logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI

Views 554 Comments 3

"Soğuk ve sıcak aynı anda hissedilir miydi? Ben imkânsızlığın içindeyken bile hissediyordum.

Bedenim karların içine gömülü değildi, buzlar beni parçalamıyordu. Yangın beni çepeçevre sarmış değildi, ateşler vücudumu yakmıyordu. Hayır, hiçbiri değildi. Benim geçmişim kendini yangınların arzularına bırakmadı; benim geçmişim buzlara tutsak kalmadı.

Ben geçmişimi tutsak aldım, o geçmişi ben yakmak istedim; yakarken yandım, yanarken rüzgârlar esti, ateş daha fazla harlandı ve gökyüzüne doğru uzandı. Bulutlara alevler dokundu; bulutlar yandı, ben o bulutları yaktığımda gökyüzü bana küstü ve gece oldu.

Karlar yağmaya başladı, harlanan ateşin ve alevlerin üzerine karlar yağdı, rüzgâr kesildi; gökyüzüne yükselmeye devam ettim ama artık bulutlar da yoktu.

Çok fazla kar yağdı, yeryüzünün karanlığını bembeyaz karlar aldı ve aydınlığın rengi beyaz oldu; ateşin kırmızısı gitgide sönmeye başladı. Gökyüzüne uzanan alevler karları durdurmak istedi ama öyle çok yağdı ki tükenmedi.

Sonra ateş tükendi; karlar ateşin üzerine yağdı ve o alev alev yanan ateşi söndürdü. Küllerin üzerini soğuk karlar kapattı, buz oldu; ben o anda soğuğu ve sıcağı hissetmeye başladım.

Bedenim karların içine gömülü değildi; karlar beni susturdu. Buzlar beni parçalamıyordu, onlar benim geçmişimdi. Yangın beni çepeçevre sarmış değildi, yanmak benim canımı acıtmıyordu.

Ben zaten ateştim.
Cayır cayır yanan bir ateştim.
Karları üzerime yağdırdılar ve küllerimi o karlarla kapattılar. Ben kül oldum.
Tekrar yanmasın diye gizledikleri kül oldum.

Üzerime bastılar; ateş olmak değil de kül olmak beni yaktı. İçimdeki ateşi durduramadım ve o ateş gökyüzünde güneşini açtı. Gece yok oldu, karları o güneş eritti ve rüzgârlar tekrar esti. Küldüm, tekrar sönmemek üzere yanmaya başladım ve harlanıyorum.

Tekrar ateş olacağım.
Tekrar yangın olacağım.

Gökyüzündeki bulutları yakmayacağım ama gökyüzü kendi kendini yakacak ve ben tekrar karlar yağmadan yeryüzünü alevler altında bırakacağım."

Korel Erezli

Tanrı, umut ediyordu.
Tanrı, insanlık için dua ediyordu.
Tanrı, görünmez gemisini görüyordu; Tanrı, olmayan okyanusunu derinleştiriyordu.
Tanrı, yok ettiği insanları kurtarmak için çabalıyordu. Tanrı'nın umutları boştu.
İnsanlar Tanrı'dan çoktan vazgeçmişti.

Duvar dibine oturan genç adam sırtını sert duvara yaslamış ve ellerini dizlerinin önünde birleştirmişti. Tam karşısındaki duvara kazınmış olan bu cümleleri okurken, tavandaki floresanın ışığı gözünü alacak kadar parlaktı. Gözleri kısıldı ve tavandaki ışığa baktı.

Bir kelebek ışığın etrafında çıldırmış gibi dönüyordu; duvarlara çarptıkça tok sesler çıkarıyordu ve bunun anlamı, bulunduğu yerin aslında ne kadar sessiz olduğuydu.

Kelebeği anlamsız bakışlarla bir süre izledikten sonra başını önüne eğip tekrar ellerine ve çıplak ayaklarına baktı. Parmaklarındaki yaralar iyileşmeyecek kadar yosunlaşmış görünüyordu; çıplak ayakları ise dün kırdığı camın parçalarından dolayı üzerine basarken zorlanıyordu.

Üzerineki beyaz önlüğünde yer yer kan lekeleri ve kirler vardı. Önlüğünün temiz kaldığı tek bir gün olmamıştı; kanı sevdiğinden değildi, kanattığından ve kanattıklarındandı.

Elini saçlarına dokundurdu ve zamanla daha da fazla uzayan saçları parmaklarının arasına takıldı. Birkaç saniye düşündükten sonra tekrar duvardaki yazıya baktı ve alayla gülümsedi: "Tanrı'nın bizim gibi insanlara verdiği en büyük armağan belki de ölümdür."

Sakince ve sabırla elleriyle duvardan destek alarak ayağa kalkıp karşısındaki duvara ilerledi, bir yandan da üzerine yazı yazmak için cebinden kurşunkalemini çıkardı.

Etrafa yavaşça göz gezdirince yukarıdaki kamerayla bakışları kesişti; hafifçe tebessüm etti.
Bembeyaz koridorlar onlarca odaya açılıyordu ve genç adamdan başka koridorda hiç kimse yoktu.
Burası bir hastaneye, bir akıl hastanesine, bir okula benzetilebilirdi fakat bunlardan hiçbiri değildi.

Duvarlar süt beyazdı, pencereler ise yoktu. Duvarlarda pencerelerin yerlerini tamamlayan ve insanın kendi benliğine tokat gibi çarpan aynalar mevcuttu. Çoğu çatlamış, parçalanmıştı.

Boş bir koridordu; yerlerdeki fayanslar, nefret ettiği yüzünü ona gösterecek kadar parlak ve temizdi.
Hiçbir şey yasak değildi, her şey serbestti; tek bir şey dışında...

Buradan kaçabilirdi fakat buradan çıkamazdı; ikisi arasında büyük bir fark vardı. İçini dolduran kekremsi zehir ve bulunduğu yerin ona bıraktığı anılar, kaçtığı her yere onunla gelecekti.

O an kameraya bakarak elinde tuttuğu kurşunkalemi boğazına saplasaydı kimse ona engel olmazdı ya da yardım etmezdi.

Bulunduğu yerde insanlar yaşamlarını tercihlerine göre yaşıyorlardı; ölmek isteyen ve intiharı avuçlarının içine alan bir insanı Tanrı bile durdurmazken başka hiçbir insan engel olamazdı.

İlahi bir el hiçbir zaman boğazına saplamak istediği kurşunkalemi engellemeyecekti; aksine onun ölmesini izleyecekti. Kurşunkalem kanı boğazından akıtırken, satır satır kara lekelerle onun acımasız anılarını yazacaktı.

Kuralsız kuralları vardı.

Kurşunkalemi yavaşça duvara sürttü ve o kalemin ucu izlerini bırakarak sessizliği böldü.
Az önce sesli dile getirdiği cümlesini yavaş yavaş duvara kazıdı; kazıdığı cümleyi defalarca içinden geçirdi ve yüzündeki gülümseme genişledi.

Cümleyi bitirdikten sonra doğrulup ellerini ceplerine sokarak derin bir nefes aldı; vakit gece olmalıydı ve sabahın ilk ışıkları, olmayan pencereden vuran ışıktan değil, bulunduğu yerdeki merkezde çalan sesten anlaşılacaktı.

Hissetmiş olacak ki aldığı derin nefes henüz daha dışarıya çıkmamışken bulunduğu yeri, koridoru, odaları hep dinlediği o ses kapladı.

Çellonun hafif ve bir o kadar da sert sesi, duvarlarla dans edip genç adamın bedenine çarptığında gözlerini sıkıca yumdu. Kâbuslarına kadar giren bu ses, çellonun sesi, onun zehri haline gelmişti.

Gökyüzünü en son ne zaman görmüştü, hatırlamıyordu fakat bu ses ona gökyüzünden yeryüzüne doğru yeşeren karların sesini anımsatıyor gibiydi; karlar yere her çarptığında, çello zihnine daha sert bıçak darbeleri olarak saplanıyordu.

Kulaklarını sıkıca kapatma ihtiyacıyla doldu fakat bunu defalarca denemişti ve denediği halde hiçbir sonuç alamamıştı; gitgide yükselen çellonun sesi, oradaki insanların zihinlerine saplanan zehirli bir oktu.

Yine yeni bir gün başlıyordu. Cezalar insanlara veriliyordu; gökyüzünün sahibi sadece izlerken, bulunduğu yerin sahipleri, odalardaki insanların güvelenmiş kalplerini daha fazla deşiyordu.

İyileşmek sıcak bir rüzgârdı; mahvolmak kasırgalarda yok olmaktı. İnsanları sıcak bir rüzgârla sürükledikleri yerde, kasırgayla yok etmeye çalışıyorlardı.

Elleri ceplerinde ve yüzü gergin bir şekilde aksak adımlarla koridorda ilerlemeye başladı; ayak tabanlarına batan cam parçaları canını yakıyor olabilirdi fakat bunu hissetmeyecek kadar acıyı da tatmıştı.

Genç adamın kalbine bıçak saplanıldığında sadece gülümseyecek gibi görünüyordu; bıçağın ucuna saplanan kalbini çıkarıp önüne koyduğunuzda ise boş yeri tutup acıdığını söylerdi.

Kalbine bu denli ihtiyaç duyan bir adamı, atmaya devam eden kalbini duymazdan gelecek hale getirmek için damarlarından tavana asıyorlardı ve hiçbir şey somut değildi. Asıl sorun da buydu:

Ruhunu damarlarından asıyorlardı.
Ellerinde sıkıca kalbini tutmuş mahvolurken onu kaybetmek istemiyormuş gibi saklıyordu.

O kalbini hiçbir zaman teslim etmeyecekti fakat kendisi yok edebileceğini hissediyordu; bunun farkında olması ise onu daha dirençli hale getiriyordu.

Kalp pusulamızdır, dedi iç sesi sanki onu kendine getirmeye çalışıyormuş gibi. Kalbinin bulunduğu yeri unutma; kalbinin bulunduğu yer senin pusulandır.

Çellonun sesi yükseldi, çellonun arkasından karmaşık sesler yükselmeye başladı; insanların konuşmasını anımsatan bu sesler, odaklanıldığı takdirde zihni yok edebilecek kadar etkiliydi.

Duymazdan geldi, kulaklarını sağır etmek istedi; bunu kendisine bir armağan gibi kabul ederdi.

