Bir rüyanın ya da kâbusun içinde olduğumun farkındaydım.
Hastanedeki odadaydım, yatak tek kişilikti ve orada yatan kız bendim. Üzerime beyaz bir çarşaf örtülmüştü. Kolumda serum vardı, yanımdaki masada bir bardak su ve bir fotoğraf karesi. Babamla ikimizin eskiden kalma bir fotoğrafıydı.
O geceden sonra hafızamı tamamen kaybetmiş, kimseyi tanıyamayacak duruma gelmiştim. Babam durmadan eskiden çekildiğimiz o fotoğrafı göstererek bana kendini hatırlatmıştı.
Rüyanın içindeki bu düşünce kalbimi kırmıştı.
Odanın köşesindeki koltukta oturmuş, kendimi izliyordum.
Geceydi, gökyüzünde yıldızlar yoktu. Babam neredeydi bilmiyordum ama huzursuz bir uykunun kollarında olduğum yüzümden açıkça belliydi. İlaçlarla uyutuluyor, serumlarla besleniyordum. Kollarımdaki tırnak izleri, kâbus olmasına rağmen fazlasıyla somut görünüyordu. Uzansam parmaklarıma dokunacağım kadar somut.
Acıyla yatağımda kıvrandım. Pencerenin önünde bir hareketlenme oldu, bir ses duydum. Rüyanın içinde hareketlenip pencereye baktım ama yatan Minel acıyla yutkunup uykusunda inledi.
O sırada gökyüzünde büyük bir şimşek çaktı, şimşek hastanenin bahçesine düşüp bir ağacı ikiye ayırdı ve onun içten içe yanmasına neden oldu. Yeni yeni yeşillenen yapraklar yavaş yavaş yanmaya başlarken gözlerim aydınlığa bulanan odada gezindi ve onu gördüm.
Onu gördüm. Onu yedi ay sonra, ilk defa rüyamda gördüm; yatakta uyuyan Minel onu göremedi ama huzursuzca döndü.
Omuzları inikti, kolları aşağıya sallanıyordu fakat onu son bıraktığım gibi çıplaktı. Altında bir kot vardı. Saçları dağınıktı, izleri yerindeydi hatta yeni izler oluşmuş gibiydi. Profilinden onu seçemiyordum, arkasındaki yangın onun yüzünü aydınlatmıyordu ama parlayan sırtındaki emareler kollarımı bedenime sarmama neden oldu.
Yatakta uyuyan bana doğru yaklaştı ağır adımlarla. Onu görmek için hissettiğim büyük bir istekle, büyük bir tutkuyla hatta büyük bir özlemle... Hayır, özlem olmamalıydı...
Yatağın hemen yanında durdu, ben diğer tarafına geçip yüzünü inceledim; beni görmedi çünkü ben kendi kâbusumda bile misafirdim.
Acıyla yutkundu. Evet, son bıraktığım gibi değildi, duygusuz değildi hatta hissiz hiç değildi. Acıyla yutkunmuş, elini kaldırmış, bana dokunmak istemişti. O an, hastanede yattığım gecelerde bile birilerinin beni izlediği hissini anımsadım. Sanki ben uyurken yanıma biri geliyor, saçlarıma dokunuyor, yüzümü seviyordu.
Bunu o zaman doktorlara anlattığımda sadece halüsinasyon olduğunu söylemişlerdi; kendimi kandırmak istediğim için bir daha ağzımı açmamıştım.
Ama şimdi oradaydı; hayalim bir kâbusa dönüşmüştü ya da belki de güzel bir rüyaya...
İzlerle dolu parmakları önüme gelen saçlarıma yavaşça dokundu, tutamları gözlerimin üzerinden çekti. Sonra yanağımı okşadı, acı çeken yüzümde kademsiz bir tebessüm oluştu.
Yutkundum.
Bana baksın istedim. O yatakta yatan kıza değil, o gittikten sonra ortaya çıkan kıza baksın istedim ama başını kaldırıp da benimle göz göze gelmeden eğilip yataktaki Minel'in kulağına, "Gitmedim," diye fısıldadı. "Hep buradaydım."
Sonra bir şimşek daha çaktı. Öyle şiddetli, öyle gür bir ses çıktı ki ellerimi kulaklarıma bastırdım, acıyla inledim. Odanın içi ışıklarla doldu, sonra görüntüler değişti.
Bir anda o acı çeken adam, elinde çello tutan adama dönüştü. Az önce oturduğum koltuğa yerleşti, bacaklarının arasına çellosunu aldı ve parmaklarının arasından akan kanla çellosunu çalmaya başladı: "Cenaze Marşı."
Kulaklarımı bu sefer o sesi susturmak için bastırdım. Bana bakmasın istedim ama baktı. Yavaş kafasını kaldırdı; ağır, ölümcül, kim olduğunu anlayamadığım bir ifadeyle bana baktı.
Gülümsedi, gülümseyen adamın gözlerinde artık acı değil, kötülük vardı.
İçimi çekerek gözlerimi açtığımda gözümden akan bir damla yaşın parkenin üzerine damladığını gördüm. Ensemdeki şiddetli sızı başımı öyle ağrıtıyordu ki kalkmak için çaba sarf etsem de başarısız oldum. Başka bir damla yaş daha parkeye düştü.
Önceden ağlamazdım, asla ağlamazdım ve bunun güç olduğunu düşünürdüm ama hastanede yattığım süreçte her gün saatlerce ağlamış, her gün onun için gözyaşlarımı akıtmıştım.
O an başımdaki ağrıdan mı yoksa kâbusun etkisinden mi ağladığımı bilmiyordum ama kalbimin üzerindeki acı, kemiklerimi bile yakıp kavuracak kadar şiddetliydi.
Onu rüyamda da olsa görmüştüm. Sert yüz hatlarıyla, izleriyle, acılarıyla, caniliğiyle, umursamazlığıyla, kötülüğüyle...
Beni büyük bir karmaşanın içinde bırakıp gitmişti.
Yanağımı yasladığım soğuk parkeden baktığımda pencerenin hâlâ açık olduğunu gördüm; hava aydınlanmaya başlamış, güneş turuncu rengini vermişti.
Gözyaşımın damladığı yerin birkaç santim uzağında bana verilen not kâğıdı vardı. "O geri döndü."
Altında, öldürülen insanların arkasında bırakılan dört alfabe harfi. Prometheus'un alfabesi.
Bir an, sadece bir an babama seslenmeyi düşündüm ama odama hiç girmemiş, beni yalnızlığımla bırakmış olması direkt bu düşüncemden vazgeçmeme neden oldu.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi sıkıca yumdum ve ellerimden destek alarak başımın ağrısını umursamadan kalkmaya çalıştım. Bu sefer başarılı olduğumda elim enseme gitti, arka tarafımda büyük bir şişlik fark ettim. Her neyle başıma vurulduysa bu şişmesine neden olmuştu.
Prometheus geri mi dönmüştü?
Duvardan destek alarak ayağa kalktım ve tam o sırada yatağımın üzerindeki parçalanmış kâğıtları gördüm. Elimin tersiyle ıslanmış yanağımı sildikten sonra ağır adımlarla o tarafa yürüdüm. Kaşlarım ilk önce havaya kalktı, sonra çatıldı. Güneşin soluk ışığı yatağımın üzerine çarparken aydınlattığı şey, sadece annemin yüzüydü: merkezin arşivinden aldığımız dosyadaki annemin yüzü.
Bir fotoğraf karesiydi, açık bir şekilde sanki yatağın üzerine bırakılmıştı. Onu görmemi, onunla tekrar tanışmamı istemişlerdi ama annemin o fotoğrafında tek bir duygu kırıntısı bile yoktu. Sabit bakan gözleri fersizdi, ışık yoktu.
Dosya kâğıtları her tarafa saçılmıştı. Bir daha açmamak üzere kapattığım defter âdeta zorla gözüme sokuluyordu. Düşünmek istemiyordum, sorgulamak istemiyordum.
