logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ

Views 222 Comments 0

Bir aynayla yüzleşmek, o aynada kendi gözlerime bakmak istiyordum. Hem de en derinlere inerek. Çünkü asıl olanı görecek, asıl olanla yüzleşebilecektim.

Artık kim olduğumu bile bilmiyordum. Çok zordu.

Eğer biri bana Minel Karaer kimdir diye sorsaydı onun aptallıktan ibaret olduğunu söylerdim.

Eğer biri bana bir kez daha Minel Karaer kimdir diye sorsaydı onun bir gün aptallığı yüzünden öleceğini söylerdim.

Ve eğer biri bana tekrar bir kez daha Minel Karaer kimdir diye sorsaydı onun bir gün aptallığından kurtulacağını ve ölmeyi bile başaramayacağını söylerdim.

Gitgide aptallığımın uzaklaştığını hissediyordum.

Korel'in evinden çıktıktan sonra yarım saat boyunca yürümüş, sonucunda nereye gitmem gerektiğini düşünerek zaman öldürmüştüm. Aslında daha çok, içten içe peşimden gelip gelmeyeceğini merak ettiğimin de farkındaydım. Bu en kötüsüydü; içimde kalan ufacık aptallık kırıntılarını bile yok etmem gerekiyordu.

Benim yerimde başkası olsa ne yapardı diye düşündüm ve bu soruya verdiğim yanıt canımı fazlasıyla yaktı. Korel'i hâlâ beklemezdi, ona bazı konularda boyun eğmezdi ve en mantıklı tarafıyla düşünürdü.

Ona inanmazdı, ona inanmayı seçmezdi; ona kanmak yerine kendi yoluna bakardı.

Benim yerimde başkası olsaydı çoktan bu şehri terk edip giderdi. Bir tarafım hâlâ ona tutunuyordu. O burada değilken belki de ben ölecektim, bunu umursuyor muydu? Beni o yangında bıraktığında canımı düşünmüş müydü?

Bu soruların cevapları canımı çok yakıyordu.

Yolları yürüdüm, ağaçların arasından geçtim ve en sonun da caddeye çıktığımda çenemi kaldırıp kendi gizemime, bütün sorulara tek başıma nasıl yanıt bulabileceğime kanaat getirdim.

Bütün kötülerle, bütün iyilerle, bütün gerçeklerle ve bütün yalanlarla yüzleşecek, hepsinin arasından kendi doğrumu seçecektim. Başka çarem yoktu.

Korel hakkında yalanlara mı gerçeklere mi ulaşacağımı bilmiyordum ama Korel dediğim zaman aklıma sadece tek bir isim geliyordu.

Elim sırtımdaki çantama gitti ve telefonumu çıkarıp tuş kilidini açtım. Babam birkaç defa aramıştı fakat şu an o son seçeneğim bile olamazdı. Hiçbir şekilde inanmadığım iki kişi vardı: Biri babam, diğeri Korel'di.

Rehbere gidip yeni kaydettiğim o ismin üzerinde durduğumda dudaklarımı dişimin arasına aldım, birkaç saniye düşündüm fakat sonra düşünmenin de bana zarar vereceğini anladığımda direkt o numaraya tıkladım.

İkinci çalışta telefon açıldı. "Alo?" Kalın ve tok sesinde Korel'inki kadar aksan yoktu.

"Korhan," diye mırıldandım, gözlerimi karşımdaki caddeye çevirerek. Arabalar vızır vızır geçiyor, insanlar yanımda ilerliyordu. Bense sırtımı duvara yaslamış, zamanın içinde tutulmuştum. "Ah," dedi derin bir nefes vererek. "Minel."

Direkt tanıması kaşlarımı kaldırmama neden oldu. "Beni tanıdın."

Korhan güldü, yüzünün aldığı hal gözlerimin önüne çizildi. "Sanırım beni bu ince ses tonuyla arayabilecek tek kadın olduğun için." Bir süre bekledi, sonra hareketlendiğini hissettim. Sessiz bir yerde olmalıydı. "Bir problem mi var?"

Yutkundum. Gözlerim tekrar caddeden vızır vızır geçen arabalara kaydı. "Aslında," diye mırıldandım. Yaptığımın yanlış olduğunu durmadan haykıran tarafımla defalarca yüzleşip kararlarımdan vazgeçmiştim fakat bu sefer o sesi susturmam gerekiyordu. "Seninle konuşmak istediğim bir konu var."

Korhan bunu zaten bekliyormuş gibi şaşkın olmayan bir ses le, "Elbette," dedi. "Önemli bir problem yok ya?"

"Aslında önemli." Sonra cümlemi düzelttim. "Yani benim için önemli. Aklıma direkt sen geldin. Bir başkası yardımcı olamazdı. Müsaitsen görüşebilir miyiz?"

Kısa bir sessizlik oldu, Korhan'ın bir kez daha hareketlendiğini hissettim. Reddedeceğini düşünsem de, "Şimdi mi?" diye sorduğunda gözlerim kısıldı.

"Ah, evet ama sanırım işlerin var, sonradan da konuşabiliriz."

"Hayır hayır," dedi hemen. Bu sefer hissetmekten öte bir kapının kapandığını duydum. "Sadece öğlen uykusuna yatmak üzereydim, o yüzden sordum. Neredesin? Seni almaya geleyim ya da istersen benim evime gelebilirsin." Benim evime.

Bu fikir beni rahatsız ettiğinde, "Dışarıda görüşsek daha iyi olur," dedim. "Ve beni almana gerek yok." Sırtımı yasladığım duvardan ayrıldım, geldiğim yoldan ters tarafa yürümeye başladım. "Kadıköy'deyim. Hell Races'ın çaprazında bir kafe var, biliyor musun?"

"Evet." Bir kapı kapanma sesi daha geldi. Evden hemen mi çıkıyordu? "Oraya mı geçiyorsun?"

"Evet." Adımlarımı hızlandırdım. "Kaç dakikaya orada olursun?"

"On dakika."

"On dakika mı?" diye sorduğumda şaşkındım. "Ama evin oraya on dakikadan uzak."

İnsanları durmadan sorguladığım için onun bana tereddütle yanıt vermesini bekledim fakat Korhan hızla, "Kendi evimdeyim demedim," dedi. Başka da bir açıklama yapmadı. "Şimdi arabaya biniyorum, on dakikaya oradayım. Bana fazlasıyla sert bir kahve söyler misin?" Sonra yine güldü. "Kendine de söylesen iyi olur; sesin epey kötü geliyor, kahve sakinleştirebilir."

