logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ

Views 213 Comments 0

Düşünmekten durmadan kaçan zihnim artık kaçamıyordu, köşeye sıkışmıştım. Öyle büyük bir sıkışmaydı ki sesler, görüntüler, anılar, geçmiş, şimdi ve gelecek üzerime geliyordu. Gerçeklerle yüzleşiyordum, kaçtıklarım karşıma dikiliyordu, inanmadıklarım haykırıyordu, inandıklarım yalan çıkıyordu.

Hepsinin ortasında kalmıştım.

Büyük bir yangının ortasında kalmakla eşdeğerdi. Her yer alev alev yanıyordu, evin içinde tek başımaydım. Koltuklar yanmıştı, halılar yanmıştı, kitaplar yanmıştı.

İnsanlar beni pencerenin dışından izliyordu. Perdeler yanarken onları görebiliyordum, beni kurtarmalarını istesem kurtarabilirlerdi ama istemiyordum; onlar da içeriye girip kurtarmıyorlardı.

Babam pencerenin önünde beni izleyenlerin başındaydı.

Birçok gerçeği biliyordu, ben sormuyorum diye o da anlatmıyordu. Kıvrandığım her an yanımdayken elini uzattığını sanıyordu, o eli ben göremiyordum.

Bana hiçbir şey vaat etmemişti, babalığı dışında.

Kahvaltı masasında otururken karşımda duran yüzünü ilk defa büyük bir dikkatle izliyor, neler düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. O ise bakışlarını benden kaçırırken tabağıma yemeyeceğim başka yiyecekleri de koyuyordu.

Yedi ay geçmişti o geri döndüğünden beri ve bu koca yedi ayda hiçbir şey yokmuş gibi davranmaktan başka hiçbir şey için gücüm kalmamıştı. Ona sevgi sunmamıştım ama ona nefretimi de göstermemiştim.

Bir gece kâbuslar içinde uyandığımda onu elimi tutarken buluyordum, başka bir gece beni izliyordu. Sabahları bazen ben etüde giderken beni takip ediyordu, bunu da ona hiçbir zaman yansıtmamıştım.

Ama ben yanıyordum, o biliyordu.

Boğazımı temizlediğimde gözleri masanın üzerindeki gazetesinden bana doğru kaydı, okumadığını biliyordum.

"Dün nerede olduğumu sormayacak mısın?" diye sordum sakin bir sesle.

Neden yanmanın umurumda olmadığını anlamaya başlamıştım çünkü canımın yanmasının hayatımda hiçbir önemi kalmamıştı. Kül olana kadar yansam bile canım yanmaz gibi geliyordu fakat dünden sonra, Korel Erezli'yi tekrar gördükten sonra bütün yaşanmışlıkların verdiği acı nefesimi kesmeye başlamıştı.

Öyle ki artık kavruluyor, kavrulduğumu hissediyor, haykırmak istiyordum.

"Söylemek isteseydin söylerdin," diye yanıtladı.

"Sorsaydın söylerdim," dedim ben de hızla. Sesim sert çıktığında sırtını rahatsız bir şekilde sandalyesine yasladı. "Birçok şeyi sorsan söylerdim ama sormadın."

Ucu açık verdiğim cevaptan sonra kaşlarını belli belirsiz havaya kaldırdı, olası sona yaklaştığının farkındaydı. "O halde," dedi gözlerimin içine bakarak. "Dün neredeydin?"

Bir an bile düşünmeden, "Korel Erezli'yi arıyordum," dedim ama dikkatimi onun üzerinden hiç çekmedim çünkü tepkilerinin her detayını görmek istiyordum.

Şaşırmadı fakat gözlerini kaçırdı. "Yine mi?" Kurduğu cümle elimdeki bir fincan çayı sertçe masaya koymama neden oldu. "Onu bulamayacağını bile bile arıyorsun."

"Haklısın," dedikten sonra masanın üzerinden ona doğru eğildim. "Onu bulamadım." Yüzünden bir rahatlama ifadesi geçtiğine yemin edebilirdim ama duraksamadan, "O beni buldu," diye cümlemi tamamladığımda babam için zaman durdu.

Evet, onun için zaman durdu çünkü elindeki çatal tabağına sertçe düştü, donakaldı. Şaşkınlık. Hissettiği buydu ama daha derinlerde gözlerine oturan hisse anlam veremedim.

Korku muydu?

"O..." diyeceği sırada lafını kestim.

"Geri döndü." Acı acı tebessüm ettim. "Ya da hiç gitmedi, ikisinden biri ama karşıma çıktı."

O gitmişti ve babam gelmişti; gittiği gün, en büyük gerçekler yüzüme tokat gibi çarpmıştı.

Babam ummadığım bir şekilde, "Senin adına sevindim," dedi ve bu gülümsememin silinmesine neden oldu. "Onu özlüyordun."

"Ne?" Kendimi tutamayıp sesimi yükselttim. "Ne?" diye yineledim. "Benim adıma sevindin mi?"

"Onu arıyordun," dedi ama artık gözleri odaksız bakıyordu, aklı başka yerde gibiydi. "Günlerce onu evinin önünde bile bekledin ve sonunda geldi. İstediğin bu değil miydi?"

"Sen ciddi misin?" Yüzümü buruşturdum, sonra güldüm, sonra ciddileştim ve en sonunda masadan sertçe kalktım. "Sana onun geri geldiğini söylüyorum ve sen bana sevindiğini mi dile getiriyorsun?"

Babam bütün sakinliğiyle başını kaldırıp bana bakarken kollarını önünde bağladı. "Ne dememi isterdin, Minel?" İşte bu soru, kendime yönelttiğim zaman yanıta ulaşmadığım bir soruydu.

"Bana zarar verebileceği ihtimalini düşünebilirdin mesela," dediğimde onun hakkında bu şekilde konuşmak canımı yakmıştı. "Ya da beni korumak isteyebilirdin. Birçok cümle kurabilirdin ama benim adıma sevindiğini söyleyemezsin, bu çok..." Uygun kelimeyi aramaya başladım ama bulamadım.

"Karşımdasın ve sana zarar vermemiş görünüyor." Öylesine rahat konuşuyordu ki yalana başvurduğuna, rol yaptığına neredeyse emin oldum.

"Öyle mi?" dediğimde öfkeyle masanın üzerinde duran fincanı alıp sertçe yere attım ve parçalara ayrılınca babama gösterdim. "Beklediğin böyle bir şey miydi?" Ellerimi yumruk yaptığımda babam da oturduğu sandalyeden kalktı. "Beklediğin fiziksel zarar mıydı?"

"Minel..."

"Beklediğin neydi? Zarar vermemiş görünüyor, öyle mi?" Sesim gitgide yükseliyordu ama umurumda değildi. "Konu fiziksel zararlar değil, anlıyor musun? Ama sana neden bunu söylüyorum ki? Sonuçta karşında parçalanmış bir fincana dönmediğim sürece kılını bile kıpırdatmadan her şey normalmiş gibi davranırsın."

Aylar sonra ona açıkça kurduğum cümlelerin ağırlığı yüzünden geçti. Birbirimize çok kısa bir an baktık. En sonunda, "Susmaktan vazgeçtin, öyle mi?" diye sordu kısık sesle. "Kaçmaktan vazgeçtin, öyle mi?" Çenesi kasıldı, ilk defa oldu, sinirleniyordu. "Sana ne söyledi?"

Gülerek, "Bana neler söylemesi gerekiyordu?" diye sordum. "Seni korkutan ne?"

Ellerini yüzüne geçirdi ve gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Daha sonra masanın yanından ayrılıp terasın içinde birkaç adım attı. Yine bana döndüğünde gözlerini öfke bir yana korku bürümüştü. "Ona güveniyor musun?"

