Korel E. Erezli
Başım dönüyordu, tepemdeki ışık dönüyordu, oda dönüyordu, nefesim kesiliyordu ve kalbim korkuyla atıyordu; kalbim uzun zamandır böyle bir korkuyla atmamıştı. Her atışta bozuk kalbimin bir parçası kopuyor gibiydi. Nefesim kesiliyordu; hayır, bu kez boğulmuyordum ama nefesim gitgide daha sık kesiliyordu.
Gözlerimi kapatıp açıyordum, kirpiklerimin birbirine çarpma sesi sanki kulaklarıma doluyordu ama bu imkânsızdı; cızırtılı lambanın çevresinde bir kelebek dönüyordu, lambaya her çarptığında irkiliyordu, bakışlarım o tarafa kaydığında gözlerim kamaşıyordu.
Kanımda uyuşturucu var gibiydi ama o hissi bilirdim, bu daha başkaydı. Korku başımı döndürüyordu. Boğuluyordum, nefes alamıyordum; yanmak yoktu ama ben zaten en çok boğulmaktan korkuyordum, yanmaktan değil. Artık değil.
Gözlerim yeniden masaya indi. Ahşap masada yirmi sekiz çizgi ve sekiz tane yarım çizgi vardı. Altı tanesinde tırnak izi var. Sorguya çekilen biri korkudan oraları çizmiş. Benim tırnaklarımsa geceleri gördüğüm kâbuslardan dolayı hep kesik.
Uğultular yükseliyor, nefesim daha sık kesiliyor, ruhum daralıyordu. Bakışlarım karşımdaki adama ve kadına döndü, bir şeyler söylüyorlardı. Kalp atışım daha da sıklaşıyordu, soluğum kesiliyordu, bir şeyler ters gidiyordu.
Bu üçüncü sorgumdu. Komiserin yanında ilk sorgu, ikinci sorgu yazılı ve üçüncü sorgu aynalı odada, tepemdeki ışıkla.
Saat kaçtı? Ne kadar geçmişti? Herkes gitmiş miydi? Aynı yere mi dönecektim?
Boğuluyordum, nefesim kesiliyordu. Bakışlarım yeniden lambaya kaydı, başım geriye doğru düştü, ardından yeniden doğruldum. Uğultular yükseldi ve bir anda biri omuzlarımı tuttu. Acıyla inleyip kendimi kurtarmak istediğimde bileğime takılı olan kelepçeyi gördüm; bağırdım mı ya da sadece kaçtım mı bilmiyordum ama sandalye sarsıldı. Omzumu tutan adam geriye çekildi.
Bir saniye, iki saniye, üç saniye... Ellerim neden kelepçeliydi? Aynı yere mi dönecektim? Görüntüler kayıp gidiyordu, kan ve ölüm vardı, boğuluyordum.
Yüzüme sert bir şey çarptı, ardından gerçekten nefesim kesildi ve soğuğu hissettim; soğuğu hissetmek beni başka bir anıya götürdü ve bu kez gerçekten çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Oturduğum sandalye sarsılırken, bileklerimi kelepçeler kesti. Masanın üzerindeki kesiklere tırnak izleri bırakmamıştım ama oturduğum sandalyenin kol kısımlarında artık kan vardı.
Bir kez daha yüzüme soğuk çarptı, bir kez daha nefesim kesildi. Bu kez ayağa kalkmaya çalıştım ama omuzlarımdan bastırdılar. Gözlerim yeniden tavandaki lambaya kaydı, ışıklar gitti ya da gözlerim kapandı, bilmiyordum ama bu kez aklıma tek bir şey geldi: Balıklar ölmüştü; onlar da boğulmaktan kurtulamamıştı.
***
"Asla konuşmuyor," dedi bir ses. "Rol mü yapıyor yoksa gerçek mi anlayamıyoruz. Korhan Erezli'ye söylemeli miyiz?" Kâbus mu görmüştüm? Gözlerimi açmalı mıydım? Bu kez uğultular yoktu.
"Bize zarar vermeye çalıştı," dedi bir kadın sesi. "Rol yapıyor olabilir."
