logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

13. BUZ

Views 636 Comments 0

Somut bir ölüm, kalbin duran ninnilerine gebe iken soyut bir ölüm, atan kalbin her seferinde acı içinde inlemesiydi. Her atışta başka bir can yok oluyor, her ninnide ölüm avuçların içine kazınıyordu.

Hangisi daha kötüydü?

Gerçek bir ölüm mü, öldürmek zorunda bırakan bir yaşam mı?

Adam derin bir nefes aldığında bakışlarını yavaşça ve oldukça sakin bir şekilde gökyüzüne çevirdi. Hava otuz beş-kırk derecenin üstündeydi ve İspanya'nın Granada şehrine göre oldukça normal bir havaydı. Hatta hava öğleden sonra sıcağına göre daha ılıktı fakat akşam yaklaştığında derecenin gitgide yükseleceği kızaran bulutlardan da belliydi.

Arkasından onu takip eden üç kişiye dönüp bile bakmadan sık adımlarla ilerlemeye başladı ve nereye gelmiş olabileceklerini sezmeye çalıştı; arkasında onu takip eden kişiler İspanyolca bir şeyler konuşuyorlar, adamla geçirdikleri aylardan sonra neredeyse onu hiç umursamıyorlardı. Adam ise az çok anlamaya başladığı İspanyolcadan çıkardığı sonuca göre arkasındaki kişiler bir boğa güreşi hakkında yorum yapıyorlardı.

İşaretparmağı ile başparmağını birbirine sürttü; toprak zeminde, ayaklarında deri sandaletlerinin içine giren taşların verdiği acıyı umursamadan büyük bir kalabalığın gittiği yeri takip etmeye başladı. Altındaki sarı kumaş pantolonun rengi atmıştı ve neredeyse belinden düşecekti. Üzerindeki yarım kollu, bol lacivert gömleği ise günlerin terinden dolayı hem kötü kokuyordu hem de ıslaktı.

Kafasına gelişigüzel takılmış olan hasır şapkasını yavaşça düzeltti ve kalabalığın hızlıca girdiği büyük alana baktığında gözleri irileşti.

Plaza de Toros'un önünde durduğunu fark ettiğinde İspanyolların milli sporu olan boğa güreşini izlemeye geldiklerini fark etti; arkasına şaşkın bir ifadeyle bakarken üç adamdan bir tanesiyle göz göze geldi.

Kısa bir bakışmanın ardından düşüncesinde yanılmadığını gösteren o el hareketiyle akın akın içeriye doluşmaya çalışan kalabalığın arasına karıştı. Çevredeki insanları dinlediğinde yasal olmayan bir gösterinin yapılacağını az çok anlıyordu.

Arkasındaki adamlardan bir tanesi adamı kolundan sertçe tuttu ve itekleyerek, önünde ilerleyenleri de görmezden gelerek kalabalığı yarmaya başladı. Hızlıca ona bir şeyler söylüyordu fakat adam onu dinlemek yerine etrafına bakmayı tercih ediyordu.

Gözlerinde puslu bir çizgiyle merdivenlere yöneldiklerinde insanların heyecan içerisinde oturmuş, henüz boğanın ve matadorun ortaya çıkmadığı boş alana bakarak bir şeyler tartıştıklarını gördü. Boğazı susuzluktan dolayı kuruğundan hafifçe öksürdü; oturan birkaç kişi onunla göz teması kurdu fakat bulunduğu bu şehirde bir kesim Çingeydi ve üstü başı onların arasında sırıtıyormuş gibi durmuyordu.

Belki de Madrid'de olsaydı ona yardım edebilecek birileri çıkardı.
En büyük ve en yüce soru ise şuydu: Yardım istiyor muydu?

Arkasındaki kişi bir daha itekledi ve önündeki boşluğu işaret ederek oturmasını emretti. Adam tekrar o kişinin yüzüne baktığında, bedeninin verdiği güç ve yüzündeki o ifadesiz maskesiyle aslında Madrid'de bile olsa kaçabileceği hiçbir yeri olmadığını görmüştü.

Oturduğu yerde rahatsız bir şekilde hareket etti ve yanındaki yerin de boş olduğunu gördü; başkaları oturmaya yeltendiğinde ise o adamlar tarafından engelleniyorlardı. İnsanlar ise karşı atağa geçmemeleri gerektiğinin farkındalardı çünkü bunların iyi adamlar olmadığı açık ve net ortadaydı.

Günlerdir, belki de aylardır beklediği misafirlerin geleceğini fark eden adamın içini korku kaplaması gerekirken tam tersine derin bir nefes aldı ve avuç içlerini dizlerine sürttü; yara kaplayan bedeninde yer yer yanıklar oluşmuştu ve artık kemiklerinin içinin bile irinle dolduğunu hissediyordu. Uzun boylu olmasına rağmen kaybettiği kilolar onun direncini tamamen düşürmüştü ve bir boğa şu an ona doğru koşsa dahi gözlerini kapatarak çarpmasını beklerdi.

Kalbinin derinlerinde hissettiği o karanlık ve geceyi anımsatan acının gündüz ışığını görebileceği günün geldiğini hisseder gibi olduğunda, bir miktar yüzüne çarpan güneş ışığını kucaklamak istemişti.

Bir gün, diyordu sanki içindeki o kekremsi ses, bir gün gerçek ölümün alın yazısı ecelinde nokta bulduğunda, huzur gündüzünün omuzlarında nefes alacak.

Ortadaki geniş, toprak alana bakan meydanın tahta kapıları açıldığında insanlar büyük bir heyecanla bağırmaya başladı ve önünde oturan iki genç kadın da ayaklanarak büyük bir heyecanla ellerini çırptılar. Göz ucuyla başında dikilen adamlara baktığında onların da heyecanla meydana baktıklarını ve hayranlıkla gelecek olan boğayı beklediklerini gördü.

Kızgın bir boğa kapıdan göründüğünde ve yavaş yavaş meydanın içine girmeye başladığında gövdesine saplanan kılıçlardan dolayı derisi kanın rengine bürünmüştü ve aldığı nefeslerin acısı bile hissedilecek düzeydeydi; boğanın girdiği tahta kapı kapatıldı. Kızgın boğa meydanın ortasına ilerlemeye devam ederken insanlar coşkuyla bağırmaya devam ettiler, önünde duran genç kadınlar oldukları yerlerde zıpladılar ve arkasındaki kişiler sessizce boğa hakkında bir şeyler mırıldanmaya başladılar.

Oradaki tek ilgisiz olan kişi, soyut ölümün soğuk içkilerini yudumlayan adamdı.

Birkaç dakika sonra diğer kapıda matador kostümüyle biri belirdiğinde elinde tuttuğu kırmızı pelerini salladı ve herkes alkışlamaya, belki de meşhur olan bu matadorun adını bağırmaya başladı; birkaç adım attıktan sonra matadorun meydana girdiği tahta kapı da kapatıldı.

Hem boğa hem matador ortaya ilerlediklerinde hep bir ağızdan edilen tezahüratların ardı arkası kesilmedi ve ortak bir seslenişle hep bir ağızdan boğayı sanki daha fazla kızdırmaya çalıştılar.

Kum zeminin tozu gökyüzüne yükselirken, sakin bir şekilde oturan adam başını çevirdi ve uzun uzun yan tarafına baktı; sanki gizlenmiş bazı geçmişler, geleceklerin önünde siper olmuş onu izliyorlardı.

Islıklar yükseldi, matador elindeki kırmızı pelerini salladı ve yere çarparak boğanın üzerine gitti; o an boğaya baktığı saniye kendi benliğini boğada bulur gibi oldu.

Boğanın sırtındaki izlerin, bedenindeki yaraların ve sessiz bir çığlığın armağanı olan kızgın yüzünden eser kalmamıştı fakat ne zaman o pelerine doğru koşacağı ve tam isabet vuracağı hiç belli olmayacaktı.

Kızgın boğa ileriye atıldı fakat profesyonelce hareket eden matador zarif bir hareketle sağa döndüğünde kırmızı pelerini de elinde salladı; boğanın canının acısı aldığı nefeslerden belliydi.

Her pelerinin sallanışında ve boğanın koşmasında etraftaki sesler daha da yükseliyor, insanlar şaha kalkıyorlardı. Zevk aldıkları şey boğanın kızgınlığı değil, insanın her seferinde kurtuluşuydu fakat içten içe de o matadorun ölümünü izlemenin hazzını duymak istiyorlardı; insanların gözlerinde bu vardı.

Hemen yanında bir hareketlenme olduğunu hissetti ve arkasında duran kişiler köşeye çekildiklerinde yanındaki boş koltuğa biri oturdu.

Yanındaki adamın varlığının farkındaydı fakat başını çevirmek yerine tam karşısına bakmaya devam etti, dudakları belli belirsiz bir tebessümle yukarıya kıvrıldı; bu kıvrılış zaferin en derin çizgilerini barındırıyordu veyahut ayak izlerinin tek tek silindiğini.

Birkaç dakikanın ardından matador kıl payı boğa tarafından boynuzlanmaktan kurtulduğunda birçok kişi ayaklandı ve alkışlar yükseldi. Aynı anda yanındaki adamın elini kendi omzunda hissetti; parmakları sıkılaştı, güçsüzleşen bedenindeki hasarları sızlar gibi oldu.

"Doğuş," dedi yanına oturan adam aksanlı bir sesle ve o aksanlı sesi duyan adam, aylardır telefonda konuşturulduğu o kişinin yanında oturduğunu anladı. "Doğuş Karaer. Sonunda karşılaştık."

Doğuş Karaer elini beyazlamaya başlayan saçlarına götürdü ve yavaşça karıştırarak gözlerini kapattı. "Sonunda," dedi tiz bir sesle ve tekrar hafifçe öksürdü. "Aylardan sonra yanımda oturuyorsun ve oldukça kinayeli bir yer."

Yanına oturan adamın yavaşça güldüğünü hisseder gibi oldu ve omzuna konan o el aşağıya inmeden daha fazla sıktı. "Anlamlı, değil mi?" diye sordu. "Aylardır sen ve ailen İspanya'da yaşıyordun ve böyle bir gösteriyi kaçırmanı istemedik. Ne o? Hoşlanmadın mı?" Sakinlik, aralarına çizdikleri o keskin kara çizgiden dışarı çıkmayacakmış gibi görünüyordu. İkisinin de sesinin tınısı sakinliğin habercisiydi, bulundukları yer ise ruhlarının heyecanı ve şehvetiydi. Doğuş Karaer kapalı tuttuğu gözlerini yavaşça araladı ve başını ağır ağır çevirerek yanında oturan adama baktı; o an zihninde oluşturduğu o kişiyle hiçbir ilgisi olmayan adamın gözleriyle karşılaştı.

Siyah gür ve dalgalı saçları omuzlarına kadar geliyordu; gözleri yeşil tonlarındaydı. Kirli sakallı adamın yüzünde tek bir pürüz bile yoktu, oldukça iri yapılı olmasının yanında uzun boyu oturduğu koltuğa sığmamasına ve bacaklarını kendine çekmesine sebep olmuştu. Diğer eliyle dizinde tuttuğu parmaklarının ritmi, sanki Doğuş Karaer'in omzuna doğru da hareket ediyordu.

"Hoşlandım, hoşlandım," dedi Doğuş Karaer samimi olabilecek bir tınıyla. "Gelgelelim tek gösteri bu değil, bunu da anladım."

"Bunu anlaman iyi oldu," dedi ve omzunu daha fazla sıktı. "Adımı biliyor musun?"

İçini ürperten bir sızı göğüs kafesinden sırtına doğru saplanan bir ok misali derin bir yara bırakarak geçtiğinde gözlerini kıstı. "Bilmiyorum." Net cevabı sanki kalbinin daha fazla sıkışmasına sebep oldu. "Beni ilgilendiren senin ismin değil."

"Öyle deme," dedi düz bir sesle ve İspanyolca birkaç cümle sıraladıktan sonra Doğuş Karaer'in yüzüne doğru eğildi. "Adım, Neron. Senin geleceğini öldürsem mi, yaşatsam mı karar verecek o kişilerden biriyim."

Doğuş Karaer duraksamadan, "O kişilerden biri," diyerek alayla soludu ve başını çevirdi. "Tek kişi olamadığın sürece, hiçbir şey olmaya devam edeceksin, Neron."

Neron'u kızdıran bu cevap, Doğuş Karaer'in omzunu daha fazla sıkmasına sebep oldu fakat canı ne kadar yanarsa yansın belli etmeyen Doğuş Karaer derin nefesini içinde tutarak gözlerini kırpmadan boğaya başkaldıran matadoru izlemeye devam etti. "Bulunduğun konuma göre fazla cesurca," dedi Neron ve elini omzundan çekerek çenesini kavradı, ardından Karaer'in yüzünü kendine çevirdi. "Senin canının mühim olmadığının farkındayım fakat başka bir can için susman gerektiğini de biliyorsun."

Doğuş Karaer'in o an sırtından kalbine doğru saplanan okun bir ismi, bir acısı vardı; öyle bir acıydı ki kalbi duran bir evladın sessiz çığlığında gizli gibiydi.

Dişlerini birbirine bastırdı fakat güçsüzleşen dişleri bile sanki dökülecekmiş gibiydi. Boğa matadora her karşı koymaya çalıştığında matador daha fazla kızdırıyordu ve etraftaki yüksek sesler onların fısıldayışlarını öyle bir bastırıyordu ki Doğuş Karaer ölüm çığlığı atsa bile kimsenin umurunda olmayacaktı. Asıl sorun da buydu; onun çığlıkları, en yüksek çığlıkların arasında hep tizleşiyordu.

"Anlamıyorsun," dediğinde ellerine baktı ve derisinin üzerindeki o yara izini tırnağıyla kaşıdı. "Elimi tam şu an göğüs kafesime sokup kalbimi sana verecek kadar kendimden nefret ediyorum fakat bu kalp sadece benim için atmıyor, Neron." Başını kaldırıp ona baktı. "Anlıyor musun? Bana onu göster, bana ondan bir parça göster, bana onun sesini duyur."

Neron alaylı bir şekilde güldü ve matadoru işaret ettiğinde sırıtışı genişledi. O an, şarap kadehlerinde içilen kahkahaların zehrini Neron'un dudaklarında gördü.

"Bak," dediğinde matador pelerini kaldırmış, boğaya başkaldırıyordu. "Buraya baktığında kendini nerede görüyorsun?"

Doğuş Karaer soluk bir tınıyla, "Ben bir dövüşün içinde değilim," dedi. "Ben sadece izleyiciyim."

Neron kafasını aşağı yukarı salladı. "Bir zamanlar kendini matador sanıyordun ve etrafını saran onlarca boğayı görmemiştin." Elini Doğuş Karaer'in ensesine götürüp damarını sıktı. "O boğalardan kaçarken bir yandan onlara pelerin sallıyor, kışkırtıyordun. Sonra ne oldu?"

"Boğalar beni kafese soktu," dedi düz bir sesle Doğuş Karaer.

Derin bir konuşmaydı. "Boğalar beni yem olarak kullanacak."

Neron dilini üç kere damağına vurdu. "Yanılıyorsun, eski matador," dedi derin bir anlamla. "Sen izleyicisin ve ellerin kolların bağlı. Bak," dedi koca alanı göstererek, "boğalar ise hâlâ orada fakat yeni matador kim?"

Doğuş Karaer dişlerini daha fazla sıktığında, Neron kavradığı enseyi yavaşça sola döndürdü ve eliyle otuz adım ilerideki yeri gösterdi. Neron, "Dikkatli bak," dediğinde Doğuş Karaer gözlerini ovuşturmak istiyordu. "Yeni matador orada oturuyor."

Doğuş Karer'in gözleri kısıldı ve dikkatlice baktığında heyecanla dövüşü izleyen insanları gördü; fakat tam o sırada, gözüne net bir şekilde çarpan o küçük, o ince sızı ensesindeki damardan tutarak yerlerde sürükleyecek kadar acı verdiğinde, "Kızım," diye fısıldadı. Yutkundu, alev topları boğazından aşağıya, midesine doğru hareket ettiğinde bedeni sanki dikenlerin arasında kalmıştı. "Minel."

Doğuş Karaer'in kızı Minel Karaer, tam ileride bir sandalyede oturmuş, diğer insanlara nazaran biraz daha ilgisizce boğa güreşini izliyordu. Kızının hemen yanında bir adam, belki de Doğuş Karaer'in çocuk diye hitap edeceği biri vardı. O erkek çocuğunun elinde de gri bir kesekâğıdı duruyordu. Minel Karaer dövüşü izlerken erkek çocuğunun elinde tuttuğu kesekâğıdına elini geçiriyor, ardından oradan aldığı leblebileri ağzına atıyordu.

Uzun turuncu saçları açıktı, belinden aşağıya dalga dalga dökülüyordu, çilli yüzü güneşten kızarmıştı. Üzerinde mavi bir elbise vardı, ayaklarına Granada şehrinin insanlarına uymayacak bir ayakkabı giymişti.

O an, kızı Minel'in yanında duran o erkek çocuğu ilk başta Minel'e başını çevirip baktı, ardından yavaşça ve oldukça sakin bir şekilde Doğuş Karaer ile Neron'un oturduğu yere döndü.

Gözleri saniyenin onda biri kadar sürede kesiştiğinde bir erkek çocuğunun değil, bir adamın kızının yanında oturduğunu gördü. Oldukça uzun boylu olan çocuğun koyu kumral saçları ıslaktı ve gözleri, gökyüzünü bile delebilecek kadar keskin bakışlara sahipti; bu artık bir erkek çocuğu olmadığını gösteriyordu. Islak ve dağınık saçları omuzlarının biraz yukarısındaydı.

Bakışları gizli olan mabedin kanlı duvarlarında yazılı tek bir kelime vardı ve o kelimeyi açık bir kitap gibi okuyan Doğuş Karaer, aniden ayağa kalkmak için hamle yaptı fakat Neron ensesini öyle bir tutup geri oturttu ki Doğuş Karaer şiddetli bir acıyla inledi.

Minel Karaer'in yanında oturan o adam ise çoktan başını çevirmişti.

"O kim?" dedi Doğuş Karaer nefes nefese. "O öylesine biri değil."

Neron duymazdan geldi fakat Doğuş Karaer kızını izlemeden duramıyordu.

Minel Karaer elini kaldırdı ve yanındaki adama bakarak dövüş hakkında ona bir şeyler sordu ya da söyledi; yanındaki adam ona net bir cevap verdiğinde ise Minel Karaer sıcak bir şekilde güldü, ardından kesekâğıdından birkaç tane daha leblebi çıkarıp ağzına attı.

"Söyle bana," dedi Doğuş Karaer ve Neron'un yüzüne baktı. "O kim?"

"Kızının koruyucusu," dedi hızlıca fakat gözlerindeki anlam tam tersini söylüyordu. "Kızının gölgesi."

Doğuş Karaer, "Yalan söylüyorsun," dediğinde Neron başını o geniş alana çevirdi ve keskin bir nefesin ardından gözlerini yavaşça kapatarak devam etti.

"O kim, sana anlatayım mı?" dedi, sanki derin bir hayranlıkla. "Minel'in gözleri, Minel'in elleri, Minel'in adımı, Minel'in geçmişinin parçası, şimdisinin lekesi, geleceğinin yıkılışı. En önemlisi ne, biliyor musun?" Gözlerini açtı, bir babanın gözbebeklerinin içine çizilen acıyı tırnaklarıyla kazıdı. "Minel'in nefesi ve belki de Minel'in ölüm dansı."

Doğuş Karaer'in yüzü acı çekiyormuş gibi bir hal aldığında dolan gözlerinden bir damla yaş süzülerek aşağıya indi ve belki de aylardır ağlayamadığı o hissizlik duvarı, haykıra haykıra ağlamasına sebep olacaktı.

"Hayır," diyebildi sadece. "Böyle olmayacaktı, istediğiniz o değildi, bendim."

Neron omzunu kaldırıp indirdi. "Hayır, ihtiyar herif, tam olarak istediğimiz o küçük, çilli kızınmış." Tek kaşını havaya kaldırdığında Doğuş Karaer'in yanağından süzülen o bir damla yaşı gördü. "Ağlıyorsun fakat ağlaman bile kendin için. Kabul et, sen bir ailenin çöküşü, sen bir ailenin son ölüm imzasısın. Sen kızlarının boynuna asılan o ipin asıl sahibisin."

Doğuş Karaer hırladığında yumrukları sımsıkıydı; içini yakan cümleler değil, cümlelerin haklılık payıydı. "Benim cesedim bile beş para etmez, değil mi?"

Neron bir an düşünüyormuş gibi davrandı ve kaşlarını kaldırarak, "Öyle deme," diye mırıldandı. "Yırtıcı hayvanlar için güzel bir yem olabilirsin ama insanlık için, haklısın. Hiçbir şeysin."

Doğuş Karaer başını tekrar çevirip kızına baktığında önü kalabalıkla dolmuştu ve artık kızını göremiyordu. "Beni biliyor mu?" diye sordu sadece.

"Bilmesi gerektiği kadar," dedi Neron ve gözleri kısıldı. "Merak etme, o küçük kız babasına hâlâ şiirler yazıyor."

"Güzel kızım," diye fısıldadı Doğuş Karaer fakat acının soluk borusunu tıkayıp kalbindeki damarlarını kanattığını çok sonra fark etti. "O bir matador değil, siz onu boğaların arasına atıyorsunuz."

"Hım," dedi Neron ve burnunu sertçe çekti. "Katil olamayacak kadar da küçük, değil mi?" Kinayeli cümlesi, karlı bir şafak vaktini ve kanla kaplanmış buzları anımsattı. "Onun eline pelerini henüz vermedik, verdiğimizde her şey daha da güzel olacak ve belki de boğalar bile saldırmak yerine ona itaat edecek."

Önündeki kalabalık bir an yok olduğunda yanındaki adamın Minel'e pet şişe içerisinde su uzattığını gördü; Minel ise büyük bir minnetle o adama bakarak şişeyi elinden aldı ve büyük yudumlarla suyu içti.

"Görmüyor musun?" dedi yumruklarını sıkarak. "Sadece mahvediyorum, beni neden öldürmüyorsunuz?"

Neron anlam ve imalarla dolu bir ifadeyle Doğuş Karaer'e baktıktan sonra hemen arkalarında duran adamlara bir kafa hareketi yaptı, bu kafa hareketinden sonra adamlar hemen tam arkalarına yanaştılar ve gelecek emri beklediler.

"Gelelim," dedi Doğuş Karaer''i taklit eden Neron. "Asıl gösteriye."

Ölümün adımları Neron'un gözlerinin içinde kan izleri bırakmaya başladığında, Doğuş Karaer yaşamına gerçek bir sonla imza atılacağını anladı.

Neron'un başka bir kafa hareketiyle adamlar hızlıca Doğuş Karaer'i kollarından tutup kaldırdılar ve neredeyse sürükleyerek çıktıkları yerden aşağıya doğru yürümeye başladılar.

Geldikleri yola değil, boğa ve matadorun olduğu o geniş meydana.

"Unutma," diye bağırdı arkasından Neron. "Bir matador her zaman boğa tarafından ölmeyi arzular ve bu yüzden o pelerini sallar."

"Benim ellerim boş!" diye bağıran Doğuş Karaer'in sesi sanki gökyüzünü bile tek seferde yırtıp geçtiğinde bazı insanlar onlara döndü. "Benim pelerinim yok!"

"O halde senin için güzel bir ölüm olacaktır! Bir cinayet hiç bu kadar zevkli ve muhtaç izleyicilerin gözleriyle parıldamamıştır!"

Neron'un bu cümlesinin ardından, ölüme doğru sürüklenen Doğuş Karaer aslında gerçekten arzularının gerçekleşeceğini görüyordu.

Gerçek bir ölüm, ruhsuz bir yaşamdan çok daha iyiydi.