O kadar yansıtıyor muydum? Kaşlarım çatıldı; son söylediğini yanıtlamadan, "Tabii," dedim. "Görüşmek üzere." Ardından telefonu kapattım ve çantama atıp hızlı adımlarla kafeye ilerledim.

Kararım doğru muydu yanlış mıydı bilmiyordum. Fakat etrafımdaki insanların hepsi ya bana yalanlar söylüyordu ya da gerçeklerim hakkında bilgi sahibi değillerdi.

Babam yalanlar söylüyordu, Korel yalanlara batmıştı, Gür kan Korel'in en yakın arkadaşı olduğu için sadece onun sözlerini dinliyordu, Büge'nin hiçbir şeyden haberi yoktu. En azından bana söylediği buydu. Fakat Korhan hem hayatım hakkında fazlasıyla bilgisi olan hem bir kez bile bana yalan söylemeyen tek kişiydi. Ayrıca bir yabancıdan farksızdı, yalan söylemesi için nedeni yoktu. Ama o da Korel Erezli'nin kardeşiydi. Bana onun için de yalanlar söyleyebilir miydi diye düşünmeden edemedim.

Kafeye girdim, masalara servis olmadığı için direkt standın arkasındaki adama iki tane fazlasıyla sert kahve siparişi verdim. Birkaç dakika sonra hazır olduğunda parasını ödeyip iki kahveyi de aldım, kafenin en uç noktasındaki masalardan birine ilerledim. Neyse ki bu saatlerde kalabalık olmayan kafede pek insan yoktu; biri köşede kitabını okuyor, başka biri ise önüne açtığı bilgisayarında yazı yazıyordu.

Pencerenin kenarına oturduğumda iki elimle karton bardağı tutup sıcak kahveden içerken gözlerimi pencereden dışarıya çevirdim.

Bu yol bana hem acı veriyor hem de içime farklı bir huzurun doğmasına neden oluyordu.

Korel Erezli beni ilk kez bu yolun sonundaki ara sokakta o adamların elinden kurtarmıştı; neredeyse tecavüze uğrayacaktım ya da öldürülecektim fakat o bir anda ortaya çıkmış, adamlardan zarar görmemi önlemişti.

Ama sonrası daha kötüydü. Adamlardan bir tanesini yerde canice sürükleyişini ve kaskla kafasına vuruşlarını unutamıyordum. Ardından bayılmıştım ve sonrasında uyanmıştım. Ve çok sonra o adamın ölü bedenini canice katledilmiş bir şekilde o morg odasında görmüştüm.

Korel Erezli gözlerimi açtığımda öyle bir an yaşanmadığını söylemiş, polis memurları onu desteklemişti. Bir daha buna şahit olan o zamanki dans hocama da ulaşamamıştım. Ama o adam öldürülmüştü.

Yakınımda bir hareketlenme olduğunda irkildim ve Korhan'ı karşımdaki sandalyeyi çekerken buldum. "Fazla dalgınsın, pencereden göz göze geldik ama beni resmen görmedin."

Yine her zamanki gibi son derece şık ve bakımlıydı. Üzerine pahalı bir markanın polo yaka tişörtünü giymişti, altında siyah pantolonu vardı ve kolunda binlerce liralık saati. Parfüm kokusu burnuma kadar geliyordu. Yemyeşil gözlerinin altı morluklarla dolmuştu; uyku problemi çekiyor gibiydi ve onu uykusundan etmiştim.

"Pardon," dediğimde duruşumu dikleştirip kahvelerden birini önüne itekledim. "Sadece düşünürken fazla dalgın olurum."

Korhan başını sallayıp kahveyi aldı, kapağını açıp o şekilde birkaç yudum içtikten sonra gülümseyerek, "İstediğim gibi," dedi. Sonra kahve bardağını masaya bırakıp sandalyeye yaslandı. Saat olan elini masanın üzerine koyduğunda, parmakları olmayan elini aşağıda tuttuğunu fark ettim. Kısa kesilen saçları ve her zaman tıraşlı olan yüzünde yer yer izler vardı. Bunları yeni fark ediyordum ama hiç kimse Korel'le onun kardeş olduğuna inanamazdı.

"Düşünürken fazla dalgın olursan katilin sana nefesinden daha yakın olur." Yüzündeki gülümseme silinmeden kurduğu cümle ürpermeme neden oldu. "Bence bu kadar dikkatsiz olmamalısın."

Yutkunarak olumlu anlamda başımı salladım. "Haklısın, bu özelliğimi de değiştirmem gerekiyor."

"Bunu da mı?" Tek kaşı havaya kalktı. "Kendini değiştirmeye mi başladın yoksa?"

"Sayılır." Konuyu direkt kapatmak için çenemle onu işaret ettim. "Fazlasıyla yorgun görünüyorsun, seni uykundan ayırdığım için çok üzgünüm."

"Dert etme," dedi eliyle geçiştirerek. "Zaten uyuyamazdım, evde tek değildim." Her ne söylemek istiyorsa ona kaşlarımı çatıp baktım fakat düşündüğüm gibi olduğunu anladığımda, "Yargılıyormuşsun gibi," dedi.

"Yani..." dedim, şaşkınlığımı gizleyememiştim. "Yeni bir sevgilin mi var?"

Korhan direkt, "Hayır," deyip yüzünü buruşturdu. "Öyle bir şey değil."

"Ah," diye nefesimi verdiğimde gözlerimi kaçırdım. "Anladım, özelin."

"Ama hâlâ yargılıyormuş gibi davranıyorsun," dedi fakat bu kez yaslandığı yerden ayrılmış, masanın üzerine eğilmişti. "Bence kendini değiştireceksen içinde tuttuklarını söylemeyi de öğren."

Gözlerimin önüne Özge'nin havuzdaki görüntüsü ve Korhan'ın çektiği acı geldiğinde, "Ben..." diye mırıldandım fakat hâlâ ona doğru düzgün bakamıyordum. "Bilmiyorum. Özge'den sonra bu kadar kolay atlatabileceğini düşünmemiştim." Sesime vicdan azabım yansımış mıydı bilmiyordum ama Korhan'ın kasıldığını hissettim.