Sessizlik. Yalan söylüyorlardı, ben kendimi kurtarmaya çalışmıştım. Saçlarımdan omzuma doğru akan bir sıvı vardı, başımdan aşağı su dökmüşlerdi; hiçbir şey kâbus değildi ve henüz kurumadığıma göre bilincim yeni kapanmıştı.
Bileklerim acıyordu. Kesik ya da intihar gibi değildi; onlar mı yapmıştı, ben mi yapmıştım? "Biraz daha kendine gelmezse..."
Gözlerimi hafifçe araladığımda yutkunmakta zorlandım ve başımın bir masada olduğunu fark ettim. Bulunduğum yeri yan görürken, önümde kısa topuklu ayakkabılar vardı, yanına erkek rugan ayakkabıları geldi. Gözlerim yavaşça yukarı çıktığında sorgu odasında olduğumu anladım.
Kadın başını yan yatırıp bana baktı. Prometheus davasına yeni bir dedektif atamışlardı. Yanındaki adam ise ondan daha çömez görünüyordu. Öksürerek başımı kaldırdığımda ağzımdan sular aktı ve başımı iki yana salladım. Bir kez daha ellerimi kurtarmak istediğimde kelepçeli olduğuyla yüzleştim.
Birbirlerine baktılar. Masanın önündeki kâğıtların yarısının ıslandığını gördüm, diğer yarısı kuru bir şekilde etrafa dağılmıştı. Yazılar, fotoğraflar hatta resimler.
"Korel Erezli," dedi kadın tiz bir sesle. "İyi misiniz? Bu kez konuşabilecek misiniz?"
Saatlerdir ağzımı bıçak açmıyordu, ne diyeceğimi bile bilmiyordum, tek bildiğim buradan kurtulmak istediğimdi. Dört duvar vardı, camlar ve su. Kelepçe.
Cevap vermedim.
"Su," dedi kadın ve bakışlarım sert bir şekilde ona döndü. "Su ister misiniz?"
"Yüzüme çarpmak için mi?" dediğimde bu ağzımdan çıkan ilk soru olmuştu, birbirlerine baktılar. "Hayır, istemiyorum."
"Sizi kendinize getirmemiz gerekiyordu." Kibarlardı, daha kötüleriyle yüzleşmiş hatta şiddet gördüğüm de olmuştu ama ama bu iki memur oldukça hassas yaklaşıyorlardı. Adam sakin adımlarla karşımdaki sandalyeye oturdu, ellerini önünde birleştirdikten sonra, "Korel Erezli," dedi. "Avukatınız gelmeden konuşmak istemiyor olabilirsiniz ama herhangi bir özel avukat adınıza atanmadı, devletin avukat ataması için ise sabahı bekleyeceğiz. O zamana kadar susma hakkınızı kullanacaksanız ve herhangi bir sorumuza cevap vermeyeceksiniz sizi birkaç gün burada misafir etmek zorunda kalacağız."
Yutkundum. Hapishane, dört duvar, insanlar. Gözlerim yeniden tepedeki ışığa kaydı, ardından yere tükürdüğümde ağzımdan kan çıktığını gördüm. Ben mi yanaklarımı ısırmıştım, onlar mı vurmuştu? "Saat kaç?" diye sordum.
Bir kez daha göz göze geldiler. Ayaktaki kadın kolundaki saate bakıp, "Sabaha karşı dört otuz altı," diye mırıldandı. "Gün doğmak üzere."
"Sadece bir gün mü geçti?"
Şaşırdı ama belli etmemeye çalıştı. "Evet." "Beni bekleyen var mı?" Minel gitti mi?
Sessizlik. Karşımdaki sandalyede oturan adam mavi gömleğinin yakasını düzeltip dik bir duruşa geçti. "İlk önce siz sorularımıza cevap vereceksiniz, sonrasında biz devam edeceğiz."
Korhan bu kez gerçekten de beni kurtarmak için çaba sarf etmeyecek miydi? Eğer o çaba sarf etmezse bir avukat atanacaktı, o avukat dosyaya bakana kadar özgürlüğüme kavuşamayacaktım, dava açılacaktı, dava sonuçlanana kadar belki de tutuklu yargılanacaktım. Sadece bir ifadeyle bunu yapamazlardı, değil mi? Bu imkânsızdı.