Meydanın önüne gelip kapalı tahta kapının karşısında durduklarında çoğu kişi artık onlara bakıyordu; pistteki boğa ise gitgide kızışmıştı, matador bile artık neredeyse pes bayrağını kaldıracaktı.

Sesler yükselmeye başladı, insanlar gerçekten de bu duruma cinayet olarak değil de sanki bir eğlenceymiş gibi bakıyorlardı; adamlardan bir tanesi kapıyı sertçe iteklediğinde Doğuş Karaer başını öne eğip seslere kulaklarını tıkamak istedi.

Bu cinayet belki de zorunlu bir intihardı; yüzlerce, binlerce insanın önünde boğa tarafından parçalanacaktı. En tuhafı ise kimse karşı koymayacaktı.

Her şey bir oyun gibiydi, yıllanmış bir tiyatro sahnesi belki de kalemle yazılırken mürekkep değil de kan işlenmişti.

Doğuş Karaer bu ölümü hak etmişti.

Onu tutan adam İspanyolca bir küfür savurdu ve açtığı kapıdan Doğuş Karaer'i içeriye fırlattı. Ayakları birbirine dolanıp yüzüstü yere düştüğünde çığlıklar ile alkış sesleri birbiri ardına sıralandı.

Zihni çağlayan bir su gibi sanki ters yöne akarken yerinden kalkmak bile istemedi ve öylece uzanıp ecelini bekledi; kapalı gözkapakları yavaşça aralandığında ve başını kaldırıp tam karşısına baktığında matador hiç de şaşırmış görünmüyordu. Bakışları boğaya yöneldiğinde onu yeni fark edişinden kaynaklı kızgınlıkla karşı karşıya geldi, yavaş fakat öfkeli adımlarla ona doğru yürüyordu.

Her şey bir oyundu, izleyenleri ürperten bir tiyatro sahnesinin ecelle biten bir piyesiydi, bir babanın hayattan kopuşuydu, bir adamın canını cinayetten armağan olan intihara bırakışıydı.

Doğuş Karaer ona doğru yürüyen matador ile boğayı görmezden gelerek başını yavaşça çevirdi; o an gözleri ilk olarak küçük kızına çarptı, çok uzakta olmasına rağmen gözbebeklerine çizilen o dehşeti gördü.

Bir eliyle yanındaki adamın tişörtünü çekiştirirken heyecanla bir şeyler soruyordu; yüzü tanınmayacak halde olan Doğuş Karaer, kızının onu son kez böyle görmemesinden dolayı memnundu.

Her şey bir oyundu, izleyenleri dehşete düşüren bir tiyatro sahnesinin terk edişle biten bir piyesiydi, bir babanın kızının ellerini bırakışıydı, bir adamın canını vererek bile olsa kaçışıydı.

Boğanın nefes sesini duyar gibi oldu, matador tam önünde durduğunda pelerinin gölgesini üstünde hissetti.

O an Minel'in yanında duran adam yavaşça ve oldukça sakin bir şekilde kafasını bir kere iki yana salladı ve gözleri direkt Doğuş Karaer'le kesişti.

Bu hareket, canındaki damarların kopma sesini duymasına sebep oldu ve aslında ölümünün onun için bir kurtuluş olduğunu, yine kaçtığını ve kaçarken arkasında kızının canını bile zehirlerle dolu bir çukura bıraktığını fark etti.

Bu sefer değildi, bu sefer geriye kalan tek varlığını bırakmayacak, bu sefer kaçmayacak, bu sefer kaçsa bile kızının canına doğru kaçacaktı; kaçışı onu korumak için olacaktı.

Doğuş Karaer bir anda yana kaydı ve tam ona doğru atağa kalkan boğadan kıl payı kurtuldu.

Her şey bir oyundu, izleyenleri heyecanlandıran bir tiyatro sahnesinin ölüme meydan okumayla biten bir piyesiydi, bir babanın kızı için savaşmasıydı, bir adamın nefret ettiği canını geri isteyerek başka bir can için kaçışıydı.

"Hayır!" diye bağırdı Doğuş Karaer ve yattığı yerden zorlukla kalkarak hiç beklenmeyen bir anda boğanın sırtına saplı duran uzun kılıçlardan bir tanesini zorlukla çekip çıkardı ve boğanın ona doğru atılmasını umursamadan yakınındaki kapıdan dışarıya çıktı; tam o an boğa da onun arkasından çıktı ve insanlar bu sefer kendi canları tehlikede olduğu için acı dolu çığlıklarla kaçışmaya başladı.

Son bir kere Doğuş Karaer kızının oturduğu yere baktı ve o an yanındaki adamın küçük kızını koltuğunun altına alarak yüzünü sakladığını gördü; kafasını yavaşça aşağı yukarı sallayan adamın kollarında sanki ateşler içinde kaynayan kazanlar vardı, kızı ise o kazanın içinde kaynamak istiyormuş gibiydi.

Doğuş Karaer elinde sımsıkı tuttuğu kılıcı bırakmadan ve arkasına dönüp bakmadan koşmaya başladı; bu sefer kaçıyordu fakat bu sefer gerçek bir kaçıştı ve ayak tabanlarını parçalayan taşlar bile onu durdurmayacaktı.

"Matador!" diye arkasından bağıran Neron'un sesini duyduğunda daha hızlı koşmaya başladı ve arkasına bir an olsun bakmadı. "Kaçacak yerin yok!"

"Her zaman kaçacak bir yerim vardır!" diye karşılık verdi; korkudan ve dehşetten dolayı karışan ortalığa aldırmadan insanları itekleyerek alandan dışarıya çıktı; boğanın nerede olduğunu, hangi canlara kastedeceğini bilmiyordu ve umurunda bile değildi.

Taş zemine adım attığında akşamüzeri güneşi tam yüzüne çarpıyordu; güneşin kendi bedeni gibi öfkeli bir hali vardı.

Kılıcın kınını sımsıkı tutarken dişleri kenetliydi ve nereye olduğunu bilmeden sadece koşuyordu fakat o anda tam arkasında adım seslerini hissetti ve bir el onu sertçe omzundan tuttuğunda tökezledi, ayakları birbirine dolandığında geriye doğru düştü.

Bir bedenin üzerine düştüğünü, ensesinde can bulan nefes ve boynuna dolanan koldan dolayı hissetti. "Sana söylemiştim," dedi Neron. "Kaçacak yerin yok."

Neron'un kolu Doğuş Karaer'in boynuna öyle bir dolanmıştı ki nefes alabilmesi bile mümkün değildi. Olduğu yerde çırpınmaya başlamıştı fakat Neron ondan epeyce daha güçlüydü ve kaçmasına hiçbir şekilde izin vermeyecekti.

"Matador!" diye bağırdı Neron kulağına. "Şu halde, ölümden kaçacak kadar çok mu seviyorsun kendini?"

Doğuş Karaer dişlerini birbirine bastırdı ve kafasını geriye yatırarak kafa atmaya çalıştı; Neron ise oldukça kıvrak hareketlerle onun hamlelerinden kurtuluyordu. "Bırak," dedi zorlukla Doğuş Karaer. "Bu sefer kaçmak için değil, bu sefer kurtarmak için."

Elinde sımsıkı tuttuğu kılıcın kını avcunun içi terlediği için düşecek gibi oluyordu. Tam o anda, Neron'un boynuna dolanan kolunun dışında diğer elinin savunmasızca yerden destek alarak durduğunu gördü.

Güç bedeninden uzaklaşıyordu ve o son bir kırıntı gibi kalan gücüyle de kılıcın kınını sımsıkı kavradı; kafasını sertçe geriye attı. Neron'un görüş alanını kapatır kapatmaz zorlukla kılıcı havaya kaldırdı ve o kadar sert bir şekilde Neron'un eline indirdi ki yüksek çığlık sesi Doğuş Karaer'in neredeyse kulağının zarını patlatacaktı.

Boynuna dolanan kol hızlı bir şekilde çekilirken, Neron'un kopan üç parmağıyla kısa bir an bakıştı, hemen ardından öksürmeye başlayıp düştüğü yerden sürüklenerek kalktı; Neron çığlıklar içinde olduğu yerde çırpınırken, tam ileriden diğer adamlar yanlarına koşuyordu. "Benim canlı halime değil," dedi Doğuş Karaer nefes nefese.

"Ölen bedenime muhtaç olduğunuzu anlayacak kadar kafam çalışıyor."

"Sen," dedi Neron ve dişlerini birbirine geçirdi. İspanyolca küfürler ve yardım çığlıkları atarak bağırmaya başladı.

Her şey bir oyundu, izleyenleri gülümseten bir tiyatro sahnesinin kurtuluşla biten bir piyesiydi, bir babanın kızı için nefret ettiği kendi canını tutsak etmesiydi, bir adamın belki de muhtaç kaldığı son kaçışıydı.

Adamlar yaklaşmaya başladı, Doğuş Karaer elinde duran kılıcı yere fırlattı ve kendini toparlamaya bile fırsat vermeden koşmaya başladı.

Kaçtı.

Bir kız çocuğu, babasını ölümden döndürdü; bir baba, kızının yaşamı için ölümden vazgeçti; bir adam, küçük bir kadını kurtarmak istedi.

***

Avcumun içinde hissettiğim şiddetli bir sızı, sızının içinde gizli bir öfke var gibiydi. Gökyüzüne başımı kaldırmak istemeyecek kadar kör, kulaklarımı bütün seslere kapatmak isteyecek kadar sağırdım. Tırnaklarımın içini kaplayan kan tabakası umu rumda değildi; oturduğum taş, bulunduğum yer, baktığım göz ler, hissettiğim nefesler... Hiçbiri umurumda değildi.

Tek umurumda olan, geçmişin sis tabakası gibi döküldüğü bir iz ve o izin altında yatan bütün gerçeklerin kimsesizliğimden sorumlu olduğunu hissetmemdi.

Elimi yavaşça açtığımda, sımsıkı tuttuğum cam kırığının avcumun içinde çok da keskin olmayan bir iz bıraktığını gördüm; o iz derin bir yol gibi görünse de aslında kan izleri sadece bir gösteriş gibi duruyordu.

Bulunduğumuz yerin gösterişiydi belki de benim böyle hissetmeme sebep olan.

Boşluğa diktiğim bakışlarımı yavaşça kaldırdığımda tam karşımda Gürkan'ın bana pet bardakta su uzattığını gördüm. "İçsene, solgun görünüyorsun." Gözlerim uzattığı bardaktan gözlerine doğru yavaşça tırmandığında aramızda anlamsız bir bakışma gerçekleşti ve hiçbir tepki vermeden bakışlarımı üzerinden çektim. "Yaklaşık on dakikadır öylece oturuyorsun," dediğinde dişlerimi sıkıyordum. "Kabul etmen gereken bir şey var ki o tekrar buraya dönmez."

Büyük bir öfkeyle tekrar ona baktım ve elimde sımsıkı tuttuğum ayna parçasını sağ tarafa fırlattım. "Bu umurumda bile değil, etrafa bakmayı dene. Hepimiz neden duruyoruz, neden durmak zorundayız?"

Gürkan umursamaz bir ifadeyle etrafına bakarken gördüğü tablo gerilmesine bile sebep olmadı.

Herkes, her şey aynı şekilde duruyordu.

Kırılan aynanın parçaları yerlerdeydi, ceset ağaca saplanmıştı, ışıklar hâlâ gözlerimizi alıyordu, arkadan hâlâ çellonun o ürkütücü sesi geliyordu ve Korhan hâlâ tam karşımda duruyordu fakat Korel, o yoktu.

"İnceleme için gelecekler ve ifade vereceğiz," dedi Gürkan belki yüzüncü kez duyduğum şeyi tekrarlayarak. "Görgü tanığı olduğumuz için..."

"O nerede?" Oturduğum taştan hızlıca kalktım ve elimle Korhan'ın durduğu yeri gösterdim. Hâlâ aynı şekilde duruyordu fakat yanında Korel yoktu. "Hiçbirimizin gitmesine bile izin verilmezken o nasıl olur da bir anda gider?" Yüksek çıkan sesimden ötürü yanımızdaki birkaç kişinin bakışları bize döndü, bu bakışların arasında Korhan'ın da gözleri vardı.

"Bilmen ve tanıman gerekiyor ki o bu tür şeyleri sevmez, genelde onu hep suçlu buldukları için..." Elimi sertçe kaldırıp onun sözünü kestim.

"Bu saçmalık! Beni anlıyor musun, Doktor Gürkan? Kaçıp gitmesi sadece onun zararına olacak ve ben onun burada olduğunu zaten söyleyeceğim."

Gürkan kaşlarını çattı. "Söylemeyeceğini ikimiz de biliyoruz, Minel; işleri karıştırmak olur bu."

"Gerçekten söylemeyeceğimi mi düşünüyorsun, Doktor?" dedim ters bir sesle. "İnanır mısın, zerre umurumda değil şu an." Elimle tekrar Korhan'ı gösterdim. "O ne yapıyor? Kardeşini mi koruyor?"

Korhan'ın bakışları hâlâ üzerimizdeydi ve bütün konuşmaları dinliyordu, onun yanında başkalarının da dinlediğini biliyordum.

"O işini yapıyor," dedi Gürkan. "Bu olayla ilgilenen savcılardan biri ve gördüğü her şeyi tek tek anlatmak için burada."

"Sorum bu değil," diye çıkıştığımda Gürkan'dan bakışlarımı ayırmıyordum. "Ha, eğer olayla ilgilenmek, kardeşini korumak ise bu işte ben yokum."

Hızla Gürkan'ı omzundan itekledim, elinde tuttuğu pet bardaktaki su döküldü; Gürkan ise peşimden bir şeyler söylerken onu duymazdan gelerek olayın olduğu yere arkamı döndüm; o ana kadar herkesin sessizce bizi dinlediğini bilmiyordum.

"Dur." Sesin sahibi Korhan'dı fakat duymazdan gelerek yürümeye devam ettim. "Sana dur dedim." Emir cümlesi kaşlarımı çatmama sebep olurken, ayaklarımın altında ezdiğim cam parçaları açık olan ayakkabımın içine girip ayaklarımı kesiyordu. Adımlarım gitgide hızlanıyordu ve insanların bana bakışlarında büyük bir dehşet vardı.

"Yaptığın aykırı bir şey," dedi Korhan her zamanki o sakin sesiyle. "Buradan gittiğin an bütün şüpheleri üzerine çekeceksin ve buradaki herkes senin burada olduğunu biliyor."

Avcumun içindeki kesiğe tırnaklarımı bastırarak fevri bir ha reketle ona döndüm ve hızlı adımlarla üzerine yürümeye başla dım. "Bunu sen mi söylüyorsun?" Sıktığım dişlerimden ötürü çenem sızlıyordu. "Bak yanına; kardeşin, Korel Erezli nerede?" Ellerimi iki yana açtım. "Yok! O gidebiliyorsa pekâlâ ben de gidebilirim, değil mi?"

Korhan ilk tanıdığımdan beri yüzündeki o ifadesizliğiyle derin bir nefes alıp kaşlarını kaldırdı. "Korel mi? Kardeşim mi?" Eksik parmaklarının olduğu eliyle çenesine dokundu. "O buraya hiç gelmedi."

İlk başta, "Kendini komik mi sanıyorsun?" diyerek alayla fısıldadım fakat yüzünde yine aynı ifadesizlikle baktığında, "Ne bu?" diye sordum. "Kurtarma politikası mı?"

"Hayır," dedi düz bir sesle ve Korhan da bana doğru yaklaştı.

"Korel buraya hiç gelmedi."

"Geldi!" dedim ve eğilip yerden bir cam kırığı aldım. "Onunla beraber buraya geldik, o bu aynayı kırdı, parçaladı ve sonra bir anda ortadan kayboldu! Korel buradaydı!"

"Yoktu." Gürkan'a dönüp baktığında o başını çevirdi. "En son onu nerede gördüysen oradadır."

"Yeter!" Boğazımın acıyla yandığını hissediyordum. "Bu oyunlardan, bu gizemli laflardan, bunlardan, her şeyden bıktım! O buradaydı, bunu hepimiz biliyoruz!" Etrafıma baktım ve insanlarla göz teması kurarak elimle işaret ettim. "Bu insanların hepsi onu gördü."

Yaklaşık bir dakika boyunca insanların bana destek çıkmasını bekledim fakat kimi başını çevirdi, kimi Korhan'ın gözünün içine bakarak kafasını iki yana salladı.

"Lanet olsun," diye inledim. "Bu insanların derdi ne böyle?"

"Asıl senin derdin ne?" diyen Korhan'ın ilk defa yüzünde bir mimiğin değiştiğini fark ettim; tek kaşı havaya kalkarken hızlıca bana yaklaştı. "Cümlelerin umursanmıyorsa susman gerektiğini sana kimse öğretmedi mi?"

Üzerime yürüyen Korhan'ı es geçerek Gürkan'la göz teması kurdum. "Gürkan," diye hırladım. "Onun burada olduğunu biliyorsun, biliyoruz. Bir oyun dönüyor, bu oyunu benim dışımda buradaki herkes biliyor ve beni aptal yerine koyuyorsunuz." Gürkan bir şey söylemek yerine gözümün içine bakarken o an ileriden gelen polis ışıkları onun yüzüne vurdu, siren sesi ise gitgide yaklaşıyordu.

"Susmayacağım," dedim elimde tuttuğum camı öne fırlatarak. "Yalan söylemiyorum."

Tam o anda Korhan karşıma geçerek bana yukarıdan bakıp, "Susacaksın," diye mırıldandı kimsenin duymayacağı şekilde. "Zararlı çıkan sen olursun."

"Asıl sen ve siz zararlı çıkacaksınız," dedim ben de öfkeli bir sesle. "Suçsuz olan biri kaçmazdı ve o kaçtı, sense bir savcı olduğunu söylüyorsun fakat onu korumaktan başka hiçbir şey yapmıyorsun."

Korhan yavaşça gülümseyip, "Ne yani?" diye sordu. "Bunların hepsinin sorumlusunun Korel olduğunu mu düşünüyorsun?"

Sorusu göğsümün içinde büyüttüğüm kızgın kumlara rüzgâr estirirken nefesim kesildi. "Neden kaçtı öyleyse?" diye sordum. "Sana bir şey diyeyim mi, o benim hayatıma girdikten sonra kendimi oyunların içinde buluyorum ve sonunda ne boklar döndüğünü elbette anlayacağım. Aptal yerine koyuluyorum, belki de aptalım fakat kör edemeyeceksiniz."

Korhan alayla kafasını hızlıca iki yana salladı. "Kim kimin hayatına girdiğinde?" diye sordu. "Korel'in senin hayatına girmek için ekstra çaba sarf ettiğini bilmiyordum."

Bir noktada haklıydı; hiçbir zaman bana kendisini sunmamış, çevremde dolanmamıştı fakat farkında olmadan kendimi onun ekseni etrafında bulmuş ve bir bataklık gibi beni çektiğini hissetmiştim.

"Şu an senin yaptığın bir suç," diyerek lafı değiştirdim. "Buradaki insanların hiçbiri gidemezken kardeşinin gitmesine izin veriyorsun."

"Kardeşimin gitmesinin sebebinin bu olayla hiçbir ilgisi yok," dediğinde başıyla arka tarafı gösterdi. Siren sesleri iyice yaklaşmıştı. "İzinsiz yarışlar yapılıyor ve bu yarışları düzenleyen kişi Korel. Onun burada bulunması suçunun ortaya çıkmasına sebep olabilir çünkü uzun zamandır bu yüzden sorgulanıyordu fakat kanıt bulamıyorlardı."

Derin bir alayla yüzüne baktım ve çevredeki insanları göste rerek, "Buna inanacağımı mı sanıyorsun?" diye sordum. "Bura daki insanların bazıları Korel'e düşman ve onun açığını buldukları dakika ipe asarlar, neden sussunlar?"

"Hım," dedi Korhan. "Dediğin gibi kör değilmişsin." Tek kaşını kaldırdı. "Yine dediğin gibi aptalmışsın."

"Korhan Erezli," dedim ve bakışlarım kısıldı. "Azarlayacağınız küçük bir çocuk değilim."

Korhan etrafındaki insanlara bir daha baktı ve o an, aslında o insanların bakışlarında da öfkeyi gördüm fakat susuyorlardı. "Çalıştır," dedi ve işaretparmağıyla yavaşça şakağımdan itti. "Belki de bu insanların açıklarını bilen bir savcı vardır ve tek cümlesiyle hepsini iple asacaktır."

İlk başta söyledikleri anlamsız gelse de sonrasında yerine oturan raylar gibi yüzümdeki ifade değişti ve burada bulunan herkesin kendi çıkarını düşündüğünü anladım; Korel de dahil herkes kendi çıkarını düşünüyordu ve benim söylediğim hiçbir gerçeklik inandırıcı olmayacaktı.

Ya da ben bir şeylere çok çabuk inanan gerçek bir aptaldım.

"Yine de yaptığın suç," dedim fakat savaşımda mağlup olmuştum ve geri adım attığım sesimden bile anlaşılıyordu. "Kardeşin yasal olmayan işler yapıyor ve sen buna destek çıkıyormuş gibi onu koruyorsun."

Polis araçlarının sirenleri durdu ve fren sesleri art arda ormanın derinliklerinde yükseldi; açılan kapılarla beraber sessizliğin kapladığı ve sadece benim gür çığlığımın yankılandığı bu bataklıkta başka sesler duyuldu.

"Kardeşimin oyuncaklarına karışmam," dedi Korhan ve arkamdan gelen meraklı insanlara baktı.

"Neden?" diye sordum hızla.

"Çünkü ona oyuncaklarla oynamayı öğreten benim," diye cevap verdiğinde sesi oldukça derinden geliyordu. "Aynı şekilde, oyuncakları elinden alındığında ne yapması gerektiğini öğreten de."

Yutkunmakta zorlandığımda ilk defa Korhan'ın bakışlarında bir ifade görmüştüm fakat bu ifadenin anlamını henüz çözebilmiş değildim. "Onun oyuncakları elinden alındığında kötü biri olacağını mı söylemeye çalışıyorsun?"

Korhan son bir kere bana döndü ve eğilip gözlerimin içine baktı. "Neye inanıyorsun? Korel Erezli'nin kötü biri olduğuna mı, kötü biri olabileceğine mi?"

Sorusu sivri uçlu bıçaklarla donatılmış bir duvara çarpmışım gibi hissetmeme sebep oldu ve kurduğu cümlenin aslında kendi içimde bile çözüme kavuşturamadığım bir muamma olduğunu hissetmemi sağladı.

Korel oyuncakları elinden alındığında nasıl biri oluyordu? Ona bunu öğreten Korhan'ın bakışlarında neden hiçliğin çığlıkları vardı?

"Sana sormak istediğim çok şey var," diye fısıldadığımda polis memurları etrafımıza toplanmıştı ve Korhan söylediğim cümleyi duymazdan gelerek onlara doğru yürümeye başladı.

Dikildiğim yerde kaskatı dururken herkeste bir hareketlenme olmuştu fakat ben, dünya dönüyor da zamanın bile akmasını engelliyormuşum gibi hissediyordum. Bu kötü hatta berbat bir histi fakat Korel'in oyuncağı olduğumu söyleyen iç sesimi susturmaya çalışıyordum.

Düşünmem gereken çok şey, hatırlamam gereken geçmiş, bulmam gereken gelecek ve anlamam gereken şimdi vardı; bense çevremde dönüp duran çarşaf gibi yalanlara rağmen olan biten her şeyi sessizce izlemeyi tercih ediyordum.

Korel Erezli hayatıma girdikten sonra hatırlayamadığım geçmiş, kirli bir kâğıt gibi önüme gelmişti ve kelimeleri seçmek bile çok zordu.