Yürüdüğü koridor dört odaya açılıyordu ve her odanın kapısı aralık duruyordu; sebebi odaların fazlasıyla havasız olmasıydı. Bazı odaların ise kapısı tamamen açıktı; genç adam belki de ilk defa kendisi gibi olan insanları merak ettiğini hissetti.

Bulunduğu yerde nefes aldığı müddetçe kurtuluşunu sağlamaya çalışmalıydı ve bu kurtuluşu başkalarının yardımıyla olmasa da başkalarının ellerine basarak sağlayabileceği düşüncesi aklına düştü.

Adımlarını az önceye göre yavaşlattı ve sağ tarafta duran beyaz kapılara yaklaştı; bulundukları yer kaç katlıydı, kaç odalıydı bir bilgisi yoktu fakat düşündüğünden daha fazla insan olduğuna emindi.

Kapıların üzerine asılmış, birbirinden farklı gibi görünen şekillerin anlamlarını bilmiyordu.

Ceplerine soktuğu ellerini dışarıya çıkardı. Hafif aralık kısımdan görünen, sadece beyazlar içindeki yatak ve dolaptı; içeride kimsenin olmadığını düşünürken tam yatağın ucunda, duvarın kenarında yerdeki elleri görmesiyle yüzünün şekli değişti, kaşları hafifçe çatıldı.

Bir süre sessizce fark edilmeyi bekledi fakat içeriden herhangi bir ses gelmediğinde kapıyı parmaklarıyla itti ve içeriye doğru birkaç adım attı.

İçeride yerde yatan adamı gördüğünde aslında her şey normaldi fakat bir o kadar anormal bir durum olabileceğinin de farkındaydı.

Adam oldukça iri ve uzun boylu görünüyordu fakat yatış şeklinden onu tam ayırt edemiyordu. Ellerini öne uzatmıştı ve başı ellerinin üzerindeydi; bacaklarını ise karnına çekmişti fakat tam olarak yüzüstü yatıyordu.

Önünde duran ot parçalarına gözleri takıldığında genç adamın yüzünün şekli değişti. Birkaç dakika daha adamın kendisini fark etmesini bekledi fakat derin uykuda gibi görünüyordu; oldukça rahat ve bir o kadar da uysaldı.

"Hey," dedi en sonunda genç adam. "Hey. Neden yatağında yatmıyorsun?"

Yerde yatan adamın gözleri hareket etti ve nefesi durdu, sırt kasları gerilir gibi oldu, ardından gözleri hızlıca açıldı. Bakışları direkt genç adamla kesişti.

Gözleri mavi, saçları turuncuya çalan bir kahverengiydi. Sakalları fazlasıyla uzamıştı. Üzerinde düğmeleri açık bir önlük vardı.

İlk önce başını ellerinin üzerinden çekti, ardından dizlerinin üzerinde durdu ve en sonunda avuçiçlerini de yere yapıştırarak genç adama dikkatlice bakıp hırlamaya başladı; dişlerinin arasından çıkardığı sesler bir hayvanın homurdanmasına benziyordu.

O an genç adam yerdeki adamın boynuna bağlı olan halkayı fark etti fakat çok geçti; hiç beklenmeyen bir anda yerdeki adam genç adamın bir hayvan gibi üzerine sıçradığında onu boynundaki zincir tuttu.

Adam hırlamaya başladı, dişlerinin arasından salyaları aktı; çıkardığı sesler bir büyükbaşı anımsatıyordu, dişlerini biliyor, genç adamı parçalamak istiyormuş gibi ona bakıyordu.

Genç adam refleks olarak geriye kaçarken sırtını kapıya çarptı ve o an tekrar neyin ne olduğunu anladı; karşısındaki adam artık bir şeyleri insanmışçasına düşünecek durumda değildi.

Dişlerinden akan salyalar yerlere uzanırken daha fazla hırlamaya ve çırpınmaya başladı; genç adam bağlı olduğu yere bakarken zincirin çok sağlam olmadığına kanaat getirdi ve hızlıca o odadan çıktıktan sonra bir dakika bile düşünmeden kapısını kapattı.*

Elleri yüzüne giderken parmakları yanaklarına saplandı ve derin nefesler almaya başladı; çellonun bastıran sesine rağmen odanın içinde bağıran, hırlayan adamın çırpınan sesini duyuyordu.

Alev tohumları ekildiği yerde baş vermeye başladı; baş verirken ise ateş değil keskin buzlar görünüyordu; parmaklarının ucu buz gibiydi, keskin buzları eritmek istiyordu.

Adamın zincirini kırdığı an, ilk ona saldıracağını da biliyordu. Yaşam, böyle bir düzenek üzerine kurulu gibiydi. Bağlandığımız zincir uzun olduğu kadar sıkıydı ve her hata yaptığımızda boynumuzdaki halka canımızı yakıyordu; zincirin kırılması, o insanın gerçekliğine mi, yoksa yalanına mı aitti, işte burası tam bir muammaydı.

İnsanlar, boyunlarındaki halkalarla zincirlere bağlanmış hayvanlardı; zinciri tutan ise insan olmak istemeyecek kadar bencil, zinciri koparmak istemeyecek kadar merhametli, iyileştirmek istemeyecek kadar gaddardı.

Zinciri koparan insan, gaddarca cezalandırılırdı çünkü buna katlanılması beklenilirdi.

Genç adam elini boynuna dokundurdu ve zihnindeki halkayı avuçlar gibi oldu; bütün gücüyle ileriye gitse bir yerden sonra zincir artık dayanamaz da kırılır mıydı, halka genç adamı boğar mıydı?

Suçlu o zaman zincir olurdu.
Zincir yaşamdı.

* Boanthropy (Öküz Sendromu): İnsanın kendisini bir büyükbaş hayvan olduğuna inandırdığı ciddi bir psikolojik rahatsızlıktır. Kendilerini hayvan gibi hisseden bu bireyler tam olarak bir süreden sonra büyükbaş hayvan gibi davranırlar. Tıpta çevrelerine zarar verdikleri nadir görünse de D. E. üzerinde yapılan müdahaleler, testler ve tetiklemeler sonucunda yırtıcı bir hayvana dönüştürmeye çalışıldı. Sonuç ise başarılı oldu.

Üçüncü kapının önünde duraksadı ve onu neyin beklediğinden emin olamazken başını eğip zaten ardına kadar açık olan kapıdan içeriye baktı.

Bu sefer gerçekten her şey normal görünüyordu.

Yatakta ona arkası dönük oturan sarışın bir kadın vardı; nefes alıp verişini omuz hareketlerinden anlayabiliyordu. Beyaz çarşafı oldukça kirliydi ve üzerinde beyaz önlük elbisesi vardı. Açık kolları fazlasıyla kirliydi, yaraları vardı fakat bu önemseyeceği ya da önyargıyla yaklaşacağı bir konu değildi; kendisi de aynı durumdaydı.

Odaya girer girmez içerideki iğrenç kokuyu aldığında eliyle ağzını ve burnunu kapattı. Odada dışkı ve idrar vardı; yatağın üzerinde bile lekeleri mevcuttu. Kadın daha hızlı nefes alıp vermeye başladı. Genç adam odada ilerlediğinde kadının saçlarına yapışan böcekleri gördü.

Bu kadarı fazla gibi görünse de içindeki önünü alamadığı merak onu alt edebiliyordu.
Yatağın kenarına geldi ve kadının yandan yüzüne baktı.

Yüzü de vücudu gibi kir içindeydi; yüzünün baktığı tarafındaki derisi soyulmuş, eti kararmaya yüz tutmuş gibi görünüyordu. Genç adam kendini tırnaklayarak bunu yaptığı kanısına vardı.

"Yardıma ihtiyacın var mı?" diye sordu genç adam tereddütle. "Sana yardım etmemi ister misin?"

Sarı saçlı kadın başını yavaşça ona çevirdiği vakit genç adam gördüğü yüzle kısa bir an duraksadı.

Kendisini başka bir dünyada hissetmesine neden olan bu kadının sadece bakışları değil, bedeni bile ölü gibiydi.

"İçimde kurtçuklar dolaşıyor," dedi kadın. Çatallaşan sesinde dinginlik ve öfke vardı. "İçimdeler, dolaşıyorlar ve çürüyen organlarımı yiyorlar."

Genç adam bunun kadın yaşarken imkânsız olduğunu bilse de, "Nasıl?" diye sordu. Girdiği odalardan birinde ilk defa biriyle iletişim kurabildiğini düşünüyordu fakat belki de şu an girdiği odadaki kadın en kötüsüydü.

"Bedenimde kan yok," dedi ve ürkek bir nefes aldı. "Kanım çekildi. Bedenimde kan yok. Ben yaşamıyorum."

Bu her insanın kurabileceği bir cümleydi fakat bu kadın açısından daha farklı ilerleyen bir yol olduğunu gösteriyordu.

"Sen yaşıyorsun," dedi genç adam ve ona biraz daha yaklaştı. "Nefes alıyorsun, hayattasın. Kendini öldürmeye çalışıyorsun, hepsi bu."

Kadın oturduğu yerden yavaşça kalktı ve genç adama değil, genç adamın hemen arkasına bakarak, "Ölü biriyle konuşuyorsun," diye fısıldadı. "Ölü biriyle konuştuğunu söylüyorlar. Kurtçuklar beni kemiriyor, kurtçuklar ciğerlerimi yiyor, organlarım artık canlı değil. Ben bir cesedim."

Sarışın kadın genç adamın üzerine yürümeye başladığında kararan dişleri açığa çıktı ve hiç ummadığı bir anda dişlerini koluna geçirip kendini ısırmaya başladı. Genç adamın ayakları birbirine dolansa da hızlıca gerileyerek kapıya yaklaştı.

Etine batırdığı dişlerinin arasından, "Hissetmiyorum," diye haykırdı kadın. "Canım yanmıyor."

Kadın, genç adamın üzerine doğru gitmeye devam ediyor ve dişlerini geçirdiği kolunu ise asla bırakmıyordu; adamın ise gözlerine takılan detaylar odada yatağın kenarında duran asit ve bıçaklardı.

"Hayır," dedi genç adam kapının eşiğine geldiğinde. "Sen canlısın ve hâlâ nefes alabiliyorsun."