"Benden neyin cevabını istiyorsunuz?" diye sordum düşündüğümden daha sakin bir sesle.
Karşımdaki adam derin bir nefes verdi; bu soruya cevap vermekten yorulmuş gibiydi, halbuki ilk soruşumdu. "Azra Dinçer ve Göksel Okur'u nereden tanıyorsunuz?"
Bu sorulara verdiğim her cevap, bana bir bıçak gibi geri dönecekti ama yine de bileklerime baktım. Tutsaklık mı yoksa suçlu olmak mı daha ağır diye düşündüğümde ulaştığım tek bir cevap vardı. "Size cevap vereceğim," dedim bileklerime bakmaya devam ederek. "Ama ilk önce şu kelepçeleri çıkarın."
Bu kez daha uzun süre birbirlerine baktılar, ardından sandalyede oturan adam aynalı cama doğru dönüp baktı. Orada beni izleyen birileri elbette ki vardı. Korkunun bedenime uğradığını hissettim fakat bunu da yansıtmak istemiyordum.
Birkaç saniye sonunda adam ayağa kalkıp yanıma geldi ve cebinden kelepçelerin anahtarlarını çıkardı. Gözlerimiz kesiştiğinde, "Bunu yapacağız," dedi. "Ama herhangi bir atağında alacağın cezanın farkındasındır umarım, Erezli."
Hiçbir şey söylemeden gözlerinin içine baktığımda bunu yapacak kadar aptal olduğumu düşündürenin ne olduğunu anlayabiliyordum ama bilmeleri gerekiyordu, Prometheus bu kadar aptal olamazdı. "Hiçbir şey yapmayacağım," dedim sakin bir sesle. "Sadece bileklerim acıyor ve kanıyor. Canım yanıyor."
Adamın kaşları çatıldı. "Bileklerin kanamıyor."
Bakışlarım yeniden bileklerime döndü, bileklerimde kan yoktu. Masanın üzerinde çizikler ve tırnak izleri de yoktu. O an fark ettim; lambanın rengi daha farklıydı, oda daha aydınlıktı.
"Bileklerim acıyor!" Bir adam çenemi sertçe tutuyordu, biri de tekmelerimden ötürü ayaklarıma kelepçe takıyordu. "Canım çok acıyor! Bırakın!"
Yüzüme yediğim sert bir yumruğun ardından adam saçlarımı kavradı ve yüzümü sertçe masaya çarptı. Masanın üzerine kan bulaştı, kırılma sesinin ardından. Burnum kanıyordu. Acıyla inlediğimde yeniden başımı kaldırdı. "Bunu nasıl yaptın? Karaer ailesine yaptıklarını ne zaman anlatacaksın?"
Gözlerim siyah cama kaydı, kurtulmak istiyormuş gibi bir kez daha çabaladım ama bileklerimi kurtarabilmek imkânsızdı. "Minel!" diye bağırdım; beni duyan kişinin o olduğunu biliyordum.
"Beni hatırla! Hiçbir şey yapmadım!"
Bir kova su getirdiler önüme, kocaman bir su. Burnumdan ağzıma, ağzımdan çeneme kan aktı. Gözlerim karşımdaki o maskeli adamdaydı. Üç kişilerdi, üçü de beni mahvediyordu.
Gözlerim son kez masanın üzerine kaydı, o birkaç saniyede masanın üzerindeki çizikleri saydım, yirmi sekiz çizgi, sekiz yarım çizgi ve tırnak izleri. O tırnak izleri Minel'e aitti.
Arkamdaki adam saçımı tuttu ve önümdeki kovaya sertçe başımı soktu.
Boğuldum, nefesim kesildi ama yeniden başımı kaldırdıklarında daha büyük bir haykırış ağzımdan koptu. "İtiraf et," dedi diğer adam boğuk bir sesle.
Başımı iki yana salladım ve çırpınmaya devam ettim. Sudan korkmuyordum, o ana kadar hiç korkmamıştım ama sonrasında korkacaktım.
Hiçbir cevap vermediğimi fark ettiklerinde birbirlerine baktılar, ardından, "Sanırım," dedi bir tanesi. "Senin gerçek bir boğulmaya ihtiyacın var."