Sorusu gülmeye devam etmemi sağladı. "Şu hayatta hiç kimseye güvenmiyorum," dedim ve en acısı da buydu. Çevremde birçok insan vardı, birçok gerçek de vardı. Hatta sorduğum an ulaşacağım gerçeklerdi ama neden kaçtığımı da şimdi daha iyi anlıyordum.

Yalanlardan bıkmıştım, oyunlardan usanmıştım. İnsanlar beni tekrar tekrar birçok oyunun içine çekebilirdi.

Bana güven, demedi. Fakat, "Bana güvenmek zorundasın," dedi kendinden emin bir sesle.

"Zorunda mıyım?" Ona yaklaştım. "Çünkü sana güvenirsem hayat daha tozpembe mi görünür?"

Karşı çıkarak, "Hayatını zorlaştıran sensin," dedi babam. "Her şey yolundayken kendini en kötüye sürükleyen de sensin."

Elimle ağzımı kapatıp şaşkınlıkla ona baktım ve ciddi mi diye onu inceledim fakat son derece ciddiydi hatta kendinden zerre şüphesi yok gibiydi. Bu durum içimde kaynayan öfkenin artmasına, aylardır biriktirdiğim ve içinde kaldığım o evin ateşinin harlanmasına neden oldu. Dişlerimi sıkarak, "Hayatımı zorlaştıran ben miyim?" diye sordum emin olmak için.

Sıktığım yumruklarım, avcumun içine batan tırnaklarım canımı yakmalıydı ki kendimi sakinleştirmeliydim yoksa...

"Evet," diye yanıtladı. "Tamam, kötü günler geçirmiş olabilirsin ama tek değildin bunları yaşarken, seninle beraber birçok kişi o kötü günleri geçirdi ve bitti. Bak buradasın, buradayım. Yeni bir sayfa..."

"Sen ne saçmalıyorsun?" diye haykırdığımda sesim terasın içinde çınladı hatta sokağa taştı. "Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?" Öyle bir haykırıyordum ki babam geriye doğru bir adım atmak zorunda kaldı. "Senin neler yaşadığımdan haberin var mı?"

"Minel, sesini alçalt," dedi sadece ama artık bunun imkânsız olduğunu biliyordu.

Ellerimi saçlarıma geçirip çekiştirdim, ardından oturduğum sandalyeyi öfkeyle alıp diğer tarafa attım. "Kızının neler yaşadığını dinlemek ister misin Doğuş Karaer?" diye bağırdım ve üzerine yürüdüm ama o ellerini kaldırıp beni durdurdu.

"Minel, sakin ol."

"Kızının hangi koşullarda büyüdüğünü ve nasıl bir insana dönüştüğünü bilmek ister misin Doğuş Karaer?"

Masanın üzerinde duran tabaklardan bir tanesini yere attığımda bir şeyleri parçalamak, bir şeyleri kırmak istiyordum; öyle büyük bir öfkeydi ki biriktirdiklerim dışarıya taşıyordu.

"Sadece sen yaşamadın," dedi kısık sesle, kendi nefesimden onu zor duydum.

"Ah," dedim acıyla. "Doğru ya. Doğuş Karaer de çekti. Hatta öyle bir çekti ki kızına arkasını dönüp gitti." Yumruk yaptığım ellerimi şakaklarıma vurdum. "Bana söyler misin, bir babanın kızını terk edip gitmesi ve onu öldüğüne inandırması hangi neden yüzünden olabilir?" Konuşmasını beklemeden devam ettim. "Canımı mı umursadın yoksa? Sen benim canımı mı umursadın yoksa? O yüzden mi gittin?"

Hiçbir şey söylemedi, gözlerini kapattı ve sakinleşmem için süre verdi ama o esnada başka bir tabağı daha alıp yere fırlattım.

"Beni iyi dinle, sana Minel'in gerçeklerini anlatıyorum ilk defa. Bir daha anlatmayacağım ama emin ol yalansız olacak çünkü sizin gibi o yalanlara batmadım ben."

"Minel," dedi gözlerini açarak. "Sakinleş."

"Tek hatırladığım annemin başının bedeninden ayrılmasıydı." Annemin bahsi geçtiğinde bile gözlerini acı bürüdü. "Koskoca hayatım boyunca tek hatırladığım annemin ölümü ve çocukluğumda sizinle hep bir yerlere kaçmamızdı. Başka hiçbir şey hatırlamıyordum, hiçbir şey. Ha bir de senin öldüğünü söylüyordu amcam." Gülümsediğimde gözlerim yine dolmaya başlamıştı ama bastırmak için bağırmaya devam ettim. "Nasıl öldüğün hakkında her seferinde birbiriyle uyuşmayan açıklamalar yapıyordu ama ölmüştün, öyle diyordu. Biliyor musun, hiçbir zaman senin öldüğünü hissetmedim ama kendimi bir süre senin öldüğüne inandırmaya çalıştım. Neden, biliyor musun? Çünkü yaşadığın halde benim yanımda olmamandan daha acısızdı. Öldü ve yanımda değil, diyordum inanmadığım halde."

Yutkundu, artık hiçbir şey söyleyemeyecek gibiydi fakat durmadan devam ettim. "Sonra amcam beni bir merkeze gönderdi: Anektod Merkezi. Ruhsal sorunları olanların gittiği bir merkez. Oraya beni neden gönderdi? Bilmiyorum, soramam çünkü öldü. Sen belki biliyorsundur ama sana da soramam, yalanlar söylersin." Çenemi havaya kaldırdım. "Şimdi deliler gibi korktuğum dans için o merkeze gitmeyi kabul ettim."

"O merkeze hiç gitmemeliydin," diye fısıldadı ama daha çok kendi kendine konuşuyor gibiydi.

"Bir şeyleri hatırlamadığımın, bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkındaydım ama bu şekilde yaşamaya alışmıştım. Ailemin mirası kaçmalar, beni rahatlatıyordu. Fakat..." Sesim titremeye başladı. "Bir gün o, merkeze geldi. Korel Erezli. Onu gördüğüm an tanıdığımı anladım ve ben onu gördükten sonra bütün hikâyem yeniden şekillendi. O hayatıma girdi," kelimelerin üzerine bastırdım, "benim hayatım hem mahvoldu hem yıkıldı; hem de onarıldı ve doğruldu."

Babama bir adım daha yaklaştım, gözlerimin içine bakarken acı çektiğini görebiliyordum. "Onu nereden tanıdığımı biliyorsun, değil mi?" Sustu, tek bir kelime dahi etmedi ama cevabı anladım. "Elbette biliyorsun ama üzerini nasıl bir yalanla kapatacağına hazırlıksızsın."

Yine cevap vermedi.

"Korel Erezli'yle farkında olmadan sürüklendim ve sonra..." Korkudan titredim, günler hatta aylar sonra böyle büyük bir korku hissettim. "Prometheus geldi. Onu en başında bir katil sandım, benimle alakası olabileceğini bile düşünmedim ama zamanla karşıma benim için açtığı yollarla çıktı." Sertçe başıma vurdum. "Ve bu aptal zihnim bir şeyleri hatırlamaya başladı. Ben kimi hatırladım, biliyor musun baba?" Başını iki yana salladı ama devam ettim. "Ablamı. Mine'yi. Bir insan kendi öz ablasını unutabilir mi? Ben unutmuşum. Onun adını gördüğüm anda öyle büyük bir acı hissettim ki kalbime nasıl böyle bir acıyı gömdüğümü, nasıl böyle bir acıyla yaşamaya devam ettiğimi anlayamadım."