Kadın dişlerini geçirdiği kolunu serbest bıraktığında kolu belirgin şekilde morarmış ve kan toplamıştı; çığlık çığlığa bağırdı. Çığlıkları çello sesini bile duyulmaz hale getirirken genç adam geri geri adımlarla çoktan odadan çıkmıştı ve içerideki kadından gözlerini ayıramıyordu.

"İçimdeler!" diye haykırdı kadın. "Kurtçukları öldürmeliyim. Organlarımı mahvediyorlar. Ben ölüyüm, ben cesedim! Ben yaşamıyorum!" Adımları birbirine girdi ve yere düştü, başını az önce adamın gördüğü asit şişesine çarptığında kapağı açılan şişeden yere asit dökülmeye başladı ve o yakıcı sesi duydular.

Kadın ilk önce genç adama, ardından yere dökülen aside baktı ve fayansı nasıl aşındırdığını gördüğünde, "Kurtçuklar," diye fısıldadı. "Ölüyüm. Kanım yok. Göreceksiniz, göstereceğim." Yarısı dökülen asit dolu şişeyi eline aldı ve genç adamla son kez göz göze geldiler.

Şişeyi havaya kaldırdı ve az önce ısırdığı koluna döktü; deri hemen buruşurken etten hızla yayılan yanık kokusu odayı sardı, kolundaki kemik ortaya çıkmaya başladı. Dudaklarına şişeyi yaklaştırdı; genç adam bu sahneye tanık olmak istemedi ve o odanın da kapısından uzaklaşarak hızlıca yürümeye başladı.*

"Hayır," diye mırıldandı. "Hayır. Her şey bu kadar kötü olamaz. Birileri benim gibi olmalı. Birilerinin aklı hâlâ yerinde olmalı."

Dikenli buzlar, alev tohumlarından daha fazla yeşerdi ve avuçiçlerine, karnına, kalbine, beynine batmaya başladı; elleri öfkeyle titriyor, gözlerinden can alma güdüsü okunuyordu. Bedeni buz kesmişti, kalbi alevlerin içindeydi; beyni ise onu bir asker gibi yönlendiriyordu.

Kendisini buzlu hançeriyle insanların canını alan Azrail gibi hissetmeye başlamıştı.

* Cotard Sendromu (Yaşayan Ölü Sendromu) - Şizofreni: Kişinin kendisinin öldüğünü ya da organlarının ölmekte olduğunu iddia ettiği bir psikolojik rahatsızlıktır. Sıklıkla kendilerinin ve dünyanın varlığından şüphe duyarlar. İnandırmak için kendine zarar vermeye meyillilerdir. Sendromun son aşamalarında hislerini kaybetmeye başlarlar, en sonunda ise hayatla iletişimlerini keserler. Şizofreni ve bipolar bozukluğu olan insanlarda daha fazla görülür. Çevrelerinden daha çok kendilerine zararları vardır. S. F. bu sendromun henüz başındayken bu merkeze gelmiştir fakat çevreye zarar vermesini istediklerinden onu gerçek bir yürüyen ceset yapmak için yapılan testler, tetiklemeler ile sendromu ilerletmişlerdir. Hiçbir sonuç alamamışlardır ve başarısız olmuşlardır. Asit, intihar etmesi için bilerek o odaya o sabah bırakılmıştır. Ölenler kadavra olarak kullanılmaktadır.

Tam o sırada birinin ona seslendiğini duydu ve başını çevirdiğinde diğer odanın kapısının önüne geldiğini gördü. İlk başta sesin nereden geldiğini anlamadı fakat başını eğdiğinde yerde oturan on-on bir yaşlarındaki bir erkek çocuğuyla göz göze geldi. Erkek çocuğunun kucağında bir kedi vardı ve genç adama tatlı bir gülümsemeyle bakıyordu.

Genç adam yavaşlayarak kapının önüne biraz daha yaklaştı ve göz ucuyla odanın içine baktı; her şey normal gibi görünüyordu fakat çocukla göz göze geldiği zaman bakışlarındaki korkutucu ifade onun duraksamasına neden olmuştu.

Yavaşça ve çocuğun biraz uzağında dizlerinin üzerine çökerek, "Merhaba," dedi genç adam. Erkek çocuğu gülümsedi. Sevecen bir tınıyla, "Merhaba," diyerek onu selamladı. "Seni ilk defa görüyorum."

Genç adamın kaşları hafifçe çatıldı. "Başka birilerini tanıyor musun?"

"Elbette!" diye şakıdı. "Sen şu odasından hiç çıkmayan adam değil misin?"

Çocuğun saçları altın sarısıydı ve gözleri masmavi bir gökyüzünü anımsatıyordu fakat gökyüzünün yıkıldığını genç adam ilk defa çocuğun bakışlarında görmüştü.

"Belki de," dedi ve elini çenesine yerleştirdi. "Burada ne işin var?" Erkek çocuğunun üzerinde beyaz bir atlet vardı. Oldukça çelimsiz görünüyordu fakat uzun boylu olduğundan genç adam emindi. Erkek çocuğu sırıttığında çürük dişleri ortaya çıktı. "Kedimi seviyorum. Bak, bu o."

Genç adam çocuğun gösterdiği kediye baktığı anda kedinin bir gözünün yerinde olmadığını ve bir kulağının da kesik olduğunu gördü. Oldukça çelimsiz bir kediydi ve uysaldan ziyade ürkekti. "Kediyi sokakta bu şekilde bulmuşlar, bana getirdiler ve ona bakmamı söylediler." Genç adam sevmek için elini kaldırdığında erkek çocuğu kedisini ondan gizledi ve kızgın bir ifadeyle baktı. "Ona dokunmana izin verdiğimi söylemedim, ona kimsenin dokunmasını istemiyorum."

Çocuğun söylediğini duymazdan geldi. "Perişan görünüyor," diyerek çocuğun gözlerinin içine baktı. "Üzülüyor musun?"

Erkek çocuğu dudaklarını büktü ve şeytanın çocukluğunu karşısında görüyormuş gibi hissetti; henüz o şeytan büyümemişti fakat büyümek zorunda kalacakmış gibiydi. "Onun bu haline üzülüyorum, ona yapmamı istedikleri şeylere daha çok üzülüyorum."

Yüzüne bir süre baktıktan sonra gözlerindeki hüznün gerçek olduğuna karar verdi. "Senden ne istediler?"

"Benden," dedi ufak çocuk duraksayarak ve sustu. Kelimeler ağzından çıkmadı fakat gözleri kedinin arkasına doğru kaydı. "Bunu ona yapamam, bunun yanlış olduğunu biliyorum ama her gün bana bir şeyler izletiyorlar, dinletiyorlar. Kedimi kullanmamı istiyorlar. Onu bu şekilde buldum, yardıma ihtiyacı vardı. Ona nasıl zarar verebilirim ki abi?"

"Lanet olsun," diye inledi genç adam ve çöktüğü yerden kalktı.

"Ona böyle bir şey yapmayacaksın. Asla."

"Hayır," dedi erkek çocuğu hiddetle. "Bunu ona yapamam, yapmam," çaresizlikle başını eğdi, "yapmak istemiyorum." Gözlerini kapattı. "Sürekli kafamın içine giriyorlar abi, beni kurtar."

Genç adam ilk önce kediye, ardından çocuğa baktı ve bakışları kısa bir an arka taraftaki kameraya doğru döndü; izlendiğinin hatta dinlendiğinin farkındaydı bu yüzden tekrar küçük çocuğa döndüğünde gözleriyle onun yaklaşmasını işaret etti ve yaklaştığında da kulağına eğildi. "Beni iyi dinle, bir gün buradan kaçacağım. Daima tek kaçacağımı düşünürdüm ama artık değil." Yüzünü uzaklaştırdı ve elini çocuğun başına koyup saçlarını sevdi. "Seni de yanımda götüreceğim. Burada benden başka aklı başında sen varsın, seni burada kötülüğe teslim etmeyeceğim, çocuk."

Küçük çocuğun gözlerindeki şeytan uzaklaşır gibi oldu ve normal bir çocuk gibi bakmaya başladı. İlk önce umuttu gözlerindeki, sonra umut uzaklaştı ve yerini umutsuzluğa bırakırken, "Ya sen de aklını kaybedersen o zamana kadar?" diye sordu.

Genç adam çöktüğü yerden ayağa kalktı, işaretparmağını dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. Birçok nedenden dolayı aklını kaybetmeyeceği konusunda söz veremezdi ama dudaklarından, "Ne olursa olsun," kelimeleri çıktı. "Aklımı kaybetsem bile seni kurtarırım."

Küçük çocuğun gözlerinin içine tekrar umutlar doğdu ve bir daha o umutlar hiçbir zaman silinemeyecekmiş gibi baktı; çocuk hissettiği umutlar sayesinde bile aklını kaybedemezdi.

Genç adam karşısındaki ufak, çaresiz çocuğa arkasını döndü ve dehşet içinde hızlı adımlarla ilerledi.

İlk bulduğu duvarın dibine çöktü ve ellerini saçlarına geçirerek derin nefesler almaya başladı.*

Çöktüğü yerde elleriyle saç diplerini çekiştirdi ve tam karşısında, yukarıda duran kameraya bakarak nefesini dengelemeye çalıştı. Birkaç dakika sonra kendine gelebildiğinde saç diplerini kanatacak kadar çok fazla tırnakladığını ve saçlarını çekiştirdiğini fark etti.

* Sadizm: Canlılara acı çektirerek zihnen doyum sağlamak. On bir yaşındaki A. D. iki sene boyunca sadizmi olan insanlarla aynı odada tutuldu, bu durum birçok hastalığı da beraberinde getirdi fakat A. D. üzerinde istedikleri başarıya ulaşamadılar.

Avuçiçlerine gömdüğü parmaklarını yavaşça açıp ellerini havaya kaldırdı. Tohumlar tamamen yeşermişti ve keskin olan buz, dokunduğu teni cayır cayır yakacak kadar öfkeyle mayalanmıştı. Kendi benliğini gitgide kaybetmeye başladığının farkındaydı fakat bu kaybediş, artık kendi isteğiyle olacak gibi görünüyordu.

Çöktüğü yerden doğruldu ve gözleri son odayla kesiştiğinde kapının aralık durduğunu fark etti. Hangi yolu seçeceğini kafasının içinde düşünürken adımları kendisi bile farkında olmadan o odaya doğru ilerlemeye başlamıştı.