O kâğıdın üzerine yağmur yağmıştı, cümleler akıp giderken geride sadece siyah mürekkep lekesini bırakmıştı ve ben bazen yağmurun akıtamadığı kelimeleri okuyordum fakat tam o an sanki Korel beni izliyordu, kelimeler ise birbirine giriyordu.

Yağmur benim geçmişimi, geçmişimin cümlelerini temizlememiş, aksine kirini bulaştırmıştı.

Yağmurun kim ya da ne olduğunu bilmiyordum fakat içimdeki kademsiz ve söz geçiremediğim ses Korel'e oklarını yönlendiriyor ve sanki kelimelerimi tekrar cümlelere

dönüştürüp yağmurun kirini temizleyecek kişinin o olduğunu söylüyordu.

Yeni bir kâğıdın üzerine yazılan yeni cümleler gerçek geçmişim olabilir miydi? Korel'in o kâğıda yazdığı cümleler benim gerçeğim olabilir miydi?

"Korhan Bey?" Polis memurunun sesiyle etraftaki o karanlık ruhlar bir anda dağıldı ve herkes kendi arasında sessizce bir şeyler konuşmaya başladı.

Korhan ağır ağır yönünü onlara çevirdiğinde bana tamamen sırtını dönmüş oldu. "Geç kaldınız," diyerek polis memuruyla beraber olay yerinin olduğu tarafa ilerlemeye başladı. Durduğum yerde kaldım ve etrafıma gözlerle bakmaktan başka hiçbir şey yapmadım.

Olay yeri inceleme ekipleri, polis memurları, iki dedektif ve siviller etrafı doldurmuştu. Tek tek köşeye çekilen insanların ilk önce burada ağızları aranıyordu, ardından şüpheli görünen kişiler direkt karakola alınacaktı. Yasal olmayan yarışlardan ötürü buraya toplanmalarını umursamıyor gibi görünüyorlardı, kanıtları olmadığından ötürüydü belki.

"Minel." Hiç duymak istemediğim o sesi işittiğimde gözlerimi devirerek soluma baktım ve Hazal Hanım'la göz göze geldim. Üzerinde siyah kumaş pantolon ve beyaz gömlek vardı. Kendisini nerede, nasıl görüyordu bilmiyordum fakat ciddiyet yüzüne biraz yakışmıyor gibiydi.

"Hazal Hanım," dedim kısık sesle. Kaşları çatıktı ve dudaklarındaki kırmızı rujunu yemiş gibi görünüyordu. "Yine ben." Sempatik olmak adına hafifçe gülümsediğimde yüzünde ufacık bir ifade değişikliği bile olmadı ve kollarını önünde bağlayarak beni dinlemeye koyuldu. Ellerimi havaya kaldırarak, "Sadece ışıkları gördüm, merak ettim ve buraya geldim," diye berbat bir yalan söyledim. "Yürüyüşe çıkmıştım."

"Minel," dedi kafasını iki yana sallayarak. "Daha güzel bir yalan bul ya da amcanla konuştuğumda tam gözlerinin içine bak. Seç."

Başımı omzuma yatırıp, "Doğruyu mu duymak istiyorsunuz?" diye mırıldanarak ona yaklaştım.

"Evet," dedi direkt. "Burası kanıtlanmamış, yasal olmayan motosiklet yarışlarının yapıldığı bir yer ve çevrene dönüp bakarsan buraya ait olmadığını anlayacaksın."

Sanki dediğini uyguluyormuş gibi etrafıma baktım ve altdudağımı dişlerimin arasına aldıktan sonra, "Yasal değilse neden engellemiyorsunuz şu an?" diye sordum. Amacım biraz da olsa lafı değiştirmekti.

"Burnunu sokmaman gereken konulara neden giriyorsun?" diye ters bir yanıt verdikten sonra işaretparmağını tehditkâr bir şekilde bana doğrulttu. "Lafı dolandırmana izin vermeyeceğim, burada ne işin var?"

İki seçeneğim vardı: Korel'i açık etmek ya da Korel'in lehine oynamak. Korel'i açık ettiğim zaman ise hiçbir kazancım olmayacağını az önce bana Korhan öğretmişti.

Cesedin olduğu tarafa baktığımda olay yeri inceleme ve adli tıp ekiplerinin gitgide moraran cesedi incelediklerini gördüm. Arkadan yükselen çellonun sesini kapatmışlardı fakat hâlâ o renkli ışıklar kendini belli ediyordu.

O sırada Korhan'la göz göze geldim ve yanındaki bir siville konuştuğunu gördüm. "Ben..." diye mırıldandım ve gözlerimi kısa bir an açıp kapattıktan sonra, "onun yanına geldim," diyerek Korhan'ı gösterdim. "Onunla konuşmam gereken bir şey vardı."

Hazal Hanım'ın bu sefer yüzündeki o ifadesizlik yavaşça alaylı bir hal aldı. "Hadi ama," diyerek âdeta kıkırdadı. "Bu az öncekinden daha kötüydü ufaklık ve amcanın her şeyi öğrenme zamanı geldi de geçiyor." Elini kumaş pantolonunun cebine atıp telefonu çıkardı. "Amcanı arıyorum, bilmiyorum haberin var mı ama yaklaşık iki saattir seni arıyor ve eve yeni geldiği halde deliye dönmüş olmalı."

"Hazal Hanım!" dedim şaşkınlıkla. "Korhan Erezli'nin yanına geldim, onunla konuşmam gereken bir şey vardı. Neden anlamak istemiyorsunuz?" Gözlerini devirdi ve bana inanmadığını belli edecek şekilde havaya baktı. Elinde tuttuğu telefonun tuşlarına basmaya başladığında, "Bana inanmıyorsunuz," diyerek gergin bir sesle fısıldadım. "O halde Korhan Erezli'ye neden sormuyorsunuz?"

Bir anda duraksadı ve Korhan'a baktıktan sonra, "Onu böyle bir yalanla meşgul etmemeliyiz," diye mırıldandı. "Kendini rezil etmek mi istiyorsun?"

Dişlerimi birbirine bastırdıktan sonra hiç beklenmeyen bir anda, "Korhan Erezli!" diye bağırıp ellerimi havaya kaldırdım. Korhan'ın bakışları bana döndüğünde, "Gelebilir misiniz?" diye sordum. Hazal Hanım kolumu yavaşça sıkıp, "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye sorduğunda kendimi ondan kurtardım ve bize doğru yaklaşan Korhan'a baktım.

Yanımıza geldiğinde ikimize baktı. "Bana bunu borçlusunuz," dedim imalı bir sesle ve devam ettim. "Hazal Hanım buraya sizin için geldiğime inanmıyor."

Korhan Erezli kardeşini anımsatan bir bakışın ardından kaşlarını havaya kaldırdı ve derin bir sessizlik yaşandı. İçten içe bana ayak uydurmasını istesem de bunu Korhan'ın yapmayacağını, yapsa bile bir çıkarı olabileceğini hissediyordum.

"Buraya çağırmadım," deyip bana baktı. O an iki bacağının arasına tekme geçirmemek için kendimi tutsam da bunu yapamayacağımı biliyordum fakat Korhan beni şaşkına uğratarak, "İleride bir yerlerde görüşmüştük," diyerek gözlerimin bir anlığına irileşmesine sebep oldu.

"Nasıl?.." dedi Hazal Hanım şaşkınlıkla ve bir bana, bir Korhan'a baktı. "Lütfen, eğer ortak oluyorsanız..."

"Kiminle konuşuyorsun?" dedi Korhan sert bir tınıyla. "Neye ortak olmaktan bahsediyorsun?" Dışarıdan Korhan Erezli'yi izlediğimde insanları nasıl alt edebileceğini daha net görüyordum. "Kardeşim Korel Erezli'ye ulaşamıyordum, bu aralar Minel'le epey görüştüklerini biliyorum ve hem kardeşimin yerini öğrenmek hem de Minel'in ağzını aramak için onu ilerideki kahveciye çağırdım. Daha konuşamadan haberi aldım ve buraya gelmek için yola çıktım." Bana baktı. "Bu ufak kız da benim nereye gittiğimi ve Korel'e bir şey mi oldu diye merak ederek peşime düşmüş. Eğer bir ispiyon durumu varsa buna gerek yok."

Bir anda ortaya döşediği yalan senaryosunu dinlerken altdudağım aşağıya sarktı ve başımı aşağı yukarı sallayarak, "Öyle," diye kekeledim. "Tam olarak öyle oldu. Sonra buradaki durumla karşılaştım ve gitmemem gerektiğini söylediler."

Hazal Hanım'ın gözlerinden inanmadığı açıkça anlaşılıyordu ama Korhan'dan çekindiği için bunu belli edemiyordu. "Anlıyorum," dedi ve elindeki telefonu yavaşça cebine yerleştirdikten sonra bana döndü. "Gördüklerini memurlara anlattın mı?"

"Henüz anlatmadım," dediğimde Korhan bakışlarını başka yöne çevirmişti fakat bizi dinlediğine adım kadar emindim.

"Herkes ne gördüyse onu gördüm, farklı bir şey yok."

Hazal Hanım kafasını salladıktan sonra bana olması gerekenleri anlattı ve Korhan Erezli'nin bir daha yüzüne bakmadan beni polis memurlarının yanına götürdü, sordukları birkaç soruya cevap verdikten sonra merkeze götürülmem gerekmediğine kanaat getirdiler fakat birkaç kişi tekrar ifadeleri alınmak üzere araçlara bindiriliyordu.

Saatlerdir bulunduğumuz yerin üzerimizdeki etkisi yavaş yavaş hissettiklerimden çıkıyordu ve sanki her anlamda kendimi korku dolu hissediyordum. Kalabalık gitgide azalırken Hazal Hanım olay yeri incelemeyle konuşuyor ve gereken raporları bildiriyordu, Korhan ise elleri cebinde hareket bile etmeden karşısındaki cesedi izliyordu.

Olay yerinin fotoğrafları çekildi ve gereken her şey yapıldıktan sonra cesedin bulunduğu ağaçtan indirilmesi gerektiğine karar verildi; bakışlarım tekrar cesede kaydığında içimdeki şiddetli ürperti, ense kökümü zedeleyecek kadar titriyordu.

"Hadi," diye bir ses duydum ve Hazal Hanım'ın arkamda olduğunu fark ettim. "Neden hâlâ gitmiyorsun? Kimse kalmadı."

Önümde bağladığım kollarımı yavaşça açtım ve Hazal Hanım'a dönerek, "Prometheus," diye fısıldadım. "Bunun onun işi olduğu çok belli değil mi?"

Tek kaşını kaldırıp bana sorgulayarak baktı.

Parmağımı havaya kaldırarak cesedin parçalanan kolunu gösterdim. "Orada bir iz, bir damga olduğuna eminim fakat sanki onu sökmüş ve sadece kendi izi olmasını istemiş gibi." Derin bir nefes aldım. "Prometheus iz bırakmayı seviyor."

"Bu da bir bakış açısı," diye cevap verdiğinde Korhan'ın bizi dinlediğini fark ettim. "Dediğin gibi..." diyerek devam etti. "Kör olmadığın ortada fakat Prometheus bunu neden göze sokarak yapsın?"

"Cevap çok da zor değil," diyerek kaşlarımı çattım. "Bir mesaj vermeye çalışıyor, kime ya da nasıl bir mesaj olduğunu bilmiyorum fakat aslında bize bir şeyler göstermeye çalışıyor olabilir." "Neden göstersin?" diye sordu bu kez Korhan.

"Bilmem," dedim ve imalı gözlerle ona baktım. "Aynayı kıran kişiyedir belki?" Hazal Hanım ikimizi izlerken dediklerimi değerlendirdiğini biliyordum. "Evet Korhan Erezli; ben kör değilim ama aptalsam hepimiz aptalız, bunu bilmeniz gerekiyor, değil mi?"

Korhan iki kaşını birden kaldırdı. "Korel, Korel, Korel," diyerek üçleme yaptı. "Şimdi ne gördüğünü anlayabiliyorum, kardeşim."

Ona anlamsız bir ifadeyle baktığımda arkamızdan bir kadının çığlık sesi yükseldi ve bu çığlığın aslında bir haykırış olduğunu anlamamız çok da uzun sürmedi.

"Hayır!" diye bağırdığında bize doğru koşan kadını gördüm ve gözlerim irileşti. "Hayır! Hayır! Bu olmuş olamaz! Olamaz!"

İlk başta bir yerden tanıdığımı düşünsem de çıkaramadım fakat hemen arkasından koşan birkaç kişiyi daha gördüğümde aslında bu kadını nereden tanıdığımı anladım.

Ayakları çıplaktı; altında kot şort, üstünde ise yakası yırtılmış beyaz tişört vardı. Öyle bir koşuyor, öyle bir haykırıyordu ki onu kimse durduramazmış gibiydi.

"Bu," dediğini duydum Korhan'ın fakat başka hiçbir şey söylemedi ve gözlerini sıkıca yumdu.

Cesede doğru koşan kadın ağacın etrafına sarılan barikatları aşmak için tekme savurdu fakat hemen iki polis memuru onu kollarından tuttu, kadın ise deli gibi çırpınıyordu.

"O! Bu o! O mu? Yalvarıyorum bakmama izin verin! Size yalvarıyorum izin verin!" O an elim enseme kaydı ve destek alacak bir yer aradım. "Erdem!" diye bağırdı. "Kartal bu! Kartal!"

Polis memurları kızı kollarından öyle sıkı tutuyor, öyle bir çekiyorlardı ki kolları kopsa bile yine koşacak gibi duruyordu.

Farkında olmadan Hazal Hanım'ın koluna tutunmak istedim fakat o hemen Ece'nin yanına gitti.

"Hey!" dedi Hazal Hanım. "Sakin ol, sakin ol. Neler diyorsun?"

"Kartal!" diye öyle yüksek bir sesle haykırdı ki gözlerindeki yaşlar kan gibi akabilirdi. "Bu o! Yakından bakmak istiyorum, emin olmak istiyorum!"

Geriye birkaç adım attığımda irislerime çizilen tek görüntü Korel'in yüzüydü, başka hiçbir yüz yoktu.

Hazal Hanım bir an telaşlı bir ifadeyle Korhan'a baktığında, o sadece bir kere kafasını sallayıp izin verdi. Hazal Hanım da polis memurlarına başıyla işaret ettiğinde Ece'yi ağaca doğru götürmeye başladılar.

"Bu olamaz," diye fısıldadığımda tırnaklarımı boğazıma batırıyordum. "Bütün oklar neden seni gösteriyor?" Korhan başını yan çevirdi ve omzunun üzerinden bana baktığını fark ettim fakat göz teması kurmadım. Adımlarım geriye doğru daha da hızlandı ve ağacın dibine giden Helin'e odaklandım.

Ece ilk başta bedenine baktı, ardından, "Eli," diye mırıldandığını duydum ve ölümcül bir sessizlik oldu. "Parmağındaki yüzük." Gerisi ise sadece çığlıklara gebe kaldı ve ağaca asılı kişinin Korel'in günler önce bıçak yarışı yaptığı kişi olduğu anlaşıldı.

Polis memurları bir yandan emin olamayacaklarını söylese de ben içten içe emindim ve geri geri giden adımlarımı durduramıyordum. "Hayır," diye fısıldadım, Korhan tekrar bana baktı ve o an göz göze geldik. "Hayır," dedim açık bir şekilde. "Bütün oklar ona saplanıyor."

Arkamı döndüm, ayağımdaki ayakkabıları sökercesine çıkardım ve yola doğru koşmaya başladım; geride bıraktığım kadının çığlıkları, feryatları, polislerin tesellileri... hiçbirini duymadım ve koşmaya devam ettim.

Üzerimdeki kaç günlük elbise bacaklarıma dolanıyor; ayaklarıma dikenler, camlar batıyordu fakat umurumda değildi. Tek istediğim, bu yerden çıkmaktı.

Geriye baktığımda saçlarım yüzümü kapattı ve belirgin fısıltılar, karanlık gölgeler sanki dört bir yanımı sardı. Bir an déjà vu yaşar gibi olsam da bu noktada duracak gibi değildim. Her fısıltı farklı bir şeyler söylüyordu, her fısıltının ayrı anlamları vardı, dinlemek bile istemiyordum.

Başım şiddetli bir şekilde dönmeye başladığında kafamı havaya kaldırarak koşmaya devam ettim ve ağaçların gölgeleri önce vücuduma, ardından kalbime düştü. Zihnimin içinde yine bazı şeyler film şeridi gibi geçmeye başladı ve ilk önce babamın yüzünü, ardından annemi gördüm; başka bir yüz ise bana sesleniyordu, ne dediği anlaşılmıyordu.

Girdapta gibiydim; ellerimi kollarımı gölgeler çekiştiriyor, beni sanki gökyüzünün bin bir parçaya ayrılmış zaman dilimlerine götürüyordu; zihnim o kadar hızlı dönüyordu ki kendimi Korel'in daktilosunun olduğu odada gibi hissediyordum fakat bir fark vardı.

Her çerçevede bir fotoğraf vardı, ben odanın içinde arkama bile bakmadan daire şeklinde koşarak dönüyordum ve çerçevelerdeki fotoğraflar tek tek saniyelik olarak gözlerime çarpıyordu.

Güneşin altındaydım, mevsim yazdı, her şey güzeldi ve kahkahalarla gülerken kalbimin içinde büyüttüğüm çiçeklerin yeşermeye başladığını hissediyordum; gökyüzünün zamanları benim hislerimi bir anda geri getirmişti.

Mutluluğu hissediyordum.
Koşmaya devam ettim.

Kuşlar cıvıldıyordu, mevsim ilkbahardı. Babamın elini sımsıkı tutmuş, deniz kenarında yürüyorduk; korkuyu hissettim çünkü babam beni bir anda koşturmaya başlamıştı ve bir araba bize silahlarını patlatmıştı.

Kuşlar susmuştu.
Koşmaya devam ettim.

Kurumuş yapraklar dökülmüştü, mevsim sonbahardı, yağmur atıştırıyordu, karşımda bir adam vardı fakat yüzü pusluydu; sokaktaydık, dizdiği bilyelerine başka bir bilye atıyordu, attığı bilye diğerlerini dağıtıyordu. Hissettiğim ise özlemdi, geriye baktığımda evim yoktu.

Adam yok olmaya başladı.
Koşmaya devam ettim.

Karlar yağıyordu, hava buz gibiydi fakat kalbim yanıyordu, mevsim kıştı, karşımda şapkalı bir adam vardı ve bir havuzun başındaydım; havuzun içi kanla dolmuştu ve bir kadının cesedi yatıyordu; nefreti, korkuyu, kini ve öfkeyi hissettim.

Ölüm boğazımı sıkıştırdı.
Koşmayı durdurdum.

Gökyüzüne baktım, zihnimdeki ceset gözlerini açtı, ellerini havuza batırdı ve avuçlarının içini bulutlarla doldurdu.

Bulutlar, umutlarımdı.

Dizlerimin üzerine düştüm ve zihnimde koştuğum odadaki fotoğraf karelerini göremeyecek kadar hızlı koştuğumu anladım; ormandaki zamanı içinde barındıran gökyüzü bedenime düştüğünde sımsıkı kapattığım avuçlarımda bulutlar gizliydi.

Yüksek bir yerden aşağıya bakıyormuşum gibi hissediyordum ve boğazımdan yukarıya tırmanan bir acı vardı; aşağıya baktığım zaman yüksek değilmiş gibi geliyordu fakat yukarıya baktığımda yıldızlar avuçlarımın içine değiyordu.

"Kötü görünüyor," diye söylenen amcamın sesini duyduğumda homurdanmaya başladım fakat gözkapaklarımdaki ağırlık beni geri plana atıyordu. "Aldığı serumlar onu kendine getirecektir."

Kolumda bir iğnenin varlığını hissettiğimde daha yüksek bir sesle homurdandım. "Su," diyerek elimi havaya kaldırdım. Birbirine yapışan gözkapaklarım ayrıldığında kafamın içinde tasarladığım hastane odasında değil de kendi odamda olduğumu fark ettim.

Sol kolumda bir serum vardı; başımın tepesindeki serum torbasından orta derecede su damlıyor, oradan kanıma karışıyordu.

"Merhaba," dedi bir ses ve netleşen bakışlarım karşımdaki orta yaşlı doktorla kesişti. "Kendini nasıl hissediyorsun?"

Amcamın bana uzattığı suyu elinden aldığımda gözlerimi doktordan çekip amcama baktım. Uzun zamandır yüzünü görmüyordum ve her zamanki gibiydi fakat diğer günlere göre bakışları biraz daha yumuşaktı.

"Boğazım acıyor sadece, o kadar," diye yanıtladığımda amcam sanki ilk defa yanıtımla ilgili gibiydi. Elinden aldığım suyu dudaklarıma dayayıp bir dikişte içtiğimde boğazımdaki yangının azaldığını fark ediyordum.

"Oğlum seni bulduğunda ormanın ilerisindeki yolun ortasında yatıyormuşsun," diye karşımdaki doktor açıklama yaptığında kaşlarım çatıldı. "Bayıldığın saati biliyor musun?"

"Ben yolda bayılmadım," dedim ve yavaşça yattığım yerden doğruldum. "Ormanın içinde bayıldım," duraksadım, "yani öyle hatırlıyorum."

"Ormanda gecenin bir körü ne işin vardı, Minel?" diye bir soru amcamdan yükseldiğinde o lanet soruların geldiğini fark ediyordum. "Eğer bulunmasaydın neler olabileceğini düşünebiliyor musun?"

"Amca," dedim ve bakışlarımı kaçırarak pencereden dışarıya baktım. "Hazal Hanım arayıp sana zaten her şeyi anlatmış olmalı."

"Hazal'ın ne dediğiyle ilgilenmiyorum," diye söylendiğinde gözlerimi devirmemek için kendimi durduruyordum. "O caddede eğer seni savcı bulmasaydı neler olabileceğini düşünebiliyor musun?"

Hızlı bir şekilde başımı onlara çevirdim. "Bir saniye," diyerek daha fazla doğruldum. "Beni Korhan Erezli mi buldu?"

"Konu bu mu?" diyerek amcam öne çıktı fakat benim bakışlarım sadece ve sadece karşımda duran doktordaydı.

"Siz onların babası mısınız?" diye sorduğumda bakışlarını bir an bile kaçırmadan başını aşağı yukarı salladı; o an aslında biraz daha vakit geçirsem Korhan ve Korel Erezli'nin babası olduğunu anlayabileceğimi fark ettim.

Kumral bir adamdı ve uzun boyluydu, oğulları ona çekmiş olmalıydı. Saçları kırlaşmıştı fakat aralarda yer yer siyah tutamlar duruyordu, kaşları ise kalın ve kavisliydi. Dudakları ve kaşları Korel'e benziyordu, burnu ve yüzünün şekli ise Korhan'ı andırıyordu.

Gözleri ise Korel Erezli'nin gözlerine o kadar çok benziyordu ki bir an sanki onunla bakışıyormuşum gibi hissetmiştim. Adamın gözleri bal ve kehribar rengi karışımıydı; kirpiklerinin gölgesi, Korel'in aksine onun gözlerine siyahlık kazandırmıştı.

Bakışları ise Korel Erezli'ydi.

İki oğlu da ona o kadar çok benziyordu ki dudaklarım aralanmıştı ve sadece doktora odaklıydım.

Hepsinin bakışlarında gizli olan bir yara, bir dikiş izi, bir bulut, bir gökyüzü ve belki de bir zehir vardı fakat hepsinin aynı ölçüde ifadeye sahip olduğu ortadaydı.

"Sanırım küçük kız bir miktar şaşırdı," deyip tebessüm etti, tebessümü ise buz gibiydi. "Cüneyt Erezli."

"Biliyorum," diyerek cevap verdim. "Buraya nasıl geldim?"

"Oğlum seni yolda bulduğunda bir kriz halindeymişsin ve hastaneye götürmek istediğinde oraya gitmek istemediğini defalarca sayıklamışsın. Sonrasında bir şekilde evinin adresini bulup seni buraya getirmiş ve beni aradı."