Ablamın konusunun açılması çenesinin kilitlenmesine, burnundan derin nefesler almasına neden oldu. "En kötüsü de neydi, biliyor musun?" Canım yanıyordu, bunu görsün istedim. "Bana onu hatırlatan Prometheus'tu. Yolu gösteren ise Korel Erezli'ydi."

Nefesinin arasından sadece, "Ablanı da mı unutmuştun?" diye sordu. Hem şaşırmıştı hem korkmuştu hem mahvolmuştu.

"Onu kendi isteğimle unutmuşum gibi konuşmaktan vazgeç," dedim ama yüzündeki şaşkınlık değişmedi. "Onu benden Prometheus söküp aldı, onu aklımdan da Prometheus söküp aldı ama tekrar bana gösterdiğinde ikinci defa onun ölümünün acısını hissettim." Ellerimi boynuma geçirdim. "Karlar yağıyordu, çocuk havuzunun içindeydi, bileklerini kesmişti. Çıplak bedeni kendi kanıyla yıkanıyordu. Ben onu izledim, onu bana izlettiler. Böyle bir acı olamaz, baba. Olamaz." Ağlamaya başladığımda artık ayakta duramayacak gibiydim. "Ve sen yine yoktun. O öldüğü zaman da, ben onun öldüğünü ikinci defa öğrendiğimde de. Sen yoktun."

Sustu. Ben ağlarken, sessiz kalarak beni izledi ama ellerinin titrediğini görebiliyordum. Derin bir nefes verdi, gözlerini kapatıp açtı, sonra bana bakarak titreyen bir sesle, "Her ikisinde de oradaydım," dedi. "Her ikisinde de vardım."

O an, bu cümleleri kurmak yerine keşke ölseydi diye düşündüm, bunu düşündüm çünkü çektiğim acı daha da arttı. Ablamın çektiği acı da sanki katlandı. "Ne?" diye fısıldadığımda artık adımlarım geri gitmeye başlamıştı çünkü kaldıramazdım. "Sen izledin mi? Sen o ölürken..." Başımı iki yana salladım. "Yalan söylüyorsun."

"Gerçekler," dediğinde gözlerinin dolduğunu fark ettim. "Bak, bunlar gerçekler ama sen gerçekler yalan olsun istiyorsun, yalanlar gerçeğe dönüşsün."

"Nasıl?" diye inledim acıyla. "O öldü ve sen hiçbir şey yapmadın. Ben onun ölümünü tekrar izledim, kumarhanede..." Gözlerim açıldı. "Sen orada mıydın? Sen Prometheus'un benimle oynadığı gün o kumarhanede miydin?" Tırnaklarımı boynuma geçirdim. "Sen annemin mektubu okunurken de mi oradaydın?"

Yine gerçekleri değil, yalanları istiyordum. Hangisini yaptı bilmiyorum ama, "Evet," dedi. "Oradaydım."

"Oradaydın," diye tekrar ettim. "Oradaydın."

Babam bana doğru bir adım attı. "Ama yapabileceğim hiçbir şey yoktu; hiçbirini engelleyemezdim, hiçbirini."

Yaşlar yanaklarımdan süzülürken, "Oradaydın," diye fısıldadım ve kendimi yere atmamak için terasın demirlerine tutundum. "Çocuklarının acısını izledin."

"İzlemek zorunda bırakıldım." Sesindeki kedere inanmak istedim ama artık hiçbir şeye inancım kalmamıştı.

"Baba," dedim solgun bir sesle. "Bu hayatta tek önemsediğin kişi annem miydi?"

Sessizlik oldu. Başımı eğdim çünkü onun yüzünü görmek istemiyordum, onu anlamak da istemiyordum. Onu sevmek de istemiyordum ve onu affetmek de. Ona acımayı, ona hak vermeyi de istemiyordum.

Ne olursa olsun, onun için çırpınmak da istemiyordum.

Babam bir anda önümde dizlerinin üzerine çöktüğünde, "Bu hayatta önemsediğim sadece ailemdi," dedi; göz göze gelmek zorunda kaldık. "Ve onları benden aldı. Geriye sadece sen kaldın. Annenin ve ablanın gözümün önünde canlarını aldılar..."

"Ne?" dediğimde artık kaldıramayacağım bir noktadaydım. "Annemin öldüğü zaman da mı oradaydın?"

Aklından ne geçti bilmiyordum ama ağlamaya başladığında yıkıldığını anlayabiliyordum. Sessiz ağlayışları gitgide yükselirken, "Evet," deyip ellerini yumruk yaptı. "Annenin de ölümünü izledim."

"Baba," dedim korkuyla, öfkeyle, hırsla ve endişeyle. "Onun için de mi yapacak hiçbir şeyin yoktu?"

Beklemediğim bir şekilde, "Vardı," dedi. "Ama yapmadım."

"Onu öldürmesine izin mi verdin?" Başını eğdiği yerden kaldırdı, tekrar göz göze geldik. Pişmanlık kırıntıları aradım ama bulamadım. "Annem benden vazgeçmişken sen de ondan mı vazgeçtin?"

Uzanıp ellerimi tuttu çöktüğü yerden. Yanaklarını ıslatan yaşları senelerce görmemiştim ama artık o da ağlayabiliyordu, ikimiz de güçsüzdük. "Annen senden vazgeçti," dedi. "Mine ise kendinden." Elleri ellerimi sıkıca kavradı. "Ben senin için anneni kurban verdim. Birinin yaşaması gerekiyordu, o kişi sen oldun."

Ellerimi elektrik çarpmış gibi çektiğimde geriye sendeledim ve sırtım terasın demirlerine çarptı. "Kurban mı verdin?"

Hatırlıyordum, biliyordum. Babam annemi kendinden vazgeçecek kadar çok seviyordu, her şeyden çok. Bütün karanlıklardan ve olası bütün aydınlıklardan daha çok. Yüzüne baktığı zaman güllerin yeşerdiğini hissederdim kışın ortasında; yazın ortasında portakal çiçekleri kokardı. Öyle büyük bir sevgiydi ki babam annemden vazgeçemezdi.

"Evet," dedi yenilmiş bir tınıyla. "Başka çarem yoktu. Annenin durumu gitgide kötüleşiyordu, yaşamayı istemiyordu. Defalarca intihar ipinden kurtarmıştım onu. Önünde bir hayatı yoktu, şizofreni onu tüketiyordu. Ama Minel, senin..." çöktüğü yerden zorlukla doğrulup bana yaklaştı. "Senin önünde bir hayatın vardı, geleceğin vardı. Yaşayacağın günlerin vardı." Sertçe göğüs kafesine vurdu. "Bu bir kumardı, Prometheus benimle oynadı. Ben sadece seni o kumar masasından kurtarabildim."

"Bazen nasıl bir hayatım olacağını merak ediyorum, Korel." Çimenlere uzanmıştık, benim yanımda uzanan Korel'in gözleri kapkara bulutlardaydı.

"Gelecekte mi?"

"Geçmişte olamayacağına göre," deyip gülmüştüm ama Korel gülmemişti.

"Bazen geçmişi tekrar yaşayabilirsin," diye mırıldandı Korel. "Ama umarım geleceğinde gerçekler seni öldürmez, Minel."

Zihnimde çınlayan bu cümleler, kaburgalarımı bile kıracak kadar şiddetli olan bu acı, nefesimi kesen bu duyduklarım...

Korel'in tek cümlesi bütün bu olanları açıklıyordu: Gelecekteydim, geçmişin gerçekleri beni öldürüyordu.

"Bir şey söylemeyecek misin?" diye sordu babam ama kulaklarıma ellerimi bastırmak, küçük bir çocuk gibi onu yalancılıkla suçlamak istiyordum. Kendi kendime bağırarak kaçmak, bir daha onun yüzünü görmemek istiyordum.

