene," dedim arkasında yürürken. "Neden onu darp ettin? Neden bu evin içinde bunu yaptın?"
Korel cevap vermek yerine merdivenlerden çıkmaya başladı. Üçer üçer çıktığı merdivenlerde ona yetişmem imkânsız gibi görünüyordu. Merdivenin son basamağına geldiğinde arkasında nefes nefese kalmıştım.
"Bir sebebi vardır elbet," dedi Korel ve daha derinlerde bir şeyler yattığını hissettim. "Her şey belki de bir oyun dahilindedir ve başka bir şahı alt etmeye çalışıyorumdur, Minik."
Onu anlayamıyordum, onu anlamak mümkün bile değildi. "O zaman geldiğinde neden alman gerekeni almadın?"
Korel bir odanın kapısının önünde durdu ve elini kapının koluna koymadan önce bana baktı. "Çünkü o zaman istediğim şey yoktu, şu an var."
Kapıyı açıp içeriye girdiğinde elindeki fenerin ışığını biraz daha yükseltti. Peşinden ilerlediğimde Doğan Yankı'nın kütüphanesine geldiğimizi fark ettim. Dört duvar da boydan boya kitaplıklar ve kitaplarla doluydu. Korel'in tuttuğu ışıkla kitaplara göz gezdirdiğimde her dilden kitap olduğunu fark ettim fakat geneli Rusça ya da İspanyolca gibi görünüyordu.
"Vay," dedim ve Korel'e sırtımı dönerek sol taraftaki kitaplığa doğru yürüdüm. "Burası çok güzelmiş."
Korel cevap vermedi ve elinde tuttuğu feneriyle bir şeyler aramaya başladı, bense onun ne yapmaya çalıştığını umursamadan odanın içine vuran loş ışıkla tek tek kitaplara dokunarak ilerlemeye başladım; o kadar çok kitap vardı ki bir an bu kadar kitap okuyan bir adamın nasıl iğrenç şeyler yapabildiğini hayal edemedim.
Başımı kaldırıp üst raftaki kitaplara bakmaya başladığım zaman Korel de tam o kısma ışık tuttu ve dudaklarımı aralayarak, "Pablo Neruda," diye fısıldadım. Bir an istemsiz olarak zıplayıp kitaba yetişmeye çalıştım fakat o kadar imkânsızdı ki... Kitaplık sekiz katlıydı ve benim boyum ancak beşinci kata kadar yetişebiliyordu.
"Tanıyor musun?" dedi Korel düz bir sesle ve ışığın gitgide yaklaştığını hissettim.
"Evet," dedim büyük bir hayranlıkla. "Nâzım Hikmet adına Barış Ödülü almış bir yazar. Hiçbir şiirini okumadım fakat oldukça merak ediyordum."
"Öyle," dedi Korel. "Ve onun için bir şiir* yazdı. Şiir, 'Neden öldün Nâzım?' diye başlıyor."
Korel'in adım sesleri arkama doğru yaklaştı ve elindeki feneri rafın boş kısmına ışık verecek şekilde koydu. Nefesi saçlarıma çarptı, karnını sırtımda hissettim ve bir anda belimi tuttu. Hiç beklemediğim anda beni havaya kaldırırken bedenim bedenine sürtündü.
Arkam ona dönük olduğu için yüzünü göremiyordum fakat şu an aynı boyda olduğumuzun farkındaydım; nefesi saçlarıma çarptı. "Al bakalım kitabı," dedi sessizce mırıldanarak. "Birkaç dakikalık minik bir kız değilsin."
Parmakları belimi o kadar sıkı tutuyordu ki havada duran ayaklarım titremeye başladı ve aynı şekilde titreyen parmaklarımla kitaba ulaştım. Elime aldığım kitap o kadar çok titremeye başladı ki bir an gözlerimi kapattım. "Korel," diyerek ona seslendim.
* "Nâzım'a Bir Güz Çelengi"
"Aldım."
"Görüyorum," dedi ve yüzünü omzumun oradan çıkardığında sadece kısa bir an yanağındaki sakallar yanağıma çarptı. Kokusu yine beni alt ettiğinde nefes almamaya çalışarak elimde kitabı çevirdim ve rasgele bir sayfasını açtım.
Yazılanlara dikkatlice baktıktan sonra, "Maalesef Türkçe değil," diyerek dudağımı büktüm. "Anlayamıyorum."
Korel yavaşça ve oldukça sakin bir şekilde beni kendine doğru çevirdiğinde ayaklarım hâlâ aşağıda sallanıyordu. Yüzüm yüzüne döndüğünde sırtımı kitaplığa yasladı ve bana bakmak yerine elimde tuttuğum kitaba baktı.
