logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

5. GİRDAP

Views 917 Comments 24

Kaçışların yumuşak zeminde bıraktığı adım izleri, takip edildiğimiz insanlar için bir pusula olmuyor muydu?

Her kaçış, arkasında başka bir adımı bırakıyordu. En kusursuz kaçış, zihnin içinde gerçekleştirdiğimiz kaçıştı ve bu kaçışlar, kendi zihnimizden başka hiçbir zihinde adım izi bırakmazdı.

Bir noktada zihnimin solgun taraflarında kaçtığım birilerinin, bir şeylerin, varlıkların, belki de tek bir kişinin olduğunu biliyordum fakat bu kusursuz kaçış, beynimin içindeki etten duvarlardan damlayan kanların beni boğmasına engel değildi. Her damlayan kan, damarlarımı tıkıyordu ve tıkanan damarlar, adımlarımı yavaşlatıyordu.

Bir ilkbahar sabahını anımsar gibi oldum.

Babamın kucağında oturuyordum ve havuzun kenarındaydık. Havuzu henüz doldurmamıştık ve havuzun dibindeki su yeşil rengine dönmüş, havuzun üzeri ölmüş canlılarla dolmuştu. Annem mutfakta İngiliz aksanlı bir kadının şarkısıyla hem dans ediyor hem kahvaltı hazırlıyordu. Babam ise saçlarımı okşayarak elindeki kitaptan bana defalarca dinlediğim masalı anlatıyordu.

"Baba," diye homurdanmıştım. "Bu masaldan çok sıkıldım, anlatma artık."

Babam güldü ve başımın tepesine serin, huzur veren bir öpücük kondurduktan sonra, "Benim güzel kızım," diye mırıldandı. "Her seferinde dinlemediğini bildiğim için aynı masalı anlatıyorum sana."

Şımarık bir kız gibi kollarımı önümde bağlayıp, "Ben korku hikâyelerini seviyorum," diye inledim.

O zamanlar İzmir'de yaşıyorduk ve mevsim ilkbahar olmasına rağmen hava terletiyordu.

Üzerime giydiğim karpuz desenli elbisemin dantel kısımlarıyla oynamaya başlamıştım ve babamın omzuna yattığım yerden başımı kaldırıp yüzüne bakmıştım. "Beni korkutabilir misin babacığım?"

Babamın gözlerinin içinin bulutlandığını o yaşıma rağmen fark etmiştim. Önüme gelen saçı kulağımın arkasına sıkıştırıp alnımdan öpmüştü. O kadar sıcak, o kadar şefkatliydi ki babamın kokusunda hissettiğim, meleklerin kokusuymuş gibi gelirdi.

"Minel'im," dedi soluk bir sesle. "Cennetimin inci tanesi. Korkmuyor musun zaten?"

Dudağımı büzüştürmüştüm. "Neden korkacakmışım ki?"

"Kaçıyoruz," demişti ilk defa o zaman. Benimle en net konuştuğu zamandı. "Bu kaçışlar seni korkutmuyor mu?"

Ufaktım. Oldukça ufaktım ve onun ne demek istediğini anlayamamıştım. Annem içeriden başka bir şarkıya geçtiğinde kafamı sallayarak şarkıya eşlik ettim ve babama gülümsedim. "Sürekli yeni yerler görmek, kaçmak mı demek?"

Babam ilk defa o zaman bana acıyarak baktı. İlk defa o zaman perdelerini kaldırarak bu kadar net baktı. "Hayır," dedi net bir sesle. Başka diyecek hiçbir şeyi yokmuş gibi duraksadı ve bakışlarını kirli havuza çevirdi.

Babamın saçlarının kırlaşmaya başladığı zamanlardı. Yaşım hâlâ tek haneli olmasına rağmen, saçlarına rüzgâr değdiği zaman duyumsadığım ona özgü şampuan kokusunu bu yaşımda bile hissedebiliyordum. Küçük ellerimi babamın yüzüne koyup gülümsemiştim.

"Kaçmak ne demek? Neyden kaçılır babacığım?"

O zamanlar sorularımın, babamın kalbine indirdiğim balta darbeleri olduğunu bilmiyordum. Bilgisizdim, küçüktüm ve sürekli taşınmalarımızı eğlence haline getirecek kadar toydum. Yeni şehirler demek, yeni yerler demekti. Yeni ev. Yeni oda. Yeni renkler.

"Her şeyden kaçılır, Minel'im," demişti babam acılı bir sesle. "Bazen birilerinden, bazen bir nesneden, bazen bir eşyadan," duraksayıp derin bir nefes almıştı, "bazen ise bir çocuğun geleceğinden."

O yaşımda o toy halimle babama dönüp, "Ya kaçtığımız kendimizsek?" diye sormuştum ve babamın dehşet içinde dönüp bana baktığını net bir şekilde hatırlıyorum. Gözleri buğulanır gibi olmuştu.

Ya kaçtığımız kendimizsek?

Babamın bakışları benden uzaklaşıp havuzdaki kirli suya dönerken, gözlerine satır satır yazılan kelimeleri çocuk halimle okuyamıyordum. Babamın omzunun üzerinden mutfağa baktığımda müzik sesi susmuştu ve annem pencereye omzunu yaslamış, bir eli dudaklarının üzerinde bizi dinliyordu.

Anlamlandıramamıştım.

Babamın bakışları yeniden bana döndüğünde, gözlerinin içindeki damarların kırmızı rengini aldığını ve yüzünün renginin attığını görmüştüm. Bir anda beni alnımdan öpmüştü; gözlerimden, yanaklarımdan, burnumdan, başımın üstünden, saçlarımdan...

Babamın kucağında anlık bir oyuna çevirdim ve kıkırdayarak ondan kaçmaya başladım.

"Beni korkutamadın babacığım, korkmuyorum!" Çırpınışlarım ve kıkırdayışlarım geniş bahçemizi doldururken tepemizdeki ağaçtan kuşlar uçuşmaya başladı ve sadece benim sesim yankılandı.

"Cennetteki inci tanem," dedi babam, sesindeki tını ateşlerin içinde cayır cayır yanıyordu.

"Korkmalısın. Korku sana gerçeği hissettirir, benim güzel kızım. Korkmalısın."

Gülüşümün arasında küçük ellerimi babamın yüzüne yerleştirip, "Canım babam," diyerek kıkırdamıştım. "Sen varken ben hiçbir şeyden korkmam ki."

Babam başını iki yana salladı ve annemin hıçkırdığını duyar gibi olmuştum. Babamın omzunun üzerinden mutfak kapısına baktığımda annem yerinde değildi ve o İngiliz aksanlı kadın artık şarkı söylemiyor, kuşlar uçuşmuyordu.

"Korkacaksın," demişti babam. Bu tek kelimeyi o kadar kesin, o kadar kadere meydan okuyarak söylemişti ki içimin titrediğini anımsıyor gibiyim ama babamın kollarında olduğum için bunu hissetmemiştim.

Babam gözlerimin içine bakarak elini pantolonunun cebine atıp, "Sana bir hediye aldım," diye fısıldadı. Sevinçle ellerimi birbirine çırparken babamın kucağında nasıl heyecanlandığımı unutmak mümkün değildi. Cebinden çıkardığı ve daha önce görmediğim gümüşrengi eşyayı bana uzattı. İlk başta hayal kırıklığına uğrayıp yüzümü buruşturmuştum fakat babamın küçük elimi tutup o eşyayı avcumun içine bırakışını ve parmaklarımı üzerine nasıl kapattığını unutamazdım. Ağırdı, soğuktu.

"Bu ne?" diye sormuştum tutmakta zorlanarak. Parmaklarım kavrarken bir yandan da ne olduğunu çözmeye çalışıyordum.

"Mızıka, güzel kızım," dedi gülümseyerek. Gülüşü, bir babanın solgun ve ölü bedeni kadar soğuktu.

"Çikolataya benziyor."

Babam kısık bir kahkaha attı ve mızıkayı alarak iki eliyle tuttu. Mızıkayı dudağına yaklaştırırken göz kırptı. Derin bir nefes aldı, nefesini mızıkaya doğru verdiğinde tiz bir ses o çikolataya benzeyen eşyadan yükseldi ve olduğum yerden sıçradım. Babam hızını kesmedi, dudaklarını nefesiyle mızıkada gezdirdi ve birkaç saniye içerisinde hoş bir ezginin kulaklarımda can bulmasını sağladı.