"Özge'yi hiçbir zaman atlatamayacağım," dediğinde sesine sertlik ulaşmıştı ve bunu yapan aslında bendim. "Ölümünün üzerinden neredeyse sekiz ay geçecek. Bu sekiz ayda neler yaşadığımı bilebilir misin?"

"Bilemem," dedikten sonra önümdeki kahve bardağının ağzıyla oynamaya başladım. "Burnumu çok yanlış bir konuya soktum, üzgünüm."

Korhan masanın üzerine biraz daha eğildiğinde eli çeneme uzandı. Başımı kaldırdığında soğuk parmaklarının teması öyle bir ürpermeme neden oldu ki geriye gittim, bu onun da gözünden kaçmadı ama umursamadı. "Zaman, acıları unutmamızı sağlar, Minel," dedi sakin ama temkinli bir sesle. "Fakat zaman o kadar acımasızdır ki hiç olmadık yerlerde o acıları bize hatırlatır. En kötüsü de ne, biliyor musun? Bir acıyı unutmak değil, unuttuktan sonra defalarca aynı şekilde tatmak."

Gözlerim gözlerine kilitlendiğinde sanki ondan daha fazla acı çekiyordum, karnıma yumruk yemiş gibi hissettim. Binlerce kez dilememe rağmen bir kez daha, "Özür dilerim," diye fısıldadım. "Çok özür dilerim."

"Özürler, ölenleri geri döndürseydi, insanlar sadece özür dilerdi," dediğinde eline kahvesini aldı ve birkaç yudum içtikten sonra tekrar masaya koydu. "Bu konuyu kapatalım."

"Tabii." Artık onunla da konuşabileceğimi sanmıyordum çünkü karşısına dikilip bencilce bana yardım etmesini beklemek çok büyük bir aptallıktı.

"Eee," dediğinde sesindeki acı uzaklaşmış gibiydi. "Anlat bakalım, neler oluyor?"

"Aslında..." Başımı iki yana salladım. "Gerçekten buna gerek yok. Benim aptallığım ve bencilliğim. Seni bu işe bulaştırmanın saçmalık olabileceğini düşünemedim."

Korhan kaşlarını çatıp kollarını önünde bağladı. "Bahsettiğin nedir?"

"Gerçekten," deyip ellerimi kaldırdım. "Konuyu kapatalım. Hatta..." Elim çantama gitti, ayağa kalkmak için hamle yaptım ama Korhan öne atılıp bileğimi kavradı.

"Hey hey hey," dedi gözlerini açıp. "Beni buraya getirip, uykunun güzel kollarından ayırıp sonra da gidemezsin. Otur yerine."

Tekrar yerime oturdum, soğuk parmaklarına gözlerim kaydığında direkt elini çekti. Gözlerimi birkaç kez kaçırdığımda, "Bak," dedim düz bir sesle. "Şüphelendiğim bazı konular var ve cevaplarını senin de bilebileceğini düşündüm."

"Ne hakkında?" Korhan bir savcı edasıyla konuştuğunda diğer eli de artık masanın üzerindeydi fakat kardeşinin aksine, onu gizleme zahmetine girmiyordu.

Özge'yi Prometheus öldürmüştü, babasını Prometheus öldürmüştü. Korhan uzun süre Prometheus davasına bakmış, babasından sonra o davadan alınmıştı.

Acılarına mı dokunurdum, öfkelenmesine mi neden olurdum yoksa nefretini mi kazanırdım? Yine de, "Prometheus," dediğimde yüzünün değişmesini bekledim ama sabit gözlerle bana bakmaya devam etti. "Ve Korel hakkında." İkisinin adını aynı cümlede kullanmak bile midemin kasılmasına neden oldu. "Fakat fark ettim ki bu kötü bir fikir. Sen zaten yeterince acıya batmışken bir de bencilliğimle seni sürüklemek..."

Lafımı bölüp, "Ben de Prometheus'u araştırıyorum," dedi, dudaklarımı aralayıp ona baktım. "Hem de eskisinden daha fazla. Evet, uyuyamıyorum ama bunun nedeni acılardan ziyade geceler boyunca Prometheus davasında çalışmam." Şaşkınlıkla nefesimi verdim. "Ve aslında benden böyle bir şey istemen benim yalnız olmadığımı gösterir. Bencillik değil, iyilik olur." Parmakları olmayan elini çenesine götürdü. "Hatta birbirimize bu konuda epey fayda sağlayabiliriz."

Sadece, "Onu neden arıyorsun?" diye sorabildim.

"Neden mi arıyorum?" Sorum onu şaşırtmıştı. "Sence onu aramam çok normal değil mi?"

Haklıydı. Acılarından kaçan, soruları arkasında bırakıp peşine düşmeyen tek kişi bendim. Geriye kalanlar için zaten en normali o soruları bulup araştırmaktı.

"Doğru," dediğimde daha rahat bir şekilde oturdum. "Sadece sürekli kaçtığım için herkesi kendim gibi sanıyorum."

"Ama artık kaçmıyorsun," dedikten sonra kahvesinden yine birkaç yudum aldı, benimkini de gösterdi. "Ayrıca kahveni iç, seni sakinleştirsin."

Başımı sallayıp ona eşlik ettim, ardından konuşmaya devam ettim. "Evet, kaçmıyorum çünkü kaçmanın bana bir fayda sağlamadığını gördüm. Herkese şüpheyle bakıyorum, yolda yanımdan geçen bir insandan tut..." Sonrasını getirmedim, sustum. Fazlasını vermeyecektim, artık bunu yapmayacaktım. Asıl şüphelerimi ona göstermeyecektim.

"Peki neden benden yardım istediğini sorabilir miyim?" Başını omzuna yatırdı. "Evet, Prometheus davasına bakan bir savcıydım ama benim bildiklerimin bazılarını internete yazdığında bile bulabilirdin." Çenesindeki elini indirdi. "Benden yardım istemenin bir nedeni olmalı."

Hayır, dedi iç sesim. Ona şüphelerinden sakın bahsetme, eline koz verme. Aptallığı bir kenara bırakmıştım ve o şekilde devam edecektim.

Yalan ile doğru karışık, "Çünkü hayatımdaki herkesin bana yalanlar söylediğinden şüpheleniyorum," dedim. "Onlardan yardım isteyemiyorum bu yüzden. Sen benim hayatıma yabancı olup Prometheus ve ailem hakkında bu kadar bilgi sahibi tek kişisin. Kısacası bana yalan söylemek için nedenin yok diye düşünüyorum." Sesimdeki şüpheyi duymuş olmalı ki gülümsedi.