İlk başta ne yapacağımı bilemesem de Korel bir bacağını hafifçe havaya kaldırdı ve bacağımı kaldırıp beline dolamam gerektiğini belli etti. İtaatkâr bir şekilde ve hızlıca bacaklarımı beline doladığımda beni biraz daha kitaplığa yasladı ve ellerini belimden çekti.
Göğsüm göğsüne yapıştığında yüzü ile yüzüm arasında birkaç karışlık mesafe kaldı; ayaklarımı kalçasının olduğu yerde birbirine dolayıp daha sıkı tutundum. Arkamdaki kitaplık sırtımı zorluyordu fakat umurumda bile değildi.
Yüzüme baktı, gözleri karanlıkla dans ederken nefes alamadığımı hissettim. Aldığı derin nefesler yüzümde dalgalanırken nefesimi tutmuştum. Titreyen elimde tuttuğum kitabı aldı ve açtığım sayfaya baktıktan sonra, "İspanyolca bir şiir," diyerek gülümsedi. "Okumamı ister misin?"
Kafamı hızla aşağı yukarı salladım ve aşağıda duran ellerimden birini Korel'in omzuna yerleştirdim; Korel ise bu temasla irkilse de tepki vermeyerek şiire baktı ve sessizce mırıldanmaya başladı.
"PEQUEÑA
rosa, rosa pequeña, a veces, diminuta y desnuda, parece que en una mano mía cabes,
que así voy a cerrarte y a llevarte a mi boca, pero de pronto"
Fısıltı şeklinde kelimeleri telaffuz edişi ve gözleriyle cümleleri takip edişi omzunu sertçe sıkmama sebep oldu. Korel bir an tek kaşını kaldırarak bana baktı fakat ardından devam etti.
"mis pies tocan tus pies y mi boca tus labios, has crecido,
suben tus hombros como dos colinas, tus pechos se pasean por mi pecho, mi brazo alcanza apenas a rodear la delgada"
Korel gülümser gibi oldu ve beni biraz daha kitaplığa yasladı; bedenini bedenimin her zerresinde hissetmemi sağlayacak kadar yakın fakat bir o kadar da uzaktı. Bir an başımı omzuna yaslama isteğiyle dolup taşsam da bu isteğimi göz ardı ettim.
Derin bir nefes aldı, aksanlı tınısı kanımın alevlenmesine sebep oldu.
"línea de luna nueva que tiene tu cintura: en el amor como agua de mar te has desatado: mido apenas los ojos más extensos del cielo y me inclino a tu boca para besar la tierra."
Bana baktığında gözlerimiz kesişti; bakışlarından her duygunun rengi geçse de belirgin olan anlamsızlıktı; bir şeylere anlam veremiyormuş gibi iki kaşının ortasında çizgi oluşmuştu.
"Güzel demek isterdim," diye fısıldadım. "Fakat anlayamıyorum."
Korel oldukça sakin bir ifadeyle gülümsedi. "Belki bir gün öğrenirsin," diyerek bana karşı çıktı.
"Belki bir gün öğretirsin," dedim onun sözünü düzeltmek istiyormuş gibi. "Belki bir gün bu şiirde neler yazdığını söylersin."
Zihnimin içinde fısıltılar döndü, güzel kahkahalarla devam etti; en güzel melodilerin sesini duydum ve sanki biri çellonun notalarına tek tek vururken, ölümden dönen bir melek gülümsedi.
Gölgeleri hissettim, gölgeler çevremizi sardı fakat açık renktelerdi; sanki sevdiğim bir renge büründüler ve kül kokusunun yanında papatyaları hissettim.
Papatyaları severdim.
"Sev," derdi babam papatyalardan bahsederken. "Beyazı değil, papatyaları sev. Rengin beyaz değil, papatya olsun."
"Şiirin adı: 'Sendedir Toprak'." Korel'in gözleri, gözlerimden dudaklarıma, ardından boynuma kaydı. Bir elini kitaplığa koyarken, diğer elinde kitabı tutmaya devam etti ve yüzüme daha fazla yaklaştı. "Şu an," dedi oldukça kısık bir sesle. "Şiir şu anı yani bizi anlatıyor."
Babamın kokusunu papatyalara benzetirdim, babamın rengi papatyaydı; benim rengim onun renginden gelmişti.
"Öğreneceğim," dedim oldukça sakin bir sesle fakat kalbim duvarları aşındırıyordu ve ensemden aşağıya bir ter damlası yuvarlanarak iniyordu.
"Şiirleri seven biri değilim," dedi Korel kademsiz bir sesle. "Ama bu şiiri sevdim."
"Güzel olduğuna eminim," dediğimde gülümsemeye çalıştım. "Bana öğreteceğin şeyler gitgide çoğalıyor, Korel."