Zaten o kadar adım sesini duyduğumda kaçmamamın, kendi kaderime boyun eğmemin nedeni de ne olacaksa hemen olmasını istediğim içindi. Ölecek miydim? Öldürecekler miydi? Öldürecek miydi? Bunu hemen yapmalıydı.
Yaşayacak mıydı? Yaşatacaklar mıydı? Pekâlâ, bunu da göze alabilirdim.
Öylesine yaşadığım hayatta neden tekrar ve tekrar karanlığa çekildiğimi anlayamıyordum.
Sırtımdan bir ürperti geçtiğinde başımı çevirip beni kıskıvrak yakalayan kişinin durduğu yöne baktım. Yerinde yeller esiyordu ama içimden bir ses onun Prometheus'tan başka kimse olmadığını söylüyordu.
Hissetmiştim. Tuhaftı ama sanki Prometheus'u yakından tanıyormuş gibi onu hissetmiştim.
Bu düşünce, gördüğüm kâbusun zihnime tırnaklarını geçirmesine neden oldu.
Prometheus kimdi?
Bakışlarım yine yatağın üzerine kaydığında neden bazı kâğıtların parçalandığına anlam veremedim; ama daha fazla yaklaştığımda gözlerimin önündeki açık kitap olan cevap, aylardır hissetmediğim korkularımla yüzleşmeme neden oldu.
Bana alfabesinden başka harfler de bırakmıştı, annemin dosyasından yırttığı kâğıtların üzerindeydiler; fakat sadece bununla da sınırlı değildi, dört harfi arkasında bırakan Prometheus bana yepyeni üç harf bırakmıştı.
Bu sadece ve sadece tek bir düşünceyi aklıma getirmişti: üç yeni cinayet.
O geri döndü.
O geri döndü mü?
O kaçtı.
O kaçtı mı?
Alfabesinin harfleri yine anlamsızdı, elbette ki ne olduğunu bilemezdim ama uzanıp bir kâğıdı elime aldığımda daha önce Prometheus'un buna dokunmuş olma ihtimali yutkunmama neden oldu.
Uzun bir süre harfi inceledikten sonra arkasına dönüp baktığımda annem hakkında yazı bulunan not kâğıtlarından bir parçanın koparıldığını gördüm.
Prometheus odama girmiş, ağzımı kapatmış, beni bayıltmıştı ve sonrasında hazırlıksız olduğu için kâğıt bulamadığından annemin dosyasındaki kâğıtlara alfabesinden harfler mi bırakmıştı?
Benimle oyun oynuyordu, benimle yine oyun oynuyordu ve ben öylece ayakta dikilirken onun oyununa hiçbir şekilde dahil olmak istemiyordum. Ne anlatmak istiyorsa bilmek istemiyordum ama içimdeki acı, dilimin ucundaki kekremsi tat ve gitgide artan mide bulantımla kâğıdı yatağa fırlatıp banyoya koştum.
Lavaboya zorlukla yetiştiğimde eğilip kusmaya başladım. Midemdeki bütün içkiyi çıkarırken yüksek sesle öğürüp bir kez daha eğildim, lavabonun kenarlarına sıkıca tutundum. Banyonun içi karanlıktı ama zihnimde dönen kâbusumda şimşeğin verdiği aydınlık, onun çello tutan parmaklarını hâlâ bana gösteriyordu.
"Minel, kızım!" Babam saçlarımı tuttu, onun temasıyla bir kez daha kustum. "Hey, hey," dedi babam, yüzümden saçlarımı çekerken. "Ben buradayım."
Sen buradasın ve o geri döndü, demek istedim ama Prometheus sadece benimle oyun oynamak istiyordu.
Birkaç dakika sonunda midemde ne var ne yok çıkarmış şekilde kendimi yere bıraktım ve babamın elini hafifçe itekleyerek ellerimi yüzüme yerleştirdim. Banyoyu dolduran alkol kokusu midemi daha fazla bulandırıyordu ama biliyordum ki kusmamın nedeni düşüncelerimdi. Yine titremeye başlamıştım; yine tırnaklarımı yüzüme geçirmek ve yine avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum.
Babam önümde dizlerinin üzerine çöktüğünde, "İyi olacaksın," diye fısıldadı. Ne hissettiğini bilmiyordum, ne düşündüğünü bilmiyordum ama bana bu cümleyi kurmuştu.
Güldüm. Öyle bir güldüm ki banyoda kahkaham yankılandı. "İyi mi olacağım?" diye sordum ona. "Sen buna inanıyor musun gerçekten?"
"İnanıyorum," dedi, sonra hızla düzeltti. "Hayatını iyileştirmek için elimden gelen her şeyi yapabileceğime inanıyorum."
Ellerimi yüzümden çekip onun yüzüne baktığımda gözlerinin uykusuzluktan kıpkırmızı olduğunu gördüm, üzerinde hâlâ içki masasındaki kıyafetleri vardı. Hiç uyumamıştı, zaten babam neredeyse hiç uyumuyordu ama Prometheus için bunlar önemli değildi.
"Sen hayatımda olunca her şey iyileşecek mi sanıyorsun?" diye sorduğumda sesimde onu gördüm göreli ilk defa bu denli kibir ve bencillik vardı. Bu geceyi diğer zor geçirdiğim geceler gibi sanıyordu hatta kusmalarımı da, titremelerimi de, öfkemi de. "Ya da sen hayatımdasın diye kendimi iyi hissettiğimi mi sanıyorsun?" Başımı iki yana salladım, gözlerine uğrayan kırgınlığı umursamadım. "Sen varsın ya da yoksun, hayatım aynı. Berbat. Duydun mu? Berbat!"
Dengemi zor sağlasam da onun yardımı olmadan doğruldum ve sifona basıp elimi yüzümü yıkamak için musluğa yöneldim. Babam aynadan yüzüme bakıyordu. Her zamanki gibi sakin görünse de bu sefer acı çektiğini benden gizlemiyordu. "Benden önce de bu kadar berbat mıydı hayatın?" diye sordu; dalga mı geçiyor diye yüzüne baktım fakat oldukça ciddiydi.
Yüzümü sertçe yıkadıktan sonra havluya uzanırken, "Sensiz hayatımı dinlemek mi istiyorsun, baba?" diye sordum ve havluyu asmadan fırlattım. "Amcamla geçirdiğim günleri, dinlediğim yalanları, evsiz geçirdiğim zamanları, merkezde yaşananları anlatmamı mı istiyorsun yoksa? Ha, yoksa içine düştüğüm bok çukurunu mu merak ediyorsun? Hangisinden başlamalıyım?"
Dudakları aralandı. Yüzüme baktı. O an oradan çıkıp odama gitmek istedim ama biliyordum ki peşimden gelir ve yatağımın üzerindeki o kâğıtları görürdü.
Prometheus'un oyunlarına kimseyi dahil etmeyecektim. Prometheus'u kendi hayatıma bile dahil etmeyecektim. Olabildiği kadar onu görmezlikten gelecektim; en sonunda sıkılacak ve diğer kurbanları gibi beni öldürecekti. İstediğim buydu.
"Onu sormuyorum," dediğinde kurmaması gereken bir cümleyi kuracağını anlamıştım. "Korel Erezli hayatındayken de bu kadar berbat mıydı her şey yoksa o sana iyi mi geliyordu?" Başını acıyla iki yana salladı. "Seni seneler sonra ilk gördüğümde ve yüz yüze geldiğimizde bile beni önemsemeyip onun peşinden gitmek istedin."
Tam gözlerinin içine bakarken onun adını ve soyadını duymak, boğazıma keskin bir bıçak saplanmış gibi hissetmeme neden oldu. "Ne önemi var?" diye sordum dişlerimi sıkarak. "O artık yok."
"Önemi var," diye yanıt verdi. "O sana nasıl iyi geliyordu?"