"Sanırım bana güvendiğini söylüyorsun."

"Hayır," dedim hızlıca. "Sana güvenmiyorum."

"O halde?"

"Sadece sana güvenmek zorunda kalıyorum." Çenemi havaya kaldırdım. "Ama eğer ki bana yardım etmek istemiyorsan..."

"Korel kesin olarak geri döndü." Sözümü kesip öyle bir cümle kurdu ki lal oldum.

"Onunla görüştünüz mü?"

"Evet." Kısa ve net bir cevap.

Bu konu hakkında konuşmak istemediğimi anlamasına rağmen üzerine gitti. "Neden ondan yardım istemedin?"

Öfkelenmeye başladığımı hissettiğimde ona yansıtmak istemedim çünkü hangi noktaya oynayacağını göstermek, ileride zor bir durumdayken o zaafıma tırnaklarını geçireceği anlamına gelirdi. "Sana kimseye güvenmiyorum demiştim."

"Ama başka şeyler daha var, öyle değil mi?" Korhan şüphelerimi anlamış gibi üzerime gelirken onun karşısında mümkün oldukça sağlam durmaya çalışıyordum.

"Beni sürekli sorgulayacaksan gerçekten senden hiçbir şekilde yardım istemeyeceğim, Korhan." İlk defa ona ismiyle hitap ediyor olmalıydım ki bu onu gülümsetirken, bana da tuhaf geldi. "Tamam," dedi tek elini havaya kaldırıp. "Sorgulamıyorum."

"Güzel." Konuya nasıl gireceğimi bilemediğim için etrafıma baktım, sonra masanın üzerinden ona doğru eğildim. "Bana en başından bütün davayı anlatır mısın? Benim hakkımda bildiklerinle beraber?"

"Peki karşılığında ne vereceksin?" Duraksadığımda bunu fark etti. "Benden aldıklarını aldıktan sonra bana nasıl bir yardımda bulunacaksın?"

Yüzümü buruşturduğumda, "Karşılığını vermek zorunda mıyım?" diye sordum.

"Sana daha önce söyledim diye hatırlıyorum," dedi o da masanın üzerinden bana doğru eğilip. Gözlerine bir anda kötülüğün rengi oturdu, yeşillerine zehir ekildi. "Hiçbir şeyi karşılıksız yapmam ben, Minel."

Evet, bana yardım ettiği zaman böyle bir cümle kurmuştu ve o zaman onu ciddiye almamıştım fakat şimdi böyle bir duruma gelebileceğimizi hiçbir şekilde düşünmezken...

"Ben," dedim çekingen bir sesle. "Hiçbir şey hatırlamıyorum. Geçmişimle ilgili." Korhan inanmayan gözlerle bana baktı, kaşları havaya kalktı. "Yani hatırlamaya başladıklarım çok önemsiz detaylar. Ayrıca," kaşlarımı çattım, "hatırlasam senden yardım istemem, öyle değil mi? Hatırlasam çoktan Prometheus'un kim olduğunu bilirim çünkü."

"Prometheus'un kim olduğunu bilemezsin," dedi net bir sesle. "O hep maske takar. Hep yüzünü gizler."

"Nereden biliyorsun?" diye sorduğumda Korhan gözlerini devirdi.

"Gerçekten hiçbir şey araştırmadan, hiçbir şey öğrenmeden benim karşıma geldin, öyle değil mi? Çünkü seni buraya gelmeye bir şey itekledi. Sen Prometheus'u bilen kişinin karşısına gelmek istemedin, sen Korel Erezli'nin abisinin karşısına gelmek istedin." Derin bir nefes verdi, eliyle önündeki kahve bardağını yavaşça itekledi ve bana doğru biraz daha eğildi. "İnsanlar sana yalanlar söylüyor, dürüst davranmıyor diye onlara güvenmiyorsun fakat senin de onlardan bir farkın yok gibi görünüyor."

Başta öfkeleneceğimi düşündüm ama söylediklerine kendi içimde hak vermekten başka hiçbir şey yapamadım. Olabildiğince buz gibi bir ifadeyle ona bakmaya çalışıyordum fakat masanın altında tırnaklarımı dizlerime geçirmeye başlamıştım. "Benden ne istiyorsun karşılığında?" diye sordum.

"Güven vermeden güven alamazsın," dedi sert bir sesle. "İlk önce bana güveneceksin. Bunu istiyorum."

"Sana neden güveneyim?"

"Çünkü söylediğin gibi, zorundasın." Masanın üzerinden bana biraz daha yaklaştığında nefesi yüzüme çarptı: nane ve sigara kokusu. "Bana şüphelerini, hatırladıklarını, aklından geçen her şeyi anlatacaksın," dedi. "Ben de sana karşılığında aynısını vereceğim."

Gözlerimi kırpıştırdım, ilk geriye çekilen ben oldum. Korhan Erezli'nin gözleri bir insana kendisini hapishanede hissettirebilecek kadar ağırdı. Kendimi bir an demir parmaklıklar arkasındaymış gibi görmüştüm ve o karşımdaydı. Korkmam gerekiyordu ama korkmamıştım; aksine o hapishane bana öfkelerimi unutturmuştu.

Yenilmiş bir tınıyla, "Kime güvenmek zorunda kaldıysam beni pişman etti," deyip gözlerimi kıstım. "Ve bunu bana en çok kardeşin yaptı."

Korhan aynı şekilde durmaya devam ederken bir an bile gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. "İnsanları bana güvendiğine pişman etmem," diye mırıldandı. "Çünkü ben de onlara güvenirim. Eminim kardeşim sana hiçbir zaman güvenmemiştir ve kendisiyle alakalı hiçbir şey anlatmamıştır." Tırnaklarımı dizlerime daha fazla geçirdim. Onu yalanlamadım, doğru söylüyordu, yeni fark ediyordum. Korel Erezli bana hiçbir zaman güvenmemişti.

"Bu yolda gerçekten bana yardımcı olacak mısın?" diye sordum. "Bütün dürüstlüğünle ve bütün gerçeklerle?"

"Senin olduğun kadar," diye yanıtladı. "İkimizin de çıkarları olacak. Prometheus benim ellerimden Özge'yi aldı." Babasından bahsetmemesi tuhafıma gitmişti ama aldırış etmedim. "Ve Özge'yi ellerimden senin yüzünden aldı. Bana aslında bunu borçlusun."