Bedeninin titrediğini o saniyeye kadar fark etmemişti fakat ensesinden aşağıya inen ter damlaları yüzünden sanki bedenine dokunan el izleri varmış gibiydi.

Gözlerini birkaç saniye kapatıp açtığında son odanın tam karşısındaydı.

Bu odayı tanıyordu, bu kadını biliyordu hatta bilmekten öte, onun varlığının da farkındaydı. İçindeki öfke katlanarak artıp dişlerini sıktığında canının yandığını hissetti.

Kadına yaklaştıkça ojeli parmaklarının arasında tuttuğu çerçevenin içindeki bir fotoğraf karesine baktığını gördü. Biraz daha yaklaşıp kadının yüzünü profilden gördüğünde tebessümünü fark etti.

Kadının eli çerçeveye dokundu ve uysal hareketlerle o fotoğraf karesindeki kişiyi sevdi. Genç adam kadının yüzünü tam anlamıyla görebilmek için karşısına geçti fakat bedenindeki titreme ve öfkesi geçmek bilmiyordu.

Kadın odaya birinin girdiğinin farkında değilmiş gibi görünüyordu, çerçevedeki yüze öyle bir odaklanmıştı ki ve yüzündeki gülümseme o kadar sıcak görünüyordu ki bir başkası, onu sevgi dolu biri sanabilirdi ama gerçek aslında çok başkaydı.

Kadının arkasından yaklaştığında elinde tuttuğu fotoğraf karesindeki kız çocuğunu gördü. Fotoğraf bir deniz kenarında çekilmişti; dokuz-on yaşlarındaki kız çocuğu ayakta, kadraja bakarak gülümsüyordu. Sarı saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyor, yüzündeki tebessüm daha sevimli görünmesini sağlıyordu.

Elindeki dondurmasını havaya kaldırmıştı; parmak uçlarında duruyordu.

Genç adam farkında olmadan gülümsedi; fotoğraf karesindeki sarı saçlı çocuğun sevimli yüzünün kalbini yumuşattığını hissetti.

"Çok güzel," dedi kadın hayran bir tınıyla. "Çok güzel, değil mi? Masum ve duru."

"Öyle," dedi. "Ufaklık, nasıl da mutlu, öyle değil mi?"

Kadın fotoğraf karesinden başını kaldırıp genç adamın yüzüne baktı; açık yeşil gözleri ela gözlerle kesişti, bir süre sadece bakıştılar. Kadın kırklı yaşlarındaydı ve yüzünde diğer hastalar gibi hiçbir iz, leke yoktu.

Genç adamın çenesi kasıldı ve gözleri hemen arkasındaki duvara doğru kaydı.

Az önce arkasının dönük olduğu duvarda onlarca çerçeve vardı ve her çerçeve küçük çocuk fotoğraflarıyla doluydu. Köşedeki televizyonda ise bir kaset dönüyordu; turuncu saçlı, çilli, ufak bir kızdı. Küçücük bedeniyle kendi kendine dans ediyor ve sonrasında utanarak babasının kucağına koşuyordu.

Tanıdık his genç adamın damarlarından geçip boğazına ulaşırken bir yanma hissetti ve gözlerinin önündeki o turuncu saçlı kıza acıyla baktı. Turuncu saçlı kızı tanıyordu.

Kaset defalarca tekrara sardı. Döndü. Döndü. Döndü. Kız dans etti.

Genç adamın beynine ok saplandığında yeniden sandalyede oturan kadına döndü ve içindeki nefret öfkeyle yarışmaya başladı. "Onlar benim çocuklarım," diye fısıldadı kadın ama ses tonundaki o iğrençlik, genç adamın yumruklarını sıkmasına neden oldu. Gözleriyle kasetteki kızı işaret etti. "Onu da istiyorum."

Beyni alev tohumlarını ateşle suladı; kalbi, tohumlardan yeşeren buzların hepsini avuçlarına topladı; hisleri ise tamamen kapandı ve kalbinin atışlarını bir daha duymayacağına inandı.

Dakikalar birbiriyle savaşıyordu; zaman yavaş ilerliyormuş gibi görünse de çok hızlıydı.

"Ah küçük kız," dedi kadın kasete bakıp iç çekerek. "Güzel küçük kız."

Kaset başa sardı, kız ellerini havaya kaldırdı, kendi etrafında döndü ve kıkırdadı; yüzü kadraja yaklaştı, gülümsedi.

Genç adamın elleri nefret ve öfkeyle titrerken bir anda titremesi kesildi ve ruhu bedenini terk eder gibi oldu.

Kadın derin bir nefes vererek, "Küçük kız," diye fısıldadı.

Çilli kız elleriyle yüzünü kapatıp babasına koştu; genç adam tam o sırada, sanki çilli kızın onları görmeyeceğine emin olarak eğildi ve yerde duran cam parçasını bir an bile düşünmeden avuçlarının içine aldı, ardından kadının boynuna sertçe sapladı.

Kadının gözleri dehşetle açıldı, genç adam bir cam parçasını daha alıp boynunun başka bir yerine geçirdi. Kadının bedeni bu sefer acıdan titrerken konuşmaya çalıştı fakat konuşamadı; ağzının içinden ve burnundan kan gelmeye başladı, sandalyesinden düştü.

Genç adam son bir cam parçasını eline aldı ve kadının üzerine oturduktan sonra başını kaldırıp televizyondaki çilli kıza baktı. Elleriyle yüzünü kapattığı an, o kadar sert bir şekilde camı boynuna sapladı ki musluktan akıyormuş gibi fışkırmaya başlayan kan genç adamın yüzüne geldi. Ağzına soktuğu elbiseden dolayı nefes bile alamayan kadının ölüme kavuşması için saniyeleri kalmıştı.

Zaman hiç olmadığı kadar hızlı akıyordu; genç adama ise çok yavaş ilerliyormuş gibi geliyordu.

Her şey birkaç dakika içerisinde olmuştu.

Sakinlikle yerde yatan kadına baktı ve son nefesini de verdikten sonra gözleri açık bir şekilde ölümünü izledi. Ayağı ve kolları son defa kıpırdadı, ardından can verdi.

İlk cinayetini işlemişti; ilk cinayeti avuçlarının içindeki dikenli buzlardan ve alev tohumlarından olmuştu. Ellerine baktığında kandan avuçiçlerini göremediğini fark etti. Elinin tersiyle dudaklarına sıçrayıp bulaşan kanı sildi ve hiçbir şekilde pişmanlık hissetmeksizin odanın içindeki kamerayla bakıştı. Bu kadın çocuklara karşı haz duyuyordu, böyle insanlar adama göre nefes bile almamalıydı. Bütün istismara uğrayan çocukların intikamını almıştı.

Soğuk bir tebessüm dudaklarında can verirken, çellonun sesi bir an kesildi, ardından yüksek bir alarm sesi duyuldu.

Kırmızı ışıklar odanın içinde yanıp sönerken, genç adamın izleyicileri büyük bir memnuniyetle ona odaklanmışlardı; bu onların başarısıydı.

Amaçlarına ulaşmışlardı.

Genç adam son bir kez televizyona baktığında artık kasetin oynamadığını gördü.

Durdu.
Gülümsedi.

Bir eliyle yüzünü kapattı ve sessizce fısıldadı: "Pusulamı onun için kaybettim."

*

Gece, dolunaya gebeydi.

Ruhum dolunayın o eşsiz ışığında parçalanıyormuş gibi hissediyordum; ışığının altında yok oluyormuş gibiydim. Gözlerimi gökyüzüne kaldırmaya bile korkuyordum çünkü dolunayın bile artık anılarımı sileceğinden korkuyordum.

Gözlerim gökyüzünden ayrılıp onun yüzüyle birleştiğinde ayışığının beyaz rengi yüzüne vuruyordu. Bakışları bir an olsun dahi benden ayrılmıyor, gözlerindeki anlamsız ezgiler geride çalan şarkıyı bastırıyordu.

Sessizlik aramızda uzayıp giderken ikimiz sadece bakışmaya devam ettik. Onun ne yapmaya çalıştığını ilk defa anlıyordum; ne yapacağımı kestirmeye çalışıyordu fakat ben ne yapacağımı bilemiyordum. Çöktüğüm yerde öylece durmuş bekliyordum.

Solduğumu, eridiğimi hatta küle dönüştüğümü hissettiğim kadar yeşerdiğimi, birleştiğimi ve cayır cayır yandığımı ruhum bana söylüyordu.

Gözlerim kısıldı, yutkundum ve o an geçmişi de içime hapsediyormuş gibi hissettim. Korel Erezli sessiz bir duraksamanın hemen ardından aramızdaki o sözleşmeyi bozdu. "Bir tepki ver," diyerek tam gözlerimin içine baktı. "Bağır, çığlık at, haykır," fısıldadı, "ağla. Hıçkıra hıçkıra ağla ama bir şeyler yap."

Korel'in sesinde ilk defa kederin izlerini gördüm. Başımı eğip tekrar fotoğrafa baktım ve ardından Korel'e göstererek havaya kaldırdım. "Bu benim ablam." Korel fotoğrafa tekrar bakmadı, direkt benimle göz teması kurdu. "Bu benim ablam mı?"

Dünyanın belki de en acı ve en can yakıcı sorusunu soruyordum fakat içimdeki yangının başka bir sebebi olamazdı. İnsan tanımadığı birinden ötürü bu denli keder hissedemezdi. Kalbim bir parçasını çocuk havuzunda kanlı bileklerle terk etmişçesine acıyordu.

Korel bir cevap vermeden elimden fotoğraf karesini aldı. Bir süre fotoğrafa baktıktan sonra arka yüzünü çevirip yazılan adrese odaklandı. "Kendi el yazısı değil," dedi sesli düşünerek. "Başkasına yazdırmış. Sana savaş açmıyor, Prometheus seni yanına çağırıyor."

Gözlerimi kapattım, kucağıma düşen ellerimin parmaklarını birbirine doladım. Uzaktan biri görse Korel'den yardım dilediğimi düşünebilirdi fakat bunu yapmadım; benim yardım dilediğim sadece ve sadece hafızamdı.