Acıyla yutkunduğumda geçmişin, şimdinin ve zihnimin karıştığını anlamıştım. Tek düşünebildiğim tırnak izleriydi, canını yaktıkları için mi o masaya tırnaklarını geçirmişti yoksa kaçış mıydı? Yine kaçmış mıydı?
Adam cevap vermemi beklemedi. İçeriye iki memur girdi. Tedbir için. Dört kişilerdi, tek kişiydim.
Kelepçenin anahtarları bileklerime dokundu; ilk önce sol, ardından sağ bileğimi açtı, sonrasında iki büyük adımla geriye çekildi adam.
Bileklerimi ovuştururken gözlerimi karşımdaki aynalı cama çevirdim, o cama ne kadar uzun süre baktığımı bilmiyordum ama kadın bakışlarımı kesene kadar bunu fark etmemiştim. Adam ise ellerini masaya yerleştirip öne eğildi. "Şimdi," dedi az önceki o naifliği uzaklaşırken. "Azra Dinçer ve Göksel Okur'u nereden tanıyorsun?"
Birinci şahsa geçmişti, bu gülümsememe neden oldu. "Bunu neden soruyorsunuz?"
"Sorulara cevap vereceğini söylemiştin," diyen adamın kaşları çatıldı. "Sen ilk önce cevapları ver, sonrasında bir yol çizelim, ne dersin?"
Verebileceğim en gerekli cevaplara başvururken bileklerimi ovalamaya devam ediyordum. "Azra Dinçer'i eskiden yattığım akıl hastanesinden tanıyorum, sonrasında kısa süreli bir ilişkimiz oldu. Göksel'le ise yakınlığım yok."
Yine birbirlerine baktılar. Kadın, "Nasıl bir ilişki?" diye sordu.
"Sadece cinsellikten ibaret."
"Ne zaman bitti?"
"Hatırlamıyorum, çok oldu."
"En son ne zaman karşılaştınız?"
Kaşlarım çatıldı. "Anektod Merkezinde onu birine saldırırken gördüm. Eğer ben olmasaydım belki de bir cinayet işlenecekti. O hâlâ iyi değildi."
Adam elini yeni çıkmaya başlayan sakallarında gezdirdi. "Sonrasında hiç görüştünüz mü?"
Çok kısa bir an sessizlik oldu. "Evet." Devam etmemi beklediler sessizce, gözlerim yeniden aynalı cama kaydığında bu kez önüme geçen adamdı. "O günün ardından başının derde gireceğini anlayıp kaçtı, sonrasında bana ulaştı. Bursa'daydı. Bir iki kez daha seks yaptık, içtik ve sarhoş olduk. Sonrasında bir daha da görmedim."
"Bursa'da neresiydi?"
"Mudanya."
"Nerede?"
"Otelde."
"Hangi otel?"
Kaşlarım çatıldı. "Hatırlamıyorum, bunu aklımda tutmadım. Belki de bir aparttı. Ayık gezen bir adam değilim, nereye çağırdıysa oraya gittim."
Kadın kollarını önünde bağladı. "Sadece seks yapmak için Bursa'ya kadar mı gittiniz?"
Dayanamayıp güldüm. "Seks önemli bir ihtiyaçtır."
Kadın gözlerini devirdi, adam devam ettirdi. "Sormak istediğini çok net bir şekilde anladığınızı düşünüyorum. Bursa'da neden Azra Dinçer'le görüştünüz?"
Dirseklerimi masaya koyduğumda kadının yarım adım gerilediğini gördüm, kapının önündeki iki memurun ise yarım adım yaklaştığını. Benden bu kadar korkmaları akıl kârı değildi ama buna alışmıştım. "Bana ulaştı ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyledi."
"Neden seni aradı, arayabileceği başka biri yok muydu?"
"Çünkü onu anlayabileceğime inanmıştı."
"Neden anlayasın ki?"
"Çünkü," dedim ellerimi sertçe masaya koyarak. "Prometheus'tan korkuyordu."
Kadın sağa doğru yürüdü, altında dize kadar dar bir etek vardı, üstündeki beyaz gömleği ise kırışmıştı. Kaç saattir uyumuyordu? "Neden korkuyordu?"