Yine büyük bir vicdan azabı hissettim ama bunu gizlemedim. Belki aptallık edecektim, belki de hayatımın en doğru kararını verecektim ama o an Korhan'a güvenmekten başka çarem yoktu. En doğrusu buydu. Birine güvenmiyorken ve tek başınayken zaten her şey mahvolmuştu, en kötüsünü de tatmıştım. Daha kötü ne olabilirdi ki?

"Tamam," deyip derin bir nefes verdim, gözlerimi kapatıp başımı salladım. "Sana her şeyi anlatacağım, seninle bütün şüphelerimi paylaşacağım."

Gözlerimi araladığımda Korhan yavaşça geriye gitti. Zafer kazanmış gibi görünmesini isterdim ama öyle bir ifadesi yoktu, aksine umutsuzca bana baktı. "O halde," dediğinde sadece dudakları hareket ediyordu. "İlk önce seni yanıma itekleyenin ne olduğunu söyle."

Aslında hep nerede yanlış yaptığımı yeni fark etmiştim. İnsanlara güvenip kapılarımı tamamen açıyordum, onlar bana ardına kadar açmazken. Şimdi kartlar açık oynayacaktım; karşımdaki öyle sanacaktı fakat kapalı kartlarımı gizleyecektim.

Dürüst oldum. "Korel hakkındaki düşüncelerim beni buraya itekledi." Yalancı oldum. "Onun yardıma ihtiyacı olabileceğini düşündüm."

Korhan yüzünü buruşturdu. "Bunun Prometheus'la ne ilgisi var?"

Kardeşinin neye ihtiyacı olabileceğini bile sormaması gözümden kaçmamıştı ama aldırış etmeden çantamdan Korel'in evinde bulduğum örnek kâğıdı çıkardım ama öncesinde, "Merkezin yanındaki akıl hastanesine hiç gittin mi?" diye sordum.

Korhan dikkatli bir sesle, "Daha önce, evet," dedi.

"Ne kadar önce?" diye sordum.

"Seneler önce."

Kaşlarım havaya kalktı, elimdeki kâğıdı aşağıya indirdim. "Bu ilk akıl hastanesi değil miydi?"

Korhan'ın gözleri ondan gizlediğim kâğıda kaysa da sonrasında açıklamaya başladı. "Hayır, değil. Bu aynı kişiye ait üçüncü akıl hastanesi."

"Diğer ikisine ne oldu?"

"Yandı." Korhan kahvesinden içti, bardağını masaya koyarken gözlerini pencereye çevirdi, ellerini pantolonunun cebine soktu. "İlk akıl hastanesi 1991 senesinde kuruldu. Üç senenin sonunda, içerideki hastaların hepsi dışarıya çıkarıldıktan sonra kül olana kadar yandı. Herkes bu duruma şaşırdı çünkü kimsenin canı yanmamıştı. Yangın yüksek voltajlı elektrikten oldu dendi. Bir daha o hastaların hiçbirine ulaşılmadı. O zamanlar teknoloji bu kadar iyi değil diye kimse konuyu araştırmadı." Derin bir nefes aldı, verirken bakışları bana kaydı. "İkinci akıl hastanesi 2013 senesinde kuruldu. O da iki sene durduktan sonra yangında kül oldu fakat bu sefer içerideki hastaların büyük kısmı acı bir şekilde can verdi; yangını çıkaran hastalardan biriydi." Ellerini ceplerinden çıkarıp masanın üzerine koydu. "Kısacası iki hastaneyle alakalı elimizde ne bir hasta dosyası var ne de doktor isimleri. Bu akıl hastanelerinin içinde neler döndüğünü bilemedik."

Dinlerken zihnimde dönen görüntülere yetişemiyor, sırtımı soğuk bir duvara yaslamışçasına ürperip duruyordum. O soğuk duvar gerçekte arkamda olmalıydı ya da anılarımın içinde o soğuk duvara yaslanmıştım. Hikâyeyi dinlerken kendimi o akıl hastanesinin içinde bulmuştum.

"Ama şimdi üçüncü akıl hastanesi kuruldu."

"Evet." Başını salladı. "Ve aynı kişi kurdu."

"O kişiyi tanıyor gibi konuşuyorsun," dediğimde yüzümü ekşittim.

Korhan sanki bana büyük bir aptalmışım gibi bakıp, "Gerçekten bu kişinin kim olduğu hakkında tahminin yok mu?" diye sordu. Bir süre daha yüzümü izledi fakat öylesine bir boşluktaydım, birçok şeyi hem düşünebiliyor hem düşünemiyordum.

"Tanıdığım biri," diyebildim sadece.

"Hem de bir nefes kadar," diye devam etti. "Bu hastanelerin hepsinin kurucusu, Prometheus."

Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, elimde tuttuğum kâğıt titremeye başladı. "Ama..." dedim ve bakışlarım kâğıda kaydı. "O akıl hastanesi Anekdot Merkezinde..."

"Anektod Merkezinin kurucusu da Prometheus." Kahvesinin son yudumlarını içerken hipnoz olmuşçasına ona bakıyordum.

"Eğer kurucusu o ise nasıl kim olduğu bulunamaz?"

Korhan yine bana bir aptalmışım gibi baktı. "Farkında değil misin?" diye sordu heceleyerek. "Prometheus'a tapan ve onun kölesi olan bir azınlık var. Onları Eskişehir'de gördün. Sen Prometheus'u tek mi sanıyordun? Hadi ama Minel, o kişi kendini bir Tanrı sanıyor ve Tanrı ne zaman yalnız kalmış?"

Ellerimi saçlarıma geçirip geriye attığımda, "İnsanları kendi amaçları için kullanıyor," dedim.

"O insanları alıyor," dedi gözlerini kısarak. "Eğitiyor, kulu yapıyor, kölesi yapıyor. Kendi kendine oluşturduğu bir sistemi var. Melekleri var, kulları var, yardımcıları var. Kendisini bu dünyanın yaratıcısı sanıyor ve bunu gerçekten de gösteriyor." Yutkundu ve hızla konuşmaya devam etti. "Sonra onları istediği gibi yönetiyor. Günahları için onları yakıyor, sevapları için ödüllendiriyor."

"Ama bir insan neden Prometheus'un kölesi olmayı kabul etsin ki?" Aklım almıyordu ama düşündükçe aslında nasıl büyük bir dünyası olduğunu yeni görüyordum.