Elimi saçlarıma geçirdiğimde başımdaki ağrı gitgide artıyordu. "O bana iyi gelmiyordu," dedim sadece ama sesim beklediğimden daha yüksek çıktı.
Babam inanmayan gözlerle bana baktı fakat aldırış etmedim. "Ama beni bırakıp onun peşinden gitmek istedin."
Bu söylediği kendimden beklemediğim bir davranıştı ama yapmıştım. Babamı arkamda bırakıp sadece onun peşinden gitmek istemiştim çünkü bir gün beni terk edip gideceği ihtimalini bile düşünmezken o beni bırakıp gitmişti.
"Çünkü o bana iyi gelmese bile beni anlıyordu. Önemli olan üzüldüğüm zaman beni teselli etmesi değil üzüldüğümü anlamasıydı ve bunu anlardı." Omzumu silktim. "Ya da ben öyle sanmıştım çünkü gerçekten anlasaydı terk etmezdi." Elimi kaldırıp onu susturdum. "Onun hakkında konuşmak istemiyorum."
"Kaçıyorsun," dedi hiddetle.
Bu beni güldürdüğünde kahkaham yine banyonun içinde çınladı. "Kaçıyorum, öyle mi?" diye sordum kahkahamın arasından. "Babamdan bir miras kaçmak, asla vazgeçemiyorum, kusura bakma Doğuş Karaer."
Daha fazla karşısında duramadığımda banyodan sert adımlarla çıktım ve odama yönelmek yerine merdivenlere doğru gittim. Peşimden geliyordu ve aylarca içimde tuttuğum öfkem içimde harlanıyordu. "Ben sana şehirlerden kaçmayı öğrettim," dedi arkamdan. "Hislerinden, acılarından kaçmayı değil."
Omzumun üzerinden ona baktığımda merdivenin ilk basamağındaydım. "Acı çekmiyorum."
"Çekiyorsun." Kolumu tutmak istedi ama onun elini silkeleyip merdivenleri inmeye başladım. "Acı çekiyorsun. Psikoloğun senin gitgide..."
"Umurumda değil!" Yüksek sesle bağırdığımda merdivenin üst basamağından bana bakıyordu. "Psikolog, acı, hisler umurumda değil!"
Yine sakindi ama elinden bir şey gelmiyormuş gibi nefes aldığında, "Kızım, sana yardım etmeme izin ver," dedi, sesi titriyordu. "Bir şeyler yapmama izin ver. Hiçbir şeyi kabul etmiyorsun. Terapiye yanıt vermiyorsun, dans etmiyorsun, doğru düzgün dışarıya çıkmıyorsun, aynaya bile bakmıyorsun. Sadece yaşıyorsun, sadece nefes alıyorsun. Bir robot gibisin ve bu hayat devam ediyor, farkında değilsin. Neden iyileşmeye çalışmıyorsun? Neden hiçbir çaba sarf etmiyorsun?"
Öfkem harlandığı yerde ateşe dönüştü, parmaklarımın ucuna kadar yandığımı hissettim. Dişlerimi sıkarak üstüne basa basa, "Benimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordum.
Başını olumsuz anlamda iki yana salladıktan sonra merdivenleri inmeye başladı. "Gerçek bir hayatın olsun istiyorum, mutlu ol istiyorum," dedi ama bu söylediklerine kendisinin bile inanmadığını biliyordum. "En azından çabala istiyorum. Ama sen çabalamazsan..."
"Belki de yaşamak istemiyorumdur baba," diyerek sözünü kestim. "Belki de Prometheus'un gelip nefesimi kesmesini bekliyorumdur. Kimbilir, belki de geri dönmüştür."
Onun adı bu evde ilk defa geçerken, duyduğu anda babamın adımları durdu, gözleri donuklaştı ve parmakları tırabzanları daha sıkı tuttu. "Bir şey mi biliyorsun?" diye sordu kısık sesle. Öyle bir korku geçti ki gözlerinden, babamın yıkıldığını ilk defa görmedim ama defalarca yıkılışına şahit olmuşum gibi hissettim.
"Bir gün geri dönmeyecek mi sence?" diye ucu açık bir soru yönelttim. Sessiz kaldı ama parmakları tırabzanları daha sıkı tuttu. "Dönecek," diye kendi sorumu yanıtladım. "Bir hayat kursam bile, ki bunu istemiyorum, onu dağıtacak, mahvedecek, beni mahvedecek." Kollarımı iki yana açıp yüksek sesle bağırdım. "Ben zaten mahvoldum baba! Ben mahvoldum, yok oldum! Sen ölmüştün ama geri döndün. Şimdi ben ölüyüm, sen bir ölüyü canlandırmaya çalışıyorsun!"
Birkaç saniye sonra aşağı inip üzerime doğru geldiğinde bir anlık korkuyla geriye kaçtım. Bana zarar vermezdi, biliyordum ama artık her ani tepki beni korkutuyordu. Bunu gördüğü anda durdu. "Ölü değilsin," dedi acılı bir sesle. "Ama gözlerimin önünde ölüyorsun, doğru ve ben hiçbir şey yapamıyorum." Sonra bir anda ellerini birbirine yasladı; yalvarırcasına, "En azından benimle konuş," dedi. "Yalvarırım kızım, konuş. Kapatma kendini."
"Ne konuşmamı istiyorsun?" dediğimde gözlerim doldu ve buna içimden lanetler sıraladım. "Ne anlatmamı istiyorsun?" Gözlerimi sıkıca yumdum, eli elime uzandı. Geri çekilmedim ama karşılık da vermedim.
"Hislerini," diye mırıldandı. Bir babanın sesinden çok bir acının sesiydi ondaki. Yalvarır gibi çıkan sesinde öyle bir keder vardı ki gözlerimi açıp ona baktığımda babamın da gözlerinin dolduğunu gördüm.
Rüyam zihnimde döndü. Uzun zamandır görmediğim yüzü yine gözlerimin önünde canlandı. Hep bir nefes beni takip ediyormuş gibi hissediyordum ve hep onun olmasını diliyordum. Bu bir itiraftı. Bir gün bir köşeden çıkabileceğini umuyor, o nefesin sahibinin ecelim olduğunu düşünsem bile onun geri dönmesini istiyordum.
Bu kadar depremde, bu kadar kasırgada, bu kadar körlükte o benim en büyük umudumdu. Bana iyi gelmiyordu ama o beni anlıyordu. Bana, ne hissediyorsan söyle, demezdi; bana, hislerini dinle, derdi. Ben acı çekerdim, o beni göğsüne yatırıp iyileştirmeye çalışmaz, acımın üzerine giderdi çünkü beni tanıyordu, kaçtığımda beni durduracak tek şey yine acıydı.
O ben kaçmayayım diye acılarımla bana gelirdi.
"Bir şey hissetmiyorum," desem de gözümden bir damla yaş düştü. "Artık bir şey hissetmiyorum."
Yok oluyordum, mahvoluyordum, parçalanıyordum; bütün bunların ortasında en çok Korel Erezli'ye ihtiyacım vardı ama o beni terk edip gitmişti.
Korel Erezli.
İlk gördüğüm gün zihnimdeki acılı sesleri susturan ve geçmişin sahibi olan adam.
O gitmişti. Öyle bir gitmişti ki hem somut hem soyut anlamda ateşin ortasında kalmıştım ve şimdi onu daha fazla hatırlarken geçmişimle beraber artık geleceğim de acı çekiyordu.
"Hissediyorsun," dedi babam, onun da gözünden yaş aktı. Dizlerinin üzerine çöktü. "Bak, ben bir babayım, berbat bir babayım ama senin karşında yalvarıyorum. Lütfen söyle, söyle, kaçma, kurtul."
O olsa anlardı. Bir bakışıyla anlardı ne düşündüğümü ama babam bana o kadar yabancıydı ki kızını son gördüğünde bir çocukken, geri döndüğünde büyümüş bir kadındı. Artık tanıyamıyordu.