Ellerimle yanaklarımdan süzülen yaşları sildiğimde, "Annem, benim ölmemi istemişti," dedim kuru bir sesle. "Tercih edilenin ben olmamı istemişti." Acı omuzlarımdaydı, göğsümdeydi, sırtımdaydı, kollarımdaydı. "Aslında seneler önce bu gerçekleşseydi belki de ölmeyecekti." Acı zihnimdeydi, anılarımdaydı, geçmişimdeydi. "Annem benden vazgeçti Mine için, sen annemden vazgeçtin benim için. Ama ikisi de benim yüzümden öldü, benim yüzümden kurban oldu." Acı annemdeydi, acı ablamdaydı. "Bu duyduklarımla yaşarken ben her gün öleceğim, baba."

Uzanıp omuzlarımı tuttu, geri çekilmedim. Bana dokunması da dokunmaması da umurumda değildi çünkü yıkılmış bir binadan farksızdım. Kartlar tek tek dağılmıştı, içinde yaşayan aileler ölmüştü. Ben o binaydım.

"Senin hayatın için savaştım," dedi. "Senin hayatın için her şeyi yaptım. Lütfen hayatının değerini bil, Minel. Yalvarırım, bunu benim için yap."

Gözlerimi yavaşça kaldırıp ona baktım, gözlerinin tam içine. "Baba," dedim kollarını tutarak. "Görmüyor musun? Kurtardığını sandığın o kumar masasında ben hâlâ oturuyorum ve Prometheus'un nefesi ensemde."

Parmakları omuzlarımı sıkıca kavradı ama geriye kaçarak ondan kurtuldum. "Senin hayatın için savaşmaya devam ederim," dedi bu kez. "Senin hayatın için her şeyi yaparım."

"İki ceset var benim hayatımda," dediğimde sesim acımasızdı ama kalbim acıya bulanmıştı. "Biri annem, biri ablam. Bak, ellerimde kan yok ama ben hep hissediyorum o kanı. Ben kendim için çabalayamam ama benim için ölen iki kişi uğruna her şeyi yaparım."

Zihnimde ablam Mine'nin sesi yankılandı. Dile getiremedim, kendi içimde bile tekrar edemedim ama bana inanıyordu, inancı vardı. İntikam için, kendi kanı için bana inanmıştı.

Bir gün Prometheus'un karşısına çıkacağıma inanmıştı.

Babam ne düşündüğümü anladı. "Onu yenemezsin," dedi direkt.

Söylediğini umursamadım. Köşede duran çantamı alıp sırtıma geçirdiğimde babam beni izliyordu. "Daha çok yüzleşeceğiz," derken sesimdeki tınıyı ben bile tanıyamadım. "Daha fazla gerçekle hem de."

Arkamı dönüp terastan dışarı çıktığımda beni engellemesini, arkamdan seslenmesini bekledim ama bunu yapmadı. Gitme, bile demedi. Gerçi dese bile kalmazdım, belki de bunu gördü.

Adımlarım yere sağlam bir şekilde basarken gözlerimdeki buğuyu silmek istiyordum.

Bu ağlama düşüncesi beni yıpratmaya başlamıştı. Her yer kararıyordu bir anda, her yer bulanıklaşıyordu, zihnim kusuyordu sanki.

Güçsüzleşiyordum. Güçsüzleşmek istemiyordum.

İlk önce nereye gittiğimi bilmeden yürüdüm ama daha sonra bir çıkış aramak, kendimi dinleyebilmek için yavaşlamak zorunda kaldım. Aylarca kendi içime yönelmemiştim, aylarca sorular sormamıştım ve kendimi teslim etmiştim ama şimdi en başından kendimi tüketeceğim noktaya kadar bütün soru işaretlerini gidermek istediğimi hissediyordum.

Kendim için değil, ablam ve annem için. Benden vazgeçen annem ve benim için kendinden vazgeçen ablam için.

Bu sefer Prometheus'un kollarına koşmak ama aslında onu kendi kapanıma kilitlemek istiyordum.

Bu düşünce ilerlediğim yolda beni güldürdü ama öfkeydi, daha fazlasıydı. Onu kapana kıstırabilir miydim?

Bu imkânsızdı.

Ama onun kim olduğunu bulabilirdim. Bunu başarabilirdim.

Caddeye çıktığımda bir taksi çevirdim ve hızla binip adresi verdim. Ensemden ter boşanırken sıcak havadan değil, içimdeki adrenalinden dolayı olduğunu anlayabiliyordum. Avuçlarım karıncalanıyordu. Avuçlarıma ateş doluyor gibi hissediyordum.

Pencereden dışarıyı izleyen gözlerim odağını anlık olarak kaybediyor, silik anılar beni kaldırımlarda karşılıyordu.

Geçmişimi artık istiyordum, sonuna kadar hem de.

Çünkü Prometheus'un kim olduğunun anahtarı geçmişimde gizliydi.

Bir çığlık duyuyordum, o çığlık durmadan bana Prometheus'un kim olduğunu söylüyordu fakat o yanılıyordu.

O yanılmalıydı. Bu olmamalıydı.

Taksi evin önünde durduğunda ücreti şoföre uzatıp üstünü bile beklemeden indim ve kapıya doğru yürümeye başladım. Nasıl göründüğüm hakkında fikrim yoktu ama kapı açıldığında beni gören bir çift göz irice açıldı. "Min," dedi Büge. "İyi misin sen?"

Gürkan'la beraber yaşadıkları eve izinsiz daldığımda farkında olmadan Büge'nin omzuna çarpıp içeriye geçtim. "Gürkan nerede?"

"Hey," diye soluyup karşıma geçti Büge ama ben çoktan salondaydım. Elleri omuzlarımı kavradı, bense boş koltuklarda

Gürkan'ı aradım. "Neler oluyor?"

Gözlerim Büge'ye kaydı. Saçlarını tepeden toplamıştı, üzerinde sabahlığı vardı, yeni uyanmış olmalıydı ki gözleri şişmişti.

"Gürkan," dedim dişlerimi sıkarak. "Nerede?"

Büge'nin kaşları havaya kalkarken bir eli kalbine gitti; tedirginlikle, "Sabah çıkmış," dedi. "Bugün yeni hastanede ilk günü."

Yüzümü buruşturduğumda Büge'ye inanmayıp güvensiz bir şekilde merdivenlere baktım. Bir oyun olabilir miydi? Gürkan yukarıda saklanıyor olabilir miydi? "Emin misin?"

"Elbette eminim." Büge'nin sesi sert çıktı ama eli hâlâ kalbindeydi. "Sana neden yalan söyleyeyim?"

Geriye bir adım atıp bir omzumu onun elinden kurtardım. "O halde bana onun nerede işe başladığını söyle."

"Neler oluyor Minel? Kafayı mı yedin sabahın bu vaktinde?" Gözleri kolundaki saate kaydı. "Gürkan kötü bir şey mi yaptı?"

Gözlerimi devirip salonun içine baktım, Korel'den bir parça aradım. "O buraya geldi mi?"

Büge de benimle beraber salonun içine baktı. "Ne? Kim?"

"O," dedim kesik bir nefesle. "Korel. Buraya geldi mi? Yoksa burada mı kalıyor?" Büge şaşkınlıkla gözlerini açtığında merdivenlere yürümeye başladım. "Yoksa onu yukarıda mı yatırıyorsunuz?"

Büge'nin arkamdaki nefeslerini umursamadan merdivenleri tırmanmaya başladığımda, "Korel mi?" diye bağırdı ardımdan. "Onun burada ne işi var, Minel?"