"Hım," dedi Korel ağzının içinde geveleyerek. "Bilyeleri mi kastediyorsun?" Kafamı aşağı yukarı salladığımda bir an gözlerinden yaralı bir adamın acısı geçer gibi oldu, yaralı olmak Korel'e yakışmayacağı için kendimi kandırdığımı düşündüm. "Öğreteceğim," dedi sanki inliyormuş gibi. "Öğretiyorum da..."
Bakışlarım çenesindeki yanık izine kaydı, o yanık izine dokunmak için can atıyordum. Omzunu daha fazla sıktığımda fenerin ışığı yanıp sönmeye başladı ve pilinin bittiğini haber verdi.
Korel göz ucuyla fenere baktıktan sonra elini kitaplıktan çekti ve beni yasladığı kitaplıktan ayırdı. Bunun ne demek olduğunu anladığımda bacaklarımı serbest bıraktım ve Korel ayaklarım yerle birleşene kadar bekledi.
Ayaklarım yere bastığında, Korel hızla bir adım gerileyip sağa döndü. "Ben," diye mırıldandım ve daha fazla aynı yerde durmamak için geri geri adımlar attım. "Ben aşağıda seni bekliyorum."
Korel sadece kafasını aşağı yukarı salladı ve umursamaz bir tavırla kitaplara tek tek ışık tutmaya devam etti; ona daha fazla bakmadan aceleyle odadan çıktım ve fevri bir şekilde merdivenlere ilerledim. Adımlarım birbirine karışırken, bulduğum ilk duvara yaslandım ve bir elimi kalbimin üzerine koyarak derin derin nefesler aldım.
Bunu neden yapıyordu, anlam veremiyordum fakat her şeyin bir rastlantıdan ibaret olduğuna inanmak istemiyordum. Kulaklarımda hâlâ o aksanlı, şiir okuyan sesi ve gözlerimde bakışları vardı; onun yaptıklarının beni bu derece etkilemesinin başka bir açıklaması olmalıydı.
O benimle temasa geçtiği zaman zihnimin içinde yükselen seslerin ve fısıltıların bir anlamı olmalıydı, o bana yaklaştığı zamanlar duyduğum yakarışların bir anlamı olmalıydı.
Korel güzel bir melodi, korkunç bir ninni gibiydi fakat bir şekilde etkileyiciydi.
Bakışlarımı yerden ayırıp karşıya baktığımda Doğan Yankı'nın yatak odasıyla karşı karşıya geldim; pencereden vuran loş ışık çok az da olsa odayı aydınlatıyordu. Bir an çıktığım odaya tekrar baktım, ardından yatak odasına hızlı adımlarla ilerledim ve içeriye girdiğimde şiddetli bir ürperti nefesimi kesti. Odaya bariz bir yanık ve is kokusu hâkimdi fakat yanan hiçbir şey göremiyordum. Zihnimin bir oyunu olduğunu düşünmek daha kolay geliyordu.
Oldukça sade ve şık bir odaydı. Giysi dolabı sonuna kadar açılmıştı ve içindeki her şey yerlere dökülmüştü; dağınık görüntü gözlerimi yorarken makyaj masasındaki aile fotoğrafına gözüm takıldı ve içimde bir yerlerin acıdığını hissettim. Kadının ve çocukların ağlayışı aklımdan silinmiyordu, silinmeyecekti.
Kötü bir babaya sahip olmak çocukların ellerinde değildi, iyi bir babaya sahip olmak ise bazı çocuklar için bir hayaldi.
Tam odadan çıkacağım sırada günler önce yaşadığım bir an kulaklarımda çınladı ve kaşlarım çatılırken tekrar odaya döndüm. Korel, Doğan Yankı ile tartışırken kasanın yerini benim yanımda söylemişti ve anahtar şu an bu odada sağdan ikinci prizdeydi. Bir an kendi kendime göz devirmek istedim,
Korel bunu zaten bilerek ve isteyerek bu eve girmişti; kasaya baktığını adım gibi biliyordum.
Yine de merakıma yenik düşerek odadaki prizleri tek tek kontrol ettim ve bir tanesinin daha gevşek durduğunu gördüm. Oldukça sakin bir şekilde prizi yerinden çıkarmaya çalıştım fakat zorlamama bile gerek kalmadan priz yere düştü. Kısık ışıkla prizin olduğu yere baktığımda elektrik kablolarının olmadığını ve bir anahtarın yerinde durduğunu gördüm.
Büyük bir şaşkınlıkla anahtarı elime aldım. İçim kavlayan bir duvar gibi meraka yenik düşerken, içimden bir ses Korel'in bilerek böyle bir oyun oynadığını düşündürdü. Polislerin ulaşmasını istediği bir şeyler vardı ve o şeylerin ne olduğunu fazlasıyla merak ediyordum.