"Bu konuda tahminlerimiz vardı," dedi Korhan ciddiyetle. "1991 senesinde kurduğu akıl hastanesinin yandıktan sonra ölü biri tarafından kurulduğu ortaya çıktı. Yani Prometheus ilk kez o zaman yola çıktı, yanında kimse yoktu ve ölü birinin kimliğini aldı. Söylediğim gibi o dönemde teknoloji gelişmediği için böyle işleri yapmak daha kolaydı." O da saçlarını karıştırdı. "Yalnızdı ve kulları olsun istiyordu. O zaman hastanede yüz yirmi iki kişinin yattığı söylentisi var. Bu yüz yirmi iki kişiyi psikolojileriyle oynayarak kendisine köle edip istediğini aldıktan sonra o insanları da alıp akıl hastanesini yaktı." Aklımda parçalar oturmaya başlamıştı. "Ardından 2013 senesinde bu insanları kullanarak kendi dünyasını kurdu. Yeni hastaları oldu, eski hastalarının bazılarını asker gibi doktor unvanıyla oraya yerleştirdi..."

Lafını bölüp, "Neden on iki sene beklesin ki yeni bir hastane açmak için?" diye sordum. "Ayrıca Prometheus cinayetleri bildiğim kadarıyla 1991 senesine kadar uzanmıyor."

Korhan lafını bölmemden hiç hoşlanmadı. "Bunun yanıtını bilseydim çoktan ona ulaşmıştım, değil mi?" Dudaklarımı birbirine bastırıp sustuğumu belli ettim. Korhan devam etti. "2013 senesinde işler istediği gibi gitmedi. Bir hasta, Prometheus'un bütün planlarını yerle bir etti, o hastaneyi yaktı."

Sustu, derin bir nefes verip bakışlarını pencereye çevirdiğinde sakin bir sesle, "O hasta da yangında ölmüş mü?" diye sordum.

"2013 senesi hakkında elimizdeki bilgiler daha net," diye anlatmaya başladı. "İki yüz üç hastası varmış." Gözleri kısıldı, gözlerime bakmadı ama her ne düşünüyorsa derinlerde soluklandığını hissettim. "Yüz seksen altı kişi can verdi. Geriye kalanlardan biri eğer o kişiyse yaşıyor demektir ama hiçbirine ulaşamadık. Bize de kimse ulaşmadı. Bekledik ama bir tanesi bile o hastaneden kaçan kişi şeklinde sisteme girmedi. Tabii aptal insanların sırf eğlence olsun diye yalanlar uydurmasını saymazsak."

Bütün bunlar Korel'in anlattıklarıyla ve Prometheus'un bana yaptıklarıyla kesiştiğinde oturduğum yerde rahatsızlıkla hareket edip, "Prometheus bir cani," dedim sessizce. Korhan hâlâ bana bakmıyordu fakat ben ondan başka hiçbir noktaya odaklanamıyordum. "Ama her şeyden önce insanların psikolojileriyle oynayan bir cani. Yani insanların kalbini sökmesinin dışında aslında yaşarken beynini öldürdüğü birçok kişi var, öyle mi?"

Korhan başını olumlu anlamda salladı fakat hiçbir şey söylemedi. "Ve caniliğiyle öldürdüğü kişi annem ile ablam, beynini öldürdüğü kişi ise benim." Tam bu anda Korhan bana dönüp baktı, gözlerine anlayamadığım bir duygu oturdu. "Onları gözünü kırpmadan öldürdü fakat benim psikolojimle oynadı; her şeyi unutturan oydu."

Elim alnıma gitti, parmaklarımı hissetmiyordum ve tenimden ateşler geçiyordu. Sanki iki akıl hastanesinde, yangının ortasında kalan bendim. Üçüncü akıl hastanesini ise yakacak kişi ben olabilir miydim? O esnada kendimde o kuvveti buldum.

Korhan hiçbir şey söylemediğinde, "Yine de anlayamıyorum," dedim; parmaklarımı şakaklarıma bastırdığımda elimdeki kâğıt masaya düştü. "Prometheus bütün bunları yaparken özellikle benim ailemden ne istemiş olabilir?"

Korhan kâğıda bakmadı, belki de benim ona göstermemi bekledi, bilmiyordum ama gözlerini gözlerime sabitlerken, "Bak bunun yanıtını ben de bilemem," dedi. "En iyi yanıtı sana baban verebilir. Bunu ona hiç sordun mu?"

"Hayır." Dişlerimi sıktım, gözlerimi kapatıp derin bir nefes verdim. "Onun yalanlarını dinlemek istemediğim için sormadım. Tek bildiğim, senelerce kaçtığımız biri vardı. O kaçtığımız, Prometheus'tu. Annemden önce ablamı o karla kaplı çocuk havuzunda öldürdü. Bileklerini kesmesini sağladı. Sonra annemin başını gövdesinden ayırdı. Ardından babam beni bırakıp gitti, dayım bana baktı ve o merkeze..." Gözlerimi açtım; korkuyla ve şüpheyle. "Dayım beni o merkeze göndermek için elinden gelen her şeyi yaptı." Devam ettiremedim ama bunun bir tesadüf olduğuna inanamıyordum.

Korhan kaşlarını çattı, beni dinlerken sanki aklındaki bazı parçaları birleştiriyormuş gibi, "Bunlar sadece bizim tahminlerimizdi," dedi. "Belki de o iki akıl hastanesi Prometheus'a ait değildi."

Yutkundum, önümdeki kâğıdı Korhan'ın önüne itekledim. "Diğer akıl hastanelerinin duvarlarında böyle yazılar var mıydı?"

Korhan ağır ağır bakışlarını benden ayırıp kâğıda çevirdiğinde gözlerini kıstı, ardından kâğıdı parmaklarının arasında tutup, "Bunu," dedi yarı şaşkın yarı endişeli. "Nereden buldun?"

"Var mıydı Korhan?" diye sordum bir kez daha.

Bu sorumun ardından Korhan bir anda ayağa kalktı ve masanın üzerindeki kâğıdı alıp, "Kalk," dedi. "Gidiyoruz."

"Hey," dediğimde ben de peşinden kalktım ama çoktan kapıya doğru yürümeye başlamıştı. "Nereye?"