"Mine Karaer," dedim kısık sesle. "Bu bir oyun mu? Hiç sanmıyorum çünkü kalbimin bileklerini kesmişler gibi hissediyorum."

Bir hareketlenme olduğunu hissettim. Korel sessiz bir küfür ettikten sonra, "Burada bana da bir mesaj var," diyerek homurdandı. Gözlerimi açıp ona döndüğümde hâlâ fotoğrafın arka yüzüne bakıyordu. Soru sorabilecek durumda olmadığımın o da farkındaydı. "Bak," dedi en sonunda ve yere çöküp fotoğrafı bana uzattı. "Adresin tarifi sence de çok uzun değil mi?"

Ne kadar umurumda olmasa da adrese baktığımda iki cadde ve üç mahalle adı vererek adresin tarif ediliğini gördüm. "Yani?" dedim yüzüne bakarak.

"Adresi tarif ettiği yerlerde bulundum; hepsinde, tek tek." Fotoğrafı bir an avcunun içinde sıkacak gibi oldu fakat gözlerinin içine öyle bir baktım ki durdu, ardından fotoğrafı bana uzattı. "Prometheus sadece seni değil, senin yanında beni de çağırıyor."

"Mine Karaer," dedim elimi enseme bastırarak. "Mine." Kafamı iki yana sallayıp, "Beni eve götürür müsün?" diye sordum. "Amcamla konuşacağım. Artık aptal Minel'i oynamaktan çok yoruldum."

Korel başını aşağı yukarı salladı ve ayağa kalkıp bana elini uzattı. Duraksamadan ve sorgulamadan elimi avcunun içine bıraktığımda beni kendine çekti.

Sessizce motosikletin olduğu yere ilerlerken, diğer günlerin aksine Korel hemen yanımda yürüyordu ve göz teması kurmaktan asla kaçınmıyordu. Geçerken aldığımız eşyalarımız onun elindeydi. Bedenimin üşüdüğünü hissedemiyordum, hava soğuk ya da sıcak, bu beni zedelemiyordu.

Motosikletine vardığımızda, "Hızlı kullan lütfen," dedim ve arka taraftaki kaskı elime aldım. "Hemen eve gitmek istiyorum."

"Turuncu," dedi Korel, ben kaskı başıma geçirirken. "Bu kadar sakin olman sence de tuhaf değil mi?"

Hiçbir şey söylemeden motosikletin arkasına zorlukla oturdum ve onun da oturmasını bekledim. Korel Erezli'nin hep sahip olduğu sakinliği sanki şu an bana geçmişti fakat acının beni hissizleştirdiğini o bile anlamamıştı.

Motosikletin önüne oturdu ve o da kaskını taktı. Büyük ihtimalle hava rüzgârlı olduğundandı. Gözleri zarar görebilirdi.

Motoru çalıştırdığında kollarımı bedenine sardım ve başımı sırtına yasladım. Son bir kere geldiğimiz yere bile bakmadım; bu yer bana cehennem olmuştu.

Acı bir insanı hissizleştirir miydi? Ben hissizleştiğimi hissediyordum. Tek düşündüğüm, amcamla yapacağım konuşma ve sonrasında izleyeceğim yoldu. Bu zamana kadar aptal yerine koyulduğumu, gözlerime siyah çarşaflar bağlandığını ve geçmişimi hatırlamamam için ellerinden geleni yaptıklarını biliyordum. Artık her şey farklıydı.

Artık aptal Minel olmayacaktım.

"İyi misin?" dediğini duyar gibi oldum Korel'in fakat yanıtsız bıraktım. Motosikleti çok hızlı kullandığını yanından geçtiğimiz arabaların silikleşmesinden anlıyordum. Rüzgâr bacaklarıma vuruyordu fakat soğuğa ihtiyacım varmış gibi hissediyordum.

Soğuk bir havuzda kendi sıcak kanıyla ölen kadının adı Mine Karaer'di.

Sarmaşıklarını yerinden koparmış olmalıydı.

Amcamın evinin caddesine girdiğimizde duruşumu dikleştirdim ve motosiklet yavaşlarken evin bütün ışıklarının yandığını gördüm. Kaskı başımdan hızlıca çıkarırken, Korel'le bir an birbirimize baktığımızda bir şeylerin yolunda gitmediğini anladık. Motosiklet tam evin önünde durduğunda, "Kaçtığımı anlamış olmalı," dedim Korel'in yüzüne bakmadan.

Kaskı motosikletin arkasına koydum ve tam ona arkamı döneceğim sırada bileğimden tutup beni kendine doğru çevirdi; o da kaskını çıkarmıştı. "Seni burada bekleyeceğim."

Öylece yüzüne bakarak, "Bekleme," diye mırıldandım. "Tek başıma yoluma devam edip Eskişehir'e gideceğim."

Korel'in kaşları çatıldı, bileğimden beni kendine daha fazla çekti. Çenemi eliyle kavrayıp, "Bana bak," diye fısıldadı. "Tek başına yoluna devam edersen o yolları yok ederim. Bu ikimizin meselesi haline geldi, Prometheus seni çağırıyor diye onun ayağına gitmek de ne demek?"

"O halde ikimiz ayrı ayrı meselelerimizi halledeceğiz," diyerek karşı çıktım. "Eğer o fotoğraf karesinde sana bir mesaj olmasaydı yine de bunu ister miydin? Eğer beni çağırıyorsa gidip ne olduğunu göreceğim çünkü öldürmek isteseydi böyle bir yol seçmezdi."

Çenemi havaya kaldırıp yüzüme iyice yaklaştı. "Siktiğimin mesajına siktiğim şekilde karşılık vermek isteseydim, bu zamana kadar o çevirdiği oklara karşılık verirdim. Bu ayrı ayrı problemler değil. Bu bizim problemimiz, bunu anlamıyor musun? Bizim, Minel. Bizim."

"Anlamıyorum." Yüzümü avcunun içinden kurtardım. "Hepiniz beni aptal yerine koymaktan başka hiçbir şey yapmadınız. Bu neden ikimizin sorunu, Korel? Neden ayrı ayrı sorunlar değil? Çünkü o lanet geçmişte sen de varsın, öyle değil mi?"

Sesim oldukça sakindi fakat bakışlarımdaki tehditkâr ifadeyi fark etmiş olacak ki bileğimi yavaşça bıraktı. "Seni bekleyeceğim."

O sırada amcamın evinin kapısının açıldığını duydum ve o sert ses bana seslendi. "Minel!"

Bir anlığına gözlerimi kapattım, o birkaç saniyede amcamla geçirdiğim günler gözlerimin önünden geçti ve tekrar gözlerimi açtığımda artık tamamen her şeye karar vermiştim. Korel'le kısa bir an bakıştıktan sonra ondan uzaklaştım ve arkamı dönüp amcamla yüzleşmek için ona baktım.

Amcam bana değil Korel'in yüzüne bakıyordu. Yumruklarını yavaşça sıktığını gördüm. Korel motosikletten inip hemen yanıma geldiğinde o da amcamla göz temasını kesmedi.

Bir süre sadece birbirlerine baktılar ve o an, birbirlerini tanıyor olabilecekleri düşüncesi zihnime düştü. "Sen ne yaptığını sanıyorsun!" Amcam öyle gür bir sesle bağırdı ki gökyüzünün yarılacağını düşündüm. "Odadan kaçmak ne demek? Ve bu..." Korel'e baktı, dişlerini kenetledi. "Buraya gel, yanıma. Derhal."

"Eve girelim," dedim sakince. "Seninle konuşacaklarım var."

Amcam bir anlığına afallar gibi olsa da kaşlarını daha fazla çattı. Eve gitmek için ilerlemeye başladığımda Korel'in de benimle yürüdüğünü gördüm. "Ne yapıyorsun?" dedim yüzüne bakmadan. "Olduğun yerde kal."

"Seni kapıda bekleyeceğim." İçten içe karşı çıksam da o saniye onunla tartışarak zaman kaybetmemek için amcamın yanından hızlıca geçip eve girdim. Amcam da ardımdan girdi ve Korel'in yüzüne kapıyı sertçe kapattı. Oturma odasına yürürken amcamın sert zeminde bıraktığı adım sesleri öfkelenmeme sebep olmaya başlamıştı.

Neyse ki hissizlikten başka bir duygu hissetmeye başlamıştım: öfke.

Amcamın sertçe kolumu kavrayıp beni oturma odasındaki koltuğa fırlatmasına karşılık şaşkınlıkla ona baktım. "O orospu çocuğuyla görüşerek ne yaptığını sanıyorsun?"

Yüzüne sessizce baktım ve bana söylediği yalanları gözlerinin içinden sayfa sayfa okumak istedim. Amcam ellerini saçlarına geçirdi ve olduğu yerde hareket ederek, "Sen bana emanetsin!" diye haykırdı. "Sana her şey yasak ve sen bir piçle görüşüyorsun, onunla geziyorsun. Şu haline bak, şu üzerindekilere bak. Onun için bok çukurundan farksız yerlere gidiyorsun! Hepsini Hazal'dan tek tek dinlediğimde sana neler yapacağımı..." Sustu ve yüzüme baktı. "O orospu çocuğunu nereden tanıyorsun?"

Fırlatıldığımdan dolayı önüme gelen saçları yüzümden çektim ve duruşumu dikleştirerek tam gözlerinin içine baktım. "Bana şu zamana kadar binlerce yalan söyledin, biliyorum. Şimdi senden tek bir doğru isteyeceğim." Amcam derin nefesler alarak bana bakıyordu. "Mine Karaer kim?"

Saçlarını avuçlayan elleri dondu kaldı ve çatılan kaşları düz bir hal alırken yüksek sesle yutkundu. "Sen bu ismi..." Hırsla dişlerini sıktı. "O piç söyledi, değil mi? O piç sana bu ismi verdi."

Hiç ummadığım bir anda hızlıca çıkış kapısına yürüdü ve kapının açıldığını duydum; ardından amcam, "Şerefsiz!" diye bağırdı. "Ona bunu nasıl yaparsın!" İfadesizce karşımdaki açık televizyona bakıyordum; bir futbol maçı oynuyordu ve masanın üzeri yine boş bira şişeleriyle doluydu.

Tepinme seslerinin ardından Korel ve amcam odaya girdi. Amcam Korel'in kolunu kavramış, onu sertçe öne itiyordu. Korel'in gözleri ise benim üzerimdeydi. "Bu söyledi, değil mi? Her şeyi sana bu söyledi."