İnandırıcı gelmeyen bu hikâyeyi düz bir yüz ifadesiyle dinledikten sonra, "Ben ormanda bayıldım," diyerek kesin bir dille ona terslendim. "Beni yolda bulma ihtimali yok, hem o nerede o zaman?"

"İşte bu beni ilgilendirmez, küçük kız," diyerek o da aynı şekilde lafı ağzıma tıktı. "Beni senin sağlığın ilgilendirir ve pek de iyiye gitmediğini görüyorum."

Bakışlarım amcama kaydığında, kollarını önünde bağlamış bizi dinlediğini gördüm. Rahatsız olduğumu fark eden Cüneyt Erezli, "Müsaade edebilir misiniz?" diye sordu ve sanki cevabını beklemeziyormuş gibi kapıya yürüdü. "Hastama özel olarak sormam gereken birkaç soru var."

"Benim yanımda da sorabilirsin," diyerek amcam karşı çıktı. "Oğlun kucağında yeğenimle bu evin kapısına geldiği zaman yaşadığım şaşkınlığın adı bile yok. O benim elimde büyüdü sayılır.

Onu ilgilendiren her şey, beni de ilgilendirir."

Cüneyt Erezli kaşlarını kaldırdı. "Küçük kızın da aynı düşüncede olduğunu sanmıyorum ama soralım."

"Amca," dedim kısık sesle. "Çıksan daha iyi olur, doktora söylemem gereken özel şeyler var..." Duraksadıktan sonra bakışlarımı kaçırdım. "Regl gibi mesela."

Amcamın en çok utandığı konulardan biri olduğunu bildiğimden hemen pes etti ve birkaç saniye içerisinde hızlıca odadan çıktı.

Amcam çıktıktan sonra Cüneyt Erezli çantasından bir ampul ilaç çıkardı ve şırınganın ucunda duran iğnesini ampule saplayarak ilacı şırıngaya doldurmaya başladı.

"O nedir?" diye sordum; beni Cüneyt Erezli'ye karşı tedirgin eden o kadar çok şey vardı ki. Cüneyt Erezli cevap vermeden şırıngaya doldurduğu ilacı elinde tutarak serumun yanına geldi; iğnedeki ilacı seruma doldurmak için hamle yaptığında refleks olarak olduğum yerden öne eğildim ve Cüneyt Erezli'nin kolunu tuttum. "O nedir, dedim."

Cüneyt Erezli donuk bakışlarını bana çevirdi ve düz bir sesle, "Sadece antibiyotik," diyerek hayretle bana baktı. "Soğuk algınlığı başlangıcın var." Tuttuğum kolunu bırakmadım ve bir süre yüzüne baktım fakat bakışlarındaki düzlüğü aşamayacağımı fark ettiğimde kolunu serbest bıraktım ve ilacı enjekte etmesine izin verdim.

Birkaç dakika sonra, "Ne olduğunu anlatmak ister misin?" diye sordu ve dağıttığı eşyalarını önündeki çantaya yerleştirmeye başladı. Üzerindeki lacivert eşofman takımı onun evden geldiğini gösteriyor gibiydi.

"Bayıldım," dedim omuz silkerek. "Bir aralar sık sık olurdu, son zamanlarda yaşamıyordum. Sanırım tekrar başlıyor."

"Anlıyorum," dediğinde başını aşağı yukarı salladı. "Amcanın bahsettiği kadarıyla, doktorların teşhis koyamadıkları bir psikolojik rahatsızlığının olduğunu söyledi."

"Yanlış," dedim net bir sesle. "Doktorlar psikolojik rahatsızlığımın tek bir taneden ibaret olmadığını ve hepsinin birbirine karışmış şekilde bedenimde bulunduğunu bu yüzden isim koyamadıklarını söylediler." Gözlerimi devirdim. "Kısacası benimle dalga geçtiler."

Cüneyt Erezli gülümsedi ve eşyalarını doldurduğu çantasını kapattıktan sonra yatağa, hemen yan tarafıma geldi. "Doğruyu söylemiş olamazlar mı?"

"Olamazlar." Cüneyt Erezli'ye bu kadar kızgın hissetmemin sebebi neydi? "Burası," diyerek serum bağlı kolumun eliyle şakağıma vurdum. "Her şey burada. O lanet gölgeler de duyduğum sesler de yüzler de hatta beni bayıltan, bana bir şeyleri anımsatan her şey burada."

Cüneyt Erezli ilk önce sessizliğini korudu, yüzüme uzun bir süre baktıktan sonra, "Bu durumdan sıkılmış gibi görünüyorsun," diyerek mırıldandı. "Sana yardımcı olmamı ister misin?"

Alayla gülümsedikten sonra imalı bir tınıyla, "Oğlunuz," diyerek kaşımı havaya kaldırdım. "Korel Erezli'yle aynı merkezde oluşum galiba sizin hiçbir şekilde yardım etmeyişinizden kaynaklanıyor, ha?"

Cüneyt Erezli'nin yüzündeki ifadenin değişmesini istedim fakat bana yine aynı gülümsemeyle bakıp, "Bu onun tercihiydi," diyerek sakinliğini korudu. "Onun tercihlerine karışmam, yardım etmemi isteseydi ederdim."

"Değil mi?" dedim ve ters bir ifadeyle kapıya baktıktan sonra kısık sesle, "Deneklere yapıldığı gibi," diyerek dik dik ona baktım. "O merkeze artık tek bir gitme nedenim olacak."

Cüneyt Erezli denekler hakkında tek bir yorum yapmazken bilmeme de şaşırmamış gibi görünüyordu. "Nedir o?" diye sordu.

"İnsanları o çukurdan kurtarmak ve her ne halt dönüyorsa ortaya çıkarmak."

Cüneyt Erezli omzunu kaldırıp indirdi. "Bu da bir çaba fakat ben zamanında yeterince savaştım, küçük kız." Yatağın köşesine koyduğu çantayı eline alıp geri geri yürümeye başladı. "Yardım isteyecek olursan bana ulaşabileceğin adresi amcana bıraktım ve soğuk algınlığın için de alınması gereken ilaçlar amcanda."

Kapıya doğru yürürken bana sırtını döndüğünde üzerindeki ceketten zor da olsa ensesinde bir dövme olduğunu gördüm; ne olduğu ise anlaşılmıyordu.

"Cüneyt Bey," diye seslendim ve seslenişimle beraber bana döndüğünde bakışlarımız kopmak üzere olan bir halat misali gerildi. "Oğullarınız size benziyor." Yavaşça gülümsedim. "Tek bir farkla: Oğlunuz Korel Erezli kadar güzel yalan söyleyemiyorsunuz ve ben Erezli dilini çözeceğim, buna emin olabilirsiniz."

Cüneyt Erezli bir elini kapının koluna koyup, "Evet," diye mırıldandı. "Korel benden daha farklıdır fakat bunun sebebi yalanı güzel söyleyip söylemememiz değildir." Kapıyı yavaşça açtı, ardından çenesini kaldırdı. "Yalana neden gerek duyduğumuzdur."

Açtığı kapıdan dışarıya çıktığında adım sesleri yavaş yavaş yok oldu; kapıya bir süre öylece baktıktan sonra başımı yastığa yasladım ve açık olan perdeden gökyüzüne bakmaya başladım.

Ne olmuştu, ne hissetmiştim?

Her şey, hiç olmadığı kadar yoğundu ve o boş çerçevelerin anlamlarını tek tek çözmüşüm gibi hissetmiştim. Sadece dört çerçeve görüntüsü yakalamıştım ve onda da her şey o kadar karışıktı ki kendimi gerçeklikten uzaklaşmış gibi hissediyordum.

Odamın kapısı açıldığında, "Amca," diye mırıldandım. "Çok uykum var, sonra, tamam mı? Lütfen sonra."

Başımı çevirdiğimde amcamın bana dikkatlice baktığını gördüm. "Tamam," dedi sorgulamadan. "Sadece sana tek bir şey söyleyeceğim, Minel."

"Evet?" dediğimde başını önüne eğip ayak uçlarına baktı.

"Canına dikkat et, canın bana emanet edildi."

Yutkunmakta zorlandığımda, "Ederim," diyebildim. "Teşekkür ederim."

Bir süre daha bana baktı ve yavaşça kapıyı kapatıp odadan çıktı; bense serumdan dolayı olsa gerek kapanan gözkapaklarıma meydan okuyamadım ve kendimi uykunun kollarına bıraktım.

***

"Amca, iki gündür uyuyorum zaten!" diye homurdandığımda mutfak masasında karşılıklı duruyorduk. Onun elleri masaya dayalıydı ve dik dik bana bakıyordu; benimse üstümde siyah pantolon ile bordo kazak vardı ve sırtıma attığım çantayla merkeze gitmek için neredeyse amcama yalvarıyordum.

"Hayır," dedi amcam belki de bininci kez. "Doktor bir süre dinlenmen gerektiğini söyledi; bu merkez aşkı da nereden çıktı hem böyle? Sen zorla giden bir kızdın."

"Sıkıldım, anlamıyorsun," diyerek ayaklarımı yere çarptım. "İki gündür sadece yatıyorum ve serumu çıkarmaya gelen hemşire gayet iyi olduğumu söyledi, bunu sen de duydun. O suratsız doktorun da verdiği vitamin ve antibiyotik ilaçları kullanıyorum. Daha ne?"

Amcam başını havaya kaldırıp, "O telefonun yanında olacak," diyerek sert bir dille beni uyardı. "Sadece merkeze gidilecek ve sonra geri döneceksin, beni duydun mu? Seninle daha konuşacak çok şeyimiz var ve bunu sen de biliyorsun."

"İşte bu," diyerek sırıttığımda amcamın yüzünde mimik oynamıyordu. "Söz, telefon hep yanımda olacak, hatta bak," diyerek cebimi gösterdim. "Onu hemen ulaşabileceğim bir yere koydum."

Amcam hiçbir şey söylemedi ve sinirle sandalyeyi çektikten sonra, "Akşam direkt eve gel," diye soludu. "Konuşacağız."

Başımı aşağı yukarı salladım ve koşarak mutfaktan çıktım. Yerde duran siyah spor ayakkabıları ayağıma geçirdikten sonra bağcıklarını bağladım ve kapıyı açıp dışarı çıktıktan sonra, "Oh be," diye fısıldadım. "İşte temiz hava."

Güneş tepede olmadığı için hava soğumaya başlamıştı. Kazağımın kollarını çekiştirdim ve kendi kafamda kısaca düşündükten sonra merkeze yürüyerek gitmeye karar verdim.

Taşlık yoldan koru yoluna çıkarken birkaç damla yağmur yüzüme vurdu fakat o kadar güzel hissettiriyor, özgürlüğü o kadar çok anımsatıyordu ki gülümsemeden duramadım.

"Minel," diye bir ses duyduğumda kaşlarım çatıldı, adımlarımı yavaşlattım. Başımı çevirdiğimde hemen arkamda yürüyen Barış'ı gördüm. "Beklesene."

Barış'ın ses tonu ve konuşması o kadar soğuk geliyordu ki bir an onu en son ne zaman ve nasıl gördüğümü düşünmeden edemedim. "Barış," dedim adımlarım tamamen yavaşladığında.

"Ne haber? Uzun zamandır göremiyorum seni."

Barış soğuk bir ifadeyle gülümseyip yanıma geldiğinde beraber yürümeye başladık.

"Göremiyorsun çünkü ortalarda yoksun," dedi düz bir sesle. "Hiçbir şeyden haberin yok anlaşılan."

"Ne gibi?" diye sorduğumda günlerdir yaşadığım olayların yanında daha büyük ne olay olabilir diye düşünmeden edemiyordum.

"Bilmiyorsun," dedi ve başını iki yana salladı. Yüzü soluk görünüyordu, sanki hep olan neşesi bir şırıngayla çekilmiş gibiydi.

"Büge'nin ve benim de içinde olduğumuz bir grup gözetim al tında tutulacağız artık, bu dışarıdaki son günlerimiz gibi bir şey."

Bacaklarımda güç azalır gibi oldu, adımlarım durdu. "O da ne demek? Neler oluyor?"

"Son olan olaylar," deyip yüzüme bile bakmadan devam etti. "Merkezdeki o cesetten sonra insanlardan şüphelenilmeye başlandı ve herkes sorguya çekildi. Bir ekip geldi, hepsi doktor önlükleriyle bizi resmen bir sürü teste tabi tuttular ve sonucunda birçoğumuzun hastanede yatması gerektiğine karar verdiler."

"Ne?" diye hırladığımda Barış omzunun üzerinden bana baktı, ona yetişmeye çalışıyordum. "Böyle bir şeye izin veremezsiniz, bu nasıl olur?"

"İzni benden almıyorlar," diyerek sert bir dille lafımı ağzıma tıktı. "Aile onayı ve sence aileler onay vermez mi?" Kafasını iki yana salladı. "Yirmi yedi kişiyi gözetim altında tutarak hastaneye yatıracaklar ve sadece üç kişinin aile onayı yok. Bu ne demek, biliyor musun? Ailelerimiz aslında bizim iyileşmemizi değil, çökmemizi istiyor."

Burnumdan derin nefesler alırken başımı yere eğdim ve dişlerimi sıkarak, "Merkezin yanına yeni açılan hastane, değil mi?" diye sordum. "Bu kocaman bir saçmalık."

"Saçmalık olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sorduğunda sesinde ima vardı. "En başından beri her şeyi bildiğini düşünüyorum. Geri durduğun zaman diliminde o yaralı yüzle aranızda geçenler anlaşılmıyor mu sanıyordun?"

"Barış," dedim tersleyerek. "Onun hakkında düzgün konuş ve kimseyi fiziksel özellikleriyle yargılama."

Barış sırıttı ve altın sarısı saçlarının arasına damlayan yağmur tanelerini elleriyle karıştırdı. "Görüyorum ki geç kalmışım," dedi ve omzunu kaldırıp indirdi. "Uzun zamandır seni tanıyorum fakat artık o uzun zamandır tanıdığım kızı göremiyorum."

"Bunu sadece ayaküstü beş dakikalık konuşmadan çıkaramazsın." Merkeze neredeyse varmıştık ve aramızda buz gibi rüzgâr estiğini en uzaktan gören insan bile anlayabilirdi.

"Beş dakikalık konuşma mı?" diye mırıldandı. "Onun evinde kalmadın mı?"

Duraksadım ve ne diyeceğimi bilemediğim için, "Bunlar da nereden çıkıyor?" diye sordum. "Kim söylüyor?"

Barış gözlerini devirdi ve cevap vermeyip elini omzuma dokundurdu, kısa süre de olsa benimle göz teması kurduktan sonra hiçbir şey söylemeden yanımdan uzaklaştı. Arkasından ona bakarken hep tanıdığım Barış'tan eser kalmadığını anlayabiliyordum.

Merkezden içeriye girdiğimde yemekhanenin kalabalık olduğunu ve merkezin metrelerce uzağındaki hastanenin ise dört katından son üç katının pencerelerinin demir parmaklıklarla örüldüğünü gördüm.

Dişlerimi birbirine sürttüğümde öfkeyi içimde bir yerlerde kaynayan kazan gibi hissediyordum.

Barış demek, denek demekti. Büge demek, denek demekti. O kadar insan denek demekti ve bu insanları kurtarabilmenin yolunu bir şekilde bulacaktım.

Yemekhaneye girdiğimde bana yönelen bakışları önemsemeden kahve makinesinin önüne gittim ve sütsüz şekerli kahveyi seçtikten sonra kahvenin dolmasını bekledim, bir yandan bakışlarımı atarken aslında gözlerimin kimi aradığı açıkça ortadaydı. Korel Erezli'yi ise göremiyordum.

Aslında ben artık bu merkeze neden geldiğimi de bilmiyordum; amaçlarımdan birinin ortada dönen her şeyi öğrenmek olduğunun farkındaydım, diğer bir seçenek ise bana ne yaptıklarını artık açık ve net görmek istememdi.

Kahvemi aldıktan sonra yemekhaneden çıktım ve şemsiyelerin altındaki bir sandalyeye yerleşip sıcak kahveyi yavaşça içmeye başladım.

O sırada beni izleyen bir çift gözü hissettiğimde başımı sağa çevirdim ve Korel'i gördüm; onu gördüğüm an elimde tuttuğum pet bardaktaki kahve titremeye başladı ve farkında olmadan parmaklarıma birkaç damla döktüm.

Üzerinde beyaz bir bol tişört, onun üzerinde ise lacivert oduncu gömleği vardı. Altındaki siyah pantolonu uzun bacaklarını kavrıyordu. Bana bakan gözlerinde ise o her zamanki yorgunluk ve ifadesizlik vardı. Saçlarını biraz kısalttığını ve sakallarını da biraz uzattığını fark etmiştim.

Bakışlarını ayırmadı, bakışlarımı ayırmadım ve aramızda söz süz geçen bakışmanın canımı sıkmasının ardından hemen karşısında ayakta duran Gürkan'a baktım; onun da bakışları benim üzerimdeydi.

Günler öncenin öfkesi tekrar içimde canlandığında, Korel'in ormanda yaşadıklarımdan haberi olduğu halde hiçbir şekilde benimle iletişim kurmaması son damlaları döküyordu.

"Minel?" Tanımadığım bir kız sesini duyduğumda başımı çevirdim ve benim boylarımda fakat biraz daha kilolu bir kızın tam karşımda durduğunu gördüm.

"Evet?" dedim ve beni izleyen gözlerin hâlâ üzerimde olduğunu hissettim.

"Şey," dedi çekinerek, "ben Büge'nin bir arkadaşıyım ve o senin dans ettiğini hatta önümüzdeki dans yarışmasına katılacağını söyledi." Elinde tuttuğu kâğıdı bana verdiğinde sevecen bir ifadeyle gülümsedi. "Ön elemeler başladı, bu kâğıtta yazan şartlar dahilinde yarışmaya katılabilirsin."

Elinden kâğıdı aldığımda göz bile gezdirmeden kıza dönerek, "Anlıyorum, teşekkür ederim fakat bunu bana söylemenin sebebini anlamadım?" diye sordum.

Kızın yanaklarına ateş yükselmeye başladı. Altdudağını yaladıktan sonra, "Şartlardan bir tanesi çift olma zorunluluğu," diyerek derin bir nefes aldı. "Büge senin tek olduğunu söyledi, belki ikimiz beraber," daha fazla kızardı, "dans edebiliriz."

İlk başta ne demeye çalıştığını anlamasam da sonrasında karşımda duran kızın yönelimini az çok fark ettim ve sıcak bir tebessümle, "Düşüncen için teşekkür ederim fakat ben yarışmaya katılmaktan vazgeçtim," diyerek onu reddettim. Aslında gerçekten dans yarışması aklımdan tamamen çıkmıştı ve katılabileceğimi de sanmıyordum. Neredeyse bir hafta sonra ön elemeler başlıyordu, bense doğru düzgün çalışmamıştım bile.

Dudakları büküldü. "Anlıyorum," diye mırıldandı. "Teşekkür ederim yine de."

Tam o anda karşımdaki sandalye sertçe çekildi ve Korel'in oturduğunu gördüm. Bacakları iki yana açık, rahat bir şekilde oturan Korel, bir bana bir yanımdaki kıza bakıyordu.

"Rica ederim," dedim kısık sesle ve kızın ürkek bir ifadeyle Korel'e bakışlarını görmezden gelerek onun yaprak sarısı gözlerine odaklandım.

Kız yanımızdan uzaklaştığında, "Nasıldı?" diye sordu bir anda ve elimde tuttuğum kâğıda baktı.

"Ne nasıldı?" dedim ters bir sesle, ardından elimde tuttuğum kahveyi masaya koydum.

"Polisler, dedektifler, motosikletler, cesetler, şarkılar blah blah blah," diyerek dalga geçti. "Yırttın mı?"

"Ne saçmalıyorsun?" Önümde duran kahveyi yüzüne çarpmamak için kendimi zor tutuyordum çünkü yüzündeki ifade benimle dalga geçtiğini gösteriyordu.

"Hadi ama," dedi ve ensesini tuttu, "cesedi bu boyunla o ağaca nasıl astın, Turuncu?"

Yüzünde mimik oynamıyordu fakat gözlerinde eğlendiğine dair bir ifade vardı. İlk başta cevap vermek için dudaklarım aralandı fakat hemen sonra geri kapandı ve bir anda ayağa kalktım. Bu tepkimi beklemeyen Korel'in gözlerindeki ifadenin değiştiğini fark ettim.

Hiçbir şey söylemeden arkamı döndüm; yemekhaneye girip odaların olduğu yere yöneldiğimde elimde tuttuğum kâğıt parçasını avcumun içinde eziyordum.

"Turuncu," diye seslendi ve birkaç adımda yanımdaydı. "Öfkeni elindeki kâğıttan alamazsın."

"Biliyor musun, Korel," dedim sinirimi belli etmemeye çalışarak. "Artık ne yaptığın pek de umurumda değil."

"Öyle mi dersin?" dedi ve bir anda tam karşıma geçerek görüş alanımı da yolumu da kapattı. "Umurunda olmadığı için mi o kâğıdı parmaklarının arasında benim olduğumu düşünerek eziyorsun?"

"Hayır," dedim ve diğer taraftan geçmek için hamle yaptım fakat yine önümü kapattı. "Elimde sen olsaydın emin ol sadece bunu yapmakla kalmazdım."

Korel gülümsedi fakat soğuk bir gülümsemeydi. "İçindeki caniyi bu kadar kolay ortaya çıkarmamalısın, yakalanırsın." "Yeter," dedim ve elimdeki kâğıdı göğüs kafesine doğru fır lattım. "Benimle dalga geçmekten vazgeç, vazgeçin. Sen ve ailen, vazgeçin."

Yine geçmek için atıldığımda bu sefer Korel beni tamamen duvar kenarına sıkıştırıp yüzüme eğildi. "Aile derken? Neyi kastettin?"

Alayla güldüm. "Hiçbir şeyden haberin yokmuş gibi davranmaktan vazgeç, beni küçük görmekten başka yaptığınız hiçbir şey yok sizin. Beni tanıyor musunuz?" Tam gözlerinin içine baktım. "Tanıyorsunuz."

"Turuncu," dedi ciddiyetle. "Ağabeyimi mi kastettin?"

"Ağabeyin, baban, sen, hepiniz," diyerek kaşlarımı çattım. "Annen yanında olsa belki de o. Hepiniz beni küçük görüyorsunuz."

Kurduğum cümleyi söylediğim dakika pişman oldum ve toparlamak için dudaklarım aralansa da pek bir faydası olmadı. Korel aynı ifadesizlikle bana bakmayı sürdürürken, "Benim sana anlattıklarımı bana kullanman pek de umurumda değil," dedi.

"Babamla mı tanıştın?"

Sonbahar gözlerine odaklanıp kırgınlık parçası aramaya başladım, sanki gözlerindeki bir yaprağı ayağımla ezip parçalamışım gibi hissetmiştim fakat bomboş bir sonbahar günü gibiydi ve yine rüzgâr bile yoktu.

"Evet," dediğimde yutkundum. "O gece dönerken ormanda bayılmışım, ağabeyin beni bulmuş ve eve götürmüş, babanı da doktor olduğu için çağırmış." Kaşları çatıldı ve geriye bir adım attı. Bakışları benden uzaklaştı; uzağa bakarken bir şeyler düşündüğü belliydi. "O gece neden kaçtın?" diye sordum. "O gece neden ağabeyin beni kucağında eve taşımak zorunda kaldı?" "Canım istedi," dedi hızlıca.

"Korel," dedim ve önüme gelen saçlarımı geriye attım. "Bana doğruyu neden söylemiyorsun?"

Bakışları bana döndü. "Zamanı geldiğinde kullanman için mi?"