Kuşlar ağaçlara kondu, rüzgâr durdu, güneş yakmadı, havuz kirini gizledi. Geniş bahçemizi o kadar güzel bir ezgi kapladı ki başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gökyüzü ve bulutlar, mızıkayla dans ediyor gibiydi.

Babam son nefesini verdiğinde bir dakikadan kısa bir süre çalmıştı. İlk başta öylece bakmış, sonrasında ise alkışlamıştım.

"Mızıka!" Olduğum yerde zıpladım. "Mızıkamı istiyorum. Benim o!" Babam kafasını aşağı yukarı sallayıp mızıkayı bana uzattı ve tekrar avcumun içine yerleştirdi.

"Benimdi bu," dedi. "Ve artık senin, güzel kızım."

"Bana çalmayı öğreteceksin, değil mi?" dedim heyecanla ve mızıkayı çalmak için dudaklarıma yaklaştırdım fakat babam buna engel olup elimi tuttu.

"Canım!" diye seslendi annem içeriden. Sesi kısık ve heyecansız geliyordu. "Kahvaltı hazır."

Kaşlarımı çattım. "Şimdi değil," dedi babam, yüzümü ellerinin arasına alarak. "Şimdi nefesin yetmez bunu çalmaya." Mızıkama baktım. Koyu gümüşrengindeydi ve üzerinde bir şeyler yazıyordu. O zamanlar okuma yazma bilmediğim için anlayamamıştım fakat babam için özel olduğunu biliyordum.

"Şimdi değilse ne zaman?" diye sordum heyecanla. "Sen öğreteceksin, değil mi?"

İkinci defa sorduğum bu sorudan sonra babam gözlerimin içine üçüncüyü sormamam için yalvarıyormuş gibi baktı. Küçük bir kız evlat bunu fark edebilir miydi? Babamın gözlerinin içine baktığım zaman her şeyi fark edebiliyordum.

Fark ettiğimi sanıyordum. Fark etmediğimi, her şey bittiğinde anlamıştım.

"Büyüyeceksin," dedi uzaktan gelen yabancı bir sesle. "Ve korkuyu hissedeceksin."

Alnımdan öptü ve gözlerini kapattı. "İşte o zamanlar bu mızıkayı çalacak, korkularının kaçmasını sağlayacaksın. Sen çaldıkça korktukların senden kaçacak, sen kendinden değil."

"Ama..." diye mırıldandığımda elini belime sardı ve oturduğumuz banktan ayağa kalktı.

"Söz ver, inci tanem," dedi yalvarır gibi. "Sadece korktuğun zamanlar çalacaksın. Söz ver."

İlk defa o kadar dolu, ilk defa o kadar yalvarır gibi bakıyordu. Hissetmiştim. Bana mızıka çalmayı öğretmeyecekti, ben kendim öğrenecektim. İnat etmek istedim, şımarıklık yapmak ve babama o an öğretmesi için yalvarmak istedim.

Ama bakışlarımızın arasındaki ip gerildi ve babamla aramızdaki bağa öyle bir düğüm attı ki, "Söz," diye mırıldandım. "Sadece korktuğum zamanlar çalacağım."

Şu an o bahçeye benzer bir bahçenin içindeydim. Bir salıncakta oturuyordum. Gündüz değil geceydi. Mevsim ilkbahar değil sonbahardı. Gökyüzünde güneş değil yıldızlar vardı ve oldukça karanlıktı. Havuz yoktu. Kuşlar kanat çırpmıyor, sessizlik daha fazla sessizlikle sevişiyordu. Mızıkamın sesi gecenin bağrını yırtıyor, korkularımın kaçmasına sebep oluyordu.

"Ya kaçtığımız kendimizsek?"

Kaçtığım kendim miydim? Zihnimin içindeki o dağları deviren, denizleri taşıran, ateşleri alevlendiren ve buzları çığlara dönüştüren sadece kendim miydim? Adımlarımın arkamda bıraktığı kusursuz boşluklara zehri yerleştiren ben miydim? Korkularımın sebebi, kendimden korkmam mıydı?

Korkuyordum. Neyden, kimden, neden ya da ne şekilde korktuğumu bilmiyordum. Sadece korkuyordum. Babam haklıydı. Büyümüştüm, korkuyu hissetmeye başlamıştım.

Bir süre mızıkaya elimi sürmesem de zamanla o çikolataya benzeyen eşyayla barışmayı da öğrendim. Dudaklarım mızıkada dans ederken, gecenin kör yarısını şenlendiren ya da hüzünlendiren sadece benim mızıkamın sesiydi. Korkularımı bastırmak için daha fazla veriyordum nefesimi mızıkaya ve daha fazla yükleniyordum kendime.

Kaçtığım kendimsem, gittiğim kimdi? Gittiğim kendimsem, yine kaçmayacak mıydım? Kendimden kaçışlarım korkularımdan geliyorsa, yine kendime saplamaz mıydım bıçağı?

Bilmiyordum. Belirsizliğimi iyileştirecek tek şey dudaklarımda dans eden mızıka ve ortaya çıkan eşsiz melodiydi. Açıklama ise mızıkanın üzerine yazılan tek bir cümleydi:

"Ortaya çıkan her ezgi, çalınan bir hayatın ölüsünün anısına."

Gözlerimi kapattım ve nefesimi daha fazla vererek kendi oluşturduğum melodiyi vurgulu hale getirdim. Ruhum oluşturduğum melodiyle dans ediyordu.

"Minel."

Gözlerimi açtım ve sesin geldiği yöne baktım. Amcam, kapının önünde durmuş ve kollarını önünde bağlamış, bana bakıyordu. "Yeter bu kadar. İçeri gel."

Mızıkamı dudaklarımdan uzaklaştırdım ve kesilen ezgi bir ölünün anısına çiçekler ekti.

"Saat kaç?" diye sordum yorgun bir sesle. Merkezden geldiğimden beri bahçede oturuyordum ve havanın gitgide soğuduğunu yeni fark edebiliyordum.

Amcam kolundaki saate bakıp kaşlarını çattı. "Gecenin iki buçuğu oldu. İçeri. Çabuk."

Salıncakta oturduğum için ayaklarım yere basmıyordu. Amcamda olan bakışlarımı ayaklarıma indirdim ve koyu mor, bez ayakkabılarıma baktım. Elimde tuttuğum mızıka avcumun içini acıtıyor gibiydi.

"Minel!" dedi Ferit amcam gür sesle. "Bir daha söylemeyeceğim. İçeri, odana."

Bakışlarımı ayaklarımdan çektim ve oturduğum salıncaktan zıplayarak zemine atladım. Üzerimde kısa bir şort ve amcamın siyah hırkası vardı. Hırka neredeyse dizlerime kadar uzanıyordu.

Elimde tuttuğum mızıkayı üzerimdeki ceketin bol koluna sakladım ve evin kapısına doğru yürüdüm. Evet, hayatımdaki herkes mızıka çaldığımı biliyordu fakat mızıkanın gümüş zemininde ne yazdığı sanırım sadece ben ve babam biliyorduk. Belki annem? Bu konu hakkında kesin bir bilgim yoktu.

Amcamın yüzüne bakmadan açık kapıdan içeriye girdim ve direkt merdivenlere yönelerek onunla yüz yüze gelmemeye çalıştım. Geçen gün yaşadığımız olaydan dolayı hâlâ ona karşı sinirliydim, diğer yandan aramızda geçecek konuşmayı ertelemeye çalışıyordum.

Arkamdan sinirli bir derin nefes aldığını duysam da duymazdan geldim ve adımlarımı hızlandırarak odamdan içeri girdim.

Odamın penceresi açıktı ve içerisi oldukça soğuktu, eve girdiğim zaman bacaklarımın da soğuktan buz tuttuğunu hissetmiştim. Olduğum yerden hareket edip yatağıma giderken telefonumun ışığının yanıp söndüğünü gördüm ve kafamın içinde saati düşünerek kaşlarımı çattım.

Masamın üzerinde duran telefonuma ilerlerken sırt çantama gözüm kaydı ve aklımda canlanan o keskin yüzle telefonu elime aldım. Gelen mesajlardan üç tanesi Büge'ye aitti. Beni yarı yolda bıraktığının farkında olduğunu ama hatalı olmadığını düşündüğünü söylüyordu. Gözlerimi devirdim ve gelen diğer mesaja baktığımda kaşlarımı çattım; Büge'nin düşünceleri değişkenlik gösterecekti.

"Yarın seni evden almaya geleceğim. Babamın arabasını çalma ihtimalim yüksek, hazır ol, hız sınırlarını zorlayacağız... Şaka şaka. Seninle konuşacaklarım var." Barış.