Kahkaha attım ama içimde kimseye güvenmeyen tarafım alevleniyordu.

Tek kelime etmeden ilk önce yatak odalarına daldığımda bozulmuş bir yatak, ortadaki kıyafetler ve dağılmış makyaj masasından başka hiçbir şey göremedim. Üstüne üstlük Büge gerçekten de yeni uyanmış olmalıydı ki yastıktaki izi bile silinmemişti.

"Minel, kendine gel, aklını mı kaçırdın?" Büge artık öfkeleniyordu ama umurumda değildi.

Yatak odasının yanındaki yere girdiğimde oranın küçük bir oda olduğunu fark ettim. Sinema odası gibiydi; bir tane üçlü koltuk vardı, projeksiyon cihazı ve DVD'ler. Cam fanusun içi bitmemiş cipslerle doluydu.

Tam odadan çıkacağım sıra Büge önüme geçip beni omzumdan itekledi, bu engellemek içindi ama daha fazla öfkelenmeme neden oldu. "Kendine gel!" diye bağırdı yüksek sesle. "Bu eve ben ve Gürkan'dan başka kimse girmedi ve ikimizden başka da kimse kalmıyor!" Ona aynı gözlerle bakıp diğer tarafa yürümek istediğimde bu sefer beni sertçe duvara yapıştırdı. "Sen kafayı yemişsin!" Öfkeden gözleri dönmeye başladı. "Sana yalan söylemek için hiçbir nedenim yok ama sen bana inanmıyorsun! İçin bu evi gezince rahat mı edecek? Gez o halde ama sonrasında terk et burayı."

Ayaklarım durduğu yerde birkaç kez hareket etti, Büge omuzlarımdaki baskısını çekti fakat durmaya devam ettim. Onun gözlerinin içine bakarken samimiyeti ya da dürüstlüğü değil, beni anlamasını bekledim fakat istediğim karşılığı alamadım. Öfkesi silinmedi, burnundan derin nefesler alıyordu.

"Korel," dedim, ondan birkaç adım uzaklaşıp merdivenlere yürürken. "O burada. Dün gece yanıma geldi."

Büge'nin gözlerinden gerçek bir şaşkınlık döküldü, uzun zamandır kimsenin gözlerinde görmediğim bir şaşkınlıktı bu. "Ne?" Yüksek sesle nefes alıp verdi, etrafına baktı ve yine göz göze geldik. Ardından endişeyle beni inceledi, uzun bir süre sonra yüzümü ellerinin arasına aldı. "Sana kötü bir şey yaptı mı?" İşte bunu beklemiyordum. Korel'in insanların gözünde nasıl biri olduğunu unutmuştum ve son olaydan sonra böyle bir iz bıraktığını beklemiyordum.

Başımı olumsuz anlamda iki yana salladım. Eskiden olsa bana hiçbir şey yapmayacağını dile getirirdim fakat bu sefer ne ona ne de kendime güvenebildim.

"Neden gelmiş?" diye sordu Büge.

"O hiç gitmedi ki," diye karşılık verdim.

Merdivenleri beraber inmeye başladığımızda öfkesi toz olup uçmuştu ama yerine gelen endişe ve korku, burnumla soluyabileceğim kadar yakınımda gibiydi.

"Sana gelip ne söyledi?" Herkesin ilk merak ettiği bu olurdu.

"Hiçbir şey."

Dış kapının önüne geldiğimizde Büge kaşlarını çattı. "Hiçbir şey mi?" Bu onu şaşırtmıştı. "Yanına geldi ve sana hiçbir açıklama yapmadı, öyle mi?"

"Hiçbir açıklama yapmadı," diyerek kestirip attım.

Büge bir süre sonra çenesini havaya kaldırdı; neler olduğunu anlamıştı. "Çünkü sen ona hesap sormadın, değil mi? Aylardır yaptığın gibi her şeyin üstünü örttün. Belki de ona sarıldın..."

Lafını kesip, "Ona sarılmadım," dedim öfkeyle. "Hatta ondan kaçtım. Ne hissettiğimi anlatamam ama onu karşımda gördüğümde..." Gözlerimin önüne o çelimsiz vücudu ve yeni oluşan yanık izi geldi. "O çok değişmişti. Korkulacak biri gibi değildi. Sanıyordum ki son olaydan sonra ondan deliler gibi korkarım ama ondan değil, ona yapılanlardan korktum ve bu yüzden kendime kızdım."

"Kendine mi kızdın?" Büge önüne gelen saçını geriye itti. "Neden?"

Kendime bile zorlukla itiraf ettiğim hislerim dudaklarımdan dışarı çıkarken acı çektiğim anlaşılıyordu, farkındaydım. "Çünkü onu ve izlerini hâlâ önemsiyorum." Ellerimi aşağıda yumruk yaptığımda karıncalanma azalsın istiyordum. "Ve ben bunu istemiyorum, Büge. Ben bu hissi istemiyorum." Tırnaklarım avuçiçlerime battı, kanatsın istedim ama sürekli tırnaklarımla kendimi kanattığım için babam düzenli olarak tırnaklarımı kesmeye başlamıştı. "Doğru olan hangisiyse onu hissetmek istiyorum, beni anlıyor musun?"

Büge endişeden kuruyan dudaklarını ıslattı ve gözlerini birkaç kez kırpıştırdıktan sonra uzanıp yumruk yaptığım bir elimi tuttu. "Sana her şekilde yardımcı olacağımı biliyorsun."

İnanmasam da, "Biliyorum," diye mırıldandım. Bunu fırsata çevirerek, "O halde bana şimdi yardımcı ol," dedim. "Gürkan nerede işe başladıysa söyle, onunla konuşmam gerek."

"Minel..." Büge başını omzuna yatırdı. "Konunun Gürkan'la ne ilgisi var? Onun kötü bir adam olduğunu..."

"Onun kötü bir adam olmadığını biliyorum, Büge." Bu sefer elini tutma sırası bendeydi. "Fakat bu, onun geçmişimi bildiği gerçeğini değiştirmez." Büge itiraz etmek istedi ama elini sıktım. "O benim geçmişimi biliyor, belki çok iyi değil ama biliyor. Onu ilk gördüğüm gün bile hissetmiştim. Şimdi bana Gürkan'ın adresini verecek misin yoksa ben kendi çabamla mı bulayım?"

Büge ikilemde kalmış bir şekilde nefesini verdiğinde bir yandan sevdiği adamı zor durumda bırakmakla yüzleşeceğini fakat diğer yandan da bana hak verdiğini biliyordum. En sonunda, "Pekâlâ," dedi. "Seni ben götürürüm. Bekle de üzerimi değiştireyim."

Elimi elinden kurtardım, sonra dış kapıya yürürken, "Kaybedecek zaman yok, vazgeçmek istemiyorum hiçbir şeyden, düşünmek istemiyorum çünkü," diye inledim. "Şimdi gidiyoruz. Hemen."

"Minel, içimde seksi bir gecelik var!" Fakat onu duymazlıktan geldim ve dış kapıyı açıp yürümeye başladım. Büge ise söylene söylene arkamdan ayakkabılarını giydi, sonra çantasını aldığını hissettim ve kapı kapandı.

Birkaç dakika sonunda evin önündeki Gürkan'ın büyük arabasına vardığımızda Büge uzaktan kumandayla arabanın kilidini açtı. Göz ucuyla ona baktım, kaşları çatıktı ve gerçekten de üzerindeki gecelik sabahlığının açılan kuşağından görünüyordu. Havasını değiştirmek için, "Gürkan'ı bu geceliklerle mi tavladın?" diye sordum fakat çatık kaşları değişmedi.