Duvara çarpmışım gibi hissettiğimde, "Haklısın," diye mırıldandım. "Az önce kurduğum cümle yanlıştı fakat bana bir kere bile mantıklı açıklama yapmadın."

Korel bir anda kolumu kavradı ve çekiştirerek kimsenin olmadığı bir koridora sürükledi; sürükledi demek yanlış olurdu, daha çok ben kendi isteğimle gidiyor gibiydim. Dar bir koridora girdiğimizde kolumu bıraktı ve kimsenin olmadığına emin olduktan sonra, "Beni iyi dinle," diyerek cümleye başladı. "Beni sorgulamaktan, yaptıklarımın altında bir şeyler aramaktan vazgeç. Bana şunun cevabını ver, geçen gün anlattıklarımdan sonra neden hâlâ bu merkeze geliyorsun?"

"Beni iyi dinle," dedim onu taklit ederek. "Beni sorgulamaktan, yaptıklarımın altında bir şeyler aramaktan vazgeç," duraksadım, "direk boylu herif." Başım tam göğüs kafesinin alt tarafına denk geliyordu ve yine o her zaman aldığım kül kokusunu soluyormuş gibi hissediyordum; bu sefer kâğıtlar yanmış gibi bir kokuyordu.

"Senin boyunun neden uzamadığı anlaşılıyor," diye homurdandı. "Yarısı inadına, yarısı turuncu saçlarına gidiyor."

"Beni buraya azarlamak için mi çektin?" diye sorup çenemi kaldırdım.

"Bu merkeze gelmemen gerekiyor. Bu merkezin yakınından bile geçmemen gerekiyor, bunu biliyorsun fakat devam ediyorsun, neden?"

Bakışlarım anlık olarak çenesindeki yanık izine kaysa da tekrar gözlerine tırmandı. "Çünkü öğrenmek istiyorum artık," dedim bıkkın bir tınıyla. "Artık bilmek istiyorum, artık görmek istiyorum. En önemlisi, engellemek istiyorum. Arkadaşlarımı o hastaneye yatıracaklarmış, buna sen nasıl izin verirsin?"

Korel alayla güldü. "Bu insanlar ve hastaneye yatanlar benim ne kadar umurumda?"

Parmaklarımı şakaklarıma bastırdım ve gözlerimi kapatarak düşünmeye çalıştım fakat dediği cümle dikkatimi çektiğinde, "Onlar umurunda değil," diye mırıldandım. "Ben de bu merkezdeyim fakat beni uyarıyorsun. Neden? Ben senin umurunda mıyım?"

Korel bir an afalladı ve gömleğinin yakasını çekiştirerek, "Sebebini öğrenmek mi istiyorsun?" diye sordu.

"Evet," dedim hemen. "Beni vazgeçirmeye çalıştığın her şey için elime bir şeyler ver, ver ki vazgeçeyim Korel Erezli."

"Tamam," dedi ve bir kere daha etrafına baktıktan sonra, "Gel benimle," diyerek tekrar kolumu kavradı ve koridorun sonuna doğru yürümeye başladık.

Koridorun sonundaki kapıdan dışarıya çıktığımızda yangın merdivenini ve yanında yer alan başka bir merdiveni gördüm. Demir merdiven yukarıya çıkarken, diğer taş merdiven aşağıya iniyordu. "Dediğin cümle," dedi Korel ve durdu, omzunun üzerinden bana baktığında sanki vereceğim yanıta göre kararını değiştirecek gibiydi. "Seni kendimden vazgeçirmeye çalışsam ve eline geçerli bir şeyler versem benden vazgeçer misin?"

Cümlesi tuhaf bir şekilde kalbimin kanayan ve dikenli yaralarına ilaç oldu. Bakışlarımı bakışlarından kesmeden, "Elimde geçerli bir şeyler yok mu sence?" diyerek aslında reddettim ve Korel'in dudakları yukarı kıvrıldı.

"Daha kötüsü?" diye sordu.

"Daha kötüsü?.." diyerek sorusunu tekrar ettim. "Benim arkama bakmadan kaçacak biri olduğumu mu düşünüyorsun?"

"Aksine," dedi ve kaşlarını çattı. "Kaçman gereken yere değil de kaçtığın kişiye koşacak biri gibisin ve bu can sıkıcı."

Başımı ağır ağır aşağı yukarı sallayıp, "Beklediğin yanıt aslında ne?" diye sordum. "Vazgeçmem mi, vazgeçmemem mi?"

Korel bir süre bana baktıktan sonra, "Aslında," diye fısıldadı. "Ben bunun yanıtını çok önceden almışım gibi hissediyorum."

"Nasıl yani?" diye sorup bir yanıt vermesini bekledim. Korel ise sanki bir yanıt veriyormuş gibi ayağını diğer aşağı inen merdivene uzattı ve kolumu tutup beni de merdivene çekti.

Taş merdivenden aşağıya indik ve eski bir demir kapıyı açtıktan sonra bodrum kat gibi bir yere girdik. Uzunlamasına dar koridorun duvarları rutubetle kaplanmıştı ve rutubet kokuyordu. Nemli duvarları aydınlatan, tavandan asılan sarı ışık saçan lambalar vardı.

Nereye gittiğimizi çok merak etsem de sormadım ve önümde yürüyen Korel'i takip ettim.

Uzun koridoru geçtikten sonra bir daha aşağıya inen bir merdivenle karşılaştığımızda, dik bir şekilde, yuvarlak bir daireden aşağıya indiğini gördüm.

Bana bakıp, "Korkuyor musun?" diye sordu.

"Hayır," dediğimde sesim oldukça net çıkmıştı. "Sadece fare sesleri geliyor, onlar ürkütücü."

Korel kafasını iki yana salladı. "Bu kadar şey değil de fareler mi seni ürkütüyor? Turuncu, asıl korkman gereken hiçbir şeyi bilmiyorsun."

"Blah, blah, blah," dedim ve Korel'in o daire şeklindeki delikten aşağı inmek için yaptığı hareketleri izledim. "Kafayı mı yedin? Boyun zaten uzatılan merdiven kadar, atlasana direkt."

Korel bana baktı, ardından aşağıya baktı, sonra tekrar bana baktı ve hiç beklemediğim anda burnuma fiske attıktan sonra, "Turuncu kızım benim," diye fısıldadı. "Akıllısın."

Ona alayla bakıp, "Bunu görmek için akıllı olmaya gerek yok," diyerek homurdandım. Korel ise dediğimi duymazdan geldi, dairenin kenarına oturup ilk önce ellerini iki yana koydu ve ardından bacaklarını daireden aşağıya sarkıttı. En son ise kendini tamamen dairenin içine bıraktı ve yavaşça aşağıya atladı.

"Hadi," dedi. "Hızlan, yakalanmak istemiyorum."

"Kime yakalanmak?" dedim merdivene adımlarımı koyarken. "Neye yakalanmak?"

"İnsanlara," dedi ters bir sesle. Umursamaz bir ifadeyle omuz silktim ve yavaşça merdivenlerden inmeye başladım. "Farelere, Turuncu, farelere," dedi ve bir anda beni birkaç adım inmişken belimden yakalayıp tek eliyle tutarak yere indirdi.

Tepki bile vermemi beklemeden bileğimi kavradı ve hızlıca yürümeye başladı; indiğimiz katın üst katla hiçbir ilgisi yoktu. Kendimi başka bir zaman dilimine gitmişim gibi hissediyordum, duvarlarda ünlü ressamların tabloları vardı ve etraf eski eşyalarla donatılmıştı. Dümdüz dar koridoru dolduran eşyalar ve tabloların ruhu ise beni gerçekten ürkütmüştü.

"Burası neresi böyle?" dedim merakla. "Biri mi yaşadı burada?"

Korel başını aşağı yukarı salladı. "Sosyopat birisi yaklaşık üç yıl boyunca burada yaşamış, izleri ve kalıntıları hâlâ bir yerlerde duruyordur o yüzden dikkatli bakma."

Bunu söylemesiyle eski koltukların üzerindeki kurumuş kan lekelerini gördüm ve dehşete düşerek direkt bakışlarımı çektim. "Neden hâlâ duruyor? Hapishaneye mi atıldı, akıl hastanesine mi?"

"Çünkü gizli," dedi Korel. "Ve hiçbiri. Buradan haberi olanlar sadece bu merkezi kuranlar ve yardımcı olanlar, burada yatan kişiye ise ne olduğu bilinmiyor." Bana imalı bir bakış attı.

"Gözetim altında," diyerek zihninden geçeni söyledim. "Bir dakika..." Adımlarım yavaşladı, Korel ise bileğimi sımsıkı kavrıyordu. "Sadece kurucular ve yardımcı olanlar biliyorsa sen nasıl bundan haberdar oldun?" Devam edemedim.

Uzun koridorun sonuna geldiğimizde sola dönmeden önce, "Yardım eden birini tanıyordum," diye mırıldandı. "O kişi direkt anlatmasa da bir şeyleri birleştirmek zor değildi."

"Kim diye sormayacağım," dedim tereddütle. "Söylemeyeceğini biliyorum ama baban diye düşünüyorum."

Döndüğümüz koridor daha da dardı; tekrar rutubetli duvarlar, o koku ve fare sesleri geliyordu.

"Annem," dedi hiç beklemediğim bir anda. "Psikiyatrist olduğunu söylemiştim."

Bedenim kaskatı kesildi ve beklemediğim bu cevabı ellerimin buz kesmesine sebep oldu. "Annen mi?" diye boş bir soru yönelttim. "Ama o, demiştin ki..." Konuşamadım ve boğazımın yandığını hissettim.

"Geride bıraktığı belgeler falan filan," dedi umursamaz bir sesle. "Önemli değil, geldik sayılır."

Hiçbir şey söylemedim ve bileğimi kavrayan eline baktım. Parmak boğumlarındaki dövmelerde hiçbir yerde rastlamadığım semboller vardı.

Kısa bir koridor yürüyüşünün ardından sağa döndü ve kocaman, ağır bir gri kapıyla karşılaştık. Asansör kapısına benzese de aslında daha da güçlü ve korumalı duruyordu.

Kapının hemen yanında şifre yazılması gereken numaralar ve kart tanıma cihazı yer alıyordu.

"Bu da ne?" dedim kısık sesle. "Nereye geldik biz böyle?"

Hasta kayıtları dosyaları," dedi ve bileğimi daha sıkı kavradı. "Gerçek ve seneleri alan dosyalar."

Ürperdiğimi hissettim; korku ya da öfke değildi, bunların dışında bir şeydi. Sanki gerçeklerin asıl yattığı yerdeydim ve her şey çözülecekmiş gibi geliyordu.

Korel cebinden bir kart çıkarıp kart okuma sistemine yerleştirdikten sonra kısık sesle bir şeyler fısıldamaya başladı.

"Doktor kartı mı?" diye sordum. Başını salladığında, "Gürkan'dan bunu nasıl alabildin?" diye sordum.

"Gürkan'ın değil," dedi ve üç kere bip sesinden sonra şifre yazılan yerin ışığı yandı. "Yeni olan kimse burayı bilmez ve giremez."

Beş haneli şifreyi beş parmağını kullanarak hızlıca girdiğinde kısa bir sessizlik oldu ve üç bip sesinden sonra mavi ışık yanmaya başladı, onay ışığının ardından önümüzdeki ağır gri kapı yavaşça kayarak açıldı.

"Kimin olduğunu sormayacak mısın?" diye bana yöneldiğinde bakışlarının döndüğünü fark ettim. Kafamı iki yana hayır anlamında salladım çünkü anlamıştım fakat Korel sanki bütün haklarını kullanıyormuş gibi elinde duran kartı bana uzattı ve arkasını dönüp içeriye girdi.

İlk önce onun gergin sırtına, ardından elime verdiği karta baktığımda gözlerim yavaş yavaş irileşti ve tekrar Korel'e baktım.

İdil Erezli adınaydı ve kimlik kartındaki fotoğraf neredeyse tamamen eskimişti fakat yüzünü net olmasa da seçtiğimde aslında Korel'in babasına değil, annesine benzediğini görüyordum.

Annesinin saç rengi kumraldı ve kemikli bir yüzü vardı, tam kadraja bakıyordu, dolgun dudakları gülümsese bile koyu yeşil tonlarındaki gözleri inanılmaz derecede ürkütücü bakıyordu; bu ton, bakışlarına daha ürkütücü bir hava katmıştı. Bir yanağında gamzesi vardı.

"Annen," dedim yutkunarak. "Güzel bir kadınmış."

"Sakın," dedi ve bana öyle bir baktı ki Korel'in gözlerindeki kurumuş yaprakların dalgalandığını hissettim, "bir daha annemin adının geçtiği cümlede geçmiş zaman kipi kullanma."

Korel bir şekilde hâlâ annesinin bir yerlerde yaşadığını hissediyordu, umudu tükenmezdi, Korel'in umudu bilyelerinde gizliydi.

Karta bakmayı bırakarak geniş odaya girdim ve beklediğim gibi olduğunu gördüm. Eski sistem olduğu için raflar kalından inceye doğru giden mavi dosyalarla doluydu ve harf sırasına göre dizilmişti. Sıra sıra tam on bir dolap, on bir dolapta ise beş raf vardı.

"İnanamıyorum!" dedim yüksek sesle. "Bu insanlık değil, hepsi hasta kayıtları mı?"

Korel bana yaklaştı, eliyle ağzımı kapatarak, "Sessiz ol," diye fısıldadı. "Yakalanmak mı istiyorsun?"

Gözlerim irileşti, başımı aşağı yukarı salladım; Korel ise elini yavaşça ağzımdan çekti.

"Güvenlik kamerası yok mu?" diye sordum kısık sesle. "Bir önlem almış olmalılar."

"Burası onlar için çok önemsizdir," dedi ardından, elimde duran kartı aldı. "Burada ismi olan birçok kişi ya öldü ya da geri dönülemez şekilde aklını yitirdi. Buradan daha büyük bir inleri var ve oraya henüz giremedik."

"Giremedik?" diye sordum ve kaşlarımı çattım. "Kiminle?" Korel beni şaşırtmayarak cevap vermedi.

Rafların arasında gezmeye başladığında ben de arkasından ilerleyip tek tek isimlere bakmaya başladım. "Korel," deyip bana bakmasına neden oldum. "Bu merkeze ikinci gelişin." Başını aşağı yukarı salladı ve kısık gözlerle bana baktı. "Neden ikinci defa geldin? Bana söylediğin şeyi sen neden yapıyorsun? Amacın insanları kurtarmak bile değil."

"Evet," dedi net bir sesle. "Amacım insanları kurtarmak değil." İnsanlar kelimesine vurgu yapmıştı. Cümlesine devam etmesini bekledim fakat beni yine şaşırtmadı ve yanıtsız bıraktı.

Aklımı kurcalayan en önemli sorulardan biri ise Korel bir denek olduysa annesinin buna göz mü yumduğuydu. "Korel," dedim ve yine bana baktığında yüzünde bıkkınlık vardı. "Bu insanlar ne zamandan beri denek olarak kullanılıyor, annen ne zamanlar yardım etmiş?"

"Uzun yıllardır," dedi Korel ve üçüncü raftaki bir dosyanın önünde durduğunda kaşları çatıldı. Eğilmeden bakışlarıyla dosyayı izliyordu. "Burada seneler öncesinde kalan insanların dosyası var, en erken beş yıl öncesidir, annem o zamanlar yardım etmişti yani aklından geçen soruya yanıt: Hayır, annem beni denek olarak kullanmadı."

Başımı aşağı yukarı salladım. "Anladım ama anlamadım da. Yani seneler öncesiyse ve bu dosyaların bu merkezle pek bir ilgisi yoksa beni ilgilendiren nedir bu durumda?"

Korel bana son bir kez gözlerini çevirdi ve ciddiyetle baktığı mavi dosyayı raftan yavaşça çektikten sonra gözlerini bir kere kapatıp açtı. Dosyayı bana doğru uzatırken, "İşte bu yüzden," diye mırıldanıp dosyaya bakmamı istedi.

Elinden oldukça yavaş bir şekilde dosyayı aldım, bakışlarımı ondan zar zor ayırırken mavi dosyanın üstündeki ad soyada baktıktan sonra tırnaklarında hançerler olan parmakların boğazıma sarıldığını ve soluk boruma sapladığı o hançerlerle nefesimi parçaladıklarını hissettim.

"Mehveş Karaer," diye fısıldadığımda Korel'e bakamıyordum, zihnimde annemin ismi defalarca tekrar edilirken bakışlarım adından ayrılmıyordu. "Annem, annemin adı, annemin dosyası bu. Nasıl?"

"Annen," dedi Korel, sanki kelimeleri zor seçiyormuş gibi, "bir denekti ve seneler önce hastanede yattığında onu denek olarak kullandılar."

"Benim annem hastanede yatmadı çünkü o hiç gitme..." Duraksadıktan sonra, "Bir zamanlar annem yoktu," diyerek kendi kendimi düzelttim. "Babam onun şehir dışında olduğunu söylerdi, Korel." Elimde tuttuğum dosya titriyordu, elim titriyordu, bacaklarım titriyordu, sesim titriyordu. "Korel, anneme ne yaptılar?"

Korel dosyayı tuttuğum elimi bir anda tuttu ve dosyanın titremesini engelledi. "O dosyayı sana veriyorum ama açmanı istemiyorum, Turuncu, göreceklerine hazır değilsin."

"Açacağım," dedim yüksek sesle ve elimi elinden çekmeye çalıştım. "Açacağım, ne yaptıklarını göreceğim."

"Hazır değilsin," dedi tekrar ve elimi bırakıp omuzlarımdan tuttu. "Hazır olduğun zaman o dosyayı açmanı istiyorum, şu an değil, şu an hazır olmadığını biliyorum."

Dizlerim daha fazla titrediğinde bir yere oturmak, bir yerden destek almak, tutunmak hatta dosyanın elimdeki ağırlığını yok etmek istiyordum. Bir noktada Korel haklıydı: Şu an dosyada her ne yazıyorsa beni mahvedeceğini biliyordum. "Sen ne biliyorsun bu dosya hakkında?" diye sordum. "Sen bunca şeyi nereden biliyorsun?"

"Rastlantı," dedi ve sorumu açık bir yalanla geçiştirdi. "Tek bildiğim, annenin DNA'sına kadar aldıkları ve seni de bu yüzden kullanacakları. Annen onlar için altın değerinde bir denekti, anneni kullanabilirlerdi fakat sonrasında annen bir anda yok oldu." Duraksadı. "Dosyada yazanlardan anlaşıldığı kadarıyla sen de onlar için altın değerindesin; DNA'larınız, psikolojik rahatsızlıklarınız, annenle olan her şeyiniz onların kullanacakları türde."

"Onlar?" dedim sinirle. "Onlar kim Korel? Onlar!" O kadar yüksek sesle bağırdım ki Korel bir anda eliyle ağzımı kapatıp beni ensemden çekerek göğsüne yapıştırdı.

"Sus aptal Turuncu, sus. Bağırma. Bizi yakalatacaksın."

Olduğum yerde çırpınmaya ve kollarından kurtulmaya çalıştım, bir yandan da kapattığı ağzımdan homurdanıyordum fakat Korel hiçbir şekilde izin vermiyor, avcunun içini dudaklarıma daha fazla bastırıyordu.

Dışarıdan adım sesi geldiğinde Korel, "Amına koyayım," diyerek ensemi sımsıkı kavradı ve beni daha fazla kendine çekti.

"Ses geliyor, birileri geliyor."

Homurdanmayı kestim ve ona bakarak elini çekmesini bekledim, Korel ise kapıya bakmaya devam etti. Parmaklarının ucu saç diplerimi sıyırıp geçerken kalbinin ritmi yüzüme çarpıyordu. Kokusu ise bedenime sarılmış gibiydi.

"Bekle," dedi ve bana baktı. "Sessiz ol, tamam mı? Sese bakıp hemen geleceğim; ufacık ses çıkarırsan seni ayaklarından tavana asar, saçlarını yere bağlar, esnekliğini o şekilde test ederim, duydun mu?"

Gözlerim irileşti ve hızlıca kafamı salladım. Kimin geldiği, bizi gördüğünde neler olacağı, nasıl bir kuyuya düşeceğim... Şu an hiçbiri umurumda değildi. Umurumda olan en büyük şey, elimde tuttuğum dosyada neler yazdığı ve beni nasıl bir sonun beklediğiydi.

Korel elini yavaşça ensemden çekti ve hemen ardından ağzımı kapattığı elini de uzaklaştırdığında kesik kesik nefesler alarak onun yüzüne baktım; o ise, "Sakin ol," diye fısıldadı ve kapıya baktı. "Dosyayı açma, bunu kendine yapma."

Arkasını dönüp beni birkaç dakikalığına yalnız bırakırken sesin geldiği yöne bakmak için kapıdan dışarıya çıktı. Adımları sakin ve sessizdi; benim nefesim ondan daha sesliydi.

Korel beni sığ ve dar odada yalnız bıraktığında bakışlarım elimde sımsıkı tuttuğum dosyaya kaydı, annemin isminin yazdığı yere parmaklarımı dokundurdum; cesaretimin son damlalarını sanki tüketmişim gibi hissettiğimde Korel'in aslında dediğinde haklı olduğunu görebiliyordum, şu an için bu dosyayı açmaya cesaretim olmadığı gibi gücüm de yoktu.

"Anne," diye mırıldandım ve gözlerimi bir anlık kapattığımda sanki başka bir zaman diliminin içinde kendimi buldum.

Babamın yanında oturuyordum, belki de yaşımı söyleyemeyecek kadar küçüktüm ve annem ortalığı dağıtıyor, duvarlara bir şeyler fırlatıyordu. Üzerindeki tişörtünü parçalamıştı ve sutyeni görünüyordu, altında ise sadece iç çamaşırı vardı.

Sıktığı dişlerinin arasından tabakları yere çarptıkça sarsılıyordum, babam ise sanki daha fazla sakinleşiyordu. "Baba," diye fısıldamıştım korkarak. "Annem ne yapıyor?"

Babamın gözleri annemin üzerindeydi fakat duruşu ve oturuşu gergin olduğunu gösteriyordu. "Savaşıyor," demişti kısık sesle ve o an babamın sesindeki çaresizliği, gözlerindeki acıyı görmüştüm. "Savaşırken de parçalıyor."

Kapattığım gözlerimi araladığımda, sımsıkı tuttuğum dosya titremeye başladı, dışarıdan gelen adım sesi ise durdu.

Acıyı kaburgalarıma kadar hissediyordum.

Annemle hiçbir zaman yakın bir anne kız ilişkimiz olmamıştı; aramızdaki ilişkinin köprülerini babam kurmaya çalışmıştı fakat her seferinde parçalayan hep annem olmuştu.

Başarı isterdi annem çoğunlukla ve hırs. Oturuşuma dikkat etmemi söylerdi, kıyafetlerimi kirletmememi. Dışarıya çıkmamam, arkadaş bulmamam, kimseyle konuşmam gerektiğini sürekli dile getirirdi.

Beni bir kafesin içine kapatmak isterdi, ben o kafesi parçalamak istediğimde ellerim yara alırdı fakat yaralarımı babam sarar, annem ise ilaç getirmek yerine kafesi tekrar inşa ederdi.

"Her şeyin bir sebebi olur," derdi babam ben anneme her kızdığım zaman. "Sebepler canını yaktığı zaman bile huzuru hissedersin çünkü aslında gerçekleri görürsün."

Annemin sebebi, belki de zihninin içindeydi; ben belki de annemin zihninin içinden ibarettim.

Acıyla başımı kaldırdım ve raflara çaresizce bakarken ilk başta gözlerimi kaçırdım fakat sonra tekrar rafa başımı çevirdiğimde dosyada yazılı olan o isimle karşılaştım ve elimdeki dosya daha fazla titremeye başladı.

Korel E. Erezli.