Babam karşımda yalvarırken acıyla yutkundum; gözlerimden art arda yaşlar süzülürken, "Hissetmiyorum," dedim bir kez daha, sonra dayanamadım. "Hissetmek istemiyorum, baba." Elim kalbime gitti. "Onu daha fazla hatırlıyorum, onu daha fazla geçmişimde buluyorum, unuttuklarım karşıma çıkmaya başladı. Her anımdaymış, baba." Başımı iki yana salladım. "Bir konser alanındaymış; bir yolda, bir caddede, bir kafede... Geçen bir kafeye gittim ve bir anda onun eskiden sütlü kahve sevdiğini hatırladım. Bu nasıl oldu bilmiyorum ama hatırladım. Onu tekrar tanıdığımda ise sade kahve içiyordu." Ağlamaya başladım, göstere göstere. "Ve ben onu tekrar tanıdığımda hatırlamadığım için soramadım bile neden sütlü kahveden vazgeçtiğini; ama o gitti, bana hem geçmişi bıraktı hem şimdiyi."
Hıçkırarak ağlamaya başladığımda aylardır çektiğim acı, yuttuğum gerçekler, kendime itiraf edemediklerim dudaklarımdan dökülürken beni asıl ağlatan gerçeklerdi.
Kim olduğunu bilmiyordum; geçmişimdeydi, şimdimdeydi, acılarımdaydı, anılarımdaydı ama kim olduğunu bile bilmiyordum.
"Baba, beni neden bırakıp gidiyorsunuz?" diye sordum ve daha fazla ayakta duramadığım için dizlerimin üzerine çöktüm. "Bunu hak etmiyorum."
Babam bana sarılmadı, dokunmadı ama izlemeye devam etti, o da ağlıyordu. "Zorunluydum," dedi sadece açıklama olarak.
Zorunluydu. Bir babanın kızını bırakmasını gerektirecek kadar zorunluydu.
"O da mı zorunluydu sence baba?" diye sordum. Babam yutkundu, cevap vermedi. Omzumu kaldırıp indirdiğimde çaresiz bir sesle, "Onu çok özledim," dedim. Nefes almakta zorlanıyordum. "Onu gerçekten çok özledim. Ben kim olduğunu bile bilmediğim bir adamı özledim. Ben gerçekte kimi özledim?"
Başını iki yana salladığında canının acıdığını hissettim ama benim acımın yanında bu hiçbir şeydi; öyle bir canım yanıyordu ki dudaklarımdan çıkanlar aslında kalbimden geçenlerin çeyreği bile değildi fakat bu bile yetmişti.
"Bu kadar özlemin içinde en acısı da ne, biliyor musun?" diye sordum. "Korkuyorum ondan. Çok korkuyorum."
Bir anda beni kendisine çekip sarıldığında ellerim aşağıda öylece kaldım ve ağlamaya devam ettim. Eli saçlarıma kaydı, saçlarımı küçüklüğümde olduğu gibi sevdi. Parmaklarını saçlarımda gezdirdi önce, sonra enseme doğru indiğinde parmakları şişliğe değdi ve donup kaldı. Bense geriye kaçıp onun kollarından kurtuldum.
Çöktüğü yerden kalktığında bir kez daha bakmak için elini uzattı. "Başına ne oldu?" diye sordu endişeyle.
"Düştüm," diye mırıldandım ama hâlâ ağlıyordum.
"Düştün mü?" diye sordu. Gözlerime baktığında gözlerimi kaçırdım. "Minel, başına ne oldu?"
"Düştüm," dedim tekrar ve yanından ayrılmak için yürümek istedim ama kolumu tutup beni durdurdu. "Düştüm!" diye bağırdım. "Düştüm! Bu kadar!" Kolumu onun elinden kurtardığımda arkamdan seslendi ama dönüp bakmadım bile. Merdivenleri hızlı hızlı çıkarken arkamdan gelse de umursamadan ondan önce kendimi odaya attım ve arkamdan kapıyı itekledim. Önüne geldiğinde kapının kolunu çevirdi. O esnada sırtımı yaslayıp yatağın üzerindeki, Prometheus'un benim için bıraktığı hediyeye baktım.
Üç harf. Parçalanmış kâğıtlar. Annemin fotoğrafı.
Onun kuklası olmayacaktım, onun tiyatrosuna dahil edilemeyecektim. Bu sefer tuzaklarına kanmayacaktım.
***
Günümün büyük bir kısmını etütte geçirmiştim hatta akşama kadar etüt binasında kalmış, öğretmenler bile gittikten sonra çalışma odasında sorularla boğuşmuştum. Elimdeki bütün test kitapları bittiğinde geriye dönüp çözemediklerime bakmış, sonrasında sağlamalarını bile yapmıştım.
Babamla evden çıkarken bir kez daha karşılaşmamıştık; bunu o an ikimiz de istemezdik, biliyordum. Yine de o gün, diğer günlerden çok daha farklıydı çünkü içimdeki seslerden ve zihnmdeki kamçılanmış ağrıdan köşe bucak kaçıyordum.
Odamdaki bütün o kalıntıları dolabıma gelişigüzel tıkmıştım ama babam öylesine yaptığı bir araştırmada bile Prometheus'un bana bıraktıklarına erişebilirdi. Bunu umursuyor muydum? Aslında bunu da hiçbir şekilde önemsemiyordum.
Ben artık hiçbir şeyi önemsemiyordum. Tek bir şey dışında.
Tam kalbimin üzerinde birkaç gündür beni mahveden bir çember vardı; çember zaman dilimlerine bölünmüştü. En çok geçmişi hissediyordum. Onu tanıdığımda, onu yanımda hissettiğimde, onu gördüğümde de böyle olurdu ve şimdi de sanki o hayatımdaymış gibiydi.
Ama gitmişti. Neden böyle hissediyordum?
Geri dönmez, diyordu herkes. Onu her ne kadar beklemediğimi kendime haykırsam da yine bir tarafım buna inanmıyordu ki birkaç gündür etrafımda olduğunu hissediyordum.
Karanlık sokakta yürürken kollarımı kendime sarmıştım. Etütten en sonunda kovulmuştum. Babam bir kez bile aramamıştı, kafamı dinlemek istediğimi düşünüyor olmalıydı ama ben ne kafamı dinlemek istiyordum ne de başka bir şey.
Sadece yürüdüm, taksiyi de metroyu da otobüsü de kullanmadım. Biraz daha temiz hava almak için, biraz daha kendimi iyi hissetmek için yürüdüm ama ayaklarım benden izinsizmiş gibiydi. Nereye gittiğini biliyordum. Bunu istemiyordum, hayır, bunu istiyordum. Kendimi yönetemiyordum.
Bu histen kurtulmak istiyordum. Onun beni takip ettiğini, onun geri döndüğünü, onun çevremde olduğunu bana haykıran hislerimden kurtulmak istiyordum; bu yüzden ayaklarım ne tarafa gittiyse ben de onlara itaat ettim.
Ama en sonunda onun evine değil de Hell Races'ın önüne geleceğimi ben bile düşünemezdim.
Karşı yolunda dururken üzerimdeki yarım kollu beyaz tişörtün eteklerini aşağıya çekiştirdim. Motosikletler yine kapının önüne dizilmişti, parlak tabelası yerindeydi. Kapının önüne gelenleri dövmelerine bakarak geçiriyorlar, dövmeleri olmayanları kışkışlıyorlardı.
Caddedeki arabalara dikkat ederek karşıya geçtiğimde beni önemsemeyeceklerine hatta tanımayacaklarına yüzde yüz emindim ama yine de gelip hislerimde yanıldığımı görmek istiyordum.
Motosikletleri incelerken elbette onunki yoktu ama yine de bir umut bakmak, kendime öfkelenmeme neden olmuştu. Sırtımdaki çanta daha da ağır gelmişti ama aslında konu çanta değildi, oraya yürüdükçe omuzlarıma geçmişimin ağırlığı çökmüştü.