Barış'la bir dönem boyunca hiçbir sorun yaşamasam da son zamanlardaki tavırları canımı sıkıyordu ve asıl sebebini hissedebiliyordum. "Yaralı yüz" diye bahsettiği kişiyle nasıl bir alıp veremediği olabilirdi ki? Bana karşı bir şey mi hissediyordu? Bu, ihtimaller arasında en gerçekçisiydi fakat tavırlarının Korel'den sonra neden bu kadar çok değiştiğini yine de anlamıyordum. Korel'den beni neden kıskanıyordu ki?

Korel.

Onu düşünmemeye çalışacaktım.

Elimdeki telefonu masanın üzerine bırakıp açık pencereye ilerledim ve perdeyi uçuşturan rüzgâra dikkatle baktım, rüzgârın bıraktığı her dansı bu kadar sevmemin sebebi var mıydı acaba? Bunu sorgulamak şu an zihnimi meşgul edebilir miydi?

Ellerimi penceremin pervazına yasladım ve patika yola bakan odamın manzarasının ağaçlarla süslü portresini izlemeye başladım. Onu düşünmemeye çalışacaktım. Onu düşünmemeye çalışmak, onu düşünmeme daha çok sebep oluyordu, bunu fark etmek zor değildi fakat beynimin içinde birkaç günde bu kadar iz bırakması ve izlerinin üzerinden her gün biraz daha keskin bir bıçakla gezmesi benim açımdan iyi bir şey değildi.

Onu en son öğlen görmüştüm. Yere yazdığımı bildiğini söyledikten sonra –buna inanmıyordum– gözlerimin içine bile bakmadan arkasını dönüp gitmişti, geride bıraktığının ne olduğunu bile umursamamıştı.

Sonbaharın ılık esintisini anımsatan kurumuş yaprak rengi gözleriyle sonbaharda tanışmıştım.

Bu düşünce ürpermeme sebep olurken, ellerimi kollarıma sardım ve gözlerimi yavaşça kapatıp, başımın ağrısını unutmaya çalıştım. Büyük ihtimalle soğuktan dolayı ağrıyordu; düşünmemek için kendimi zorlamalarımdan olduğuna inanmamaya çalışıyordum.

Dışarıdan gelen çarpma sesiyle gözlerimi açıp patika yola baktım. Büyük meşe ağacının arkasına saklanan gölgeyle beraber yere sert bir şey düştü fakat gölge duraksamadı.

"Hey!" diye seslendim. Başımı pencereden sarkıtırken içimde ufacık bir korku bile hissetmiyordum; köpek havlıyordu.

Gölgenin adımları bir an durdu, benim pencereme doğru baktı. Gölgenin bir kadına mı erkeğe mi ait olduğunu bile anlayamıyordum ama benim gölgelerimden değildi, bundan emindim.

"Kim var orada?" Saniyenin yarısı kadar bile durmadan koşmaya başladı, ayaklarının zeminde bıraktığı hışırtılı sesler, güçlü olduğunu ve oldukça hızlı koştuğunu gösteriyordu. Kaşlarım çatıldı. Bir sarhoşun takılacağı ormanlıklardan değildi, kent merkezine uzaktı. Yürüyüş yapmak için oldukça geç bir saatti ve benden başkası bu ormanda yürüyüş yapmaya cesaret edemezdi.

Koşan ayak sesleri yok olduğunda daha fazla başımı ağrıtıp düşünmemek için pencerenin yanından çekilip yatağa ilerledim. Gecenin gökyüzünde yaptığı dansın veda etmesine saatler kalmıştı ve bugünlerde gündüze daha fazla ihtiyacım olduğunu hissediyordum.

Yatağa uzandığımda bakışlarım Korel'in sandalyede duran deri ceketine takıldı. Geri vermemiştim ve ne şekilde vereceğim hakkında bir fikrim yoktu, kokusunu tekrar almak istemediğim için ne sandalyeye yaklaşmıştım ne ceketi elime almıştım ama yanından geçerken hissettiğim kül kokusu burnuma doluyordu.

Odamın penceresinden görünen yıldızlara baktım ve derin bir nefesi ciğerlerime doldurdum, her yıldızın bir öyküsü olduğuna inandıran babam, bir yıldız gibi kaydığımda benim için dilek dilemek yerine dua etmişti.

Gözlerim bedenimin değil, ruhumun hissettiği yorgunlukla kapanırken, gözkapaklarıma çizilen yüz, bir yanık izini barındırıyordu ve beynimin içinde kasırgalar oluşmasına, kürekkemiğimin sızlamasına sebep oluyordu.

*

Kâbuslarla dolu ve sürekli uyandığım bir gecenin ardından gözlerimi yüzüme vuran güneş ışığıyla açtığımda gözkapaklarım geri kapanmak için direniyordu ve bedenimin uykuya olan ihtiyacını net bir şekilde hissediyordum. Tek gözümü hafifçe aralayarak pencereden giren güneş ışığına baktığımda asıl uyanma sebebimin güneş ışığı değil de o kalın ses olduğunu anladım.

"Minel! Bir daha seslenmeyeceğim! Geç kalacaksın!"

Amcamın kalın, oktavı gitgide yükselen sesiyle gözlerimi açtım ve yatağımın üzerinde oturarak saçlarımı karıştırdım. "Minel! Odana gireceğim."

"Lanet olsun, uyandım!"

Sessizlik oldu, ardından amcamın odamın yanındaki adım sesleri uzaklaştı. Bakışlarım duvardaki saate odaklandığında gözlerim kocaman açıldı ve on beş dakika içinde hazırlanmam gerektiğini fark ettim. "O kadar kâbus iyi geldi mi Minel?" diye kendime kızdıktan sonra yataktan seri bir şekilde kalktım ve ilk önce banyoya girdim. Ilık bir duşun ardından tamamen kurutmadan bir yandan saçlarımı örerek dolabı açtım ve elime ne geçtiyse üzerime geçirdim.

Odadan çıkacağım sıra bakışlarım sandalyenin üzerinde duran deri cekete odaklandı ve aynı anda aşağıdan yükselen zilin sesini duydum. İki tarafa da bakışlarım kayarken, amcamın kapıyı açma sesiyle benim deri ceketi kaptığım gibi odadan çıkmam bir oldu.

Ceketini ona vermemin zamanı gelmişti. Bir şekilde belki tekrar teşekkür edebileceğimi düşünüyordum –ki bundan hoşlanmadığının farkındaydım– ona borcumu ödemem gerekiyordu fakat ne şekilde ödeyeceğim hakkında ufacık bir fikrim yoktu.

Merdivenleri hızla inerken amcamın düz ve keskin sesini duydum.

"Barış?" Gözlerim şaşkınlıkla irileşirken yüzümü buruşturdum ve içimden sessizce küfrettim. Barış'ın beni almaya geleceğini unutmuştum.

"Minel'in amcası, amca?" Olduğum yerde duraksamak yerine avcumla alnıma sert bir tokat geçirdim ve merdivenleri hızlı hızlı inmeye başladım. Odağıma Barış'ın sırıtan suratı girdiğinde amcamın arkası dönüktü ve iki elini arkada birleştirmiş, öylece Barış'a bakıyordu.

Elimdeki deri ceketi sıkıca tutup, "Barış!" diye seslendim; ses tonumu oldukça sıradan ve düz tuttum. "Seni bekliyordum."

Amcam omzunun arkasından bana baktı ve baştan aşağı süzdükten sonra kaşlarını çattı. Bakışlarındaki ifade davetsiz misafirden hiç hoşlanmadığını gösteriyordu ve oldukça rahatsız görünüyordu.

"Amca," dedim başımı hafifçe öne eğip ona selam vererek. "Uyuyakaldığım için merkeze geç kalacaktım, Barış'ı arayıp beni götürmesini rica ettim. Kırmadı."

Bakışlarım Barış'la buluştuğunda yüzündeki ifade hiçbir şey anlamıyormuş gibiydi. Yalanımı ortaya çıkarmaması için ona oldukça soğuk bir ifadeyle gülümsedim ve yanına gittim.

"Ben bırakırdım," dedi amcam tok bir sesle. "Başkalarını çağırmana gerek yoktu."

Amcam hep böyleydi. Oldukça kabaydı ve beni düşüreceği durum hiçbir şekilde umurunda olmazdı, artık onu sorgulamayı ya da alınmayı bırakmıştım çünkü kabulleneli epey uzun zaman oluyordu.