Korel aynı şekilde bakmayı sürdürdü fakat çenesinin kasıldığını görüyordum.

Onlara yavaş adımlarla yaklaştım ve elimi Korel'in kotunun cebine sokup fotoğraf karesini ortaya çıkardım. Amcama doğru uzatırken, "Bunu bana Prometheus'un bir dostu verdi," diye açıkladım. "Bu kadın benim ablam mı?"

Amcam fotoğraf karesini elimden sertçe çekip aldı ve fotoğrafla göz göze geldiğinde Korel'in kolunu yavaşça bıraktı. Korel kolunu çekip yakasını düzeltirken bana bakmaya devam etti.

Fotoğrafla ne kadar süre bakıştı bilmiyordum ama amcam en sonunda ayakta duramayacak gibi olduğunda koltuğun kenarına oturdu ve fotoğrafın arkasını çevirip adrese baktı. "Mine benim ablam mı?" diye sordum.

Amcam başını kaldırıp ilk önce Korel'e sonra bana baktı. "Bu sana oynanan bir oyun..."

"Amca," dedim kelimenin üstüne basarak. "Bu kadın benim ablam, değil mi?"

Amcam parmaklarını burnunun kemerine bastırdıktan sonra, "Her şeye inanmamalısın," diyerek yine yalanlara başvurmak için hamle yaptı fakat o an fotoğrafı sertçe elinden alıp yüzüne yaklaştırdım.

"Lanet olsun!" Yüksek sesle bağırdığımda boğazımın yandığını hissettim. "Lanet olsun, beni aptal yerine koymaktan vazgeç artık! Şu fotoğrafı görüyor musun? Burada bir cinayet var ve sen hâlâ bana yalanlar uyduruyorsun!"

Geriye döndüm ve elime bir bira şişesi alıp duvara fırlattım. Şişe paramparça olurken amcam ayağa kalktı. "Kendine gel!"

"Yeter!" diye haykırdım. "Hayatı senin öğrettiğin gibi yaşamayacağım! Bir kere dürüst olmanı istedim, onu bile yapamadın. Bu kadar mı zor?" Fotoğrafı kalbimin üzerine bastırdım. "Burada bir can ölü, burada belki de benim canım ölü fakat sen hâlâ bana yalanlar uyduruyor, yanımdaki insanları suçluyorsun! Söylesene amca, senin bir ruhun var mı?"

Bakışlarım Korel'e döndü. "Sen benim amcamı tanıyorsun, o seni tanıyor. Sen benim kardeşimi biliyor musun? Günlerce yanımda hafızamla savaşmama şahit oldun Korel Erezli ve gaddarca bana sessizliğini korudun."

Amcam Korel'e dönüp, "Yaptığının farkında mısın?" diye sordu. "Her şey seninle başladı."

Korel bir süre daha bana baktıktan sonra başını amcama çevirdi ve sakince, "Maskeleri düşürüyor muyuz Ferit Karaer?" diye sordu. "İlk düşen maske seninki olsun ister misin?"

Amcam dişlerinin arasından, "Uzak durman gerekiyordu," diyerek hırladı. "Sen her şeyin başlangıcı ve bitişi olacaksın, bunu biliyordun."

Korel ellerini cebine yerleştirdi, birkaç adım atıp sırtı dönük şekilde amcamın önüne geçti. "Peki ya sana ne demeli? Yeğeninden sakladığın senin geçmişinin izleri ne olacak?"

"Sakın!" diye bağırdı amcam gür bir sesle. "Sakın orospu çocuğu!"

Korel dişlerini kenetledi, çenesi öyle bir kasıldı ki göz göze geldiğimizde bir adım geriye gitmek zorunda kaldım. "Korel," dedim sessizce. "Sakın..." fakat cümlem yarıda kesildi.

Korel masanın üzerindeki bir şişeyi sertçe masaya vurdu, şişe kırıldıktan sonra keskin tarafını eline alarak amcama döndü. Elini boynuna geçirip geriye iterek duvara yapışmasına neden oldu. Amcamın boğazını sıkarken, elinde tuttuğu şişenin keskin tarafını amcamın yüzüne yaklaştırdı. "Seni doğduğuna pişman ederim, bunu biliyor musun? Biliyorsun. Anneme küfür edemezsin."

Donuk bir ifadeyle olanları izlerken amcam nefes alamadığını belli eden sesler çıkarmaya başladı, benim yüzüme bakıyordu; amcam ilk defa benden yardım diliyordu.

Huzursuz hissetmem gerekirdi fakat bu zamana kadar amcamın bana söylediği yalanlar işte şimdi gözlerinden sayfa sayfa okunuyordu. Sessizliğimi korudum.

"Yeğenin senin bir katil olduğunu biliyor mu Ferit Karaer?" Şişenin keskin tarafını amcamın yüzüne daha fazla bastırırken elini boynundan çekip nefes almasını sağladı fakat camı yüzünden çekmedi. "Senin karını öldürdüğünü biliyor mu?"

Amcamın tam gözlerinin içine baktığım vakit bunu duyduğuma şaşırmadığımı fark ettim.

"Minel," dedi acılı bir sesle. "Beni kurtarmayacak mısın? Kurtarmak için çabalamayacak mısın?"

Ona hiçbir yanıt vermeden, "Nasıl öldürmüş?" diye sordum Korel'e.

Amcam öksürüyordu ve ara ara da bana yalvarıyordu; Korel'le hiçbir şekilde göz teması kurmuyordu.

Korel şişenin keskin tarafını amcamın boynuna bastırdı. "Gazla zehirleyerek. Ocağın gazını açıyor, kadını mutfağa kilitliyor ve evin dışında ölümünü bekliyor. Dakikalar sonra içeriye giriyor, öldüğünden emin olduktan sonra polisi arıyor ve kendi kanıtlarının hepsini siliyor, intihar süsü veriyor. Bakın şu işe ki karısının günlüğü polislerin eline geçiyor. Kocasından korktuğunu ve evden dışarıya çıkarmadığını okuyorlar. Tekrar sorgu için alındığında yalancı şahitlerle kendini yine temize çıkarmayı başarıyor."

Dehşetle Korel'i dinlerken tekrar amcamın yüzüne baktım ve onun bakışlarında artık o katil adamı da gördüm. "Bu evde mi olmuş bunlar?" diye sordum. "Sen bu kadar detayı nereden biliyorsun?"

Korel keskin yüzeyi amcamın boynuna biraz daha bastırdığında hafifçe kan akmaya başladı. "Sen cevap vereceksin buna, derhal, bu bir emirdir."

Amcam yutkundu ve gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü gördüm; kendine acındırmaya çalıştığını anlayabiliyordum. "Bu evde oldu," dedi hıçkırarak ve gözlerini kapattı.

"Detayları nereden biliyorum ulan?" diye bağırdı Korel. "Yanıtla, söyle, derhal."

Amcam başını iki yana salladıktan sonra, "Kameralardan," dedi. "Evdeki gizli kameralardan."

Elimle ağzımı kapatıp, "Sen," diye mırıldandım. "Hâlâ o kameralar devrede mi?"

"Devrede," dedi Korel. "Aslında günlerdir benimle görüştüğünü biliyordu, dakikası dakikasına her şeyden haberdardı. Öyle değil mi Ferit Karaer?"

"Kötü durumdaydık," dedi amcam, gözlerini açıp yüzüme baktı. O sırada Korel amcamın boynundaki şişeyi çekti. "Biliyorsun, kaçmak zorundaydık, izleniyorduk. O kameraları taktırmak zorundaydım."

Bana doğru yürümeye başladığında boynundaki kesikten ciddi görünmese de kan akıyordu. "Sen sadece yalancı bir adam değilsin," dedim geriye kaçarak. "Korkulması gereken bir adamsın. Her şeye rağmen amca," deyip tırnaklarımı boynuma geçirdim. "Bir kere baba sıcaklığını hissettir diye, bana sarıl diye senin sözünü hep dinledim. Aptalı oynayan Minel'in tek istediği belki de buydu fakat bunu bana hiçbir zaman yapmadın."

Amcam elini boynuna bastırdı ve kanı avcunun içinde gördüğünde daha yüksek sesle ağlamaya devam etti. "Sen babanın emanetisin, sana bakmak zorundaydım."

"Zorundaydın," dedim aynı şekilde. "Her şeyi zorunda kaldığın için yaptığını biliyordum ama artık emin olabilirsin amca, hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsin." Bana doğru yaklaşan amcamı elimi kaldırarak durdurdum. "Benden uzak dur. Artık bu eve de sana da zorunlu kalmayacağım; bak bana, artık o aptal Minel yok, sıcaklık bekleyen Minel yok. Geçmiş mi? Artık ben geçmişin peşinde olacağım ve geleceğim umurumda bile değil."

Amcam durup sadece yüzüme baktı. "Yapma, geçmiş seni öldürür."

"Öyle mi?" dedim ona arkamı dönerken. "Gelecek beni çoktan öldürmeye başladı bile ve sen benim ölümümü sadece kamera görüntülerinden izlerdin, bunu biliyorum."

"Minel," dedi amcam acıyla fakat ben çoktan ona arkamı dönmüş, merdivenlere doğru yürümeye başlamıştım. "Yapma kızım, kendini mahvedeceksin."

Soğuk bir kahkaha attım ve merdivenin ilk basamağına geldiğimde başımı çevirip ona baktım; Korel duvara yaslı, kollarını önünde bağlamış bizi izliyordu, amcamsa acıyla bana bakıyordu. "Kızım? Hadi ama yapma bunu. Senden tek bir dürüst cevap bekledim bütün yalanlarını affetmek için fakat bunu yapmadın." Yüzüne son bir ümitle baktım fakat amcam başını iki yana sallayarak elini boynuna bastırmaya devam etti. "İşte bu kadar. Zorunluluğun seni terk ediyor."

Koşar adımlarla odama çıktım ve dolabın yanındaki sırt çantama rasgele kıyafetler doldurmaya başladım. İç çamaşırlarımı doldururken gözüme odanın köşesindeki Korel'in deri ceketi takıldığında onu yatağın üzerine attım. Dolabımın çekmecesini açtım, kıyafetlerin arasından yerde bulduğum bilekliği çıkardım; bu Korel'inkiyle aynı olan bileklikti.