Yolcu koltuğuna yerleştim, arkamdan sürücü koltuğuna oturdu. "Gürkan'ı bu geceliklerle tavlamadım," dedi kontağı çevirirken, sonra bana baktı. "Fakat bugün, bu şekilde dışarı çıktım diye Gürkan'ı kaybedebilirim, Minel. Senin yüzünden."

Güldüm, samimiyetten uzaktı. "Belki de kaybetmek yerine bir doktor koltuğunda öpüşmeyle sonlanır."

"Benimle dalga geçiyorsun!" Geceliğinin kuşağını daha sıkı bağladı, saçlarını sertçe önünden çekti ve arabayı hareket ettirdi. "Ayrıca Gürkan'la öpüşeceğim son yer, çalıştığı yer olur." Ürperdi, başını iki yana salladı. "Tuhaf."

"Neden?" Büge torpido gözüne uzandı ve içinden ılımış bir suyu çıkarıp kafasına dikti, bana düşünmem için sanki süre verdi.

"Şu an ikimizin de hoşlanmayacağı bir yere gidiyoruz." Kaşlarım havaya kalktı. İkimizin de hoşlanmayacağı tek ortak yer merkez olurdu. Ve o tiyatro salonu.

"Gürkan tiyatroya mı başladı?"

"Ne?" dedi, sonra onun da aklına aynı anılar gelmiş olmalı ki, "Hayır," diye homurdandı. "Öyle bir şey yapmaz."

Yine düşündüm, bütün teorilere göz gezdirdim fakat hiçbir şeye ulaşamadığımda, "Neresi?" diye sordum.

Büge kararsız bir ifadeyle yola bakarken, radyoya uzanıp tiz sesli bir kadının söylediği Fransızca bir şarkı açtı. Aradaki soğukluğu ya da oluşacak gerilimi azaltmak istiyor gibiydi. Belki de amacı tamamen beni konudan uzaklaştırmaktı.

"Büge," dedim sert bir sesle. "Gürkan nerede çalışıyor?"

Derin bir nefes verdi, dikiz aynasına umursamaz gözlerle baktı. "Akıl hastanesinde." Şişeden birkaç yudum daha içti, sonra bana uzattı, başımı olumsuz anlamda iki yana salladığımda kapağını kapatıp arka koltuğa fırlattı. "Anektod Akıl Hastanesinde çalışıyor." Gözlerim irileşti, bunu hissetti ama bana dönüp baktı. "Evet, biz oradayken yapılan akıl hastanesi. Sakın bana sorular sorma, nedenini bilmiyorum ama bana iyilik için bunu yaptığını söyledi. Oradaki insanları gerçekten kurtaran kişi olacakmış." Gözlerim daha da irileşti, kulaklarımda Korel'in sesi çınladı. O akıl hastanesi yine denekler için kullanılacaktı. "Neler döndüğünü bilmiyorum ama onun için endişeleniyorum."

"Anektod Akıl Hastanesi," diye fısıldadım, gözlerimi karşımdaki yola çevirdiğimde şeritlerin bile midemi bulandırmaya başladığını hissettim. "Orası insanlara yaşarken cehennemi hissettirmek için kurulan bir yer, Büge."

"Biliyorum." Tek kelimelik yanıtının üzerine devam etmedi. İkimizin de nefes sesleri birbirine karıştı ve Fransız kadın şarkısını söylemeye devam etti fakat içimdeki kademsiz korku artmaya başlamıştı.

Gürkan öyle bir yerde nasıl çalışırdı?

"Neden izin verdin?" diye sordum birkaç dakika sonra.

"Benden izin almadı." Sesi korku doluydu ama bilerek rahat çıkması için çaba sarf ediyordu.

Vücudumu ona döndürüp, "Nasıl böyle cevap verebilirsin?" diye sordum. "Onu bir şekilde engelleyebilirdin. O seni kurtardı, sen de onu kurtarabilirdin. Neden yapmadın?"

Büge dişlerini sıktı, çenesi kasıldı. Dönüş yaptığında araba kullanmak konusunda pek de iyi olmadığını fark ettim. "Demek ki ben insanları kurtaramıyorum, Minel. Demek ki insanlar beni kurtarsın istiyorum, öyle değil mi?"

"Bu da ne demek?" Yüzümü ekşittiğimde bakışları bana döndü.

"Gürkan bana değer veriyor," dedi donuk gözlerle. "Ama bu hayatta benden daha fazla değer verdikleri var. Bir ailesi yok ama ailesi yerine koyduğu insanlar var. O akıl hastanesinde çok sevdiği birini kurtarmak için çalışacağını söyledi. Kim olduğunu dile getirmedi. Benden değerli olup olmadığını sorduğumda ise sustu. Ne yapmalıydım? Onu terk mi etmeliydim?" Küçümseyici bir ifadeyle güldü. "Terk edemeyecek kadar ona muhtacım. Yapacak bir şeyim yok."

Terk edemeyecek kadar ona muhtacım.

Belki babamda da Korel'de de olmayan hisler bunlardı. Bana hiçbir zaman muhtaç olmamışlardı, beni hiçbir zaman o kadar da sevmemişlerdi. Bu yüzden terk edip gitmişlerdi.

"Yine de," dedim gözlerimi ondan ayırıp. "Onu cehenneme atmamalıydın."

"Sen olsan ne yapardın?" diye sordu sert bir sesle. "Nasıl engellerdin?"

Sorduğu soruyu çok kısa bir an düşündüm ama bu bile aynı sonuca varmama neden oldu. "Onunla beraber gider, onunla beraber savaşırdım. Sevdikleri için elimden gelen her şeyi yapardım."

Büge hiç ummadığım bir şekilde güldüğünde yine ona döndüm fakat bu sefer küçümseyici bakışları direkt üzerimdeydi. "Korel'e bunu hiç yaptın mı?"

Yutkunduğumda küçümseyici bakışlarını üzerimden ayırmadı. "Bu..." deyip sustum. Sırtımı koltuğa iyice yasladığımda gözlerindeki ifade beni dehşete düşürmüştü. "Korel'in sevdikleri yoktu. Senin hayatında Gürkan var, seni seviyor, belki ilk sırada değilsin ama seni seviyor. Onun için kimse önemli değildi, savaşacak kimsesi yoktu." Son kurduğum cümle bedenimin buz kesmesine neden oldu, Büge de bunu fark etti.

"Savaşacak kimsesi yok muydu?" diye tekrar etti. "Onun için kimse önemli değil miydi? O senin için savaştı, Minel. Bunu hiçbir yerde değil ama o kumarhanede gördüm. Senin için savaştı."

Gözlerim ellerime kaydı. "Belki de savaşmadı, savaşıyormuş gibi göründü."

Büge, "Belki de," dedi ama sonra hızla devam etti. "Ya da belki öyle değildi. Korel'e seni bırakıp gittiği için hep öfkeliyim hatta ondan hoşlanmıyorum ama şunu unutma, sen kendi savaşında onu zerre umursamadın." Gözlerimi sıkıca yumdum. "Hep senin geçmişin vardı, hep senin yaşadıkların vardı, hep senin problemlerin vardı. Onu bir kez olsun iyi etmeye çalışmadın ve şimdi geçip karşıma Gürkan'ın sevdikleri için savaşmaktan bahsediyorsun bana."

"O bana hiçbir zaman kapılarını açmadı," dedim dişlerimi sıkarak.

"O halde o kapıları kırsaydın, Minel," dedi sertçe. "Bu bir neden değil. Beni eleştiriyorsun ama eleştirdiğinden daha kötüsünü sen yaptın zamanında." Araba hızlanadı. "Ve yine de söyleyeyim, Gürkan'a onunla beraber savaşmayı da teklif ettim. Kabul etmedi."