"Bu nasıl soru?" dedim rahat bir sesle. "Prometheus korkulmayacak biri mi?"
"Sormak istediğim bu değildi," dedi kadın ters bir sesle. "Herkes bir seri katilden korkar ama Azra Dinçer neden daha fazla korkuyordu ve aradığı kişi neden siz oldunuz?"
Bir tarafım yalanlara ulaşmak için çırpındı fakat diğer tarafım buna karşı koydu. Hangisini seçeceğime karar verdiğimde, "İkimiz de bir zamanlar Prometheus'un kurbanıydık," dedim. "Ve o akıl hastanesinden tanıdığı tek kişi bendim. Onu anlayacak birine ihtiyaç duymuş olmalı."
Kadının yüzünden büyük bir şaşkınlık geçerken, adam oltaya düşen balığı yakalamış gibi hemen, "Kurbanı mı?" dedi. "Açıkla."
Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. "Bu sizin sorularınız dışında gelişen bir durum, gerekli cevapları zamanında verdim. Yeniden tekrar etmeyeceğim."
Hayal kırıklığı adamın omuzlarına çöktü, kadın ise masanın diğer tarafına geçti. "Azra Dinçer'le son karşılaştığınızda onun birini öldürmek üzere olduğunu söylediniz. Bu kişinin kim olduğunu biliyoruz." Minel'i de sorguya çekmişlerdi, hakkımda ne anlatmıştı? Ne düşünüyordu? "Sormak istediğim, siz ona bu şekilde engel olduktan sonra hatta düşman gibi bir ayrılığın ardından neden sizi aradığı."
Bıkkın bir şekilde gözlerimi devirip, "Yeterince cevap verdim," dedim. "Her seferinde aynı cevapları mı vereceğim? Onu başına bela açmaktan kurtardım, ardından bir kez daha görüştük ve bu kadar. Bir daha görmedim."
"Peki ya Göksel Okur?"
"Yakınlığım yok."
"Yakınlığınız yok mu?"
"Yakınlığım yok," dedim bir kez daha. "Onu en son Anektod Merkezinde gördüm. Bir atak geçiriyordu, bu kadar."
Bu kez birbirlerine daha uzun süre baktılar, ardından kadın masanın üzerindeki kâğıtları karıştırırken, adam büyük bir dikkatle beni inceledi. Birkaç kâğıda baktıktan sonra bir fotoğraf çıkarıp önüme doğru kuru olan yere uzattı. Göksel'in bir fotoğrafıydı; gülümsediği ve tam kadraja baktığı. "Göksel," dedim başımı sallayarak. "Evet, gördüğüm kişi buydu."
Kadın bu kez yeniden kâğıtları karıştırdı ve başka bir kâğıdı seçtiğinde bu kez masaya koymak yerine uzaktan, havada tutup gösterdi. Göğüs kafesinden aşağıya inen bir yara ve dikiş izleriydi. Kaşlarım çatıldığında fotoğrafa düşündüğümden daha uzun bir süre baktım, ardından bakışlarımı fotoğrafı gösteren kadına çevirdim. "Bu ne demek oluyor?"
"Göksel Okur da o akıl hastanesindeydi ve bu izlerin Prometheus tarafından yapıldığı açığa çıktı."
Şaşırmamıştım, ürpermemiştim ya da bir tepki vermemiştim. "Yani?" dedim tek kaşımı kaldırarak.
Kadın sorumu cevapsız bırakıp kâğıtları yeniden karıştırdı ve bir fotoğraf karesi daha ortaya çıkardı. Bu fotoğraf karesini de masanın üzerine bıraktığında bir erkek yüzüyle karşılaştım, tanıyordum. "Bu adamı tanıyor musunuz?"
Minel'le gittiğimiz o bardaki adamdı. Minel şarkı dinlerken ona eşlik eden adamdı. Minel'e yaklaşan adamdı. Hatta günler sonra Minel'i gülümseten o adamdı.
Hiçbir cevap vermediğimde, "Korel Erezli," dedi ayaktaki adam. "Size bir soru sorduk."
"Neler oluyor?" dedim bakışlarımı fotoğraf karesinden kaldırarak. "Bütün bunların benimle ne ilgisi var?"