Onu da çantanın derinliklerine attıktan sonra üzerime rasgele bir kot ve yarım kollu beyaz bir tişört geçirdim. Sırt çantamı takıp ayaklarıma rahat spor ayakkabılarımı giydikten sonra ceketi de elime alarak odamdaki banyoya ilerledim. Diş fırçamı çantaya tıkıştırdıktan sonra hızlı adımlarla kapıya yöneldiğimde bir anlığına odama dönüp baktım.

Yutkunmakta zorlandığımda bu odada geçirdiğim zamanlar bir film karesinin parçaları gibi gözümün önünden geçti. Her parça ayrı ayrı acılarımdan başka hiçbir şeyi hatırlatmıyordu. Bakışlarım yatağın üzerindeki Berry'yle kesişti, küçük adımlarla yanına gidip onu da kucağıma aldım ve bir daha odama dönüp bakmadan oradan çıktım.

Merdivenleri hızlıca inerken oturma odasında hâlâ sessizlik hâkimdi. Sesi duyan Korel'in merdivenlere doğru yürüdüğünü gördüm. Amcam bana dönüp baktı, yüzünde gerçekten bu sefer acı vardı. "Canın çok yanacak."

Amcamın söylediğine yanıt vermeden, "Kendine iyi bak," diye mırıldandım. "Sen bana babamı hatırlatan en önemli şeydin."

Elimdeki ceketi Korel'e attım ve dış kapıyı açıp geceye çıktım. Korel peşimden gelirken arkamızdan kapıyı kapattı ve büyük adımları sayesinde koşar adım ilerleyen bana yetişti.

"Fotoğrafı aldın mı?" diye sordum yüzüne bakmadan ve yürümeye devam ettim.

Hiçbir şey söylemeden fotoğrafı bana uzattı. Elinden sertçe fotoğrafı çekerken motosikletinin olduğu değil de diğer tarafa, taksi duraklarının olduğu yere ilerledim. Fotoğrafı hızlıca çantaya koydum. Korel ise hâlâ peşimden geliyordu.

"Vazgeç," dedi en sonunda ve önüme geçti. "Geçmiş sana bir fayda sağlamayacak."

"Çekil," diye inleyip geçmeye çalıştım fakat Korel beni yine engelledi. "Çekil diyorum."

"Hayır," dedi ve ellerini iki yana açarak önümü tamamen kapattı. "Herhangi bir şey düşünmeden, bir plan bile yapmadan nereye gittiğini sanıyorsun? Amcan haklı, geçmişi neden silip atmıyorsun?"

"Ne saçmalıyorsun?" diyerek bağırdım. "Hatırlamadığım bir geçmiş var ve o geçmişten kaçmadığımı mı sanıyorsun? Ben ablamın ölümünü gördüm, o kanlı havuzu da göreceğim. Ben geçmişimi unutmadım Korel, bana geçmişimi unutturdular, neden?.. Artık hiçbir kuvvet beni durduramaz."

Kolunun altından geçip daha hızlı yürümeye başladım; dönüp arkama baktığımda peşimden geldiğini görünce iyice koşmaya başladım. Korel'den koşarak kaçıyordum; o ise hâlâ peşimdeydi, bunu biliyordum. "Turuncu!" diye bağırdı. "İstediğin kadar koş, tam arkanda olacağım."

Elimde tuttuğum oyuncak sallanıyordu, çantam sırtıma ağır geliyordu, bacaklarımdaki his uzaklaşıyordu fakat koşmaktan vazgeçmedim. Kaçtığım Aptal Minel'di, onlara inanan aptal Minel'i onların yanında bırakmak istiyordum.

Eli kolumu sıkıca tuttu ve beni kendine doğru çevirdi. Nefes nefese yüzüne baktığımda evin olduğu yerden uzaklaşmıştık ve terlediğim için saçlarım alnıma yapışmıştı.

Korel elimdeki oyuncağımı hızlıca çekti ve havaya kaldırarak, "Şuna bak," diye hırladı. "Hâlâ oyuncağından ayrılamayan küçük kız çocuğusun ama kendi boyundan daha büyük işlere kalkışıyorsun. Geçmişinin seni parçalayacağından haberin bile yok, değil mi?"

"Kapa çeneni!" deyip onu itekledim. "Ben bir oyuncağa değil, özel olan her şeye değer veririm ve senin o olmayan kalbin bunu anlayamaz. Benim haberim yok ama senin var, değil mi? Günlerce beni salak yerine koymana izin verdim. Geçmişimin hangi parçasına aitsin bilmiyorum ama o parçada kalmaya devam et ve yolumdan çekil."

Korel elinde tuttuğu oyuncağı bana uzattı ve sertçe elinden aldığımda gözlerimin içine baktı. "Bir kalbe sahip olmadığımı mı düşünüyorsun?"

Altdudağımı dişledim ve saçlarımı çekiştirdim. "Sorun bu mu? Senin kalbinin olmadığını düşünmem mi? O gece evde bir köpeğin başıyla karşılaştığımda bile geçmişimi biliyordun, en başından beri biliyordun. Söylesene, hayatımdaki yerin neydi?"

"Sana bir soru sordum," dedi. "Bir kalbe sahip olmadığımı mı düşünüyorsun?"

"Belki bir kalbe sahipsin, Korel Erezli," dedim hiddetle. "Fakat o kalbin içinde artık ufacık bir vicdan olduğuna bile inanmıyorum. Gaddar bir kalbin var ve bu da artık umurumda değil."

Korel ilk defa kederli bir ifadeyle gülüp, "Hayat hakkında ne biliyorsun?" diye sordu. "Belki de bilmediğin bazı şeylerin üzerine gitmemen gerekiyordur; belki de sana anlatılmayacak, anlatılsa mahvolacağın şeyler vardır. Bunları düşünebiliyor musun? Hayatım boyunca gördüğüm her yüz benim bu zihnime kazılı ve senin o söylediğin vicdanımı o yüzlerde bıraktım."

"Hayat hakkında bildiğim her şeyi bana unutturdular," dedim hızlıca. "Ve bildiklerimi tekrar önüme getiren Prometheus adında bir seri katil var. Bunu benim iyiliğim için yapmıyor, değil mi? Sorgulanacak binlerce şey var ama Korel, hayır, artık senden yardım istemiyorum. Hayatıma aniden girdin ve rolünü oynadın."

"Ve?.." dedi Korel geriye bir adım atarken.

Yutkundum ve gece boyunca ilk defa ellerimin titrediğini hissettim. "Ve," dedim başımı dikleştirerek, "o rol bitti." Neydi bu simsiyah bulutları üzerimde hissettiren şey? Korel'e karşı olan tarifi imkânsız bağlılığın sebebi neydi? Tek bir cümleydi, zordu, dilimin ucuna geldikçe kezzap döküp yakmak istediğim cümleyi sesli söyleyemiyordum.

"Söyle." Sesi netti, bakışları ifadesiz; benim aksime onun siyah bulutları yokmuş gibi görünüyordu.

"Yanımda hiç olmadın," dedim tırnaklarımı avuçiçlerime batırırken. "Bir kere bile olmadın, sadece bir seyirciydin ve senin vicdansızlığın bir insana sarılmak ne demek, onu bile bilmedi."

Başını omzuna düşürdü, gözlerini bile kırpmadı. "Sarılmak vicdanla ilgili bir şey değildir, Turuncu."

"Söylesene," dedim öfkeyle. "Karanlık odada sana ışık yakmanı istediğimi söylemiştim, sense ışık yakmak yerine ışığı tutacağını ve o çarşafların altında ne olduğunu bana göstereceğini anlatmıştın. Bu şekilde mi?"

Korel'in parmakları çenesine gitti, parmağını yanık izine bastırdı. "Göstermediğimi mi düşünüyorsun?"

"Neden oyun oynuyorsun?" diye sordum. "Neden çarşafı fırlatıp atmak yerine ışık tutuyorsun? Bunu hak ettim mi? Oturduğum evde kamera olduğunu ben bilmiyorken sen biliyorsun, amcamın kayıtlarına kadar ulaşabiliyorsun ve bunu bile bana söylemekten âcizdin."

Korel omzunu kaldırdı. "Olaylara istediğin gibi bakıyorsun ve gözünün önündekini göremiyorsun. Kameralar gizli değil, tavanda asılılar fakat sen yeryüzüne öyle odaklısın ki gökyüzüne başını çeviremiyorsun."

Acıyla güldükten sonra, "Bunu sen söyleme," diyerek karşı çıktım. "Ben bulutlara hayranken sen yağmurdan nefret eden bir adamsın. Bir şey söyleyeyim mi Korel? Senin hakkında hiçbir şey bilmediğimi fark ettim. Belki de gerçek adın Korel bile değildir."

"Belki de ben hiçbir şeyimdir," dedi hızlıca. "Fakat bu senin hayatımı merak etmene engel olmadı."

Yüzüne uzun bir süre baktım. "Ben senin her izini merak ettim," dedim üzerine basarak. "Senin dilinle emarelerinin her hikâyesini tek tek merak ettim. Benliğini, gerçeğini hatta yalanını bile merak ettim ama hiçbir zaman senin izlerini görmezden gelmedim." Duraksadım ve gözlerimi sıkıca kapatıp açtıktan sonra zihnimden geçen o cümleyi söyledim: "Hayatımdan çıkmanı istiyorum."

Bu cümleyi duyacağını biliyordu, farkındaydım. "Sarılamıyorum," dedi kısık sesle. "Sarılmadım. Sarılmadığım için mi?"

Ruhumun dikiş attığım yaralarındaki iplerin tek tek koptuğunu hissettiren bu cümlesi, Korel'i ilk defa bu denli masum görmeme sebep oldu. Bir cevap veremedim, dikişleri açılan yaralarım ruhumu baştan aşağıya kanatmaya başladı.