Karşılaştığım bu isim ilk önce korkmama, ardından gülümsememe, ardından öfkelenmeme ve en sonunda çözüm bayrağının tam karşımda olabileceğine inanmama sebep oldu.

Korel bunu biliyordu, Korel bunu bildiği halde beni buraya getirmişti ve bu bana karşı güvenini mi gösteriyordu yoksa beni denediğini mi, anlayamıyordum.

Elimdeki dosyayı koltuğumun altına sıkıştırdım ve parmaklarımın ucunda yükselerek Korel'in isminin yazdığı dosyayı yavaşça rafından çekip elime aldım.

Korel'in dosyası annemin dosyasına göre o kadar kalındı ki şaşkınlıkla gözlerim irileşirken bir yandan da kapıya baktım.

Korel'in isminin yazılı olduğu dosya, sanki benim kırmaya çalıştığım ama kıramadığım demir bir kapının anahtarıydı ve bu kadar kolayca ulaşabilmek tahmin ettiğim bir şey değildi.

Annemin dosyasını açmaya cesaretim yoktu fakat Korel'in dosyasını açmak için kendimi o kadar cesur hissediyordum ki bu kanımın daha hızlı pompalanmasına sebep oluyordu.

Koridorda adım sesleri duyuldu ve bana verilen az bir sürenin de tükendiğini fark ettiğimde elim ayağım birbirine dolaştı; koltuğumun altına sıkıştırdığım dosya yere düştü ve elimde duran Korel'in dosyasını rafa koyup koymamak arasında kararsız kaldım.

Adım sesleri yaklaştı ve bir anda ne yapacağımı bilemesem de hızla Korel'in dosyasını açtım ve içinde ne yazdığını bile bilmediğim birkaç parça kâğıdı bulunduğu yerden yırtarcasına çıkardım. Dosyanın içinden iki fotoğraf karesi yere düştüğünde dosyayı aceleyle kapatıp rafına koydum ve dosyadan yırttığım kâğıtları hemen sırt çantama attım.

Adım sesleri daha fazla yaklaştı; bu sessiz adımlar Korel'e aitti. Yere düşen fotoğrafları hızla eğilip aldım ve tam cebime sokmak için hamle yaptığımda Korel'in fotoğraf karesindeki o yüzüyle karşı karşıya geldim.

Bir odadaydı, odanın en çok dikkat çeken detayı duvarlardaki lekeler ve yazılardı, yazılar okunmuyordu. Odada sadece tek bir yatak vardı, pencerelerde ise parmaklıklar. Korel yatağın üzerinde oturuyordu, bakışları direkt kadrajdaydı, üzerinde beyaz bir önlük vardı.

Korel'in göğsünün üstünde kan lekeleri vardı.
Korel'in elinde ölü bir beyaz güvercin vardı.
Korel'in yüzünde kanlı tırnak izleri vardı.

Diğer fotoğrafa bakmadan iki fotoğrafı da arka cebime sıkıştırdım ve yere düşen dosyayı almak için çöktüğümde başımın şiddetli bir şekilde döndüğünü ve midemin bulandığını hissettim.

Çöktüğüm yerde derin nefesler alıp kendime gelmeye çalışırken, "Minel," diye fısıldadığını işittim ve başımı yavaşça kaldırıp ona baktım. "Ne yapıyorsun orada?"

Fotoğraf karesindeki bakışları aklıma geldiğinde değiştiğini anladım.

Korel'in bakışlarında şu an bulunan ifadesizliğin geçmiş gölgesinde korku vardı. Parmaklarının arasında can veren kuş, onun elleri şu an bana uzanıyordu. "Kalk hadi," dedi elini uzatarak. "İyi misin?"

Ellerine baktım, avuç içlerinde bile izler vardı, parmaklarının köşelerini kanatmıştı.

Korel'in ellerinde geçmişin izleri vardı.

Dosyayı elime aldıktan sonra onun elini tutmadan yerden destek alarak ayağa kalktım. "İyiyim, sadece burası çok havasız." "Dosyaya baktın mı?" diye sorup bana yaklaştı. Bense refleks olarak geriye gittim. Korel'in kaşları çatıldı, üzerime gelmeyi bıraktı.

"Bakmadım." Ondan korkmuyordum, onun geçmişi beni ürpertiyordu. "Bu dosyayı yanıma almak istiyorum, bunu yapabilir miyiz?"

Korel kısa bir an düşündü ve başını sallayarak, "Olabilir," diye beni onayladı. "Fakat birkaç gün sonra geri yerine koyulması gerekecek."

Başımı aşağı yukarı salladım. Korel ise, "Çıkalım," diyerek arkasını döndü ve önden yürümeye başladı.

"Adım sesleri kime aitmiş?" diye sorduğumda çoktan yukarıya tırmanan merdiveni bile geçmiştik.

"Güvenlik," dedi. "Şansımıza odaya kadar gelmedi." "Yakalanırsak ne olurdu?" diye sordum.

"Gerçekten yakalanmış olurduk," dedi ve rutubetli koridorda hızlı adımlarla yürümeye devam etti. "Avuçlarına almaları daha kolay olurdu."

Hiçbir şey söylemedim ve arka cebimde taşıdığım fotoğraf karesinin çığlık çığlığa bağırdığını düşündüğümde, aslında önümde yürüyen adamın koca bir asır kadar acı çektiğini anlayabiliyordum.

Korel acı çeker miydi?
Korel belki de acı çekmeyi severdi.

Merkezin içine tekrar girdiğimizde neredeyse etrafta hiç kimse kalmamıştı. Korel benden epey ileride yürüyordu ve sanki beni yine görmezden gelmeye başlamıştı.

"Korel," diye seslendim fakat duymadı. Kantin kapısından içeriye girip dış kapıya doğru yürümeye başladığında, "Korel!" diye tekrar seslendim ve adımlarının yavaşlamasına sebep oldum.

"Ne oldu, Turuncu?" diye sordu ve omzunun üzerinden bana baktı.

İçimden bir ses beni denediğini haykırıyordu. Tepkilerini ölçmek istediğim için yeni bir yöntem deneyerek, "Gördüm," deyip hemen yanına gittim ve kolundan çekerek bana dönmesini sağladım. "Orada senin de dosyan vardı."

Yüzündeki ifadede hiçbir değişim olmadı. "Olabilir," diye mırıldandı. "Bu sakladığım bir şey değildi." Rahattı. Duruşu, bakışları, sesi. Her anlamda rahattı ama beni rahatsız eden bir şeyler vardı, bunu çözemiyordum. "İçine baktın mı?" diye sordu, sesi korkusuzdu.

Kafamı iki yana salladım. "Hayır," diyerek hem dürüst davrandım hem yalancı. "Fakat vaktim olsaydı emin ol bakardım."

Korel belli belirsiz tebessüm etti. "O dosyanın içinde yazanların çoğu yalan," deyip annemin elimdeki dosyasına baktı. "Aynı senin elinde tuttuğun, annenin dosyasında yazanlar gibi. Şunu çantana koy, ışıldak gibi taşımaktan vazgeç."

Dosyayı hızlıca çantama koydum ve tıkıştırdığım kâğıtları göstermemek için ekstra çaba sarf ettim. "Yalan olduğuna nasıl inanacağım?"

Korel ellerini cebine koyup kaşlarını kaldırdı. "Doğru olduğuna nasıl inanacaksın?"

"Korel," deyip saçlarımı geriye attım. "Bana gün içerisinde kaç tane duygu yaşattığının farkında mısın? İlk önce öfkelendiriyor, sonrasında gerçekleri önüme sunuyor, sonrasında da yalanlıyorsun." Başımı iki yana salladım. "Neye inanacağım; sana mı, gerçeklere mi?"

"Söylesene," deyip başını omzuna yatırdı. "Ben mi daha gerçeğim, gerçekler mi?"

Oluşturduğum ve inandığım bütün gerçekler yalan çıkmıştı, gerçek sandığım herkesin ise gizlediği detaylara takılıp düşüyordum. "Bazen kendimi gerçekten delirmiş gibi hissediyorum," diye mırıldandım. "Artık kaçacak hiçbir yerim kalmadı ve ben kaçmalara alışık biriydim."

Korel cebine soktuğu elini çıkarıp avcunun içinde buruşuk duran kâğıdı bana uzattı. "Senin kaçışın bu."

Uzattığı kâğıdı elime aldığımda öğle saatlerinde bana ön elemeler için verilen broşür olduğunu fark ettim. "Sen bunu nasıl?.."

"Refleks ve hız," dedi hızlıca. "Neden o kıza gitmeyeceğini söyledin?"

"Sen bunu nasıl?.." dediğimde yine lafımı böldü.

"Dudak okuma." Elimden broşürü aldı ve buruşturulan yerlerini düzelterek gözüme soktu. "Neden o kıza gitmeyeceğini söyledin? Yönelimlerinden ötürü mü yoksa bu yarışmaya katılmayacak mısın?"

"Yönelimiyle ilgilenmiyorum, homofobik de değilim," dedim omzumu kaldırıp indirerek. "Yalan söylemedim, o yarışmaya katılmayacağım."

"Neden?" dedi sorgusunun üzerine bastırarak. "Neden kaçtığın bir hayalinden vazgeçiyorsun?"

Duraksadığımda açıkça yüzündeki öfkeyi gördüm. "Yoruldum," dedim dürüstlükle. "Birçok şeyle uğraşırken dansa zaman bile ayıramadım ve o seçmeleri kazanma ihtimalim bile yok. Farkında olsan bile umursamadığın şeyler var, Korel Erezli fakat öldü sandığım babamın yaşadığı gerçeğiyle burun burunayım. Annemin denek olduğunu öğrendim. Şehirde lanet bir katil var her an kimin öleceği bile belli olmuyor, bu katil ise her an çevremizdeymiş gibi hissediyorum." Ürperdim ve ellerimi kollarıma sardım. "Sence dansa zaman ayırmak şımarıklık değil mi?"

"Değil," dedi net bir sesle ve tuttuğu broşürü elimi çekip avcumun içine sertçe yerleştirdi. "Hiçbir zaman babanın öldüğüne inanmadın," dedi bir gerçeği yüzüme vurarak. "Hiçbir zaman annenin normal olduğunu da düşünmedin, değil mi? Ve o sikik katil ise senin umurunda bile değil." Kaşları çatıldı. "Bahanelerle uğraşmaktan vazgeç, o yarışmadan korkuyorsun ve bu yüzden de kaçıyorsun. Kaçışın olan danstan kaçıyorsun."

Söyledikleri öfkelenmeme sebep olurken elimdeki broşürü avcumun içinde ezip, "Yarışmadan korkmuyorum," diyerek ona diklendim. "Sadece çalışmadım ve çalışsam yapabileceğimi biliyorum."

"Turuncu," dedi alayla. "O yarışmaya katılmayı ne kadar çok istediğin bakışlarından anlaşılmıyor mu sanıyorsun?"

Benim bile farkında olmadığım detayların Korel'in cümleleriyle önüme dökülmesi ve o an farkına varmam şaşırtmaya başlamıştı. Aslında içten içe o yarışmaya ne kadar katılmak istediğimi yeni fark ediyordum çünkü günlerdir hissedemediğim şeyler yeni yeni gün yüzüne çıkıyordu.

"Zor," dedim üzgün bir sesle. "Hiç çalışamadım, ön elemeyi bile geçemem ve şartlara uymayan bir şey var ki ben tekim, çift isteniyor."

Korel sertçe boynunu çıtlatıp, "Bana zordan sakın bahsetme," diye homurdandı. "En sevmediğim kelime zordur ve sen bir şeylere zor diyemezsin."

Bıkkın bir tınıyla, "Ne istiyorsun?" dedim. "O elemeye tek başıma katılıp kendimi rezil etmemi mi?"

"Şunu söylemeyi kes," dedi ve kolumdan sertçe tutarak beni kendine çekti. "Kaybetmeyi hazmedemeyecek kadar güzel dans ediyorsun sen, Çilli."

Korel'i belki de tanıdım tanıyalı bana olan ilk iltifatı, belki de ilk güzel cümlesiydi. Yüzümde bir tebessüm oluşurken, "Gerçekten öyle mi düşünüyorsun?" diye sordum ve aptal gibi ona baktım.

"Gerçekten," dedi yineleyerek. "Benim seni götürdüğüm hocanın yanına yine gideceksin ve o elemelere hazırlanacaksın. Sen kaybedemezsin."

"Şansım yok," dedim başımı eğerek. "Çift isteniyor ve götürdüğün hoca ne kadar başarılı olsa da benim çalışacağım yer bireysel olmamalı çünkü ben o dansa tek katılmayacağım, rakiplerim olacak."

Korel gözlerini benden ayırdı ve başka yöne birkaç saniye baktıktan sonra, "Tamamdır," diyerek tuttuğu kolumu bıraktı. "Aklımda bir yer var ve seni oraya götüreceğim ama tek bir şartla." Bekledi ve gözlerimin içine baktı. "Özgün ol, Turuncu, özgün ve farklı; diğerlerinden kendini ayır, ayır ki dikkat çektiğinde farklı olduğun anlaşılsın."

Gözlerimdeki rengin koyulaştığını ve sanki farklı renkteki ışıkların üzerime doğru yağdığını hissettim. "Korel," dedim tereddütle. "Bakışlarında ilk defa farklı bir şeyler görüyorum ve bunun adı inanç." Gülümsediğimde onun da yüzü gülümsedi. "Sen bana inanıyorsun."

Korel başını yavaşça aşağı yukarı salladıktan sonra, "Akşam dokuz civarı," diyerek parmağını şaklattı. "Hazırlan, seni almaya geleceğim ve farklı bir yere götüreceğim." Arkasını döndü, tam gideceği sırada duraksadı ve tekrar bana baktı. "Tek kişi olmayı ise umursama, seninle ön elemelere katılacağım ve finalde tek başına dans ettiğinde kimse tek olduğunu bile fark etmeyecek."

***

Topuklu ayakkabılarımı ayağıma geçirmek için hamle yaptığımda durdum ve odamın kapısına baktım.

Amcam eve geldiğimde beni dört kere aradığı ve cevap vermediğim için deliye dönmüştü. Ondan yorgunum bahanesiyle kaçmıştım ve odama iki kere girdiğinde de uyuyor numarası yapmak zorunda kalmıştım.

Evden kaçmak zorunda kalacaktım ve bunu küçüklüğümden beri yapsam da şimdi epey zorlanacakmışım gibi geliyordu çünkü üzerime giydiğim elbiseden dolayı tırmanarak aşağı inmek epey zorlayıcıydı.

Duruşumu dikleştirerek aynaya odaklandım ve üzerime giydiğim bordo kısa elbiseye baktım. Lise mezuniyetim için aldığım fakat giymediğim bu elbise dolabımın köhne yerlerinde güveler tarafından çürümeye yüz tutmuştu fakat bu gece nedense çıkarma gereksinimi duymuştum.

İp askılıydı ve göğüs tarafı kalp şeklinde geliyor, aşağı ise dapdar iniyordu. Elbise, boyumun uzadığına inanmama sebep olmuştu çünkü ilk aldığım zamanki gibi durmuyordu, boyu baldırlarımdaydı.

Kaşlarım çatıldı ve abartılı olduğum düşüncesi zihnimi kurcaladı. Saçlarımı tepede dağınık bir şekilde toplamıştım ve birkaç tutam saç yüzüme düşüyordu.

Makyaj olarak ise rimel ve ten rengi bir ruj tercih etmiştim.

Kaşlarım tekrar çatıldı ve başımı iki yana sallayarak saate baktım. Dokuza üç vardı.

"Aptal," diye homurdandım. "Ne vardı bu kadar özenecek?"

Kendimi o yabancı lise dizilerindeki kızlar gibi hissetmiştim. İlk buluşmaya giderlerdi, süslenirlerdi, bir partiye katılırlardı, partinin sonunda oğlanla beraber... "Minel!" diye inledim.

"Kapa şu beynini."

Yerde duran dans ayakkabılarımı, ceketimi ve sırt çantamı elime aldıktan sonra evin kapısının sesini duydum ve dehşetle kapıya bakarken Hazal Hanım'ın sesini duydum. Derin bir nefes aldıktan sonra işimin daha da kolaylaşacağını düşünüp pencereye yürüdüm. Yatağa dönüp baktığımda ise yapay bir şişkinlikten başka hiçbir şey görmedim.

Bu evden hep aynı numarayı deneyerek kaçmıştım.

Amcam ise bu yorganın altına yastık koyma numarasını hiç yememişti.

Bugün şans benden yana olsun istiyordum.

Pencereden aşağıya baktım ve sırt çantamı ceketimle beraber boşluğa attım. Sırt çantam ile ceketim aşağıdaki çimenliklere düştükten sonra ayakkabılarımı da attım ve bacağımı pencerenin pervazına yerleştirdiğimde üzerimdeki elbisenin yukarıya çıktığını ve ipin sökülme sesinin geldiğini duydum.

Kilo mu almıştım?

Aslında üzerimdeki elbise oldukça sadeydi ve bir lise mezuniyetinde bile giyilebilecek kadar naif duruyordu, beni rahatsız eden büyük ihtimalle Korel'di.

Pervazdan iki bacağımı dışarıya attıktan sonra hemen penceremin yanındaki doğalgaz borusunu sağ elimle tuttum ve gözlerimi kapatarak, "Sakin ol," diye mırıldandım. "Sakin ol, sakin ol, sakin ol."

Bir adımımı doğalgaz borusunun kenarına koyduktan sonra diğer elimi de sardım ve tek güvencem olan diğer bacağımı da pervazdan çektim. Ellerimi yavaş yavaş hareket ettirerek aşağıya inmeye başladığımda nefesim kesiliyordu, üzerimdeki elbise ise kalçama kadar yükselmişti. Bir yandan da duvardan destek alıyordum.

"Aptal Minel," dedim öfkeyle. "Cüce Minel. Elbise seni yesin, Minel!" Çıplak ayaklarım duvara sürtündükçe canım yanıyordu ve ellerimdeki güç gitgide azalıyordu. "Çilli Cüce!" diye inledim. "Düşersen seni öldürürüm."

Yolun yarısını bitirdiğimde aklıma Korel'in buraya tırmanmasının ne kadar kolay olabileceği geldi. "Sırık herif," diye homurdandım. "İki adımda yukarıdasın değil mi? Zürafa."

Son birkaç adımım daha kaldığında arkamdan bir ses yükseldi. "Manzara çok iyiymiş," diyen Korel'in sesiydi. Ayağımı koyacağım yeri şaşırdığımda elim kuvvetini kaybetti ve geriye kaydım. Tam düşeceğim sırada Korel beni belimden yakaladı ve bir bacağım yan kayarken diğer bacağım havada kaldı. Korel yüzüm yerine kalçama doğru baktı, ardından gülümsedi. "Manzara gitgide güzelleşiyor. Güneş mi açıyor ne?"

Nefes nefese yüzüne baktıktan sonra, "Yardım et!" diye inledim. "Böyle kaldım, bacağım ayrılacak."

"Halimden memnunum," dedi alayla. "Söylesene, bu boya ve bu fiziğe o kalçalar fazla değil mi sana?"

"İğrençleşme," diye homurdandım ve yumruğumu omzuna geçirdim. "İndir buradan, bacağım acıyor."

"Bir şey olmaz," dedi kalçama bakarak. "Dansçısın sen, alışıksındır bacağını ayırmaya."

"Korel!" diye bağırdım ve hemen ardından ağzımı kapattım. Başımı kaldırıp pencereye baktım ve hemen ardından, "İndir," diye fısıldadım. "Amcam bizi böyle görürse canıma okur, anlıyor musun?"

"Neden?" diye sordu. "Güzel bir pozisyon."

Dişlerimi birbirine bastırıp, "Lanet olsun," diyerek hırladım. "Sen ne zamandan beri buradasın, motosikletine susturucu mu taktın?"

"Çantanı ve ayakkabılarını aşağı attığından beri," dedi. "Motosikleti ileriye park ettim çünkü bu yolu deneyeceğini biliyordum. Amcan sesi duymasın istedim."

"Çok akıllısın." Sinirle bacağımı çekmeye çalıştım fakat Korel belimi daha sıkı sardı.

"Kiminle konuşuyordun sen az önce?"

"Kendimle," diye inledim. "Bacağım yanıyor!"

"Zürafa?" diye sordu. "Kendine zürafa mı diyordun?"

Başımı iki yana salladım. "Zürafa sensin."

"Öyle mi?" diye sordu ve kalçama doğru baktı. "Pigme seni." Yavaşça beni kucağında havaya kaldırdı ve bacağımı oradan kurtardı. Bacaklarım havada sallanırken beni biraz daha yukarıya

doğru kaldırdı ve onunla aynı hizaya gelmeme sebep oldu. Ayak larım ölü gibi sallanıyordu. "Pigme, Zürafa'nın boyuna yetişti; bak bakalım buradan dünya nasıl?"

Kaşlarımı çatarak aşağıda sallanan ayaklarımla dizlerine vurdum. "İndir beni, öldürürüm seni."

Korel kısık sesle güldüğünde gözlerinin etrafında çizgiler oluştu. Sigara ve bilindik kül kokusu her zamanki gibi üzerindeydi. Saçlarına sanki bugün önem vermiş gibi görünüyordu ve o kadar da dağınık görünmüyordu. Sakalları gitgide gürleşiyordu, gözleri ise diğer günlere nazaran daha az yorgun bakıyordu.

Bir anda beni yere bıraktığında ayaklarımın üzerine düşünce, "Ah!" diye bağırdım. "Yavaş olsana!"

"Al eşyalarını," dedi. Yere attığım ayakkabılarımı, çantamı ve ceketimi gösterdi. "Zaman kaybetmeyelim."

"Zürafa herif," diyerek kısık sesle mırıldandım ve eşyalarımı yerden alarak onu takip etmeye başladım. Korel bana baktı ve tekrar başını çevirdi; üzerimdeki kıyafetlere dalga geçermiş gibi hiçbir şey söylememişti.

Hemen ayakkabıları ayağıma giydikten sonra ona yetişmek için koşmaya başladım fakat topuklulara alışık olmadığım için birkaç kere ayağım burkuldu.

Motosikletin yanına geldiğimizde hızlıca motosikletine bindi ve başıyla arka tarafı işaret etti.

"Bu elbiseyle nasıl bineceğim?" diyerek aptal gibi Korel'e sordum. Korel ise bana bakarak, "Ne yapacağız?" diye sordu. "Pantolonumu çıkarıp vermemi ister misin?"

"Versene," dedim ciddiyetle. "Rahatımı düşündüğün için teşekkürler."

Korel motosikletten inip, "Öyle mi dersin?" diye sorduktan sonra altındaki koyu kotunun kemerini ve ardından düğmesini açıp fermuarını indirdi. Bir an ona inanmasam da aşağı indirmek için hamle yaptığında, "Şaka!" diye bağırdım. "Şaka yaptım, yemin ederim. Ne yapıyorsun?"

"Ben ciddiydim?" dedi pantolonun kemer tarafını tutmaya devam ederken. "Motosiklete bindiğinde dikiz aynasından altına giydiğin pembe külotuna gözlerim kaysın istemeyiz." Gözlerim irileşti ve altıma giydiğim külotun rengini düşündükten sonra, "Senin yaptığın sapıklık!" diyerek zıpladım ve omzuna yumruk attım. "Bakmaman lazımdı."

"Yok canım?" dedi başını eğerek. Pantolonun düğmesini kapattıktan sonra fermuarı çekti ve kemeri bağladı. "Güzel bir yolculuk olacak o halde?"

Tekrar motosiklete bindi ve benim de binmemi bekledi.

Utanç içinde hızlıca motosikletin arkasına iki bacağımı açarak bindikten sonra elimde tuttuğum çantayı sırtıma geçirdim ve ceketi giymeden bacaklarımı kapatsın diye üzerine örttüm. Korel dikiz aynasından bana baktığında gözleri bacaklarıma kaydı. Yüzünde yapay bir hayal kırıklığı oluşurken, "Yüce pembe külotlar aşkına," diyerek söylendi. "Çok gizemli."