İlk defa Büge'yle Korel hakkında bu kadar açık konuşuyordum ve bu kendi içimdekileri dökmek için de bir fırsat gibi görünüyordu.

Gözlerimi araladım, bakışlarımı ona çevirdim. "Dışarıdan böyle mi görünüyorduk?" diye sordum şüpheyle. "Bencil Minel ve onunla beraber savaşa giden Korel."

Büge neyse ki artık bana bakmıyordu çünkü çaresizliğimi görürdü. "Dışarıdan, bir adamın peşinde koşan kadın ile kaçan adam gibi görünüyordunuz," diye mırıldandı. "Fakat içinize girdiğimde ne gördüm, biliyor musun? Korel'in bakışlarını. Sen ona bakıyorken değil, sen ona bakmıyorken gözlerini. Kumarhanede kriz geçirip hastaneye götürdüğümüzde başından ayrılmadı; başından ayrılmamayı bir yana bırak, gözlerini üzerinden ayırmadı. Uyumasını teklif bile edemedik. Senin gözlerin kapalıyken saatlerce uzanıp elini tuttu." Bu gözlerimi irice açmama neden oldu. "Sen gözlerini açtığında ise o eli tutmaması gerekiyormuş gibi davrandı. Sanki hiçbirini yapmamış gibi."

Bildiği başka bir şeyler daha vardı, anlıyordum ama sustu, devam etmek istemedi. "Büge," dedim ve uzanıp direksiyondaki elini tuttum. "Bir şeyler biliyorsan söyle." Büge sustu. "Büge," dedim bir kez daha. "Lütfen. Ne biliyorsan anlat."

Elimi elinin üzerinden silkeledi ve başka bir dönüşe geçti. Merkezin ormanlık yoluna girmiştik. "Senin Gürkan'la konuşmanı ben de istiyorum," diye fısıldadı. "Bunları ben sana anlatamam ama belki o anlatır ve sen de anlarsın."

"Geçmiş, değil mi?" Acıyla yutkundum. "Korel'le ikimizin geçmişi."

Araba yanıp kül olan merkezin önünde durduğunda gözlerim oraya kaydı ve sırtımdan şiddetli bir ürpertinin geçtiğini hissettim. "Evet," dedi ve bakışları bana döndü. "Korel'le ikimizin geçmişi. O gün, kriz geçirdiğin gün kendinde ve onda fiziksel yaralar açtın, Minel. Korel kendindeki yaraları umursamadı, senin yaralarına merhem sürdü." Eli kapının koluna gitti. "Ve sen de onun yaralarını umursamadın. Gürkan bana geçmişinizin de böyle olduğunu söyledi."

Ardından cevap vermemi bile beklemeden arabadan indiğinde bakışlarım simsiyah bir renk alan merkeze döndü. Büge'nin cümlelerinin ağırlığı boğazıma dizilen ateşler olurken, Korel karşımdaki merkez gibi küldü.

Onu kül edeni hiçbir zaman sormamıştım ama kül olduğunu biliyordum. Hiçbir zaman küllerinden yanacağını da düşünmemiştim. Onu kül olduğuyla kabullenmiştim. O ise ben yanarken söndürmek için elinden geleni yapmıştı.

Büge kapımı açtı ve gücüm kalmadığını fark ettiğinde başıyla ilerideki Anektod Akıl Hastanesini gösterdi. Hiçbir şey söylemeden zorlukla araçtan indiğimde beraber o tarafa doğru ve ikimiz de sözsüz bir anlaşma imzalayarak merkezden olabildiğince uzak durduk.

En sonunda akıl hastanesinin önüne geldiğimizde, "Büge," dedim mutsuz bir tınıyla. "İlişkinize burnumu soktum, özür dilerim."

Akıl hastanesinin kapısını açtı ve geçmem için yol verirken, "Sorun yok," dedi. "Ben de seninkine burnumu soktum, ödeştik."

İçeriye girdiğimde bomboş, bembeyaz bir koridorla karşılaştım ve zihnimde birkaç ses yükseldi. Birileri sanki durmadan bana adımı söylüyordu, kim olduğumu ve kaç senesinde doğduğumu. Bunu durmadan ezberletiyorlardı.

"İdari taraftan gidelim," dedi Büge tedirginlikle. Kollarını bağladı ve etrafına bakmadan diğer tarafa yürüdü.

"Merkezdeki çoğu kişi burada, değil mi?" diye sorduğumda aslında cevabı biliyordum.

"Keşke herkes kendisini kurtarabilseydi," diye fısıldadı yutkunarak. İlerideki resepsiyona doğru yürüyordu. "Barış burada yatıyor. Biliyor muydun?"

Hiçbir tepki vermedim çünkü şaşırmadım. Olması gereken ve aslında istediği tam anlamıyla buydu fakat sonu artık belirsiz olacaktı.

"Buyrun," dedi resepsiyondaki bir kız, ayağa kalkıp başıyla selam vererek. Hemen arka tarafındaki duvarda anlamadığım dilde bir cümle yazdığını gördüm, önünde ise akvaryumda piranhalar vardı. Ürkütücü bir görüntüydü.

"Gürkan Birgöz'ün odasına çıkacağım," dedi Büge güçlü bir sesle. "Aramanıza gerek yok, ben kız arkadaşıyım."

Resepsiyondaki sarışın kız ikimizi şöyle bir süzdükten sonra, "Yine de haber vermem iyi olur," dedi. "Kendisinin misafiri var."

"Ve ben misafir değilim," diyen Büge, resepsiyondaki kıza sert bir bakış atıp kolumu tuttu ve beni asansöre yönlendirdi.

Kız arkamızdan hiçbir şey söylemedi ama tedirgin edenin ne olduğunu düşünmeden edemedim.

Asansöre bindiğimizde beş katlı binanın üçüncü katına bastı. Asansörün içinde ayna yoktu ve yine duvarlarda anlamadığım dilde bir şeyler yazıyordu, ayrıca asansörün içindeki müzik ürperticiydi.

"Tuhaf bir hastane," dedim resepsiyondaki kızı hatırlayarak. "Normalde bir akıl hastanesine böyle elimizi kolumuzu sallayarak giremeyiz."

"Beni tanıyor." Geceliğinin yakasını düzeltti. "Resepsiyondaki kız OKB hastası ve merkezdeydi. İyileşmiş olacak ki onu resepsiyona koymuşlar. Benden korkuyor. Ayrıca..." Asansörün içine o da dikkatlice baktı. "Söylediğin gibi burası tuhaf. Hastalar hiçbir şekilde odalarından çıkamıyor, çıkmak istedikleri zaman birbirlerini görmüyorlar. Her katta beş oda var. Beşinci kat ise kilitli tutuluyor, orada ne olduğu bilinmiyor." Asansör üçüncü kata geldiğinde kapı sürüklenerek açıldı. "Doktorlar burada çalışmayı kabul ederlerken canlarını kaybedebilecekleri durumlar oluşabileceği hususunda imza atıyorlar ve evet, Gürkan da attı."

"Bu merkezden daha korkutucu demek isterdim ama burası zaten insanları iyi etmek için açılmış bir hastane değil."

"Biliyorum," dediğinde geldiğimiz katı inceledim ve söylediği gibi beş kapı olduğunu gördüm. Beş kapı da sonuna kadar kapalıydı ve duvarlarda anlamadığım dilde sözler gitgide artıyordu. "Bu hangi dil, biliyor musun?"

"Maalesef," dedi Büge omzunu kaldırıp indirerek. "Sanırım çok çok eski zamanların bir dili çünkü ben de merak edip araştırmıştım ama hiçbir sonuca varamamıştım. Daha önce de böyle bir dil görmedim zaten."