"İşlerin yoğun," dedim yanından geçip Barış'a doğru ilerlerken. Barış'ın bakışlarındaki aptal ifadeyle beraber gözlerimi devirip, "Hoş geldin," diye mırıldandım. "Seni buraya kadar yorduğum için üzgünüm ama geç kalmak istemedim."

Barış anlamsız anlamsız yüzüme bakarken, ona resmen yalvarır gibi baktım ve tek kaşımı havaya kaldırdım.

İlk başta yüzünü buruşturdu fakat ardından gülümseyerek, "Ha," diye kekeledi. "Yok, sıkıntı yok. Ben," saçlarını karıştırdı, "bu taraftan geçiyordum zaten."

Gülümsedim. Oldukça içten gülümsedim ve karşılığını aldığımda amcama dönerek, "Ben gidiyorum," dedim.

O saniye amcamın bakışlarının yüzümde değil, elimde tuttuğum deri cekette olduğunun farkındaydım ve aynı anda Barış'a başımı çevirdiğimde üzerine deri ceket giydiğini gördüm.

Yutkundum ve kapıdan çıkmak için hamle yaptığımda, "Barış," diye seslendi amcam, kuşkulu bir tınıyla. "Minel'den sana ait olan ceketi mi istedin?"

Barış'ın yüzüne bakarken soluğum kesildiğinde Barış duraksamadan, "Ha?" diye bir ses çıkardı. "Ne ceketi?"

Yalan, dibi görünmeyen bir okyanustu ve en derine yüzerken, amcam beni oltanın ucundaki yemle kıskıvrak yakalayacaktı. Gözlerimi kapattım ve içimden birkaç saniye saydıktan sonra tekrar açarak, "Ceketin," diye fısıldadım. Barış'ın çakır gözlerine odaklandım; elimdeki deri ceketi ona uzatırken resmen bu sefer hem bedenen hem ruhen ona yalvarıyordum. "Geçen gece üşüdüğüm için verdiğin ceket. Unutmadan vereyim dedim." Elimde tuttuğum deri ceketi ona uzattım.

Barış donuk bakışlarla bir bana bir elimdeki cekete bakarken, bu sefer yalan söylediğimi direkt anlamış ve kaşları çatılmıştı. Cekete bakışları keskinleşirken kaşları daha fazla çatıldı ve o saniye yalanıma ortak olmayacağını hisseder gibi oldum. Amcam kollarını önünde bağlarken oltayı ve ucundaki yemi görebiliyordum, bilinçsizce Barış'ın beni itmesiyle yeme doğru yüzdüğümü ise Barış'ın yüzü daha fazla keskinleştiğinde hissediyordum.

"Ceket," dedi Barış düz bir sesle. "Üşüdüğün için." Aynı şeyi tekrar tekrar söyledikten sonra ceketteki bakışlarını bana çevirdi ve elimden ceketi sertçe aldıktan sonra, "İyi yapmışsın," diye mırıldandı, ses tonu küfrediyor gibiydi. "Bu ceketi kuru temizlemeye vereceğim."

Derin bir nefes alırken, Barış ceketi sıkıca tuttu ve amcama sadece başıyla selam vererek, "Seni arabada bekliyorum," diye kısık sesle, âdeta bıçağı saplayarak arabaya yürüdü.

Birkaç saniyeyi kendime ayırdıktan sonra amcamın yüzüne bakmadan Barış'ın arkasından ilerlemek için adım attım fakat amcam sertçe kolumu kavradı ve yüzümü ona çevirdim.

"Barış," dedi soluk bir tınıyla. "Üzerindeki deri ceketin kuru temizleme ürünü olmadığının farkında mı?" Yem yoktu, olta yoktu. Beni derinden tutup yukarıya doğru çeken amcamın zekâsı ve gerçekleri vardı. "Ve sen," dedi kolumu daha sıkı kavrayarak. "Geç kalmayı zerre umursamadığını bilmiyorum mu sanıyorsun?"

Kolumu ondan kurtarmaya çalışıp Barış'a baktım; sürücü koltuğuna oturmuştu ve amcam ile beni izliyordu. "Amca," dedim dişlerimin arasından. "Beni rezil ediyorsun; lütfen elini çeker misin? Canım yanıyor." Olduğum yerde kendimi geri çektiğimde amcam direnmedi ve kolumu bırakarak yüzüme âdeta büyük bir nefretle baktı. O bakışlara maruz kalmamak için kolumu tutarak ona arkamı döndüm ve Barış'ın bej rengi arabasına ilerledim.

Adımlarım sarsaktı ve içimde kaynar kazanlara taş çıkaracak bir alev vardı; sebebi yalan mıydı, doğrular mıydı, bilmiyordum ama amcamın gözlerindeki nefretin gitgide daha fazla keskinleştiğini ve irislerine yayılırken canımı daha fazla yakabileceğini hissediyordum.

Yolcu koltuğunun kapısını açtım ve kendimi koltuğa atarak hızla emniyet kemerimi bağladım. Barış ise yüzüme bakmadan kontağı çevirerek arabayı hareket ettirip amcamın evinden uzaklaştı; kapının önünde duran amcam ise büyük bir nefretle bakıyordu. Bunu dikiz aynasından bile görebiliyordum.

Merkezin yoluna yaklaştığımızda arabanın içinde yaklaşık beş dakikadır büyük bir sessizlik vardı. Söz sırasının bende olduğunu biliyordum fakat bir teşekkürün yetersiz kalacağının da farkındaydım. "Barış..." dedim soluk bir sesle fakat Barış hızla vitesi artırıp kaşlarını çattı.

"İki yalan." Arabanın hızını artırıyordu. "Birinciyi anlıyorum, beni görmek amcanı rahatsız etti ve hem beni hem kendini kurtarmak istedin." Hızla arka koltukta duran deri ceketi aldı ve üzerime atarak, "Peki ya bu?" diye sordu. "Kimin ceketi için yalan söylediğimi benimle paylaşacak mısın?"

Barış, yalanı ya da yalan söylemeyi umursayacak biri değildi, bunu net bir şekilde biliyordum. Yüzüne baktım ve sadece, "Teşekkür ederim," diyerek onu yanıtladım. Açıklama yapmak istemiyordum, yaptığı büyük bir şeydi fakat olmadığı bir insan gibi davranmasının tek bir açıklaması vardı.

"Onun, değil mi?" diye sordu. "O yaralı yüzün bu deri ceket."

"Ona böyle söyleme." Savunmama benim bile kaşlarım kalkarken, parmaklarımı şakaklarıma bastırıp gözlerimi kapattım. "Bak, gerçekten benim için yaptığın büyük bir şeydi, teşekkür ederim fakat abartmıyor musun? Sen yalan söylemeyi umursayacak bir adam değilsin."

"O yaralı yüz için," dedi sinirli bir tınıyla. "Tanımadığım mazoşist tipli bir adam için yalan söyledim. Bunu umursarım işte." Kaşlarını çattı ve ters ters cekete baktı. "Bu ceketin sende ne işi var?"

Açıklayamazdım. O geceyi detaylarıyla açıklamak demek, Korel'in nasıl bir adam olduğunu açık etmek olurdu ve Barış bunu anlatacağım son insan bile değildi. Yalan üretmem gerekiyordu fakat o okyanusta yüzerken çoktan boğulmuş ve yolumu kaybetmiştim, kafam şu anda yalana çalışmıyordu.

Başımı yanımdaki pencereye çevirdiğimde Barış, "Söylemiyor musun?" diye sordu. "Sana kötü bir şey mi yaptı?" Kafamı hemen iki yana salladım ve bir elimle ağzımı kapattım. "Sana kötü bir şey yaptı. Anlamıyorsun, değil mi Minel? O iyi biri değil ve ben seni korumaya çalışıyorum."

"Hayır," dedim net bir sesle. "Bana kötü bir şey yapmadı." Barış inanmadı.

"Eğer söylemeyeceksen amcanla bu konuyu konuşurum ve ikimiz beraber bu ceketin sende nasıl durduğunu çözebiliriz." Kafam hızla ona dönerken Barış'ın bakışları da benim üzerimdeydi.

"Sen beni tehdit mi ediyorsun?" Yalana ortak olmak, yalanın ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktı. Sinir saç uçlarımdan yakalayıp beni eklemlerime kadar titretirken, "Sen beni..." dişlerimi sıktım ve tam yumruklarımı sıktığım saniye Barış'ın camından arabaya doğru eğilen birini gördüm. Barış'ın penceresi açıktı ve koyu gri motosikletin üzerindeki kasklı kişi Korel'den başkası değildi.