Mekânın önüne geldiğimde kapıdaki iki iriyarı adamdan uzak durarak başımı kaldırıp bir kez daha tabelaya baktım. Zihnim, bana dövme yaptığı güne kucak açtı; parmaklarım bileğime gitti ve kırık pusulayı gördüğümde sancı hissettim.
Daha gerilere gitmek istedim, daha gerilerde hatırlamadığım anılarda buradan bir parça olabilir diye düşündüm ama yoktu, ulaşamıyordum.
"Hey!" Kapıdaki adamlardan bir tanesi bana seslendi. "Burada fazla durma, küçük, zarar görürsün."
Başımı eğip baktığımda onu daha önce hiç görmediğime emindim, ki ne ben onları doğru düzgün tanıyabilirdim ne de onlar beni çünkü gölgelerinde kayboluyordum.
Adamlara doğru birkaç adım attığımda ikisinin de kaşları çatıldı. "İçeriye girmek istiyorum," diye mırıldandım. Bu söylediğime karşılık kaşları daha fazla çatıldı. "Daha önce buraya geldim," dedim bu kez, onları inandırmak istermiş gibi. "Dövmelerle girildiğini biliyorum."
"Buraya dövmelerle girildiğini bilmeyen sadece anneannen filandır," dedi. "O da öldüğünden bilmiyordur." Adamların ikisi de güldü. "Lisedeki arkadaşlarına hava atmak için başka mekân seç, küçük, burası sana uygun değil."
Dişlerimi sıktım, küçümsenmekten hoşlanmıyordum. "Liseli değilim," diye homurdandım. "Ve buraya daha önce geldiğimi size kanıtlayabilirim. İsterseniz her santimini anlatayım."
Adamlardan bir tanesi gözlerini devirdi. "Buraya gelebilmen için öncelikle motosikletinin olması lazım. Var mı?" Şöyle bir beni süzdü koyu renk gözleriyle. "Yok. Peki buradan tanıdığın biri var mı?" Bu sefer gerçekçi bir küçümsemeyle izledi. "Elbette ki yok."
"Var." Yüzlerinde zerre oynama olmadı. "Gürkan Birgöz," dedim. "O buraya geliyor."
"Gürkan Birgöz mü?" Adam gözlerini gökyüzüne kaldırdı. "Öyle birini tanımıyoruz."
Bir an Gürkan'ın doktor olduğundan buraya girerken adını değiştirebileceğini düşünüp pot kırdığımı anladım. Dudaklarımı birbirine bastırdığımda onun adını ne kadar dile getirmek istemesem de, "Korel," dedim fısıldayarak. İkisi de duymadı, bir tanesi öne eğildi. "Korel Erezli," dedim olabilecek en yüksek sesle. "Onu tanıyorum ve daha önce onunla buraya birkaç kez geldim. Hatta buradaki odasında da kaldım." Devam ettim, duraksamadım. "Namı diğer Sırtlan."
Adamların gözlerinden açıkça, o kadar görünür bir şekilde şok etkisi geçti ki bir an ben bile ne söylediğimi sorguladım. Sonra aynı anda, iğrenç bir kahkaha attılar. "Sen," dedi bir tanesi gülüşünün arasından. "Korel Erezli'yi tanıyor musun?" Kafasını salladı. "Korel yattığı kadınları buraya getirmez, burada tanışır."
"Onunla yatmadım." Neyi açıklıyordum, bana inanmayacaklardı ama bu, öfkemi kusmamak için neden değildi. "Siz iki göt herif, insanları fiziksel görünümleriyle yargılamayı ne zaman bırakacaksınız? Buraya daha önce onunla geldim hatta şu an burada olsaydı beni içeri almadığınız için ikinizi de mahvederdi."
Adamlar beni zerre ciddiye almadılar ama hakaret etmem en azından gülümsemelerinin silinmesine neden oldu. "O halde bize kanıtla," dedi adamlardan biri. "Korel Erezli en son buraya ne zaman geldi?"
En son buraya benimle gelmişti, beraber gelmiştik hatta sonraki gün dans yarışmasına da beraber gitmiştik. Ondan sonra ortadan yok olmuştu. Kendimden emin bir sesle, "Yedi ay önce," dedim. "Gününü bile söyleyebilirim. Üzerinde ne olduğunu da hatta kaçta çıktığını da..."
"Yanlış." Adamın sözümü kesmesiyle yüzüme tokat gibi çarpan yanıt irkilmeme neden oldu. "Korel daha yakın zamanda buradaydı."
Benimle dalga geçiyor olmalılardı ya da eğleniyorlardı; belki de beni deniyorlardı. "Bu imkânsız," diye fısıldadığımda elim kalbime gitti. "Bana yalan söylüyorsunuz, dalga geçiyorsunuz."
Adamlardan bir tanesi sıkılgan bir nefes verdi, sonra omzumdan hafifçe itekleyip, "Hadi küçük," diye hırladı. "Biraz daha vaktimizi çalarsan seni içeriye sokarız ama geri çıkışın olmaz."
"O," dedim hâlâ aynı konunun çevresinde dolaşırken. "Yedi ay önce değil, yakın zamanda geldi mi?"
"Of!" Adam üzerime yürüdü ve aramızda çok az bir mesafe kaldığında kolumu sertçe kavradı. "Sen canına mı susadın? Buradan kimseyi tanımayan sürtüğün tekisin ve sadece eğlence arıyorsun."
"Kolumu bırak," diyerek ondan kurtulmaya çalıştım ama bırakmadı hatta daha sıkı tuttu. "Bıraksana!" diye bağırdım.
Tam o esnada arkamızdan, "Beni tanıyor," diye bir ses geldiğinde, adam gözlerini kaldırıp benim arkamdaki o tanıdık sesin sahibi olan yüze baktı ve elektrik çarpmış gibi elimi bıraktı. İrkilerek geriye döndüğümde onun yüzüyle karşılaştım:
Korhan Erezli.
Hiç değişmemişti, aynıydı. Güçlü bakışları, sağlam duruşu, sarsılmaz sakinliği ve kendinden emin adımları. Gözleri bana döndüğünde hâlâ büyük bir nefreti vardı, kini de yerli yerinde duruyordu fakat acılarını artık göstermiyordu.
Özge'nin, yani sevgilisinin benim yüzümden ölmesinin üzerinden aylar geçmişti. Ne yapmıştı, nasıl iyileşmişti bilmiyordum ama acılarından tek bir damla bile kalmamıştı.
"Özür dileriz," dedi adam korku dolu bir sesle. "Biz onun buraya girebileceğine inanamadık..."
"Söylediği gibi Sırtlan'ı da tanıyor," dediğinde sesi sabitti. "Eğer içeri girmek istiyorsa kapıları ona açın."
Geride kalan adam ağır demir kapıyı koşarak gidip açtığında diğer adam korkuyla olduğu yere sinmişti. Korhan hemen yan tarafıma yaklaştığında bakışlarımı ondan ayıramıyordum ama o bana bir kere daha bakmadan Hell Races'ın içine daldı.
Bir an bile düşünmeden ben de arkasından yürüdüğümde, canımı yakan adam bir anda toz bulutu olup ortadan yok olmuştu; bu kadar fazla korkmaları beni şaşırtmıştı. Korel ve Korhan buranın sahibi miydi?
Bilindik, dar aynalı ve kırmızı ışıklı koridordan geçerken hemen önümdeydi. Bir R&B parçası kulaklarıma doldu, yanımdan geçen yarı çıplak kızlar ve onlara sarılmış adamlar aynalar yüzünden onlarca oluyordu.
Büyük alana çıktığımızda mekândaki ter, sigara ve alkol kokusu burnuma doldu. Kalabalık değildi ama insan sayısı da az sayılmazdı. Ortadaki masaların bir kısmı doluydu, insanlardan bazıları pistte dans ediyordu. Bar tezgâhında uyuklayanlar vardı fakat eskisinden daha beterdi; artık insanlar alenen uyuşturucu bile içmeye başlamıştı.