"Yeter," dedim utançla. "Şunu yapmaktan vazgeç, utandığımın farkındasın."

Başını çevirip bana baktı, gözleri dudaklarıma kaydı, ardından tekrar gözlerime tırmandı. "Dudaklarına ruj mu sürdün sen, bu manzara da güzele benziyor."

Bir süre daha bana baktıktan sonra başını çevirdi ve önünde duran kaskı bana uzattıktan sonra takmamı bekledi, ikiletmeden kaskı başıma geçirdiğimde o kask takmadı ve motosikletin motorunu çalıştırarak olduğumuz yerden hareket etmemizi sağladı.

"Nereye gidiyoruz?" diye sordum dakikalar sonra. Ellerim onun beline sarılmak yerine motosikletin arka kasasından tutuyordu.

"Seveceğin bir yere," dedi. Motosikleti yine hızlı kullanıyordu fakat anayollardan gitmek yerine ara sokakları tercih ediyordu; bu yüzden daha az tehlikeliydi.

"Kaç senedir motosiklet kullanıyorsun?" diye sordum.

"On dört yaşımda abim öğretti." Biraz daha gazı alevlendirdi. "Arabaları da severim fakat motosiklet benim için ayrıdır, Turuncu. Bir gün sebebini anlatırım."

Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım ve yıldızları gördüğümde hafifçe tebessüm ettim. Bu akşam hava serin olsa da gökyüzünde yıldızlar varlığını sürdürüyordu. Hem serin olması hem motosikletin yaptığı rüzgâr, çıplak bacaklarıma ve kollarıma şok etkisi yaratıyordu. Bacaklarımın arasına sıkıştırdığım ceketi ise giyme ye hiç niyetim yoktu.

"Üşüyor musun?" diye sordu. Dikiz aynasından ona baktığımda beni izlediğini gördüm.

"Biraz," diye itiraf ettim. "Fakat o ceketi giymeyeceğim."

Korel'in kaşları çatıldı. Üzerine kalın, koyu gri, bol bir gömlek giymişti ve bu gömlek onu ısıtıyor gibi duruyordu. "Üşüme diye motosikleti karıncalarla birlikte sürüyorum," dedi öfkeyle.

"Şu ceketi üzerine giy, pembe külotuna bakmayacağım."

"Hayır," dedim sinirle. "Ve şunu söyleyip durma."

Korel yavaş kullandığını söylediği motosikletin gazını alevlendirdi ve bir anda motosiklet öyle bir ileri atıldı ki düşecek gibi oldum. Dağınık topladığım saçlarım bozulmamak için ekstra çaba harcıyordu.

Sert rüzgâr daha fazla yüzüme, kollarıma ve bacaklarıma vurmaya başladığında gerçekten buz kütleleri yüzüme vuruyormuş gibi hissetmiştim. Korel'in motosikleti az önce çok yavaş kullandığını yeni fark ediyordum.

"Sana üç tercih hakkı sunuyorum," dedi yüksek sesle ve hızı biraz daha artırdı. "Üçlemelerimle meşhurumdur."

Öne eğildi, göğüs kafesi direksiyona yaklaştı ve sert bir viraj aldığında olduğum yerde öyle bir sarsıldım ki bir bacağım neredeyse tekerin altına girecekti. "Yapma!" diye bağırdım korkuyla.

"Güvencem sadece kaskım, duramıyorum."

Beni duymazdan gelerek, "Bir," diye bağırdı. "Ya o ceketi giyeceksin, hızı düşüreceğim ya da böyle devam edeceğim."

"Hayır!" diye bağırdım inatla. "O ceketi giymeyeceğim!" Bacaklarımın arasına sıkıştırdığım ceket her an düşecek gibi duruyordu.

"Pekâlâ," dedi. "İki!" Hızı daha da artırdı. "Ya ceketi üzerinden atacaksın, hızı düşüreceğim ya da böyle devam edeceğim!"

"Hayır!" diye bağırdım tekrar. "O ceket orada duracak!"

Korel sustu ve ölüme gidiyormuş gibi motosikleti sürmeye devam etti. Kollarımı ve bacaklarımı rüzgârdan hissedemeyecek duruma gelmiştim, saçlarımdan birçok tutam gözlerimin önüne gelmişti ve önümü tam göremiyordum.

"Üç!" diye inledim. "Üçüncü tercih nedir?"

"Üç!" dedi fakat ses tonu sanki kabul etmeyeceğimi düşünüyormuş gibiydi. "Ya belime sarılıp ısınacaksın," duraksadı, "ya da siktiğimin yerine kadar ne hızı düşüreceğim ne de o kırılgan bedeninin üşümesini umursayacağım!"

Dikiz aynasından yüzüne baktım ve bana bakmadığını gördüm; yüzünde öfke ve bıkkınlık var gibiydi. Tepkimden emindi, tepkim ise ona bu motosikleti ölüme sürdürecekmiş gibi hissediyordu.

Hızla ellerimi motosikletin kasa tarafından çekip Korel'in beline sardıktan sonra avuç içlerimi karnına bastırdım ve yanağımı sırtına yasladım. Sıcacık teni ve yumuşak gömleği tenimle buluştuğunda daha fazla sarıldım, gözlerimi ise kapattım.

Korel'in motosikleti yavaşlattığını hissettim ve duruşu dikleşti. "Biliyor musun," dedi ve bağırmasına bile gerek kalmayacak şekilde yavaş kullandığını anladım. "Beni şaşırtman keyif veriyor ve bu keyif bana koca bir şişe içkiyi bitirmişim gibi hissettiriyor."

Gülümsedim ve avuç içlerimi karnına daha fazla bastırdım. "Biliyor musun," diye sordum. "Beni şaşırtman bana da keyif veriyor ve bu keyif bana koca bir kavanoz fındık ezmesi yemişim gibi hissettiriyor."

Ağaçlık bir alana motosikletle girdiğimizde taşlardan dolayı sarsılıyorduk. Uzaktan müzik sesi geliyordu ve göğe doğru yükselen ateşin dumanı gökyüzünün daha siyah bir renk almasına sebep olmuştu.

"Bana açık alan dememiştin," dedim tedirginlikle. "Söyleseydin topuklu dans ayakkabılarımı getirmezdim."

"Sorun değil," dedi ve omzunu kaldırıp indirdi. "Kimse kimseye dikkat etmez ve rahat edemezsen çıplak ayakla durursun."

Gitgide müzik sesi yükseldi ve yaklaştığımızı anladım; Korel motosikleti yavaş yavaş durdurmaya başladı, tam o sırada ağaçlıkların arasındaki alanı ve insanları görmeye başladım.

"Çekinmem gerekmiyor, değil mi?" diye sorduğumda Korel motosikleti durdurdu.

"Benim yanımdayken mi?" dedi ve motosikletten indikten sonra başıyla işaret verdi. "Hayır. Çekinmeni gerektirecek bir şey yok, herkes kendi halinde olacak."

Onu onayladım ve elbiseme dikkat ederek motosikletten in dim. Topuklu ayakkabılarım yere değer değmez çimene battı ve yürümekte zorlanacağımı anladım fakat Korel'e belli etmemeye çalıştım.

"Yanımdan ayrılma, yeter," dedi ciddiyetle. "İnsanların kafası pek yerinde olmaz, bir insanın kafası yerinde değilse de ne yaptığını hatırlamaz."

Beraber o ormanın ortasındaki meydana yürümeye başladık; Korel hemen yanımda yürürken eli hafifçe sırtıma değiyordu, bu sahiplenen bir hareket gibi görünse de her an düşeceğimin farkında olduğunu düşünüyordum.

Ağaçların arasından meydana ulaştığımızda müzik sesi o kadar yüksekti ki yüzümü buruşturmak zorunda kaldım.

Hip hop tarzında şarkılar çalıyordu fakat viyolanın sesi de karmaşık bir ezgiyle eşlik ediyordu. Geriden yükselen elektronik müzik sesi ise baş döndürücü bir etkiye sahipti. Müzik bazen yükseliyor, bazen alçalıyordu.

Çimenlik bir alandı ve yukarıya tırmanan yokuşlarda çadırlar vardı. Işıklandırma direklere asılan küçük renkli lambalarla sağlanıyordu. Hemen alanın yanında eski bir ev vardı ve duvarına yansıma yapılıyordu. Yansımadaki görüntüler ise akıl alır gibi değildi; değişen şekiller, insan yüzleri, renkler de baş döndürücü bir etkiye sahipti.

Ortada variller duruyordu ve bazı variller masa gibi kullanılırken, bazı varillerin içinde ateş yanıyordu. Yerlerde ise az da olsa renkli armut koltuklardan vardı.

Gözlerim insanlara iliştiğinde aslında gerçekten dikkat çekmeyeceğimi anlamıştım.

Kadınların üzerinde öylesine giyilmiş kıyafetler vardı ve kimsenin üzerine dikkat etmediği açıktı. Açık giyinen de vardı, normal giyinen de. Bir kadın sadece sutyeniyle ortada deli gibi dans ederken, başka bir kadın üzerine giydiği kazağıyla durduğu varilin önünde yavaş yavaş başını sallayarak şarkıya ritim tutuyordu.

Ne çok kalabalıktı ne de az insan vardı. Yüz belki de yüz elli kişiden oluşuyordu. Benim gibi topuklu ayakkabı giyen de vardı, çıplak ayaklarıyla duran da. Ortada çoğu kişi delirmiş gibi dans ediyordu, DJ kabininde ise birisi kendini kaptırmış şekilde eliyle şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da şişesinden içkisini yudumluyordu.

Ellerinde plastik bardaklar vardı; içinde bira, viski ve belki de bilmediğim içkiler vardı.

Kucak dansı yapan da vardı, romantik bir şekilde dans eden de.

Burası küçük bir dünya gibiydi, her çeşit insan yer alıyordu fakat dünyadan tek bir farkı vardı: Burası barış içindeydi.

En çok dikkatimi çeken ise çoğu insanın gözünde gece olmasına rağmen güneş gözlüğü vardı.

"Nasıl?" dedi Korel ve yanından geçen insanların selamına başıyla karşılık verdi. "Beğendin mi?"

Boş bir varil masanın yanına gittik ve elimde tuttuğum ceketi üzerime geçirerek, "Çok," diye mırıldandım. "Çok güzel ve tuhaf. Bir o kadar da özgün, özgünlüğünün yanında barış içinde. Herkes gerçekten kendi halinde ve kimse kimseyi yargılamıyor."

Mesela hemen sağ tarafımda iki kadın deli gibi öpüşüyordu ve kimse onlara ayıplar gibi bakmıyor, laf söylemiyordu. Herkes kendi hayatını yaşıyordu.

"Öyle," dedi Korel ve her yanından geçen kişinin Korel'e selam verdiğini fark ettim. Benimle ise bakışları bile kesişmiyordu. "Kendimi en rahat hissettiğim yerlerden biridir."

Başımı aşağı yukarı sallayıp, "Böyle yerleri seviyorsun, değil mi?" diye sordum. "Ucuz," duraksadım, "yani insanlar değil, ortam ucuz. Klasik insanlar yok, kimse kimseye bir şey kanıtlamaya çalışmıyor."

Korel hemen yanımızdan geçen, elinde iki bira olan adamın elinden biralarını aldı ve birini benim önüme koydu, diğerini ise elinde tuttu. Adam Korel'le göz göze gelince selam verdi.

"Böyle yerler benim mabedim," dedi sakince. "Böyle yerler benim benliğim. Pahalı insan olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu. "Her insan ucuzdur fakat maske takarlar. Böyle yerler maske takılmayan yerlerden biri ve kendimi rahat hissediyorum."

"Haklısın," diye mırıldandım. "Belki yanlış anlayacaksın fakat seni böyle yerlere yakıştırıyorum, diğer türlüsü üzerinde yapay dururmuş gibi."

Korel tebessüm etti ve elindeki pet bardaktaki birayı kafası na dikti. Aldığı büyük yudumlar, âdemelmasının sürekli hareket etmesine sebep oldu.

"Ailenden farklısın," diyerek cesurca ona düşüncemi belirttim. "Ağabeyin lüksü seviyor gibi, baban otoriter duruyor. Sende ise bunların hiçbiri yok."

Korel'in dudaklarının arasındaki bardak titrer gibi oldu. Yavaş yavaş uzaklaştırdı ve bana bakmayarak gözlerini kıstı. "İkisine de çok benzediğimi söylesem bana inanır mısın?"

"Hayır," dedim hızlıca. "Gördüğüm kadarıyla hiç benzemiyorsunuz."

"Sen gördüğün kadarına bakıyorsun," dedi net bir sesle. "Ruhumuzu göremiyorsun."

"Haklısın ama ruhunuzun benzediğini sen nasıl fark ettin?" diye sordum. "Bunun için bir olay yaşamanız gerekiyor."

Korel başını aşağı yukarı salladı. "Babama benziyorum, abimin ise aynısıyım."

Dedikleri hem tereddüde düşmeme sebep oldu, hem de şaşırmama. "Abin gibi lüks bir arabaya binmezsin mesela?" dedim, cümlem soru soruyormuş gibiydi.

"Yanlış," dedi ve bana baktı. "Bir amacım ve sonucunda kazanacağım bir yarış varsa en kalın maskeleri bile takarım."

Yutkundum ve sonbahar bakışlarındaki anlamı çözmeye çalıştım. "Seni ne zaman tanıyabileceğim?" diye sordum. "Ne zaman seni kolayca çözebileceğim?"

Gözlerini devirdi ve birasından tekrar hızlı yudumlar aldı. "Ben kendimi çözdüğüm zaman."

"Sen kendini çözdüğün zaman," diyerek tekrar ettim ve ben de elimdeki biradan yavaşça içtim; tuhaf bir şekilde en rahat içtiğim içki biraydı. "Pekâlâ o zaman," dedim ve bedenimi tamamen ona döndürdüm. "Korhan o gece seni korudu ve kaçmana izin verdi." Sesim öfkeli çıktı, kaşlarım ise çatıldı. "Sen bunu yapmazdın, değil mi?"

"Turuncu, Turuncu, Turuncu," dedi başını sallayarak. "Bir çıkarım varsa yapmayacağım şey yok benim," diye söylendi. "Abim de öyle ve ben oradan kaçmadım, sadece durmak istemedim."

"Öyle mi?" dedim alayla. "Açıkça kaçtın ve beni geride bıraktın." Son söylediğim cümle alayla bakmasına sebep oldu. "Tamam, biliyorum ben umurunda değilim ama arkamı döndüğüm saniye yok olmana gerek yoktu, Korel."

"Ben sana oraya gel demedim," dedi Korel çenesini kaldırarak. "Sen peşimden geldin ve senin oradaki varlığını bile unuttum."

"Yalan söylüyorsun," dedim kızgınlıkla. "O aynayı kırdığında bana bakışını asla ama asla unutmayacağım. Söylesene, neden bu işlerle hep senin alakan olduğunu düşünüyorum."

Korel sırıtarak, "Alakam olduğunu düşünmeyen birini göster bana," dedi. "Ayak izlerimi bile sayacak insanlar biliyorum."

"Korel." Derin bir nefes aldım. "Sence bu olanlar normal mi? Rahatlığın sinirlerimi bozuyor."

Altdudağını öne çıkarıp kaşlarını kaldırdı. "Biliyor musun, o sikik Prometheus benim üzerimden geçmediği sürece kime ne yaptığı umurumda değil."

"Bencil herif," deyip başımı çevirdim. "Orada katledilen kişinin Kartal olması bütün şüpheleri senin üzerine çekecek, haberin olsun."

Korel elinde tuttuğu bardağı varilin üzerine koyup, "Erdem mi?" diye sordu. Başımı çevirdiğimde yüzünde az da olsa şaşkınlık gördüm. "Emin misin?"

"Bilmiyormuş gibi davranma," diye söylendim. "Orada katledilen kişi Erdem yani Kartal."

Gözlerini irileştirdi ve bakışlarını yavaş yavaş benden ayırarak, "Vay," diye mırıldandı. "Desene biri sürekli okları bana atıyor."

"Biri dediğin kim?" diye sordum. "Küfrederek bahsettiğin Prometheus kimsenin değil, bizim bulunduğumuz çevrede dolanıyor. Umursamazlığının sebebi ne?"

Korel bıkkınlıkla nefesini verdikten sonra, "Bak ne var, biliyor musun," diye homurdandı. "Gerçekten umurumda değil, Prometheus'un ensemde nefesini hissetsem gülümserim."

Söylediği cümle tuhaf bir ifadeyle ona bakmama sebep oldu.

"Neden?"

Korel boynunu çıtlattı ve birasındaki son yudumları da içti. "Ölümü sanatla birleştiriyor ve caniliğini görsel bir şölene döndürüyor. Böyle bir ölümü kim istemez?"

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Ben istemem ve Prometheus'a hayran gibi konuşuyorsun," diyerek koluna hafifçe yumruk attım. "Bu hastalıklı bir düşünce."

"Blah, blah, blah," dedi gözlerini devirerek. "Hangi düşüncem sağlıklı ki?"

Bir adam yanımıza geldi ve Korel'in omzuna yavaşça vurup ayaküstü birkaç muhabbet etti, bakışları bana bir an bile dönmedi. Elinde tuttuğu küçük pet bardakları varilimize koyduktan sonra Korel'in avcunun içine bir şey bıraktıktan sonra, "Seveceksin," diyerek gülümsedi. Gözlerinde gözlük vardı. "Sevmezsen sik beni."

Korel sırıttı ve adamın omzuna vurarak kafasıyla git işareti yaptı.

Adam gittiğinde, "Bir şey soracağım," diye mırıldandım.

"Neden birçok insanın gözünde güneş gözlüğü var?"

"Işık," dedi gözlerini kısarak. "Renkli ışıklar gözlerini rahatsız ediyor, güneş gözlüğüyle kafalarını daha rahat yaşıyorlar."

Işığa baktım ve etkilenecek bir ışık olmadığını fark ettim.

"İyi de bu ışık hiçbir şey yapmıyor. İçilen alkolle mi ilgili?"

"Turuncu," dedi bıkkınlıkla. "Alkol değil, başka bir şey."

Kaşlarımı kaldırdım ve birkaç saniye düşündükten sonra neyden bahsettiğini anladım. Bir yerde okumuştum ya da izlemiştim, tam olarak hatırlamıyordum ama uyuşturucu maddelerin gözlere etkisi oluyordu.

Hiçbir şey söylemedim ve çevremi incelemeye başladım. Durduğu yerde sallanan insanlar vardı, delirmiş gibi dans edenler ve kahkaha atanlar.

Yanında biri varmış gibi kendi kendine konuşanlar, ağlayanlar ve köşeye geçip uyuklayanlar.

Ortama en uzak kişi ise bendim.

"İç," dedi Korel ve önümdeki birayı gösterdi. "Bir dikişte."

Yarısına kadar içtiğim biraya baktım ve karşı çıkıp çocuk gibi davranmak yerine en kolay içtiğim içkiyi kafama diktim; alkol boğazımdan geçerken midemi bulandırdı fakat dayanılmayacak gibi değildi.

Korel diğer adamın bize getirdiği küçük pet bardaklardan birini önüme doğru parmağıyla itti. "Sıra bunda, bir dikişte, aynı anda."

Eline küçük pet bardağı alıp bana baktı. Ben de bardağı elime aldım ve içindeki sıvının renginin koyu mavi olduğunu gördüm. "Hım," diye mırıldandım. "Çok mu acı?"

"İç," dedi tekrar. "Dansı ayık kafayla etmeni istemiyorum. Sana bir shot bile etki edecek, biliyorum."

Bardağı havaya uzattı. Ben de aynı şekilde kaldırdım ve pet bardakları birbirine çarptıktan sonra gülümsedim, o da gülümsedi ve aynı anda kafamıza diktik.

Alkol boğazımı öyle bir yakıp geçti ki ateş yuttuğumu sandım ve elimdeki pet bardak yere düştü, ardından öksürmeye başladım. Korel ise yüzünü buruşturdu ve dudaklarını birbirine bastırdı.

Bedenime hızla sıcaklığın hücum ettiğini hisseder gibi oldum, dizlerim titredi ve zihnimin içinde bir hayvan şiddetle kükremeye başladı.

"Lanet olsun," diye bağırdım. "Ölecek gibiyim."

Ağzımı açıp hava girmesini bekledim ve elimle kendimi yelledim. Ateş bedenime öyle işlemişti ki parmak uçlarımda sanki alevler vardı ve her noktaya sıçrıyordu. Hemen yan tarafımızda yanan varilin sıcaklığı beni cehennemde gibi hissettirmişti.

Başımı kaldırıp Korel'e baktığımda onu çift gördüğümü fark ettim, başım dönüyordu. "Korel, tek değilsin, iki ya da üç kişi gibisin. Hepsi sensin."

Cebinden bir sigara çıkardı ve dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra ucunu diğer elinde tuttuğu çakmakla alevlendirdi. Derin bir nefesi sigarasından çekip gökyüzüne üfledi, ardından bana baktı.

Yaslandığım yerden müziğe eşlik ederek yavaşça dans ediyordum. Ayakta zor durabilecekmiş gibi hissettiğimde ise kolumu beline sardım ve ona sımsıkı tutundum. O şekilde durduğum yerde dans ederken başımı kaldırıp ona baktım ve elinde tuttuğu sigaraya odaklandım.

Tekrar derin bir nefesi içine çekti, dumanı ağzında bekletti ve burnundan çıkardıktan sonra gözlerini kısarak bana bakmayı sürdürdü.

"Sigara," dedim fısıldayarak. "İçmek istiyorum."

Kaşlarını havaya kaldırdı. "Daha önce denedin mi?"

Başımı aşağı yukarı salladım. "Altı üstü sigara," diye mırıldandım. "Senin elinden içmek istiyorum şu an."

Bir süre daha kısık gözlerle bana baktıktan sonra sigarayı işaret ve başparmağı ile işaretparmağının arasına aldı. "Tamam ama sana tek bir soru soracağım ve sonucunda yalana başvurmayacaksın."

Başımı hızlıca aşağı yukarı salladım ve dudaklarımı sigaraya yaklaştırdım. Korel parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı iki dudağımın arasına yerleştirip ve içime çekmemi bekledi. Bakışlarımı ona odaklarken sigaradan az bir nefes içime çektim ve geriye doğru çekildikten sonra dumanı havaya üfledim.

Korel yüzüme baktı ve beni biraz daha kendine çektikten sonra omzumdaki kolunu belime indirdi ve sımsıkı sardıktan sonra beni havaya kaldırdı. Tek eliyle beni kaldırırken içine çektiği sigaranın dumanını gökyüzüne üfledi ve tekrar başını eğdiğinde gözlerinde farklı bir ifade vardı.

"Bugün dosyamın içine baktığını ve fotoğrafları aldığını biliyorum."

Kaskatı kesilirken elimle gömleğini sımsıkı tuttum ve gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Yavaşça ve sakince başımı aşağı yukarı salladığımda yüzünde herhangi bir hayal kırıklığı oluşmadı, sadece, "Bırakmayacaksın," diye fısıldadı. "Beni sorgulamanın peşini bırakmayacaksın."

"Bırakmayacağım," dedim boğazım acırken. Korel beni yavaşça aşağıya indirdi ve elini belimde gezdirmeye başladı.

"O fotoğraflardan sonra bende gördüğün ne?" diye sordu.

Bir süre daha yüzüne baktıktan sonra, "Güç," diye fısıldadım. "Nasıl bu kadar güçlü ve dimdik ayaktasın?"

Korel'in yüzündeki ifade değişti ve bir an acıyı hisseder gibi oldum.