Sustum; bakışlarım Korel'in üzerinde donakalırken, Korel motosikletin gazını kökleyip tam önümüze kırdı. Cadde çok kalabalık değildi ve merkeze varmak üzereydik.

Boğazımın üzerindeki ateş sönmüştü ve bunun sebebi Korel'i görmemdi. Kendime hayret ederken Barış'ın homurdandığını ve bir küfür savurduğunu duydum.

Görmüştü.

Hemen önümüzdeydi. Elleri motosikleti kavrarken öne eğilmişti, kalçası hafif kalktı. Düz bir yol izlemek yerine sol sağ yaparak arabaların arasında ilerliyordu ve cadde kalabalık olmasa da yaptığı oldukça tehlikeli görünüyordu.

Merkez göründüğünde derin bir nefes aldım ve kucağımda duran deri ceketi kavradım. Barış herhangi bir şey söylemiyordu fakat direksiyonu sıkı sıkı kavrayan ellerinden sinirli olduğunu anlayabiliyordum. Önümüzde ilerleyen Korel motosikletini yavaşlattı ve Barış tam sola döneceği sırada onu öyle bir solladı ki Barış bir an direksiyonun hâkimiyetini kuramadı ve olduğu yerde sesli bir küfür savurarak geniş bir viraj aldı. Bedenim öne giderken, hemen benim camımın yanından Korel'in bana doğru keskinleşen bakışını gördüm.

Barış direksiyonun hâkimiyetini yeniden sağladığında sertçe kornaya bastı ve bunu art arda sürdürerek, "Göt herif!" diye bağırdı. Hırsını alamadığında pencereyi açtı ve eğilip, "Salak herif!" dedi bu kez de. "Dikkat etsene!" Dikiz aynasından Korel'e baktığımda çok uzakta değildi, hemen arabanın arka tarafındaydı, bana baktığına yemin bile edebilirdim.

"İyi misin?" diye sordu Barış, başını pencereden içeriye sokup bana doğru dönerek. Yüzünde endişe ve öfke vardı. "Minel, iyi misin?"

İyiydim, herhangi bir şey olmamıştı fakat Korel'in yaptığı anlamsız hareketin şaşkınlığı içerisindeydim.

"Evet," diye mırıldandım dikiz aynasından Korel'e bakmaya devam ederken. Biraz daha geride kalmıştı fakat vahşi bir hayvan gibi bakışları arabadan uzaklaşmıyordu, kaskının ardındaki gözlerini hissedebiliyordum.

"Şerefsiz, göt herif," dedi Barış dişlerini sıkarak ve merkezin otoparkına girdi. Erken mi, geç mi geldiğimizi bilmiyordum fakat lanet bir sabaha uyandığımın farkındaydım. "Eminsin, değil mi? İyisin?" Sadece kafamı salladım ve emniyet kemerimi yavaşça açtım, ellerim titriyordu fakat korkudan değildi, bundan emindim.

Barış arabayı park ettiğinde derin bir nefes aldım ve kapıyı açarak kendimi dışarı attım, diğer günlere nazaran daha serin bir hava vardı, neredeyse yağmur yağacakmış gibi duruyordu. Barış da sürücü koltuğundan indiğinde arkadan gelen motosiklet sesini duydum ve gökyüzüne bakarak altdudağımı dişlerimin arasına aldım; gökyüzü karmaşıktı, renkler birbirine girmişti. Kafamın içi gökyüzüne yansımıştı.

Bakışlarımı Korel'e çevirdiğimde bizim olduğumuz yere doğru motosikleti sürdüğünü fark ettim ve kaşlarım havaya kalktı.

Sürücü koltuğunun yan tarafında duran Barış'ın kaşları çatıldı ve Korel'e gözlerini kısarak baktı. Korel motosikleti Barış'ın olduğu yere doğru yavaşça sürdü ve arabanın yanına geldiğinde sağ elini motosikletinin direksiyonundan çekti. Elini arabaya yasladığında keskin bıçağı gördüm ve dudaklarım aralandı. Yavaş hareket eden motosiklet Barış'ın üzerine giderken, Barış bir anda geri çekildi ve Korel arabanın yanından geçerken sağ elindeki, havada tuttuğu bıçakla, hemen önümüzde durdu.

"Hey!" dedi Barış yüksek sesle bağırarak. Hızlı adımlarla arabanın sol tarafına, Korel'in bıçağı sürttüğü yere ilerlediğinde ben de onunla hareket ettim. "Lan!" dedi Barış kafasını iki yana sallayarak. Onun yanına gidip baktığı yere baktığımda arabanın sol tarafını derin ve kalın bir şekilde elindeki bıçakla çizdiğini gördüm.

"Lan, sen ne yaptın?" Elimde sıkıca tuttuğum deri ceket, terleyen avuçlarımı benimle paylaşıyordu. Korel, elinde tuttuğu bıçağı bırakmadan kafasındaki kaskı çıkardı ve motosikletinden inip kaskı kolunun altına aldı. Bakışları ve vücudu bize döndüğünde, üzerine giydiği asker yeşili uzun kollu kazağın yukarıya sıyrıldığını gördüm. Karnının az bir kısmı görünüyordu, görünen kısmında bile teni yerine dövmeler vardı. Simsiyah, koyu, renksiz ve şekillerini çözemediğim türdendi. Üzerini düzeltti ve bana bakmadan Barış'a ilerledi.

Gözlerinin altı mosmordu ve beyaz olan kısımlar çoktan kırmızıyla renk değiştirmişti. Dudaklarında o kan kırmızısı ton yoktu, rengini kaybetmişti. Kaşları çatık, sonbaharı anımsatan bakışları sabitti. Saçları fazlasıyla dağılmıştı. Barış'ın bir adım uzağında durduğunda oldukça yavaş, bana işkence çektirecek derecede boynunu çıtlattı ve bunu yaparken tek kaşını kaldırdı. Gerginlik bir rüzgâr olarak hissedilseydi eğer, şu an kasırgaların arasındaydık. Soluğumu tutmuş, Barış'ın gerisinde duruyordum; Korel'in gözleri ise hiçbir şekilde benimle kesişmiyordu.

"Ne yaptığını sanıyorsun?" dedi Barış yüksek sesle.

İçimden bir ses, Barış'ın sınırları hiçbir şekilde zorlamaması gerektiğini yoksa işlerin çok kötü bir hal alacağını söylüyordu.

Korel elinde tuttuğu bıçağı havaya kaldırdı ve parlak yüzeyine gözlerini kısarak baktı. "Bir," dedi genizden konuşarak. "Bana sesini yükseltmeden konuşacaksın." Bıçağı yüzüne doğru yaklaştırırken, "İki," derken bıçağına kaşlarını çatarak baktı. "Benim keskin kulaklarım için bir daha kornaya basmayacaksın." Bıçağı havada tutarak Barış'la arasına aldı ve tek gözünü kısarak, "Üç," diye mırıldandı, oldukça rahat bir tınıyla. Bakışları Barış'ın yüzüne odaklandı, bıçak Barış'ı hedef alıyormuş gibi tam yüzünün karşısında durdu. "Bir daha bana küfredecek olursan zarar gören araban değil dilin olur, çocuk."

Yutkunmakta zorlanır gibi oldum ve Barış'ın arka tarafından çıkarak kendimi ön plana atmaya çalıştım fakat Korel'in bakışları hiçbir şekilde bana çarpmıyordu, çarpmamasının yanı sıra Barış'tan başka hiçbir şeyle göz teması kurmuyordu. Soğuk gözlerinde kışı hissettiriyor, renginde sonbaharı anımsatıyordu. Yaklaştıkça kokusu burnuma doldu ve gözlerimi çabucak açıp kapattığımda, anımsadığım kokuyu sanki daha önce almışım gibi hissettim.

Bakışlarım Barış'a dönerken, yüzünün renginin attığını fark ettim. Kaşları çatıktı, duruşu dikti fakat o da farkındaydı ki Korel'in karşısında hiçbir şansı yoktu ve hiçbir şekilde ona meydan okuyamazdı. Korel'den bu konuda nasıl bu kadar emindim bilmiyorum ama gözlerinde gördüğüm saf kötülüğü şu an tam olarak hissedebiliyordum.

"Duydun mu?" dedi Korel tok sesle. "Ben üçlemeleri severim ama dördüncüye fırsat vermem." Bıçağın keskin olmayan yüzeyini Barış'ın yüzüne yaklaştırırken istemsizce atıldım ve ikisinin arasına girerek kafamı iki yana salladım. O saniye Barış geriye çekildi ve Korel'in bakışları bana döndü.