Korhan ortadaki masalara gitmek yerine kenardaki koltuklu masalara yöneldiğinde zihnimdeki anılara başka anılar da yetişti. Korhan'la Korel burada kavga etmişti. Korhan ona büyüklük taslamış ve benim üzerimden kurduğu cümlelerle Korel'in öfkelenmesine neden olmuştu.
Ardından ben burada Korel'in kucağına oturmuş, tekila...
Başımı iki yana salladığımda Korhan koltuğa yerleşmiş, ellerini iki yana açarak rahat bir şekilde oturmuştu. Hemen karşısında durduğumda hiçbir planım olmadan onu takip ettiğimin yeni farkına varmıştım ama Korhan zaten bunu bekliyormuş gibi sakin gözlerle beni izledi.
Ne demeliydim? Nasıl bir cümle kurmalıydım?
Korhan Erezli sadece benim vicdan azabımdı, ona verdiğim acıdan ibaretti.
Benden önce davranıp başıyla L koltuğun kenarını gösterdi. "Oturmak istemez misin, Minel?"
Onu son gördüğümde bana Korel'in kaçtığını söylemişti ama ondan önceki çok büyük kinini gözleriyle gösterse bile artık cümlelerine yansıtmayacak gibi görünüyordu.
Kısa, ağır adımlarla L koltuğun köşesine yerleştiğimde bir garson yanımıza geldi. Korhan bir viski istedi ayrıca başka bir şey daha söyledi ama ne söylediğini anlayamadım.
"Buraya neden geldin?" diye sordu, dirseklerini dizlerine yaslayıp öne eğilerek. Gözlerim boş masadan ona kaydığında yakışıklı yüzünde hiçbir değişim olmasa bile gitgide daha fazla çöktüğünü görüyordum. "Elini kolunu sallayarak giremeyeceğini öğrenmen gerekirdi."
"Sadece şansımı deneyecektim," diye mırıldandım.
"Ve şansın ben oldum." Gülümsedi ama o kadar samimiyetsiz bir gülümsemeydi ki gözlerimi kaçırmak zorunda kaldım. "Hâlâ ilk soruma cevap vermedin, buraya neden geldin?"
Ona gerçekleri söylemeli miydim yoksa yalanlar mı uydurmalıydım, emin değildim. Onun ağabeyiydi, ailesinden biriydi.
Her şeyi bilebilirdi ya da belki hiçbir şeyi bilemezdi; aralarındaki bağı hiçbir zaman anlayamamıştım.
"Nasılsın?" diye sordum, tekrar gözlerine baktığımda.
Sorum onu daha fazla gülümsetti. "Hangisi için nasılım?" diye karşılık verdi. Ne demek istediğini anladım ama gözlerinin içine bakmaya devam ettim. "Babam Prometheus'un ellerinde can verdiği için mi nasılım, Özge gözlerimin önünde Prometheus yüzünden can verdiği için mi nasılım?" Derin bir nefes verdi. "Hangisini merak ediyorsun?"
Garson masaya gelip viski şişesini ve bardağı bıraktı, ardından iki küçük hapı da viski bardağının yanına yerleştirdikten sonra Korhan başını sallayıp garsonu yanından uzaklaştırdı.
"Baban için üzgünüm," dedim ama sesime samimiyet ulaşmadı. "Onun için çok büyük bir cenaze töreni düzenledin, televizyonda gördüm."
"Ünlü Doktor Cüneyt Erezli!" dedi sesini biraz gür tutarak. "Bir gün ölse bile televizyonda adının başarısıyla anılmasını istediğini söylemişti. Ben de bunu yaptım."
Yutkundum, ellerimle oynarken gözlerimi ondan ayıramıyordum ama o, bardağına viskisini dolduruyordu. Yanındaki diğer bardağa da benim için doldururken, "Bira içiyorum ben," diyerek onu durdurdum.
"Bira mı?" Sırıttı. Gerçek bir sırıtmaydı bu sefer. "Kardeşim sana güzel alışkanlıklar kazandırmış desene." Korhan'la hiçbir sözsüz anlaşmam yoktu elbette, ondan yanımda rahatça söz edebilirdi ve canımın yanmasını umursamazdı.
Garsonu tekrar çağırıp bira istedikten sonra geri gönderdiğinde aklımda dönen sorular vardı fakat sorulması gereken kişinin Korhan olup olmadığı konusunda kararsızdım. Sanki iç sesimi okumuş gibi, "Sorsana," dedi. "Kıvranıyorsun."
"Ben sadece..." Gözleri gözlerime değdi, koyu bakışlarından anlayamadığım bir duygu geçti ama bu sefer bakışlarımı kaçırmadım. "Yalnız başına o kadar acıyla nasıl idare ettiğini merak ediyorum."
Korhan dikkatle beni dinlerken tek kaşı havaya kalktı. "Hım," dedi önündeki viski bardağının ağzında parmaklarını gezdirirken. "Yani asıl sormak istediğin, hâlâ yalnız olup olmadığım, öyle mi?"
Akıllıydı, zekiydi ve bu sinir bozucu derecede fazlaydı. Korel gibi öfkeli bir kişiliği yoktu, en öfkeli zamanı Özge'yi kaybettiği zamanıydı, ondan önce ve sonra hep oldukça kontrollüydü.
Ağzını aramak için olmasa da, "Onun geri dönmediğini biliyorum," dedim. "'O kaçtı,' demiştin bana. Umarım bir yerlerde iyidir."
"Geri dönmek mi?" Bardağındaki viskisinden küçük bir yudum aldım. "Her kaçan gitmiş olmuyor, Minel," dedi durgun bir sesle. "Ve benden onun iyi olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorsan ya da onunla görüşüp görüşmediğimi... Kelime oyunları yapmayıp direkt sormalısın."
Kendimi tutamayıp, "Onunla görüşüyor musun?" diye sordum.
Ucu açık bir yanıt verip, "Bir süredir hayır," dedi.
"Peki iyi olup olmadığı hakkında bilgin var mı?"
Başka bir ucu açık yanıtla, "Yarın ya da şimdi ne olacağımız belirsiz," dedi.
Gözlerimi yine kalabalığa çevirsem de bu sefer Korhan'dan kaçmak için değildi; gözlerim onu aradı ama elbette ki bulamadım. Zihnimin içinde dönen tek bir soru vardı ve kelime oyunları yapmadan direkt sormak istiyordum.
Garson kapağı açılmış birayı önüme koyarken daha zeminle temas etmeden elinden alıp içtim ve kuruyan boğazımı böylelikle ıslattım.
Korhan'ın üzerimdeki bakışlarını yok sayarak, "O neden kaçtı?" diye sordum. Kendime sormaktan çekindiğim soruyu ona yöneltmiştim. Korhan'a. Ağabeyine. Ne yanıt vereceğini bilmiyordum ama öylesine korkuyordum ki hâlâ yüzüne bakamıyordum.
"Sence?" diye sordu bu kez de okları bana yönelterek.
Bakışlarım ellerime indi. "Ben onun gittiğine inanıyordum," dedim kısık sesle. "Sense kaçtı dedin. İkisi birbirinden ayrı. Bir insana kaçtı demen için nedeni olması gerekir, değil mi?"
Korhan ıslık çaldı ve ellerini birkaç kez birbirine çarptı. "Korelsiz olmak senin o muhteşem aklını çalıştırmaya başlamış, ufaklık." Gözlerimi sertçe ona çevirdiğimde bana değil karşısına bakıyordu. "Eğer bu şekilde akıllanacağını bilseydi daha önce kaçardı."
"O neden kaçtı?" diye sordum kelimelerin üzerine bastırarak. Viskisine uzandığında bu sefer daha fazla içti. Zaman mı kazanıyordu yoksa yalan mı düşünüyordu anlayamadım ama istese cevapsız da bırakabilirdi.