"Ben ayakta dimdik durmam," dedi vezinsiz bir sesle. "Bir kere yere düştüm, sonrasında ise hep dizlerimin üzerinde durdum. Tekrar itmeye çalıştıklarında ise devrilmedim, devrilsem bile düştüğüm yerden daha kolay doğruldum ama hep dizlerimin üzerinde durmaya devam ettim." Gözlerimin içine baktı. "Dizlerimin üzerinde durmamın en büyük faydası ise ne oldu, biliyor musun? Bütün insanlar ayaktaydı ve ben ellerini, ellerinde tuttukları silahları görüyordum. Bana hiçbir zaman o silahlarla zarar veremediler ve dizlerimin üzerine çökmüşken onları daha kolay devirdim. Nasıl mı?" Çenemi kavradı ve başparmağını altdudağımda gezdirdi. "Beni görmüyorlardı ve ellerindeki silahlarla onları vurmak daha kolaydı."

Yutkunduktan sonra, "Ya devrilenler," diye mırıldandım. "Onlar da senin gibi dizlerinin üzerinde durmadı mı?"

"Onlar beni öldürmedi ve bu yüzden dizlerimin üzerinde durdum," diyerek kısık sesle beni sanki alaşağı etti. "Bense onları öldürdüm ve her yer cesetlerle doluyken diğer ayaktaki insanlar o cesetlere basıp geçti."

"Zihnin Korel," dedim hayranlıkla, "o kadar tuhaf çalışıyor ki bazen hayran olmamak elde değil. Bir gün dizlerinin üzerine çökmüş biriyle karşılaştığında ne yapacaksın peki?"

"Dizlerinin üzerinde duran tek bir kişiyle karşılaştım," dedikten sonra kulağıma eğildi. "O da sensin," diye fısıldadı. "Tam karşımdasın, dizlerinin üzerine çökmüşsün, insanların ellerine bakıyorsun fakat onları öldürecek cesaretin yok. Bir gün ikimiz savaşırsak ellerimdeki kandan da korkacak mısın?"

Gözlerimi sıkıca yumdum ve ben de onun kulağına fısıldayarak, "Seninle hiçbir zaman savaşmayacağım," dedim. "O insanları belki bir gün öldürebileceğim ve bunu seni izlerken öğreneceğim fakat seninle hiçbir zaman savaşmayacağım."

Korel geriye çekildi ve başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Eli belimden, bedeni bedenimden ayrıldı ve gökyüzüne odaklandı. O an, yaptığımın çok büyük bir yanlış olduğunu hissettim ve hızla sırt çantamı açtıktan sonra Korel'e ait iki fotoğrafı çıkarıp ona uzattım. "Özür dilerim, özeline girmeyeceğim."

Korel bana bakmadan, "Sende kalabilir," dedi. "Merakını gidermek istersen o fotoğraftaki adama bak."

"Hayır," dedim yüksek sesle karşı çıkarak. "Bu adam, seninle aynı adam değil, farkındayım."

Gökyüzünden hızla gözlerini ayırarak bana baktı ve elimdeki fotoğraf karelerini çekerek varilin üzerine attı. Bir fotoğrafı eline aldıktan sonra havaya kaldırdığında o fotoğrafın gördüğüm fotoğraf olduğunu fark ettim.

"Bu adama iyi bak," dedi sakince. "Gözlerine, duruşuna, ellerine, boynuna, en önemlisi ise hissettiğin ruha." Bakışlarım fotoğraf karesine kayınca yutkundum.

Fotoğraftaki Korel'in bakışları kesinlikle ifadesiz değildi.

Ateşler içinde kalmış, sonrasında ise sönmüş fakat hâlâ alevler içinde yanan bir tarafı varmış gibi bakıyordu; gözlerinde anlamlı, bir o kadar da anlamsız bir ifade vardı.

En önemli duygu ise, korkuydu. Fotoğraftaki Korel'in gözlerinde korku vardı.

"Korkuyordun," dedim yutkunarak. "Gözlerinde korku var."

"O günü unutamıyorum," dedi ve gözlerini sımsıkı kapattı. "O odaya kapatıldığımın kaçıncı günüydü bilmiyorum ve her gün sabrımı sınıyorlardı. Kendi ellerimi," dedi ve ellerini havaya kaldırdı, "kendi ellerimi parçaladığım zamanları biliyorum, delirmemek için acıyı hissetmek istediğim zamanları biliyorum. Sonra canım yandı," diye fısıldadı, "canımın acısını candan çıkarmak istedim ve her gün önüme sürdükleri testlerin birinden onlara göre büyük bir başarıyla geçtim." Elindeki ölü kuşa baktım.

"Çok zor," dedim acı içinde. "Neler yaşadığını tahmin edemiyorum."

Fotoğrafı yüzüme doğru attı ve diğer fotoğraf karesini havaya kaldırdı. "Şuna bak. Dikkatli bak."

Gözlerimi zorlukla gözlerinden ayırdım ve elinde tuttuğu fotoğraf karesine baktığımda bir adım geriye kaçmak zorunda kaldım. Korkuyu hücrelerime kadar hissettiğimde tekrar onun gözlerinin içine baktım ve fotoğrafa bakmamaya çalıştım.

"İşte bu," dedi yüzüme eğilerek ve beni sertçe kolumdan tutup kendine çekti. "İşte bu fotoğrafta şu anki adam oldum; işledikleri bedenim, ruhumu alt etti."

Fotoğrafta Korel'in üzerinde ameliyat önlüğü vardı ve bir cesedin başında duruyordu. Elinde kanlı bir neşter vardı ve önündeki cesedin karnı iç organlarına kadar açılmıştı.

Korel'in fotoğraftaki gözlerinde korku yoktu, öfke yoktu, endişe yoktu.

Korel'in gözlerinde mevsim bile yoktu.

Korel'in gözlerinde kocaman bir boşluk, hissiz bir insan, kimsesiz bir adam ve yalnız bir çocuk vardı.

Korel'in bakışlarında ifadesiz bir zevk, dudaklarında soğuk bir tebessüm vardı.

"Kadavra," dedi sanki bir filmden bahsediyor gibi. "Önüme defalarca getirdikleri kadavralardan sadece biri. Acımı kadavralardan attım, onlar benim gözümde insan değil acımdı; acımı insanların ölü bedenlerinden çıkardım ve bunu zevk haline getirdim, getirttiler." Başını aşağı yukarı salladı. "Korkuyorsun, değil mi? İyi dinle, Turuncu; bu dinlediklerin benim yaşadıklarımın çeyreği bile değil. Ben şu an kaybettiğim bu adamı, önceden kazandığım sikik geçmişime borçluyum. Farkına var, ben buyum."

Fotoğraf karesine bakmak yerine direkt onun gözlerinin içine baktım. Derinlerde, en dipte hâlâ küçük bir adamın bakışları gizliydi; bu bakışlar çığlık çığlığa ölmüş bir varlığa ait olsa da Tanrı, onu tekrar canlandırabilirdi çünkü bir ruhun ölmesi imkânsızdı.

Sertçe elindeki ve varilin üzerine attığı fotoğrafı da aldım, arkamı dönüp hiç beklemediği bir anda fotoğrafları yanan varilin içine attım. Korel'in sırtıma baktığını fark ettiğimde ona döndüm, ardından, "Boş çerçeveler," diye bütün gücümle ona bağırdım. "Çerçevelere fotoğraf konmak zorunda değil."

Onun yanına hızlı adımlarla gittim ve zorlukla parmaklarımın ucunda yükselerek hiç beklemediği anda yüzünü avuçlarımın arasına aldım. "Her ne yaşamış olursan ol, bütün yaşanmışlıkların senin; belki seni hiçbir zaman çözemeyeceğim fakat bir yerlerde geçmişinin acı çektiğini bileceğim."

Dudaklarını birbirine bastırıp, "Yanılıyorsun," diyerek bana karşı çıktı. "En başlar acıydı, sonrası ise benim için huzurdu ve o zamanlar hayatımın en huzurlu zamanlarıydı."

İtirafı ürpermeme sebep olsa da geri çekilmedim ve yüzüne yaklaşarak, "Seninle savaşmayacağım," dedim net bir sesle. "Her kim olursan ol, seninle savaşmayacağım."

Korel'in öyle bir yere neden düştüğünü, nasıl düştüğünü belki de hiçbir zaman öğrenemeyecektim ya da Korel'in geçmişini tam olarak hiçbir zaman bilemeyecektim fakat içimde bir yerlerde Korel'in önceden acı çektiğine emin bir tarafım vardı ve bu tarafım ilk defa haklı çıkmıştı.

Bana hiçbir zaman kendini tamamen açmayacaktı, bana gösterdiği her şey benim bulduklarımdan ibaret olacaktı fakat bakışları, anlam yüklediğim detaylardan en önemlisiydi.

Korel'in bedeni sanki kocaman bir evrendi ve kalbi, evrenin en büyük çukuruydu.

"Dans etmek istiyorum." Net çıkan sesimle beraber ellerimi yüzünden çekip orta alana baktım. Oldukça güzel bir şarkı çalıyordu. "Ben buraya dans etmeye geldim."

Başım hâlâ dönüyordu ve ne kadar ayık olduğumu bilmiyordum fakat her ne olursa olsun bugün Korel'le burada dans etmek istiyordum.

Ondan uzaklaşıp alana yürüdüm, arkamdan geleceğine neredeyse emindim. Adımlarım sarsaktı, yürüyüşüm ise düz değildi fakat umursamıyordum. Müziğin gitgide yükselen ritmi ve kemanın sesi, karnımda şiddetli bir sancının ve heyecanın yükselmesine sebep oldu.

Alana geldiğimde kollarımı iki yana açıp gökyüzüne baktım; Korel'in ise bana yaklaşan ruhunu ve bedenini hissediyordum.

Tam karşımda durdu, başımı kaldırdığım yerden indirdim ve göz göze geldik. Korel işaretparmağı ile başparmağının arasında tuttuğu hapı ağzının içine, dilinin üzerine koydu ve dudaklarını kapattıktan sonra o da gökyüzüne baktı; yavaşça yutkunduğunda âdemelması hareket etti ve her ne ise onu yuttu.

Tekrar başını eğip bana baktığında baştan aşağı beni süzdü ve ayakkabılarımda duraksadığında yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Eğilip bir dizinin üzerine çöktü, ayağımdaki ayakkabının kemerini açarken elimi omzuna koymama yardım etti ve beni dengede tutmaya çalıştı.

Ayakkabımın önce sol tekini, sonrasında sağ tekini çıkarıp duruşunu dikleştirdi. Çıplak ayaklarım yerle temas ettiğinde onunla aramızdaki boy farkı tamamen ortaya çıktı.

"Çilli minik Minel," dedi gözlerini kısarak. Gülümsedim ve olduğum yerde iki kere döndükten sonra geriye bir adım attım. Korel'in bakışları beni izlerken daha sıcak bir ifadeyle tebessüm ettim ve ellerimi ona uzattım.

Korel ellerimi tutmak yerine beni kollarımdan kavrayıp sertçe kendine doğru çekti. Yüzüm göğüs kafesine çarparken, kollarımı bedenine sardı. Geriye doğru bir adım adım attığımda o da attığım adımın boşluğunu doldurdu. Hiç çalışmadan, hiç düşünmeden, nasıl da bu kadar çift olmuş gibi hareket ediyorduk, anlamıyordum.

Geriye çekilip başımı arkaya attım ve Korel o sırada beni belimden kavradı; bakışlarımız kesiştiğinde eli ceketimin fermuarına ulaştı ve yavaşça aşağıya indirdi. Nefesi boynuma çarptığında fermuarı tamamen açtı ve duruşumu dikleştirerek üzerimdeki ceketi hızlıca çıkarıp yere attı.

Bedenim cayır cayır ateşe maruz kalmışçasına yanıyordu.

Tekrar bedenimle bedeni birleşti ve bir bacağımı kaldırıp onun bacağına sardım; üzerimdeki elbise kalçama doğru açıldığında Korel geriye bir adım attı ve eli bel boşluğumdan sımsıkı tuttu. Diğer eli ise sırtımı okşayarak enseme çıktı, ardından saçlarımı tutturduğum tokayı kavradı. "Saçlarını toplamandan hoşlanmıyorum," diye fısıldadı.

Tokayı hızlıca açtı ve saçlarım omuzlarımdan sırtıma doğru döküldü. Korel'in bel boşluğumdaki eli hafifçe kalçama indiğinde parmaklarının baskısını kalçamda hissettim.

Yüzü yüzüme yaklaştı, çenesi alnıma sürttü. "Fazla kısayım," dedim nefes nefese. Alnımın terlediğini hissediyordum.

"Fazla," dedi aynı kısık sesle. Onun da alnı terlemişti, gözbebekleri büyümüş, gözaltları morarmıştı.

Bir anda geri çekildim ve bir elini tutarak olduğum yerde, parmak uçlarımda döndüm; yüksek sesli bir kahkaha attığımda Korel elimi sımsıkı tutuyordu. Başımı gökyüzüne kaldırdığımda dünyanın hiç olmadığı kadar hızlı döndüğünü fark ettim.

Arkamı döndüğüm sırada Korel beni iki kere daha döndürerek kendine çekince sırtım göğüs kafesine çarptı. Bedenim bedeniyle bütünleşirken, karnımın üzerinden ellerini sardı ve o şekilde olduğum yerde yavaşça dans etmeye başladık.

"O elemelere gerçekten benimle katılacak mısın?" diye sordum, sesimde heyecan vardı.

Korel eğildi ve çenesini saçlarıma sürttü; derin bir nefes aldığını hissettim. Saçlarımdan aşağıya inip kulağıma yaklaştı. "Katılacağım," diye fısıldadı gülümseyerek. "Başaracaksın."

Dudakları yanağıma sürtündü, çene çizgimde dolandı ve boynuma doğru indi, ardından omzuma yaklaştı. Gözlerimi sımsıkı kapattım ve kendimi tamamen ona yaslayarak sallanmaya devam ettim. Dudakları omzumda duraksadı; çok yavaş ve hissedilmesi zor bir şekilde omzuma dudaklarını değirdikten sonra boynuma çıktı ve eliyle çenemi kavrayarak yüzümü ona çevirdi.

Gözlerimiz kesişirken burnu burnuma değdi ve nefeslerimiz birbirine karıştı; Korel'in bakışları dudaklarıma kaydığında, "Rujun," dedi nefesini tutarak. "Gitmiş. Hoşuma giden o dudağının rengi kalmış."

Ona iri gözlerle bakarken bakışlarım dudaklarına kaydı ve yanık izinden dolayı aşağı çekilen dudaklarının renksiz ve ıslak oluşuna odaklandım. Nefesi nefesime çarparken, dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı; kalbim göğüs boşluğumdan dışarıya taşacakmış gibi atmaya başladığında ıslak dudaklarını çenemde hissettim ve Korel çeneme kendi izini bıraktı.

Geriye çekildiğinde nefes nefese kalmış bir halde ona baktım fakat o beni itti ve koltuk altlarımdan tutarak havaya kaldırdı; bir anda kendimi gökyüzünde gibi hissederken bacaklarımı beline sardım ve kollarım boynuna sarılırken Korel beni kalçalarımdan tuttu.

"Döndür," dedim tebessümle. "Dönmek istiyorum."

Korel de tebessüm etti ve bir anda olduğumuz yerde dönmeye başladık; o kadar hızlı dönüyorduk ki boynuna doladığım kollarımı açıp gökyüzüne bakarak kıkırdamaya başladım. Havada uçuyormuş gibi hissediyordum; yeryüzünde değil, gökyüzündeki bulutlardaydım.

Korel durduğunda başım nefesimi kesecek kadar hızlı dönüyordu ve Korel'i neredeyse göremiyordum. Korel de dengesini kaybeder gibi oldu ve yere çöktü; kahkaha attığımda yere oturdu ve belki de ikinci defa Korel de içtenlikle güldü hatta kısık bir kahkaha attı.

Ben kucağındayken yere oturup bacaklarını iki yana açtı; bir elimi omzuna yerleştirdim ve gülümseyerek ona baktım, aynı gülümsemeyle bana karşılık verdi.

Diğer elimi, parmak uçlarımı yüzüne dokundurup yavaşça gezdirdim. Korel'in yüzündeki ifade değişmedi, parmaklarım sakallarına dokundu, burnuna, kaşlarına, alnına. Sıra dudaklarına geldiğinde yutkundum ve omzunu sımsıkı tuttum.

Parmak uçlarım dudaklarında gezindiğinde yutkundu ve belimi sımsıkı tuttu.

Dudakları pürüzlü ve ıslaktı.

"Korel," dedim büyük bir heyecanla. "İzin ver bana," gözlerinin içine baktım, "izin ver bu güzelliğe dokunayım."

Neyden bahsettiğimi anlayan Korel'in dudakları aralandı ve nefesi parmaklarıma çarptı. Öylece yüzüme baktıktan sonra bir kere gözlerini kapatıp açtı ve çenesini hafifçe yukarı kaldırdı.

Parmaklarım altdudağından çenesine kaydığında işaretparmağımın ucunda o yanık izinin sıcaklığını ve derinin acısını hissettim. Korel gözlerini kapattı, parmakları belime saplandı.

Bütün parmaklarımı o sıcak yanık izine dokundurdum. Parmaklarım yanık izini takip ederek boynuna indi. İnceden kalına giden bu iz Korel'in imzası gibiydi ve sıcaklığı sanki onun bir zamanlar yaşadığı ateşi ve şu an kül oluşunu anlatıyordu.

Şimdi daha iyi anlıyordum: Kül kokusu Korel'in izlerinden geliyordu; Korel aslında kül kokmuyordu, Korel kül kokmak zorunda kalmıştı.

"Her ne olursa olsun," dedim hayranlıkla. "En kötüsü bile seni daha da güzel kılıyor, bundan emin olabilirsin."

Kalbim göğüs kafesimi parçalayacak kadar hızlı atıyor, nefesim beni öldürecekmiş gibi hızlanıyordu; parmaklarımın ucunda onun imzası vardı, mürekkebi ise küldü.

Müzik değişti ve oldukça eğlenceli bir şarkı çalmaya başladığında ikimiz de ilk başta hareket etmedik ve birbirimize bakmayı sürdürdük.

Birkaç dakika sonra Korel doğruldu ve beni de kucağında taşıyarak ayağa kalktı. Gözbebekleri hiç olmadığı kadar büyümüştü ve gözlerinin altındaki morluklar gözünü olduğundan daha ufak göstermeye başlamıştı.

Beni kucağından indirdiğinde dünya etrafımızda hiç olmadığı kadar hızlı dönüyordu. Heyecanın, alkolün ve dansın verdiği etkiyle midemin bulandığını hissettiğimde bir elimle ağzımı kapattım ve "Lavaboya gitsem iyi olacak," diye homurdandım.

Korel sırıtıp, "Lavabo yok," diyerek beni hayal kırıklığına uğrattı. "Kusacaksan ileride çöp kovaları var, onlara kus. Seni götüreyim."

Başımı büyük bir teşekkürle salladıktan sonra, "Hayır!" dedim. "Sakın gelme, utancımdan kusamam! Ben geliyorum şimdi," dedim ve geldiğimiz yolda görünen çöp kovalarına çıplak ayaklarla koşarak ilerlemeye başladım.

Başım o kadar çok dönüyor, o kadar çok titriyordum ki adımlarım birbirine karışmış ve defalarca düşme tehlikesi atlatmıştım.

Çöp kovasının yanına geldiğimde büyük bir öğürtüyle içtiğim bütün alkolü çöpe boşalttım ve kusmaya devam ettim. Midemdeki ağrıdan ve gözlerimi kapattığım zamanki histen tiksinmiştim. O hissi her hissettiğimde bir daha öğürüyor ve kusuyordum.

Birkaç dakika sonra midemde neredeyse hiçbir şey kalmadığında geriye çekildim ve çöp kovasına bakmamak için ekstra çaba harcarken bir anda bütün ışıkların söndüğünü gördüm.

"Kör mü oluyorum?" dedim alayla. Alandan yüksek sesler yükselirken müzik sesi durmuştu ve tek bir ışık kaynağı bile yoktu. "Hayır ya," dedim inleyerek. "Şaka mı bu?"

Her yer zifiri karanlıktı ve ileride insanların telefonlarıyla açtıkları flaşların ışıkları gözlerimi alıyordu. Hareket edemeden olduğum yerde kalırken alanın oradan, "Minel!" diye seslenen Korel'i duydum.

Tam ağzımı ona seslenmek için açtığımda bir el dudaklarıma kapandı ve Korel'e seslenemeden öylece kaldım.

Dudaklarıma kapanan el nasırlı ve kötü kokuluydu.

Anlık bir şok yaşasam da sonrasında çırpınmaya ve kurtulmaya çalıştım fakat elleri bedenimi sardı ve hareket etmemi engelledi.

Korel yine, "Minel!" diye bağırdı. "Neredesin Turuncu?"

Kulağıma eğilip, "Sakin ol," diye fısıldadı o ses. "Sana zarar vermeyeceğim, zarar verecek olsaydım seni bayıldıktan sonra ormandan yola çekerken bunu yapardım. Sadece bir şey getirdim." Ses oldukça yaşlı bir adama ait gibiydi, zorlukla konuşuyordu. Çırpındığım, vurmaya çalıştığım ellerimden bir tanesini tutup içine bir şey tutuşturduktan sonra, "Bu fotoğraf karesine iyi bak," dedi ürkütücü bir tınıyla. "Prometheus sana geçmişini geri getirdiğini iletmemi söyledi."

Bir anda arkamdaki güç yok oldu ve dudaklarımdaki el uzaklaştı; refleks olarak arkama baktığımda zifiri karanlıktan başka hiçbir şey görmedim.

"Minel!" dedi Korel ve ses daha yakından geldi. "Sikeyim! Neredesin?"

Karşılık verecek kuvveti kendimde bulamazken, zifiri karanlığa gözlerimi diktim ve elime tutuşturulan fotoğraf benim gibi titremeye başladı.

Birkaç dakika sonra ışıklar tekrar yerine geldiğinde kamaşan gözlerim ışığa odaklandı ve Korel'in uzaktan bana doğru geldiğini gördüm.

Gözlerimdeki korkuyla ilk önce ona baktım ve bakışlarımı fark eden Korel'in hızlı adımları yavaşladı, bir şeyler olduğunu fark etmiş gibiydi.

Yavaşça elime tutuşturulan fotoğrafa baktığımda arka beyaz yüzüyle karşılaştım.

Korel bana doğru koşmaya başladı.

Sol üst köşede Eskişehir'e ait bir adres vardı; sağ alt köşede ise bir ad soyad vardı; bu ad soyad avcumu kalbime batırıp tırnaklarımla kalbimi deşmeme sebep olacak bir ad soyaddı:

Mine Karaer.

"Mine," dedim titreyen bir sesle. "Karaer."

Korel tam karşımda durdu ve ilk önce bana, sonra elimde tuttuğum fotoğrafa baktı.

Titreyen elimle fotoğrafı korkarak çevirdim ve gördüğüm kare birkaç saniye boş bakmama, ardından dizlerimin üzerine düşmeme sebep oldu.

Karlar yağmıştı, hava soğuk olmalıydı, mevsim kıştı, bir çocuk havuzu vardı; havuzun içi kanla dolmuştu ve turuncu saçlı bir kadının cesedi havuzun içinde yüzüyordu. Bilekleri sarmaşıklarından kesilmişti; karlar onun kanını paylaşmıştı.

Ölüm, gerçekliğiyle bir fotoğraf karesinde önüme serildiğinde, "Mine," diye fısıldadım ve kalbimdeki o acı, zehrini göğüs kafesime boşalttı. "Karaer."

Başımı tekrar kaldırdığımda ise Korel'in bakışlarında tek bir şey gördüm; artık hiçbir şey ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı çünkü zaman geleceğimle beraber yaşamaya devam ediyordu.

Geçmişim oradaydı, Prometheus'un avuçlarının içinde can vermişti, geleceğim ise can vermek için bekliyordu.