Gözleri gözlerimin her zerresinde adım izlerini bırakırken, onunla belki de dakikalarca, saatlerce bakışabilirmişim gibi hissettim. Bu tutkulu bir istekten çok, defalarca okuduğum kitabı tekrar okuma isteği gibi bir şeydi.

Korel başını sağ omzuna eğdi ve yüzümü inceledikten sonra kafasını iki yana sallayarak dudaklarından dalga geçermiş gibi bir nefes verdi; soğuk, buz gibi bir ifadeyle ufak bir tebessümü bana bahşetti.

"Sen ne dediğini sanıyorsun?" dedi Barış kısık sesle.

Korktuğu ya da çekindiği o kadar belliydi ki ben bile bir an gözlerimi devirme ihtiyacı hissetmiştim.

Bu adamda bir şeyler vardı. Konuşmasa, elinde bıçağı olmasa bile insanları kendinden uzaklaştıracak bir güdüyü aşılıyordu. Korel kaşlarını kaldırarak bana bakmaya devam etti. Bakışları yüzümden boynuma indiğinde yüzündeki tebessüm silindi ve gözlerini kıstı.

"Toz ol."

Bana söylemediğini çok iyi biliyordum. Sanki rüzgâr bile dans ettiği yerde duraksamıştı ve nefes sesimden başka bir ses duyamıyordum. Zihnimin içinde çark gibi dönen o anaforda yine o eşsiz ezginin notaları dolandı ve parmaklarım sızlıyormuş gibi hissettim.

Barış bir cevap vermek yerine, "Minel," diye dişlerini sıkarak bana seslendi.

"Toz ol, dedim."

Korel'le aramızdaki boy farkı aşılamayacak kadar fazlaydı ve başım göğüskafesinin aşağısına denk geliyordu. Birkaç dakika daha ona bakmaya devam edersem boynumun ağrıyacağını düşünüyordum.

"Minel, gelmiyor musun?"

Korel dişlerini sıktı ve bende olan bakışlarını Barış'a çevirirken, gözlerine inen simsiyah perdeyi gerçekten görür gibi oldum. "Üçüncü söyleyişim, dört olmaz. Toz ol."

Omzumun üzerinden Barış'a baktım ve kafamı iki yana sallayarak gitmesini istediğimi belli ettim. Onu kırmak istemiyordum fakat şu an işleri kızıştıracağı bir durumda değildi. Yine de elimde tuttuğum deri ceketi havaya kaldırdım ve sanki sırf bu yüzden kalmak istiyormuş gibi gösterdim.

Barış gözlerimin tam içine öfkeyle baktıktan sonra hiçbir şey söylemeden ağzından bir hırıltı çıkardı ve arkasını dönüp yumruklarını sıkarak yürümeye başladı. Ona üzülmüştüm.

Bakışlarım yeniden Korel'e döndüğünde kurumuş yaprak sarısı gözleri üzerimdeydi, boynuma odaklanmıştı. Neden bu kadar yorgun görünüyordu bilmiyorum ama bir saat de olsa uykuya ihtiyacı olduğu çok belliydi.

"Çok yorgun görünüyorsun." Kurduğum cümleye kaşlarımı çattım. Gerçekten, o kadar olayın üzerine bunu mu söylüyordum? Az önce arkadaşımın arabasını çizmiş, tehdit etmişti. Neden bunu yapması gayet normal geliyordu? Kendimi alışık gibi hissediyordum.

"Boynun..." diye mırıldandı. Gözlerindeki kış uzaklaşmış gibiydi. Kaşları çatıldı ve yüzünü belli belirsiz buruşturdu. Bıçağı tuttuğu elini farkında olmadan boynuma yaklaştırdığında içgüdüsel olarak geriye kaçtım ve Korel eli havada öylece kaldı.

Aramızda sessiz bir bakışma geçerken, Korel'in gözlerinin içine yerleşen ifade, zihnimdeki ezgiye kırbacı indirdi ve olduğum yerde sarsıldığımı hissettim. Sanki korkmam ve geriye kaçmam onu sinirlendirmek yerine dehşete düşürmüş hatta üzmüştü. Elinde tuttuğu keskin, koyu gri bıçağı içeri katladı ve kotunun cebine yerleştirdi. Bunu yaparken bakışları yerdeydi ve yüzünü saklıyor gibiydi.

Bana dokunmaktan tamamen vazgeçti.

"Boynun daha kötü görünüyor. Merhemi almadın mı?"

Almayacağımı zaten biliyordum ama bunu hatırlaması ve özellikle dikkat etmesi beni şaşırtmıştı. "Hayır." Çenesindeki yanık izine gözlerim kayarken, Korel hâlâ bana bakmıyordu. "Yorgun görünüyorsun, uyumadın mı?"

Sorduğum soruya bir cevap vermek yerine, "Boynuna merhem sür," diye emir verdi.

Dert ettiği bu muydu? Bugün aynaya doğru düzgün bakmamıştım ve boynumun nasıl göründüğü hakkında hiçbir fikrim yoktu. Elim boynumda gezindiğinde, morluğun olduğu yerin acıdığını ve kabardığını parmak uçlarımda hissettim. Yüzüm buruşurken, dudaklarımdan hafif bir acılı ses çıktı ve Korel'in bakışları hızla bana döndü.

"İlaçların hiçbir türlüsünü sevmiyorum." Parmağımı biraz daha bastırdım. "Merhem bile olsa."

Sorgulamasını bekledim çünkü çoğu insan duyduğu saniye, yapay bir edayla sebebini sorardı ve peşine düşerdi. Korel ise sormak yerine, beklemediğim bir anda boynuma yerleşmiş olan elimin bileğini tuttu ve boynumdan uzaklaştırdı. Avuçiçlerinin sıcaklığı tenimle temasa geçtiğinde ürperdiğimi hissettim. "Süreceksin." İnatlaşmak, Korel'le aramızda anlaşma gibiydi fakat bu sefer onunla geçirdiğim zamanı bununla harcamayacaktım.

Bileğimi tutan elini çoktan çekmişti fakat sıcaklığını hâlâ hissediyordum. Gözüm eline doğru kaydığında bilekliğini gördüm. Siyah, deri bir bileklikti ve ucunda madeni para büyüklüğünde, içi dolu bir halka vardı; sanki içi açılıyordu. Bu bileklik oldukça tanıdık gelmişti. Kafamın içinde susan ezginin yerine sessiz fısıltılar geldi ve bir ses kıkırdayarak gülmeye başladı. Gözlerimin titrediğini hissettim ve bu bilekliğe bakmak beni anlamsız bir şekilde, başımı ağrıtacak kadar rahatsız hissettirdi. Bilekliğine baktığımı fark eden Korel hemen kollarını önünde bağladı ve duruşunu dikleştirerek üstten üstten bana baktı.

"Dediğimi duydun mu, Turuncu?"

Fısıltıların tonu değişiyordu ve aksanlı bir erkek sesini daha duymaya başladım. Tanıdıktı fakat o kadar geriden geliyordu ki çözemiyordum. Bakışlarımı yüzüne çevirdim ve altdudağımı dişledim.

"Merhem sürmem neden umurunda olsun ki? Bana sürekli nefret ediyormuş gibi bakıyorsun."

Yüzü alaylı bir ifadeye büründü ve başını hafifçe eğerek tek kaşını havaya kaldırdı.

"Bu yüzden mi peşimde dolanıyorsun?"

"Ben senin peşinde dolanmıyorum." Ağzımı açtım fakat geri kapatarak sakin olmamı ve sakince konuşmam gerektiğini kendime hatırlattım. "Sen Barış'ı gönderdin ve benim kalmamı ima ettin."

"Ve sen de kaldın?" dedi sorgular gibi. "Hep böyle söz mü dinlersin?"

Dişlerimi sıktım ve dik dik baktım. Sürekli damarımın çizgisinde yürüyordu ve yılmıyordu.

"Sana dün doğru düzgün teşekkür edemedim," dedim konuyu değiştirmeye çalışarak. Ses tonum aksini söylüyordu ve hiç teşekkür ediyormuş gibi değildim.

"Başka bir bahane bul," dedi alaylı bir tınıyla. "Bu olmuyor artık, hep aynı numara."

Yüzümü gökyüzüne kaldırdım ve kendi kendime bir şeyler mırıldanarak birazcık sabır diledim. Bunu yaparken sabırla fakat yüzündeki dalga geçen ifade silinmeden öylece beni bekledi.