Kendime düşünme fırsatı vermeden odadan hızlıca çıktım ve Korel'in o gün salon dediği yeri aramaya başladım. Üst kattaki hiçbir odada bulamayınca merdivenlerden hızlıca indim ve bütün odalara göz gezdirdikten sonra büyük salonu gördüm. Küçük adımlarla yemek masasının yan tarafında duran çalışma masasının üstündeki lambanın düğmesine bastım ve mavi ışık, cızırtı sesleri çıkararak açıldı; pili bitmek üzere olan ışık her an sönmek üzereydi.
"Soldan üçüncü dolap, soldan üçüncü dolap," diye tekrar etmeye başladım ve salondaki bütün dolaplara tek tek baktım. Bir dolap hafif öne doğru dönük duruyordu; nefesimi tutarak dolaba ilerledim ve geriye nasıl çekeceğimi düşünürken siyah dolabın ayaklarının tekerlekli olduğunu gördüm.
Doğan Yankı her detayı düşünmüştü, bir şekilde kendine kolaylık sağlayabileceği her şeyi yapmıştı.
Dolabı itmek için ekstra çaba sarf etmeme gerek kalmamıştı, dolabın içi sanırım boş denecek kadar az malzemeyle doluydu.
Mavi ışık söner gibi oldu ve tekrar yandığında dolabın arkasındaki gri kasayı gördüm. "İşte burada," diye fısıldadım ve olduğum yerde dizlerimin üzerine çöktüm. Aşağıda kalan kasanın kilidine anahtarı yerleştirirken mavi ışık söndü ve kaskatı kesildim. Yaklaşık bir dakika sonra ışık tekrar canlandığında nefesimi tutup oldukça yavaş hareketlerle anahtarı sağa çevirdim.
Üç kere kilitlenen kasanın üçüncü kilidinin ardından kısa bir klik sesi duyuldu ve kapı otomatik olarak açıldı.
Yutkundum, elim kasanın koluna uzandığında avuç içlerimin terlediğini hissettim. Oldukça sakin bir şekilde kasanın kapağını açtım ve ardından yerlere bir şeyler dökülmeye başladı; bir anda mavi ışık sanki daha fazla canlanıp yaklaştı.
"Papatyaları koru," derdi babam güvenle. "Kendi rengini koruyormuş gibi koru ve onlar hiçbir zaman saflığını kaybetmesin."
Bembeyaz papatyalar yerlere dökülürken aralarında kaynayan bilyeler yüksek bir ses çıkararak ayaklarımın dibine düştü. Ağzına kadar dolu olan papatyaların beyazı gitgide kan rengini aldığında, mavi ışığı tam tepemde hissettim ve gözlerim irileşti.
Papatyaların beyazlarında kan lekeleri vardı.
"Papatyalardan kork," derdi babam büyük bir ciddiyetle. "Papatyalar renklerini kaybederlerse ölürler."
Bilyeler dökülmeye devam ederken kasada ortaya çıkan görüntüye baktım ve kalbimin sıkıştığını hissettim.
Ortasından kırık bir ayna tam karşımdaydı ve gördüğüm, kendi yüzümden başka hiçbir şey değildi; aynanın üstüne annemin, benim ve babamın olduğu bir aile fotoğrafı yerleştirilmişti. Annemin yüzüne kanla çarpı atılmıştı fakat benim ve babamın yüzünde aynı şey yoktu.
Çığlık atmak için ağzımı açtığımda aynadaki yansımada tam arkamda iki tane bacak gördüm ve mavi ışığın tam tepemden vurduğunu o an hissettim.
"Papatyalar ölürlerse kanamazlar," derdi babam büyük bir üzüntüyle. "Papatyaları sadece senin ellerin kanatabilir."
Papatyalar kanıyordu, papatyalar kan kokuyordu ve papatyaları kanatan ben değildim.
"Merhaba küçük kız," dedi bir adam ve mavi ışık söndü, karanlık tamamen içine hapsetti. Tekrar dudaklarımı çığlık atmak için araladığımda bir eli ağzımı, diğer eli gözlerimi kapattı.
"Kaçışların sonuna hoş geldin."
...
Korel erezli'nin okuduğu şiir:
Sendedir Toprak
Küçük
gül,
gülcük,
bazen
çok küçük ve çıplak
görünürsün,
sanki barındırabilirim
tek bir elimde seni,
böylece tutarım
ve götürürüm seni ağzıma,
fakat
birden
dokunur ayaklarım ayaklarına ve ağzım dudaklarına:
büyürsün birden,
kabarır omuzların ikiz doruklar gibi,
dolanır bağrımda memelerin,
yetişmez kollarım sarmaya
yeni ayın orağı gibi incecik belini:
sevişmede çözdün kendini denizin suları gibi:
neredeyse anlamıyorum gökyüzünün en büyük gözlerini,
ve eğiliyorum ağzına öpmek için toprağı.
Pablo Neruda
Paragraf Yorumları