"Sanırım bu adamı tanıdığınızı kabul etmiş oluyorsunuz," dedi kadın, ucu açık bir soruyla. "Eğer tanıyorsanız..."
"Böyle bir şey ağzımdan çıkmadı," diye direttim.
"Tanımıyorum da demediniz," diye karşı çıktı.
"Daha fazla sorulara cevap vermek istemiyorum." Dişlerimi sıktığımı fark ettiklerinde ayaktaki adam duruşunu dikleştirdi ve kadın da geriye iki adım attı.
"Bu şekilde hiçbir sonuca varamayacağımızın farkındasınızdır umarım."
Kendimi tutamayıp bir kez daha sertçe masaya vurduğumda, kapıdaki iki memurun bana doğru ilerlemesine neden oldum. Adamın eli yavaşça sırtına gitti. Kadın ise hizalandı. Evet, insanlar benden korkardı ama bu bambaşka bir boyuttu. "Bana neler olduğunu söyleyene kadar size hiçbir sorunun cevabını vermeyeceğim."
Adam derin, sert bir nefes verdi ve gözlerini yeniden aynalı cama çevirdi, ardından kameraya doğru baktı. Birkaç saniye sonunda kulağında duran o nohut büyüklüğündeki kulaklıktan nasıl bir konuşma geldiyse bu kez adam ellerini sertçe masaya çarpıp üzerime eğildi. "Korel Erezli," dedi üzerine bastıra bastıra. "Azra Dinçer ve Göksel Okur tarafından Prometheus olmakla suçlanıyorsunuz."
Uğultular, boğulmalar, acı, kan, kin, öfke, nefret, korku; hepsini hissetmeyi bekledim ama bir yandan da kocaman bir boşlukla karşılaştım. Şaşkınlık? Yoktu. Tek hissettiğim yine ve yeniden kapana kısıldığımdı. Gözlerim ilk önce kapıya kaydı, ardından aynalı cama baktım; ne kadar kısa sürerdi kaçışım? Nasıl kurtulabilirdim?
Ellerimi masadan sakince çektiğimde iki adımda kapıya ulaşabileceğimi gördüm, soldaki memuru iteklediğimde sağdaki daha uzaktaydı ama kapıdan çıktığımda kaç kişinin beni beklediğini bilmiyordum.
"Korel Erezli," dedi kadın. "Bir şey söylemeyecek misiniz?"
Aklıma yeniden balıklar geldi, zihnimin bir girdap gibi döndüğünü fark ettiğimde dudaklarımdan bir küfür yuvarlandı. "Balıklar," dedim kısık sesle. "Öldüler."
İkisinin de yüzünü büyük bir şaşkınlık kapladığında adam, "Ne?" diye sordu fakat hiçbir cevap vermedim. Başımı iki yana salladığımda gözlerim bileklerime kaydı, ensemden aşağıya bir ter damlası yuvarlandı.
"Korel," dedi adam üzerine bastırarak. "Erezli. Hiçbir yanıt vermeyecek misiniz?"
Bakışlarım boş kovaya kaydı, bu kez boğulduğumu hissetmeye başladım, yer de titredi. Gözlerim yeniden tepemdeki lambaya kaydı; beyaz ışık sarıya döndü, bir sinek yine dönmeye başladı. Duvarlar lekelendi, o kelimeler döndü; zeminde kan izleri vardı.
Bileklerimde kan izleri.
Elim yüzüme gitti, ardından saçlarıma, sonra enseme. Kulaklarımda bir çığlık sesi koptu, benim çığlığım mıydı yoksa başka birinin miydi?
Adam ve kadın kendi arasında konuşmaya başladı fakat kulaklarım zihnimdeki o sesteydi.
Bir anda odanın kapısı açıldığında babamı gördüm. Üzerime doğru yürürken sandalyeden kalkmaya çalıştım ama biri omuzlarımdan tuttu. Bir adım, iki adım ve üç adım. Tam karşımda durdu, elindeki sopayı sertçe avcuna vurdu. İçeriden annemin sesi geldi, şarkı söylüyordu.
Ellerimi kulaklarıma yerleştirdiğimde onun kurtarmasını bekledim, bileklerimdeki kanlar yanaklarımdan süzüldü. İntihar mı etmiştim? Ölüyor muydum?