"Kaçtığını söyledim çünkü kardeşim aptaldır, seni öylece bırakmazdı," diye açıklama yaptı. "Eğer o gidiyor ve seni öylece bırakıyorsa mantıklı bir nedeni vardır. Bu neden de kaçmasıydı."
İşte bu onu alaya almama neden olmuştu. Güldüğümde gözleri gülümsememe takıldı ama karşılık vermedi. "Beni öylece bırakmaz mıydı?" diyerek söylediğini tekrar ettim. "Beni zerre önemsemiyordu."
Korhan şaşırdı hatta bunu bana yansıtmaktan çekinmedi. Acımasızca, sözlerini törpülemeden, "Onun senelerdir hayatındasın," dedi, ikinci kelimenin üzerine basarak. "Ve bu hatırladıklarından çok daha fazlası. Başkalarının dile getirmesinden hoşlanmadığına eminim ama bir zamanlar unuttuğun kardeşim için fazlasıyla önemliydin."
"Sen..." Derin bir nefes aldıktan sonra yanıt verdim. "Onunla geçmişimi biliyorsun."
"Bu konuda hiçbir zaman yalan söylemedim zaten," dedikten sonra başka bir anı Korhan, Korel ve Cüneyt Erezli'yle oturduğum masayı bana hatırlattı. "Ama o gizliyor diye saygı duydum." Omzunu kaldırıp indirdi, kaşları havadaydı. "Öyle tuhaftı ki onu gerçekten hiç tanımıyordun. Adını bile hatırlamıyordun; yaşını, izlerini, dönüştüğü kişiyi, senin için yaptıklarını..." Hızla sözünü kesip bana baktı. "Ve o seninle tekrar yeni bir adam gibi tanıştı."
O kadar çok soru, o kadar çok ünlem vardı ki ellerimi saçlarıma geçirip, "Onu bir şekilde unuttum," dedim küfür savuruyormuş gibi. "Ama onu şimdi tekrar hatırlamaya başladım." Bu Korhan'ın gözlerinin büyümesine neden oldu. "Sadece o kadar tuhaf ki..." Altdudağımı canımı yakmak için dişlerimin arasına aldım. "Madem onu unuttum, benimle niye tekrar tanıştı?"
"Bunun yanıtını verecek kişi ben değilim, ufaklık," diye yanıtladı beni, sonra bardağındaki viskiyi bitirip yenisini doldurdu.
"Ama sen de bana yalanlar söyledin o masada, değil mi?" diye sordum.
"Sadece kendimi kurtarmak için yalanlar söylerim," deyip viski bardağını parmaklarının arasına aldı. "Başkalarını değil. Kardeşim bile olsa. İnan hatırlamıyorum çünkü sen benim için çok önemsiz bir insansın ama yalan söylediysem de kendimi kurtarmak için söylemişimdir."
Ailemi biliyordu. Ablamı, babamı hatta annemi biliyordu.
İçimden bir ses, gerçekten Korel'den daha fazlasını bildiğini söylüyordu.
"Prometheus davası ne oldu?" diye sordum ve ben sorar sormaz buna hazırlıksız yakalandığı için bardak dudaklarının hizasında donakaldı. "Son olaydan beri cinayet işlemedi."
İçmeden bardağı tekrar masaya bıraktı. "Prometheus davasına artık bakamam çünkü ailemden birini de katletti. Uzaklaştırıldım."
Dudaklarımı birbirine bastırdığımda ortamdaki yüksek sesli müzik daha fazla hareketlenmişti, bu da insanların sarhoş olmaya başladığını gösteriyordu. "Prometheus sizin babanızdan ne isteyebilir ki?" diye sordum yüzümü buruşturarak. "Ben gerçekten..."
"Gidip neden Prometheus'a sormuyorsun?" diye çıkıştığında artık onun damarına basmaya başladığımı anlamıştım. Viski bardağını alıp sertçe kafasına dikti ve son damlasına kadar içtikten sonra masaya bıraktı. Ardından L koltukta bana doğru kaydığında bir anda yüzü ile yüzüm arasında birkaç santim kaldı. "Belki Prometheus da kaçmıştır, ne dersin?"
Alkol kokan nefesi yüzüme çarptığında dehşetle irkildim ama gözlerine bakmaya devam ettim. "Ne demek..." Yutkundum. "Ne demek istiyorsun?"
"Artık," dedi fısıldayarak. "Kimseye güvenecek durumda olmadığının farkında değil misin?" Başını iki yana salladı, gözleri gözlerimin üzerinde gezindikten sonra burnuma ve ardından dudaklarıma baktığında orada çok az bir süre oyalandı. "Prometheus herkes olabilir. Belki seneler sonra dönen babandır, kimbilir?"
"Ne?" dedim bu sefer de ve başımı çevirmek istedim ama çenemi kavrayıp yüzümü yüzüne çevirdi.
"Ona güvenebilir misin?" diye sorduğunda cevapsız bıraktım fakat korkudan nefesim kesilmişti. Yine yüzümün her zerresinde gezindiğinde bakışlarında ilk defa Korel'in tam giderken olan bakışlarını görmüştüm. Bu canımı yaktı. "Ona benziyorsun," dedi soluk bir sesle. "Özge'ye. Bu yüzden seni izlemek istiyorum. Bu onu özlediğimi anımsamama neden oluyor." Yutkundu, gözleri yine dudaklarıma kaydı. "Senin yüzünden ölen birine bu derece benzemen de Prometheus'un bana bir hediyesi olmalı."
Yüzümü elinden kurtardığımda beni engellemedi. "Onun ölmesini hiçbir zaman istemedim," diye fısıldadım ve gerçek bir acı çektim. "Eğer bir tercih hakkım olsaydı, onun yerine ölebilirdim."
Korhan, az önce oturduğu yere gitmedi. Yanımda oturmaya devam ederken masaya bırakılmış olan hapa doğru uzandı. Ne yaptığını izliyordum ve o da bunu biliyordu, aldırış etmedi. Hapı dudaklarının arasına koydu sonra diliyle yuvarladı ardından benim önümdeki bira şişesini alıp kafasına diktiğinde ve sonra yarısına kadar içtiğinde sertçe masaya bıraktı.
Gözlerimiz tekrar kesiştiğinde yine acısını görmüştüm. Özge'yi kaybettiğinde gördüğüm acı, yerli yerindeydi. Yüzüme yaklaştı ama bu sefer daha iyimserdi. "Sana tek bir şey söyleyeceğim," dedi kulağıma doğru. "Kimseye güvenme. Kendine bile. Bu hikâyede kimse güvenilir değil." Derin bir nefes aldı. "Ve o kaçtıysa geri dönecektir ama nasıl bir adam olarak döneceğini hiçbirimiz bilemeyiz." Geriye çekildi sonra bir anda ayağa kalktı.
"O hiç gitmedi, değil mi?" diye sordum bir anda. Günlerdir içimi kavuran cümle dudaklarımdan çıktığında üstten bakan Korhan hafif bir tebessüm etti.
"Belki de." Tek bir yanıt verdi.
"Bana neden bütün bunları anlattın?" diye sorduğumda ayağa kalkacak gücüm yoktu. "Ve kimseye güvenmemek konusunda... Bana neden akıl veriyorsun ki? Benden nefret ediyorsun."
Korhan öne eğildi, yüzlerimiz aynı hizaya geldiğinde durdu. "Seni hiçbir zaman affetmeyeceğim," dedi en dürüst sesiyle. "Fakat ne var, biliyor musun? Sana üzülüyorum." Baştan aşağı beni süzdü, saç köklerime kadar ürperdim. "Artık sana öfkelenmiyorum çünkü acınacak haldesin. Bir hayatın yok. Kollarını açmış, Prometheus'un seni öldüreceği anı bekliyorsun. Öyle vazgeçmişsin ki nefreti bile hak etmiyorsun."
Hayatımdan vazgeçtiğimin bu kadar gözler önünde olması bir yana dursun, kardeşinden sonra ağabeyinin de bana acıdığını söylemesi kendime acıdığım için bende aynı etkiyi bırakmadı.