"Arkadaşımı neden tehdit ettin?" Yüzüne bakmadan sorduğum soru, konuyu uzatmak için attığım bir adımdı. Sanırım şu an Barış'ı tehdit etmesi umurumda değildi.

"Kendine arkadaş edinirken, beyni götünde yer almayanları tercih et. O çocuk bana küfretti ve bunu duydum."

Bakışlarımı hızla Korel'e çevirdim. "Neden böylesin?" Deri ceketi tuttuğum elimi kaldırarak onu işaret ettim ve anlamsız gözlerle baktım. "Sürekli tersliyorsun, sürekli nefret ediyormuş gibisin ve sürekli beni alt etmeye çalışıyorsun. Bunu hissetmiyormuş gibi mi görünüyorum?" Gözleri elimde duran deri ceketine kaydı. "Ayrıca Korel Erezli," dedim hafifçe gülümseyerek ve onu alt etmenin tadına vararak. "Senin için burada durmadım." Bir adım yaklaştım ve deri ceketi bir anda karnına yapıştırdım.

"Ceketin bendeydi, sana vermek istedim."

Alaylı bir tebessüm oluştu yüzünde ve gözleri ceketinden ayrılıp bana yeniden kaydığında yakın temasımızı o an fark edebilmiştim. Ceketi elimden alırken, avuçiçi elimin tersine sürtündü. Tek eliyle tuttuğunda hızlıca geri çektim. "Neden mi böyleyim?" diye sordu, diğer söylediklerimi duymazdan gelerek. "Belki de sadece insanlardan hoşlanmıyorumdur, bunu düşündün mü?"

"Kendinden de hoşlanmaman lazım o halde," diye mırıldandım.

"Senden, insan değilsin, demeni beklerdim," dedi hafif alaycı bir ses tonuyla.

Dudaklarımı birbirine bastırıp gülmemek için kendimi zor tuttum. "Ben kaba biri değilim."

Korel'in gözleri gözlerimin içine odaklandığında, bu zamana kadar olan bütün o nefret dolu bakışları sanki bir an yok oldu ve tanıdık bir ifade yüzünde belirdi. İçten bakışlarına anlam veremezken gökyüzünden bir damla düştü, ardından başka damlalar da onu takip etti.

Korel gözlerini gökyüzüne çevirdiğinde, "Sanırım déjà vu hiçbir zaman bitmeyecek," diye mırıldandı, benim duymama aldırış etmeden. Ardından gözleri yeniden bana döndüğünde üzerime giydiğim beyaz tişörte baktı, hava ise serinliyordu.

Bir anda elindeki ceketini omzuma yerleştirdi ve sanki küçük bir çocukmuşum gibi kollarımı o cekete soktu. Bir kukla gibi dudaklarım aralıklı ona itaat ederken, eğilip ceketin fermuarını da çekti. Tam boğazımın hizasına geldiğinde yüzü yakınımdaydı. "Bence," dedi dikkatle bakarken. "Ceket bir süre daha sende kalmalı, üşümeni engeller."

Aralanan dudaklarımı zorlukla kapatırken, eli ceketin içinde kalan saçlarıma gitti ama hemen bu düşünceden vazgeçip ellerini hızlıca pantolonun cebine yerleştirdi.

"Sana kaba dediğim için," dedim kısık sesle. "Kaba olmadığını mı kanıtlamaya çalışıyorsun?" Yağmur taneleri hızını artırdı.

Korel başını hayal kırıklığıyla iki yana salladığında insanların ne düşündüğünün umurunda olmadığını o an fark ettim. "Utanma," diye fısıldadı belli belirsiz. "Utanma, kızarıyorsun." Sustu, duraksadı ve tekrar nefes aldı. "Utanma, Turuncu."

O ana kadar utandığımı ve kızardığımı bile fark etmemiştim. Aslında utançtan değil, heyecandan kızarmış olmak bile beni rahatsız hissettirmişti. Bir cevap vermek istesem de ona öylece bakmaya devam ettim, Korel ise bir adım geriye gitti.

"Minel?" diye farklı bir ses işittiğimde, kulaklarımın sanki aylardır başka bir ses duymadığını hisseder gibi oldum. Başımı kaldırıp sesin geldiği yöne baktığımda uzun boylu, kumral bir kız bana ve daha çok Korel'e bakıyordu.

"Evet?" diye yanıt verdim güçsüz bir sesle.

Kız bakışlarını Korel'den ayırmadan, "Merkezin baş psikiyatristi," diye mırıldandı. "Seni ve o diğer arkadaşını odasına bekliyor. Dünkü olay hakkında başınız fena halde dertte gibi."

Yüzümü buruşturarak, "Bir bu eksikti," diye fısıldadım ve kafamı aşağı yukarı salladım, kız ise bana bakmıyordu. Korel'e bakışlarım dönerken, gözlerine bakmadan çenesine odaklandım.

"Sen gelmiyor musun?"

Kafasını iki yana salladı. "Duruma göre, belki sonradan gelirim. Böyle çoluk çocuk işlerine pek bulaşmam." Kalbim bir an kırılıyormuş gibi hissettim, sebebi neydi bilmiyorum fakat kötü hissettirmişti.

"Pekâlâ," diye mırıldandım ellerimi ceketin kollarından çıkararak.

Kumral kız hâlâ Korel'e bakıyordu ve bir an önce buna son vermek için kıza doğru yürüdüm, ardından omzumun üzerinden Korel'in ayaklarına bakarak, "Ceket için..." diye usulca ağzımın içinde geveledim. "Gerçekten teşekkür ederim."

Bir cevap verir miydi, bilmiyordum fakat kızın yanına giderek, "Gidelim," dedim.

Benimle yürümeye başlayan kız bir anda koluma girdi. "Bu onun ceketi, değil mi?" Kaşlarını çattı. "Ondan korkmuyor musun? O korkunç biri gibi."

Merkezdeki insanların yarısı ondan çekiniyor, diğer yarısı onun kim olduğunu merak ediyordu; ben ise bunlardan hiçbiri değildim.

Her şey bir yana, yüzündeki izden dolayı ve çıkan yangın dedikodularından olsa gerek onu korkunç görüyorlardı, ben ise bu şekilde bakamıyordum.

"Sence ortalık çok mu karışacak?" diyerek lafı değiştirdim.

"Ortalık sadece karışmayacak gibi," dedi kız oltaya düşerek.

"Sen şu anda suçlusun resmen ve herkes seni arıyor." Adımlarım duraksadı ve "Neden?" diye sordum.

Evet, suçum vardı fakat Büge'nin yaptıklarının yanında benimkiler hiç kalırdı ve elbette ki Büge ortalıkta yoktu, beni korumazdı. Böyle olaylar yaşadığı zaman uzak durur, kaçardı. Her şey durulduğu zaman ise ortaya çıkar, kendini aklardı. Rahatsızlığına sığınması onun en meşhur özelliğiydi fakat beraber hiçbir olaya dahil olmadığımız için bana yapabileceğini aklımın ucundan dahi geçirememiştim, bu üzücüydü.

"Dünkü kızlardan adı Azra olan kayıpmış ve ortada yokmuş, en son seninle olduğunu düşünüyorlar." Azra, beni pencereden aşağı sarkıtan ve boynumu nefesimi kesene kadar sıkan kızdı. Eğer Korel gelmeseydi bir ölü olurdum ve ölümümün bu kadar basit olmasını istemezdim.

"Ne?" diye homurdandım. "Ben o kıza ne yapabilirim ki?"

Binaya girdiğimizde merkez kalabalıktı ve herkesin gözü önce bana, sonra ceketime takılıyordu. Elbise gibi duran deri cekete dalgayla bakan gözlerin yanında, dünkü olaydan dolayı tedirginlikle bakıp gözlerini kaçıran insanlar da vardı.

"Bunu ben bilemem, değil mi?" dedi kız şüpheyle. Gözleri koyu kahverengiydi ve bakışları hiç hoş değildi. "Boyun kısa olabilir ama bir o kadar da yerin altında olduğunu gösteren bakışların var."

Gözlerimi devirdim ve kızla beraber sessizlik içinde odaya kadar yürüdük.

Bana eşlik etmesinin sebebi neydi bilmiyorum fakat haksız yere suçlanacak olursam ne diyeceğim hakkında bir fikrim yoktu. Korel'in orada olduğunu ve beni kızdan kurtardığını hiçbir şekilde söylemezdim. Böyle olaylara dahil olmak istemediği çok açıktı ve kendimi kurtarmak adına birini ateşe atacak biri değildim.