Hiçbir cevap vermedi; kafenin kapısını sertçe açıp çıktığında arkasından neredeyse kapı yüzüme çarpacaktı. Koşar adımlarla büyük arabasına vardığında yolcu kapısını açıp sürücü koltuğuna yöneldi. Emrine uydum; yolcu koltuğuna oturup kapıyı kapattığımda o çoktan binmiş, gazı alevlendirmişti.

Direksiyonu tutarken elindeki kâğıdı bir an olsun bırakmıyor, bir ona bir yola bakıyordu. "Nereye gidiyoruz?" dediğimde arabayı o kadar hızlı kullanıyordu ki emniyet kemerini bile zorlukla takmıştım.

"Sana göstereceklerim var. Ofisime gidiyoruz." İki elimle emniyet kemerini sıkıca tutarken gözlerimi yoldan ayıramadım. "Yine de biraz daha yavaş kullanamaz mısın? Ofise gitmeden ölmek istemem de."

Korhan göz ucuyla bana baktı, ardından kâğıdı kucağına bıraktı ve uyarımı dikkate almadan hızı artırdı. "Korel sana söylemedi mi? Ona motosiklet kullanmayı ben öğrettim ve hızı sevdiren de bendim."

Korel bana ne söylememişti ki şimdiye kadar bunu söyleyecekti? Bir an onu düşündüm; sanki Korel'e ağır bir ihanet ediyormuş gibi hissettiğimde, "O kötü görünüyor," diye mırıldandım. Aslında içimden konuşacaktım ama dayanamamıştım. "Çok kilo vermiş, yemek bile yemiyor neredeyse. Ve tuhaf... O yani..." Emniyet kemerini daha sıkı tuttum. "Eskiden kendini gizlerdi ama şimdi kendini gizleyecek kadar bile önemsemiyor."

Ölümden bahsetmişti ama bunu ağabeyine söyleyemedim, kendimle birlikte bir başkasını da üzmeye dayanamazdım.

Fakat Korhan düşündüğümden daha sakin bir sesle, "Biliyorum," dedi. "Onun böyle dönemleri olur. Atlatacaktır."

Bakışlarımı ona çevirdim. "Gerçekten çok kötü görünüyor." "Daha kötü göründüğü zamanları olmuştu."

"O ölmek istiyor."

Yüzünde mimik oynamadı. "Daha çok ölmek istediği zamanları da olmuştu." Şaşkınlıkla ona baktım, hiçbir cevap vermediğimde bana döndü, sonra başını iki yana salladı. "Bana kötü bir abiymişim gibi bakma. Ona küçükken de büyüdüğünde de yeterince yardımcı olmaya çalıştım ama Korel böyledir, her şeyi tek başına halletmeye çalışır ve depresiftir. Bugün ölmeyi ister fakat yarın gelecek planları yapar..."

Lafını bölerek, "Onu aylardır tanıyorum," dedim sert bir sesle. "Bir kez bile ağzından gelecek planı duymadım. En kötü zamanında da en iyi zamanında da."

Korhan ise canımı yakacağını bile bile, "Onu tanıyor musun ki gerçekten?" diye sordu. Bu sorunun ardından ağzıma fermuar çekip bakışlarımı yanımdaki pencereye çevirdim; Korhan sorusuyla beni parçaladığını anlasa da umursamadı.

Çok kısa bir süre sonra arabayı durdurduğunda bir ara sokaktaydık. Etrafta binalar yerine iki katlı villalar vardı. Korhan arabasından indi, ben de arkasından indiğimde, "Ofisin, evin mi?" diye sordum.

"Hayır," dedi sağ taraftaki bordo rengi bir villaya yürürken. Elinde sıkıca kâğıdı tutuyordu. "Burası ofisim."

Fazlasıyla lüks görünen villanın demir kapısından içeriye girdiğimizde, "Bir ofise göre fazla lüks değil mi?" diye sordum. "Korel sana bu konuda hiç çekmemiş. Paraya çok düşkünsün."

Korhan önümde yürürken omzunun üzerinden bana baktı ve o an onun Korel'den bile daha uzun olabileceğini düşündüm. "Paraya çok düşkün olsaydım onu olur olmaz her şeye harcamazdım," dedi. "Çalışmayı seviyorum, boş durmaktan hoşlanmıyorum. Bunların bir getirisi oluyor. Ben de o paraları harcıyorum, hepsi bu."

"Yine de lüks yaşamdan hoşlanmadığın anlamına gelmez bu."

Villanın kapısını arabadan inerken torpido gözünden aldığı anahtarla açtı. "Sen buna lüks dersin," dedi alayla. "Bense can sıkıntısı."

Gözlerimi devirdiğimde içeriye girdik ve Korhan kapıyı kapattı. İlk dikkatimi çeken, ofisin içindeki mis gibi çiçek kokusuydu; etraf öylesine temiz, öylesine ferah görünüyordu ki Korel'in evinin tam zıddıydı. Karşıda kocaman bir salon vardı, sağda merdivenler ve solda kapalı kapılar. Korhan merdivenlere yöneldiğinde ben de peşinden ilerledim. "Çok güzel kokuyor."

Korhan gülümsedi, profilinden gördüm. "Her akşam çıkmadan ofisimi temizletirim."

"Korel'le çok zıtsınız," diye mırıldandım ağzımın içinde.

Korhan bir anda önümde bıçak gibi kesildi, iki basamak yukarıdan dönüp bana baktı. Şimdi sadece uzun değil, dev gibi görünüyordu. "Beni artık Korel'le kıyaslamaktan vazgeçmelisin," dedi ama sesinde öfke yoktu. "O aklına gelebilecek her konuda benim zıddımdır."

Hiçbir cevap vermeyip yüzüne bakmaya devam ettiğimde birkaç saniye sonra tekrar basamakları tırmandı ve en sonunda bir kapıyı açıp içeri girdi, ben de peşinden eşlik ettim. Burası daha güzel kokan kocaman bir odaydı.

Yerde eski tip bordo bir halı vardı, el dokuması olduğu çok belliydi. Bir duvar boydan boya pencerelerle kaplıydı, koyu gri perdeler odaya karanlık veriyordu. Korhan uzanıp ışığı açtığında odayı solgun, sarı bir ışık aydınlattı.