Ben Büge'yle aynı düşüncede değildim. Karmaşık harfler, anlamsız kelimeler bana bir yerlerden tanıdık geliyordu fakat nereden geldiğini bilmiyordum. Yine geçmişimdeki bir anı olabilirdi fakat içimden bir ses çok daha fazlası diyordu.

"Ne tür hastalar yattığını biliyor musun?"

"Bilmiyorum." Büge bu konuşmadan rahatsız olmuştu. "Tek bildiğim geceleri buraya girmenin yasak olduğu. Gündüzleri değil, geceleri hastalarla ilgileniyorlar."

"O halde Gürkan..."

"Evet, Gürkan aslında sadece göz boyama için tutulmuş bir doktor. Olası bir teftiş durumunda Gürkan gibi doktorlar ön plana çıkacak."

"Bu çok berbat..." Büge koridorun sonundan sağa dönünce karşımıza aralık bir kapı çıktı. "O odaların içinde onlara neler yapıyorlardır kimbilir?"

"İnan bilmiyorum," dedi Büge sert bir sesle. Artık konu kapansın istiyordu. "Tek bildiğim, böyle bir yeri açan kişinin amacını kimsenin çözemeyecek olmasıydı. Resepsiyon çalışanına, doktorlarına hatta hastalarına bile piranha besletiyor. Bu hangi akla, mantığa sığar ki?"

Zihnime sanki biri tırnaklarını sürttü ve dışarıya çıkmak için çaba gösterdi ama artık kontrol etmeye başlamıştım, bunu başarmıştım. Gölgelerden, seslerden hatta bir anda karşıma çıkan anılardan bile kendi isteğimle kaçabiliyordum. Piranhalar beni bir anının içine itecekti ama şu an buna izin veremezdim, yeri değildi.

"Burası Gürkan'ın odası," dedi Büge, kapının önüne geldiğimizde. "Ama misafiri varsa..."

Tam o sırada içeriden Gürkan'ın sesi geldi. "Korel, kendini toplaman gerekiyor." İkimiz de bıçak gibi kesilirken, Büge'nin eli kapı kolunda dondu kaldı. Aralık kapıya ilerlediğimde kalbim hükmedemeyeceğim şekilde hızla atmaya başladı. "Alkolü ve uyuşturucuyu bırak, ilaçlarına geri dön."

"Bana doktor gibi konuşma Gürkan," dedi Korel. Bu ses. "Bana arkadaş gibi konuş. Titremekten nefret ediyorum ve bazen ayakta duramıyorum, bacaklarımdaki his gidiyor. Bunlar nasıl geçecek?"

Büge'nin eli kapı kolundan kayıp bakışları aralık duran kapıya döndüğünde aniden eliyle ağzını kapatıp geriye çekildi. Her ne gördüyse rengi bembeyaz kesildi, bakışları ürkerek bana döndü.

"Sana doktor olarak da arkadaş olarak da bir hastaneye yatmanı öneririm," diyen Gürkan'ın sesi kederliydi. "Kilo kaybediyorsun, alkol kullanıyorsun, uyuşturucudan vazgeçmiyorsun. En önemlisi kalbin..."

"O halde bana güzel bir önerin yok." Korel'in umursamaz sesini duyuyordum ama bu şekilde duymak istemezdim.

Korkarak, çekinerek hatta istemeyerek kapıya yaklaştığımda Büge'yi bu kadar dehşete düşürenin ne olduğunu tahmin edebiliyordum.

Onu görmüştüm, son halini. Yüzünü, kilosunu, güçsüzlüğünü. Ama başımı eğip kapı aralığından onlara baktığımda bunların çok daha ötesinde bir görüntüyle karşılaştım.

Benim bile gücümü sömüren, dizlerimin bağını çözdüren o görüntüyle.

Korel çıplaktı, altında sadece siyah bir baksır vardı. Sırtı kapıya dönüktü fakat sırtındaki kemikleri, omurgası ve yanıklardan buruşmuş teni gözler önündeydi. Artık yanık izlerini bile kapatamamaya başlayan dövmeleriyle siyaha boyadığı vücudu öylesine güçsüz görünüyordu ki eğer nefes aldığı için hareket eden omuzları olmasaydı onun ayakta bir ölü olduğunu düşünebilirdim.

Kalbimde büyük bir haykırış duyuldu. Bu haykırışa sadece ben şahit oldum ama dizlerimin üzerine çökmemi engelleyen, beni arkamdan sıkıca tutan Büge'ydi.

Anlamıştı, onu görünce mahvolduğumu anlamıştı.

"İlaç kullanmak zorundasın ama artık çok ilerlemiş durumda." Karşısında duran Gürkan'ın gözlerinden keder akıyordu. "Eğer iyileşmek istiyorsan hastaneye yatman, tedavi olman gerekiyor."

Korel'in güldüğünü hissettim, yüzünü göremedim ama bunu hissettim.

Gözlerim sırtındaki büyük dövmelerine kaydı. Sağ omzunun alt tarafında kemiğinin üzerinde dikiş izi vardı; o dikiş izinin üzerindeki tüyden kalem, izin altını çiziyordu.

"Bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek." Korel sedyenin üzerinde duran tişörtüne eğildiğinde bel boşluğundaki kocaman avuçiçi dövmesini gördüm. O dövmenin içinde, avuçiçinde çukur vardı; o çukur, sırtına yapılan damganın iziydi.

O an fark ettim.

Korel dövmelerle emarelerini kapatmaya çalışmıyordu.
Korel dövmelerle emarelerine anlam katıyordu.

"Ölmek mi istiyorsun?" diye sordu Gürkan sert bir sesle. Öyle sert bir sesti ki onu ilk defa böyle görüyordum. "Eğer istediğin buysa neden bu şekilde kendini öldürüyorsun ki Korel? Vereyim bir silah, şakağına daya ve vur kendini."

Gürkan'ın acımasız cümleleri derin bir nefes vermeme neden olurken elimle ağzımı kapattım çünkü bağırmamak için kendimi tutuyordum. Neye bağıracaktım, kime bağıracaktım bilmiyordum ama haykırmak istiyordum.

"Ölmek istemek mi?" Korel omzunu kaldırıp indirdi. "Emin ol bunu yapacak olsaydım verdiğin silahı şakağıma değil, şu bozuk kalbime yaslar, tetiği çekerdim."

Öylesine rahat, öylesine kademsiz bir sesle söyledi ki Gürkan öfkeyle nefes verip Korel'in yanından ayrıldı. Ardından bir anda gözleri kapıya döndüğünde adımları bıçak gibi kesildi. Bana ve arkamda duran Büge'ye bakarken birkaç saniye geçti. O esnada Korel tişörtü başından geçirdi ve Gürkan'a dönmek için vücudunu çevirdiğinde ilk önce onun gergin sırtına, sonra kapıya baktı.

Ve göz göze geldik. İkinci kez.

Yaprak sarısı gözleri kapı aralığından onu izlediğimi gördü. Tedirgin olmasını ya da terslemesini bekledim çünkü bunlara alışmıştım fakat o hafifçe tebessüm etti, ardından, "Déjà vu," diyerek hep ondan duyduğum kelimeyi tekrar etti. "Bu sefer hatırlıyorsundur."

Onunla yeni tanıştığım zamandı, merkeze gelmişti. Gürkan'ın odasına girmeden önce kapı aralığından onları dinlemiştim ve şimdi de aynısı oluyordu.

Korel'le hayatımız sadece déjà vu'den ibaretmiş gibi gelmeye başlamıştı.

Korkmadan ya da çekinmeden kapıyı ardına kadar iteklediğimde başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladım. "Déjà vu."