Omuzlarımdaki eller uzaklaştı, bu kez bileklerimden tutuldu ve gözlerimi açtığımda babamı değil Korhan'ı gördüm. Mekân değişti, bileklerim temizlendi, duvardaki yazılar gitti, sesler uzaklaştı.
"Çıkın," dedi herkese. O an yerde, masanın altında olduğumu fark ettim; kaçmamış, saklanmıştım. Yanaklarım ıslaktı, kan mıydı? Hayır, ağlıyordum. Ağlamıştım, bunu hatırlamıyordum, nasıl olmuştu?
Dört memur da dışarı çıktı, Korhan çöktüğü yerden doğrulup aynalı camın oraya ilerledi, ardından kapının yanındaki düğmelere bastı. Ne yaptığını anladım; duyulmamızı engelledi, camın yanındaki perdeleri kapattı. Bizi baş başa bıraktı.
Yeniden bana doğru ilerlediğinde bu kez yakamdan tuttu ve beni âdeta sürükleyerek masanın altından çıkardı. Sertçe sandalyeye oturttuğunda eli çenemi buldu. Dişlerini öyle bir sıkıyordu ki babama benziyordu ama gözlerinde merhamet mi vardı?
"Ne bok yedin?" diye sordu, ağzından tükürükler saçılırken. Cevap veremedim, ne olmuştu? "Ne bok yedin?" diye haykırdı bu kez, sesi odanın içinde çınladı.
Yutkunmakta zorlandığımda, "Aynı şeyleri yaşamayacağım," dedim sadece. "Bu olmayacak. Duydun mu?" Ellerim sıkıca kollarına uzanıp tuttuğunda, "Kendimi öldürürüm," dedim, "yine de aynı şeyleri yaşamam."
Sertçe kollarımı iteklediğinde doğruldu ve elini ensesine yerleştirdi, ardından bir tekmeyle önündeki masayı itekledi. Cebinden bir sigara çıkarırken ellerinin titrediğini gördüm, benim ellerim ise titremiyordu. Sigaranın ucunu yakarken, onu bu kadar öfkeli gördüğüm nadir anlardan birini yaşıyorduk.
"Bu kez senin götünü nasıl kurtaracağım lan ben?" dedi Korhan karşımdaki sandalyeyi çekip otururken. "İki kişi senden şikâyetçi oluyor, Minel'le gittiğin bardaki adam ölü bulunuyor. Minel'le sohbet ettikten sonra..."
Omuzlarımda bir acı hissettim, ayağa kalkıp kaçmayı bir kez daha düşündüm. "Minel bunu biliyor mu?"
"Biliyor," dedi.
"Benden..." dediğimde ellerimi acıyla yumruk yapmıştım, bileklerim sanki yeniden kanıyordu ama bu kez intiharın kanamasıydı. "Şüpheleniyor mu?"
"Senden kim şüphelenmiyor ki lanet olası?" diye sorduğunda kalktı, oturduğu sandalyeyi fırlattı ve sigarasından bir nefes daha çekip ayağının altına alarak ezdi. "Bu kez nasıl kurtulacaksın?"
Bir anda ayağa kalkıp tam karşısında durdum ve defalarca başımı iki yana sallarken, "Bir kez daha aynı şeyleri yaşamayacağım," dedim acıyla. "Boyun eğmeyeceğim. Duydun mu? Bir kez daha..."
"Babam senin hakkında bir konuda haklıydı fakat bir konuda da haksızdı," dedi gözlerindeki büyük öfkeyle. "Haksız olduğu konu, akıllı olduğundu." Sırtımda babamın sert sopalarından birini hisseder gibi oldum. "Haklı olduğu konu ise doğduğun anda ölmen gerektiğiydi."
"Seni aptal çocuk," demişti babam ben on iki yaşındayken tepemde bağırdığı esnada. "Doğduğunda yedi gün boyunca yoğun bakımda kaldın, seni yaşatmak için öyle çabaladık ki, o aptal kalbin için o kadar uğraştık ki." Acıyla nefesimi verdiğimde yanağımda tokadının izi vardı. "O an bu kadar çabanın bir mükâfatı olabileceğini düşünmüştüm ama şimdi görüyorum ki haksızmışım." Çenesini havaya kaldırmıştı. "Ölmen gerekiyordu, beni bu kadar utandırmaman gerekiyordu."