Duvara yaslı siyah bir deri koltuk vardı. Onun karşısındaki duvarda ise meşe ağacından yapılma büyük bir masa. Masanın üzeri derli topluydu; bilgisayarı ve dosyaları düzenli duruyordu. Kalemlerinin bile hepsi aynı renkteydi, sıraya göre dizilmişti. Duvarlarda zebra kaplama vardı. Beyaz deriden büyük sandalye o duvarlara çok yakışmıştı. Hemen sandalyenin üstünde ise büyük bir tablo vardı: Salvador Dali'nin zaman üzerine olan tablosu.

"OKB rahatsızlığın olabilir mi?" diye sordum kendimi tutamayıp. Çünkü öylesine büyük bir düzen vardı ki bu bir süre sonra beni bile boğmuştu ama bu soruyu sorduğum için pişman oldum. Yaşadıklarım her insanın psikolojisini sorgulamaya itmişti.

"Hayır," diye yanıtladı. "Sadece düzensiz bir hayattan da düzensiz bir odadan da hiç hoşlanmam çünkü kafamın içi yeterince düzensiz." Eliyle beni yanına çağırdı. "Hadi gel." O an odanın içinden başka bir odaya açılan kapıyı gördüğümde Korhan elindeki anahtarla o kapının kilidini açtı ve aralamadan önce duraksadı, omzunun üzerinden bana baktı. Tereddütle, "Sana güvendiğime pişman edersen sen benden daha fazla pişman olursun," dedi.

Şüpheye bile düşmeden, "Seni pişman etmeyeceğim," dedim. Çünkü bir insanın güvenini zedeleyecek en son kişi bile olamazdım, kendime yapılmasını istemediğimi başkasına yapamazdım.

Korhan inandı mı bilmiyordum ama başını çevirip kapıyı ardına kadar açtı, ışığın düğmesine bastığında oda aydınlandı. Korhan'la beraber içeriye girdim ve o an geri çıkmamak için kendimi çok zor tuttum.

Az önceki odaya göre daha küçüktü, çok daha küçük. Fakat bu, odadan çıkmayı istememin nedeni değildi.

Duvarda beyaz bir tahta vardı. Üzerine siyah kalemle onlarca ok çekilerek birçok soru işareti yazılmış, birçok cevaba ulaşılmıştı. Tahtanın tam ortasında ise tek bir isim yazıyordu: Prometheus.

1991 senesinden bu zamana kadar işlediği cinayetler, yaptıkları, izlediği yolların hepsi tahtaya not düşülmüştü fakat sadece bununla da sınırlı değildi. Soldaki panoya onlarca fotoğraf asılmıştı; her fotoğrafta caddeler, sokaklar ve hastaneler vardı. Öldürülen insanların yüzleri, fotoğrafları, çizilmiş resimleri.

Sağ tarafta yazılar vardı: öldürülen insanların isimleri, tarihleri, mekân adları... Oda aklımın içinden bile daha doluyken, Korhan bir anda bileğimi tutup beni fotoğrafların olduğu sol tarafa yönlendirdi ve önünde durduğumuzda bileğimi bıraktı. Parmağıyla bir fotoğraf karesini işaret edip elindeki kâğıdı havaya kaldırdı.

O an, 2013 senesinde kurulan akıl hastanesinin bir odasının duvarıyla karşılaştım. Aynı alfabe vardı, aynı kelimeler ve aynı yazı stili. Korhan'a baktığımda şaşkınlığımı gizleyemedim ama o da bana şaşırmış gibi bakıyordu.

"Aynısı," dedim boğuk sesle. "Ve yeni açılan akıl hastanesinin de duvarlarında aynı yazı stili var." Korhan zaten bunu biliyormuş gibi başını salladığında geriye bir adım atıp fotoğraflara geniş açıdan bakmaya çalıştım ama gözlerim artık görmüyor gibiydi.

Korhan beni orada, fotoğrafların önünde bırakıp diğer tarafta kalan, duvarın tek boş yerindeki raflara doğru ilerledi ve mavi dosyalardan bir tanesini alıp yanıma geldi. Rasgele bir sayfa açtıktan sonra kaldırıp bana gösterdi. Fotoğraflara bakan gözlerim, önüme tuttuğu kâğıda yöneldi. Poşet dosyanın içindeki kâğıtta da aynı alfabeyle yazılmış bir mektup duruyordu.

"Bu ve bunun gibi birkaç mektup, yakın zamanda Prometheus cinayetlerini işlerken polis merkezine geldi. O zaman savcılığını yaptığım için incelemeye aldık ama hiçbir sonuca ulaşamadık. Hepimiz Prometheus'la bağlantılı olduğuna garanti gözüyle baksak da üzerine düşmedik ve şimdi..." Gözleri akıl hastanesinin fotoğrafına kaydı. "Aynı alfabe."

Hiçbir şey diyemedim. Önümdeki bütün sonuçlara ve bütün nedenlere bakarken ayakta durmakta bile zorlanmalıydım ama o kadar hissizdim ki bu beni şaşırttı. Normalde kaçmam gerekirdi, korkmam ya da bunların ağır geldiğini haykırmam fakat sakince, şaşkınlıkla ve korkuyla gerçeklere bakarken Korhan, "Yine de," dedi omzunu kaldırıp indirerek. "Bu alfabenin sahibinin Prometheus olup olmadığını hiçbir zaman bilemeyiz."

"Prometheus." Korhan bakışlarını hızla bana çevirdi ama ben fotoğraf karesine bakmaya devam ettim. "Eminim." Yüzümdeki gülümsemenin nedeni de neydi? Yoksa bu kadar hissizliğin nedeni deliriyorum diye miydi? "Çünkü aynı alfabeyle, aynı yazı stiliyle altında babamın imzasının olduğu bir mektup var. Ve Prometheus'un imzasının."

Korhan direkt benim ona verdiğim kâğıda bakışlarını çevirdi; her detayına bakarken, "Yoksa bu o mu?" diye sordu, sonra arkasını çevirdi. "Ama burada imza yok."

Elindeki dosyayı yanda duran küçük masaya bıraktığında gözleri bir kâğıda kayıyor, bir bana bakıyordu. "Hayır, bu o mektup değil."

"Peki bunu nereden buldun?" diye sordu.

Gözlerim yavaşça onun yeşil gözlerine döndü. Bakışlarımda her ne gördüyse kaşlarını havaya kaldırdı, dudakları aralandı. Anladı ama bir kez de kendi sesimden, kendi kulaklarımla duymak için, "Korel'in evinde buldum," dedim. "Kilitli odasındaydı ve ben bu alfabeyi yazarken Korel'i gördüm."