Korel sessiz birkaç saniye boyunca gözlerimin içine baktı; cümlesi kulaklarımda çınlamaya devam ederken Korel'in yaprak sarısı gözlerinde o soruyu okudum. Başını aşağı yukarı salladığında, "Haklısın," diyerek beni onayladı. "Belki sana yardımcı olabilecekken yardımcı olamadım, belki seni bazı yollardan döndürebilirdim fakat döndüremedim, belki sana zarar verebilecek birçok şeyi fark ettiğim halde durdurmadım," duraksadı, sustu, gözlerimin içine baktı, "belki senin sarılmaya ihtiyacın olduğu zaman sana sarılamadım fakat sen de bana sarılmanın nasıl bir his olduğunu tekrar hatırlatmadın. Bak," dediğinde bir adım geriye gitti, "seni belki sarılarak iyileştiremem, bunu beceremem ama sen bana sarıldığında güvende hissetmeni sağlayabilirim."

Korel'in hayatımdan çıkmasını söylememe rağmen direnerek karşımda durması ve bana kollarını sunması ona göre bir davranış değildi; benim tanıdığım Korel'e uygun bir davranış değildi.

Sanki ağır bir taş yutmuşum gibi hissetmeme sebep olan cümleleri ondan bakışlarımı kaçırmama sebep oldu çünkü Korel Erezli'yi ilk defa böyle görüyordum. Tek diyebildiğim, "Sana sarılmanın nasıl bir his olduğunu daha önce hatırlattım mı?" diye sormak oldu.

Korel beklediğim şekilde bana hiçbir yanıt vermedi, düz bir ifadeyle bakmayı sürdürdü.

"Neden?" diye sordum çaresizce. "Neden geçmişimin önüne hepiniz set çekiyorsunuz, benim geçmişimde ne var? Sen Korel, sen benim geçmişimin bir parçasısın, değil mi?"

Yine cevapsızdı fakat inkâr etmiyordu; bir an, sadece bir an onu suçluyor olabileceğim aklıma geldi fakat her şey o zaman çok anlamsız olurdu. Onu ilk gördüğüm günden beri karşı konulamaz bir şekilde ona çekilmem ve tanıyormuşum gibi hissetmemin nedeni elbette ki geçmişimin parçası olmasıydı.

İki yol açılıyordu önümde: Korel'i bana anlatmadıklarıyla, yalanlarıyla kabul etmek ve Korel'i tamamen hayatımdan çıkarıp kendi doğrularımı yalnız başıma aramak.

"Bir kerecik," dedim ona biraz daha yaklaşarak. "Gözlerimin içine bak ve bana dürüstçe tek bir şey söyle."

Korel gözlerini kısarak, "Gitmemi istiyor musun?" diye sordu, tınısında küçük bir erkek çocuğunun duygusallığını hissettim.

"Ben şu an senden sadece tek bir dürüst cevap istiyorum, geriye kalan her şeyin canı cehenneme fakat sadece belki şu an değil ama ilerisi için sana inanmama sebep olacak bir şey ver bana. Tek bir dürüst yanıt."

Olduğu yerde rahatsızca hareket etti ve elini saçlarına geçirerek derin bir nefes aldı. Gözlerini bir an kapatıp açtığında daha kararlı bakıyordu. "Mine Karaer," dedi emin bir şekilde ve hissettiğim dürüstlüğüyle. "Mine Karaer senin ablan."

Gerçeği Korel'in dudaklarından dökülen kelimelerle onun sesinden duymak kendimi daha kötü hissetmeme neden olmuştu. Gözlerimin önüne fotoğraf karesi geldi. Birkaç derin nefesin ardından gözlerimi kapattım ve elimi kalbime koyarak ablamın olduğu düşüncesi bir yana, öldüğü düşüncesine alışmaya çalıştım.

"Düşünsene," dediğimde dudaklarıma kadar canımın acıdığını hissettim. "Ablamın olduğunu, öldüğünü öğrendiğim gün duyuyorum. Bu yeni doğan bir bebeğin aynı anda ölmesi gibi bir şey. Gözlerimi kapatıp düşündüğümde tek hissettiğim, buz gibi soğuk. Dondurucu, öldürücü belki de. Tek hissettiğim, soğuk."

Zihnim hızlı bir girdap gibi kendi içinde dönerken, daha önce hiç karşılaşmadığım görüntüler gözkapaklarımda belirdi ve kendimi bir evin içinde gördüm. Sahne değişti: Çıplak ayaklarım karların içindeydi. Her şey tamamen değişti: Bir adamın sesini duydum, beni yatağımdan kaldırıyordu, görüntüsü canlandı, başında bir maske vardı.

Hafızam zihnime tekrar uğramaya başlıyordu. "Ne oldu?" dedi Korel ve merakla yüzüme baktı. "İyi misin?"

"Hiç," diye kekeleyip saçlarımı geriye attım. "Hiç. Sadece başıma ağrı girdi."

Kendisi bana dürüst gelmediği sürece ona dürüst gitmeyecektim, artık bundan emindim. Zihnen yalnız başıma yürümeye devam edecektim; ruhumun ise itiraf ettiği tek bir konu vardı: O da Korel Erezli'ye ihtiyaç duyan bir tarafının olduğuydu.

Oluşturduğum yollara baktım; gözümün içine baka baka benden birçok şeyi saklamasına izin vererek onunla yan yana mı duracaktım, yoksa arkamı dönüp gidecek miydim?

Biliyordum ki arkamı dönüp gittiğim an Korel bu sefer durdurmayacaktı ve geçmişin içinde savaşırken yapayalnız kalacaktım; bencil düşünen tarafım yanında birisinin olmasını istiyordu fakat her şeyden önce ruhumun kendini güvende hissetmeye ihtiyacı vardı.

Ona biraz daha yaklaştım ve gözlerinin içine bakmayı sürdürdüm. Geriye gitmedi, direnmedi ve bekledi; belki de arkamı dönüp gideceğimi düşündü fakat bunu yapmak yerine kollarımı havaya kaldırıp beline doladım, ardından parmaklarımın ucunda yükselerek ona sarıldım. Başımı göğüs kafesinin altına yerleştirirken kalbinin atışı kulağımdaydı ve gitgide hızlandığına şahit oluyordum.

Daha sıkı sarıldım, gözlerimi sıkıca kapattım ve parmaklarımın ucunda daha fazla yükseldim. Birkaç saniye sonra saçlarımda elini hissettim, ardından omuzlarımdan beni kendine daha çok çekerek o da bana sarıldı ve kül kokusunu içime derin derin çekmemi sağladı.

Bir insan külün kokusunda güveni hisseder miydi? Onun külünün kokusunda kendimi hiç olmadığı kadar güvende hissetmiştim. Sanki kalbinin atışı, bir kuşun çırpınışıydı ve ben Korel'e sarılmadığım zaman o kuş çırpınmaktan vazgeçecekti.

"Senin kollarında güvende hissettim," deyip gözlerimi kapattım. "Bütün yalanlara, oyunlara, geçmişin kirlerine rağmen kollarında güven var."

Parmakları saçlarımda dans ediyor, bedeninin sıcaklığı bedenimi kavrıyordu. "Duyuyor musun?" diye sordu. "Tam başını yasladığın yerde atan bir şey var."

Korel Erezli hatırladığım zaman diliminde ilk defa bana sarılıyordu, onun hatırladığı zaman diliminde sarılıp sarılmadığını merak edemiyordum. Bambaşka bir tadı vardı; kolları bedenime sarılıydı, benim kollarım onun güçlü cüssesindeydi.

Korel Erezli tadına varmak istemediğim bir zehir gibiydi; geçmişimde o zehir beni öldürmemişti fakat yaşatmamıştı da. Korel Erezli'ye sarılmak o zehri her şeye rağmen içmek, ölmeyeceğinden emin olmak gibiydi.

Yavaşça çenemi göğüs kafesine yasladım ve aşağıdan ona uzun uzun baktım; o ise yüzüme bakmıyordu. Çenesindeki yanık iziyle bakışırken, "Duyuyorum," diye fısıldadım. "Varlığını hissediyorum."

Başını eğip gözlerimin içine bakmaya başladı. Bakışlarına bir süre odaklandığımda onun da geçmişinin kir içinde olduğunu biliyordum; kirlerinden arınamamıştı, her şeye rağmen bazen temiz bakabiliyordu.

"Her şeyi gördüm, Çilli," dedi emin bir şekilde. "Hayatım boyunca aklına gelebilecek her şeyi gördüm ve her işkenceye maruz kaldım; hayatta tatmadığım acı kalmadığında bile yeni bir acı sanki benim için yaratıldı ve önüme getirdiklerinde karşı çıkmadan o acıyı kucakladım." Harelerinde yaraları vardı, bu yaralar geçmişinden geliyordu ve somut olsaydı daha az canımı yakardı. "Bense hep tek bir şey için savaştım, kulağını dolduran o atış için. İlk önce merhametimi damarlarımdan söküp aldılar, ardından vicdanı iliklerimde kuruttular ama bir kalbim hep vardı," diyerek fısıldadı.

Korel'in ilk defa bakışlarında gerçekleri bu kadar net görüyordum; bana gerçeklerini söylerken ilk defa bakışlarını gizlemiyor, maske takmıyordu.

"Sana şu an hiç olmadığım kadar dürüst olacağım ve bu belki de bir daha hiç olmayacak." Yutkundu, devamında derin nefesi geldi. "Benim kalbim pusulam," dediğinde yüzüme doğru eğildi ve birazcık geriye giderek alnını alnıma yasladı. "Ben pusulamı küçük bir kız için kaybettim ama yok etmedim. Fakat o boşluğu iyilik ya da kötülük için yine küçük bir kız uğruna hep var edeceğim, söz veriyorum."

Sustu, yüzünü yüzümden uzaklaştırırken sarılmaya devam etti; bu sefer beni göğüs kafesine hapsetmek istiyormuş gibi sardı ve pusulasını daha net duymamı sağladı.

"Söz veriyorum," dedim karşı çıkmadan. "Kalbini var edeceğine hep inanacağım." Sıcaktı, hissedilebilir şekilde ruhu hâlâ sıcaktı ve bana anımsayamadığım geçmişimin sıcaklığını veriyordu, buz gibi karlara ayaklarımı bastığım zamanın hissini ısıtıyordu.

Korkularımı yok eden, geleceğimi var edebileceğime inanmamı sağlayan bir sıcaklığı vardı.
Bu sıcaklığın tek bir adı vardı: güven.

Fark etmiştim; Korel Erezli'ye sarılmak tekrar tekrar zehir içmek gibiydi.
Fark etmiştim; Korel Erezli'ye sarılmak, bir aileye sarılmak gibiydi.