"Benden bu kadar nefret etmediğini biliyorum, Korhan," dedim ama aklımda babamın o cümleleri söylerkenki yüzü ve kapı eşiğinden bizi izleyen Korhan'ın dehşet içindeki ifadesi vardı. "Babam yeterince canımı yaktı, bir kez daha sen yakamazsın."
Senden nefret ediyorum ya da etmiyorum demedi ama onun yerine, "Başıma bela oldun," dedi. "Sen olsan senin için kılını kıpırdatır mıydın?"
"Bir daha aynı şeyleri yaşamayacağım," derken kelimelerin üzerine bastırdım. "Buna izin vermeyeceğim. Anlıyor musun? Eğer yaşarsam işte o an babamın dileği gerçekleşir."
Ellerini yumruk yaptı. "Bu yaşa kadar seni defalarca kurtardım, Korel," derken sesinin sakinleştiğini hissediyordum ama gözlerinde aynı öfke vardı. "Defalarca ipin üstünden aldım, defalarca. O minik kızın hiçbir şey bilmeden karşıma geçip seni korumadığımı söyledi ama ben seni daima korudum; bunu biliyorsun, değil mi?"
"Biliyorum," dediğimde Minel'in konusunun geçmesi bile bütün o içimdeki kasırgalardan beni uzaklaştırdı. "O nasıl?"
"Nasıl olmasını bekliyorsun?" diye sorduğunda bir kez daha öfkelendiğini hissettim. "Onun da hayatını kendi hayatınla beraber mahvettin. Daha ne olmasını bekliyorsun?" Hiçbir cevap vermedim ama gözlerinin içine öyle bir baktım ki, "Şu an benden yardım dileniyorsun," deyip gözlerini kaçırdı. "Kahretsin; hayatımı, kariyerimi, beni, her şeyi bitireceksin."
Ona yarım adım yaklaştığımda, "Karşılıksız olmaz," dedim ve gözlerinde bir ışığın yandığını fark ettim. Öyle bir ışık ki sanki beklediği buydu dedirtti ama sanmıyordum, Korhan'ın normalde benden karşılıklı istekleri olmazdı.
"Seni bu ipten tamamen kurtaramam," dedi Korhan saniyeler sonra. "Ama tutuksuz yargılanmanı sağlayabilirim. Dava devam ederken de iyi bir avukat tutabilirim. Söz veremiyorum ama bunun için çabalarım."
Sustu, devamı vardı, biliyordum ama uzun bir süre sustu. En sonunda, "Ne karşılığında?" diye sordum.
İlk önce boğuk bir nefes verdi, ardından sanki emin olmak istermiş gibi camın o tarafa döndü, en sonunda ise kulağıma doğru eğildi. "İdil Erezli yaşıyor," dedi ve o an zihnime bir bıçak saplandı. Annemin şarkı söyleyen sesi kapının ardından geliyor gibiydi halbuki bu da benim zihnimin oyunuydu. "Ve kaldığı yerin anahtarı Doğuş Karaer'de yani Minel'de. Onu bana getireceksin."
İlk önce içimde huzuru hissettim, ardından huzursuzluğu, sonra şaşkınlığı. Tutunma ihtiyacı hissettiğimde elim arkamdaki sandalyeyi buldu. "Bu..." dedim, sonra başımı iki yana salladım. "Nasıl yani?"
Korhan bir anda bileğimi tutup havaya kaldırdı; gözleriyle boş bileğimi işaret ettiğinde, "Hep taktığın bilekliğin var ya," dedi dişlerini sıkarak. "İşte onun aynısından Minel'de de var, ikinizin bilekliği İdil Erezli'nin içinde olduğu odanın kapısını açıyor." Gözlerim irileşti ve bu kez şaşkınlıktan başıma ağrı girdi. "Evet, kardeşim. Yıllardır bileğinde annenin Prometheus tarafından kaçırıldığı yerin anahtarını tutuyorsun."
Sanki hissetmiş gibi bugün o bilekliği takmayı unutmuştum.
Paragraf Yorumları