Hiçbir şey söylemeden doğruldu, hiçbir cevap vermedim ama o da beklemedi. Geriye doğru topuklarında dönerek yürümeye başladığında gergin sırtına ve yumruk yaptığı ellerine baktım fakat beni büyük bir enkazın ortasında bırakıp giderken ne halde olacağımı çok da iyi biliyordu.
Çok uzun bir süre gittiği boşluğu izlediğimde avuçlarımın içi terledi. Zihnimde dönüp duran sesler yine başlamıştı, anılar art arda yığılıyordu ve hatırlamadığım anıların sadece sesleri vardı. Yine birinin beni izlediğini hissediyordum ama bu sefer etrafıma bakıp onu aramak istemedim.
Gözlerimi masaya çevirdiğimde ellerimle kenarlarından destek aldım ve kontrolümü masayı bile titretecek kadar kaybettiğimi fark ettim.
Tam o esnada Korhan'ın arkasında bıraktığı hapı gördüm. Bunu bilerek mi yapmıştı yoksa unutmuş muydu bilmiyordum ama parmaklarım o hapa uzandığında titrediğimden ötürü tutmakta bile zorlandım. Kriz yaklaşıyordu, bunu görebiliyordum çünkü sızı tırnak uçlarıma kadar yayılmıştı.
Sorular sıralanıyordu: Prometheus kaçmış mıydı? Korel kaçmış mıydı? Onlar neden kaçmıştı? O kimdi?
Başımı iki yana salladım, Korhan'ın yaptığı gibi hapı dudaklarımın arasında tuttum, sonra dilimle yuvarlayıp birayla yuttuğumda midemin bulanmaya başladığını hissettim. Elim kalbime gittiğinde hızlı attığını fark ettim ama bu haptan önce de öyleydi. Gözlerimi kapattım, zihnimdeki sesleri susturmak istedim fakat tamamen başarısız oldum.
Birçok ses duydum geçmişimden. Babamın, annemin, Mine'nin, Korhan'ın, Cüneyt'in, Korel'in... Hepsi o unuttuğum anılardaydı.
Tanımadığım sesler de vardı, bu seslerin kime ait olduğunu bilmiyordum ama öyle tuhaftı ki bazıları beni fazlasıyla korkutuyor, canımı yakıyordu.
Yaklaşık beş dakika sonra kalbim çok daha hızlı atmaya başladığında ve kapalı gözlerime rağmen gözlerimin titrediğini hissettiğimde zihnimdeki sesler daha da arttı, kanım alevlendi. Karnımın içinde yanma hissettiğimde boğazım da aynı şekildeydi. Dudaklarımı araladığımda soğuk nefesimi içime çektim ama geri bırakmakta zorlandım.
Müzik seslerini daha net duydum, kapalı gözlerime rağmen ışık huzmeleri bana hücum etti. Bir an havalandım sanki ama ayaklarımı kontrol ettim, yere sağlam basıyordu.
Gözlerimi açmalıydım, gözlerimi açmalıydım ama müziğin sesi gözlerimi açmamı istemiyor gibiydi. O kadar sorunun içinde, zihnimin ortasında dizlerimin üzerine çökmüş, haykırarak ağladığımı duyuyordum.
Bir anı düştü duvardan, bir fotoğraf karesi gibiydi.
Bir bankta oturuyorduk. Yanımda Korel vardı. Ya vedalaşıyorduk ya da yeniden tanışıyorduk çünkü birbirimize bakarken ilk defa görüyor ya da son defa izliyormuş gibiydik.
Bana tek bir cümle kurmuştu:
"Beni istediğin kadar unutmayı dile, ben hep buradayım."
Eli kalbime dokunmuştu, elim kalbimin üzerinde parçalandı. Gözlerimi açıp zorlukla ayağa kalktığımda her yer dönüyordu ama bir o kadar da sabitti. Ne yaptığımı bilmiyordum, vücudum sanki benden habersiz hareket ediyordu ama yürümeye başlamıştım.
"Seni unutacağım, Korel. Senin adını bile hatırlamayacağım."
Kendi sesimi duydum zihnimde, o ses bana aitti ama değildi. Onu unutmak mı istemiştim? Onu unutmak isteyemezdim. Yürümeye devam ettim. Birileri önüme çıktı; bana çarpıp iteklediler ya da her ne yaptılarsa umurumda değildi. Merdivenlere yöneldim, ayaklarım beni onun odasına götürdü.
Başka bir anıyla yüzleştim bu kez de.
Korel büyük bir fanusun içinde sudaydı. Büyük cam fanus gitgide suyla doluyordu, çenesine kadar gelen su nefes almasını engelleyecekti ama onun gözleri sadece tam karşısındaki bendeydi.
"Boğuluyorum," deyip ayağını hareket ettirmişti. Zincirlendiği yerden kurtulamamıştı. "Ama sen nefes almaya devam edeceksin." Çırılçıplaktı ama su kan rengindeydi çünkü vücudumda kanamaya devam eden yerler suya rengini vermişti.
Ben izlemiştim.
Gözlerimle onun zincirlerini, kana bulanmış suyunu, boğulmasını izlemiştim.
Anı beni parçalarken zemin titriyordu, duvarlardan destek alırken karşıdaki aralık kapıyı gördüm.
Korel suyu sevmiyordu. Bunu söylediğini hatırlıyordum ve o an nedenini bile bilmiyordum ama şimdi gözlerimin önüne dolan o anıda bile, boğulması nefesimi kesiyordu.
"Lütfen," dedim acıyla ve elimle ağzımı kapattım. "Kurtulmak istiyorum, susun."
Odaya girip zemine düştüğümü hatırlıyordum, sonra her şey göz açıp kapayana kadar olmuştu. Karanlık oluyordu, gün doğuyordu. Zihnimde durmadan bir adam boğuluyordu, su doluyordu ve zihnimdeki kız onu izliyordu.
Bu bizdik.
Bu bizdik, lanet olsun ki bizdik ve benim anılarımdaki kız, sadece izliyordu, canı bile yanmıyor gibiydi.
Titremeye başladım, sonra şiddetli bir öğürmeyle kustum. Her şeye fazla odaklanıyor ama bir o kadar da odaklanamıyordum.
Yine karanlık oldu, sonra aydınlığa kavuştuğumda kendi kusmuğumda çırpındığımı fark ettim. Kalkmaya gücüm yoktu, geldiğim karanlık koridoru gözlerim görüyordu ama sadece ve sadece titriyordum; kalbim göğüs kafesimi kırmış, koşuyordu. Öyle kötüydü ki artık anılarıma bile müsaade edemeyen o su zihnimden taşıp beni boğmaya başladı.
Yine karanlık oldu. O karanlıkta adım sesleri duydum, sonra aydınlığa kavuştuğumda, "Boğuluyorum," dedim, elim boynuma gitti, tırnaklarımı geçirdim. Koridorda siyah botlar gördüm. Karanlık oldu.
Adım sesleri biraz daha yaklaştı. Zemin bile titremelerimle delinmiş olmalıydı çünkü sırtıma kıymıkların battığını hissediyordum.
Aydınlığa kavuştum. Tam karşımda siyah botlar vardı. Yüzümün hizasında. "Boğuluyorum," dedim bir kez daha. Ama hislerimden kurtulamadım, bana verdiklerinden kurtulamadım.
O vücut bana doğru eğildi, ellerini hissettim ve o elleri tanıdım.
Sonra saçlarıma dokundu, sonra belime sarıldı.
Yine karanlık oldu, bu sefer sonsuz bir karanlıktı.
Havalandığımı hissettim ya da yeryüzü yarıldı, bilmiyordum ama ben o an külün kokusunu aldım, onun külünün kokusunu aldım.
Dudaklarımdan ise tek bir cümle döküldü: "Özür dilerim."
Paragraf Yorumları