*

Baş psikiyatrist gözlerimin içine bakarken, odadaki diğer insanlar ise bir kişi hariç beni nefretle izliyordu. "Defalarca anlattım," dedim homurdanarak. "Azra'yı görmedim, gördüysem bile hatırlamıyorum. Olay da tam anlattığım gibi oldu. Bana neden inanmıyorsunuz?"

Psikiyatrist oturduğu yerden kalkıp diğer iki kızın yanına gitti. Göksel yoktu ve Doktor Gürkan masanın karşısında oturuyordu, bakışları üzerimdeydi. "Bu merkezde bir anlık krizle bile insanların başına neler geldiğini biliyor musun?" Kafasını iki yana salladı. "Olayı bile doğru düzgün anlatmadın. Ben neredeyse herkesten sorumluyum ve ne olup ne bittiğini öğrenmek zorundayım."

Tartışmayı Büge'nin olduğu kısımları es geçerek ya da üstünkörü anlatmıştım fakat kızlar zaten açık bir şekilde anlattığı için benim bunu yapmam pek iyi olmamıştı, diğer yandan Azra'yı görmediğime inanmıyorlardı.

"Arkadaşın ortalıklarda yok," dedi adını hatırlayamadığım kız. "Onunla mı bu planı yaptınız? Azra nerede?"

Gözlerimi devirip, "Arkadaşımın bir ilgisi yok," diye inledim, ardından toplamak adına, "Benim de bir ilgim yok," diye mırıldandım. "Kimsenin bir ilgisi yok. Azra'ya ben hiçbir şey yapmadım."

"Yapmadın mı?" Kız üzerime yürümeye kalktığında arkadaşı onu tuttu. "Onun gözlerinin içine nasıl baktığını gördüm!" "Selin," dedi diğer kız, nefretle bana bakarak. "Sakin ol, haklıyken haksız konuma düşeceğiz."

"Haklı mı?" diye homurdandım, ardından bakışlarımı Doktor Gürkan'a çevirdim. "Siz şahitsiniz, benimle nasıl uğraştıklarını gördünüz ve ben sustum." Psikiyatriste baktım. "Tamam, suçsuzum demiyorum, tartışmaya dahil oldum fakat kimseye bir zarar vermedim. Bunu asla yapmam."

Doktor Gürkan kaşlarını çatarken bakışlarımız kesişti. Beni savunmasını ya da bir şekilde arkamda durmasını bekledim çünkü o kapının önünde Korel'le ikimizi yan yana görmüştü fakat savunmak yerine bakışlarını benden çekti.

"Göksel iyi durumda ve daha da iyi olacak gibi." Arkadaşlarına ters bir bakış attı. "Eğer ilaçlarını düzenli kullanırsa ve bir şeyler gizlenmezse düzelebilir."

Psikiyatrist başını salladı. "Siz çıkabilirsiniz Gürkan Bey," diyerek ona kapıyı gösterdi.

Gürkan ise duraksamadan olduğu yerden kalktı ve başını aşağı yukarı sallayarak arkamdaki kapıya doğru yürüdü; bakışlarımız kesiştiğinde bu sefer rica ediyormuş gibi bakmıyordum.

"Kızlar, siz de çıkın," dedi. "Sizinle daha sonra tekrar konuşacağım." Bana baktı ve kaşlarını çattı. "Minel Karaer, sen duruyorsun. Amcanı çok yakından tanırım ve bu konuyu onunla konuşmanın vakti geldi."

"Hayır!" diye bağırdım yüksek sesle. Bakışlarım kapıya doğru yürüyen kızlara takılırken, Doktor Gürkan öylece kapıdan olanları izliyordu.

"Olanları neden olduğu gibi anlatmıyorsunuz? Neden benimle uğraştığınızı, arkadaşımın beni savunmaya çalıştığını söylemiyorsunuz?"

Kızlardan adının Selin olduğunu duyduğum kız, psikiyatriste arkasını dönerek bana çirkin bir ifadeyle sırıttı. "Olanı anlattık, güzelim," diye dudaklarını büzerek omuzlarını kaldırıp indirdi. Bana birkaç adım yaklaştı ve yanımdan geçerken kulağıma eğilerek, "Azra'ya eğer kötü bir şey olduysa cezasını çok fena çekeceksin," diye tehditkâr bir tonda fısıldadı.

Arkamı dönüp sadece Doktor Gürkan'a bakmak istedim fakat yerinde yeller esiyordu ve o bile beni kurtarmak için hiçbir şey yapmamıştı ama mantıklı düşünüldüğünde ne yapacaktı ki? Korel ve Gürkan'ın arkadaş olduğu açıkça ortadaydı ve ne kadar haksızlık yapıldığını görse de arkadaşını açık etmek istemeyecekti.

Bütün herkes odadan çıktığında baş psikiyatristle baş başa kaldık. Hızla ellerimi kaldırarak "Gerçekten," diye inledim. "Gerçekten Azra'ya ne olduğu hakkında ufacık bir fikrim yok. Görmedim..." Duraksadım. "Görsem de ben hiçbir şey yapmadım. Kimse bir şey yapmadı."

"Görsem de?" diyerek gözlerimin içine baktı tıknaz, beyaz saçlı adam. Müdür gibi bir konumdaydı ve aynı zamanda bu merkezde epey sözü geçen biriydi. "Küçük kız, sen benim gözlerimin içine baksana bir. Ben böyle yalanlara inanacak biri değilim." Üzerime yürüdü. "Bu merkezdeki her olaya şahit oldum ben. Senin minik boyun seni kurtarmaz."

"Ben yalan söylemiyorum," diye dişlerimin arasından tısladım. "Azra'ya," heceledim, "hiç-bir şey yap-ma-dım. Yap-mam."

"Söyle o zaman?" dedi düz bir sesle. "Arkadaşın nerede? Neden bu kızlar karşıma öylece çıkabiliyorken sen tek kişisin?"

Büge'yi nasıl affedebileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu çünkü psikiyatrist dediğinde çok haklıydı; onlar hem bu odaya benden önce girdikleri hem hepsi konuştuğu hem de arkadaşları kaybolduğu için haklı durumdaydılar ve ben tek başıma kendimi savundukça daha fazla dibe batmıştım.

"Büge Tokgözler," dedi masasının üzerindeki dosyayı karıştırırken. Koltuğuna oturup inceledi ve incelerken gülümseyerek başını bana çevirdi. "Kızların anlattıklarına tam olarak uyuyor gibi görünüyor."

Sanki bana inanmamaya yeminliymiş gibi davranıyordu ve bakışlarından hiç hoşlanmamıştım. Tuhaf, ürkütücü ve tedirgin edici bakışları vardı. Bunların dışında, psikiyatrist gibi profesyonel davranmıyor, aksine karşısındaki kişiyi alt etmek için elinden geleni yapıyordu.

"Asıl onlar yalan söylüyor," dedim kaşlarımı çatarak. "Büge durup dururken kimsenin zaafıyla oynamadı, o kızı bilerek kışkırtmaya çalışmadı. Onlar böyle anlatıyor ama tam olarak olayın nasıl olduğunu..."

"Bir daha dinlememe gerek yok," dedi nefes alarak. "Amcanla aramız oldukça iyi ve sanırım onunla konuşup bu olayı detaylı anlatmam gerekiyor."

Eli telefona uzanırken, "Hayır," diyerek olduğum yerden atıldım ve önüne geçtim. "Hayır, hayır, lütfen." Ellerimi saçlarıma geçirdim ve kafamı iki yana salladım. "Amcamı tanımıyorsunuz. Size inanacaktır çünkü bana inanmak istemez. Bunu yapmayın." Önüme gelen saçı kulağımın arkasına ittim. "Bakın, hiçbir şey kesin değil, elinizde bir kanıt yok. Bu bana yaptığınız bir haksızlık."

"Kanıt yok çünkü revirin olduğu yer gizli kamerayı yerleştirmediğimiz tek yer, küçük kız." Telefonu eline aldı ve diğer taraftan benim dosyama uzandı. "O revirin önünde sadece sen vardın ve bunu inkâr etmiyorsun. O kız o dakikadan sonra kaybolmuş ve sen sırf bu yüzden orayı tercih ettin. Kamera yok diye." Körü körüne bir şeylere inanmasının sebebi de neydi?

"Siz iyi misiniz?" diyerek atağa geçtim. "Kafanızda kurduğunuz bir senaryoyla beni ne duruma düşüreceğinizin farkında mısınız?"

Duymazdan geldi ve elindeki dosyayı karıştırarak amcamın numarasını bulmaya çalıştı. Derin bir nefes aldım. "Tamam," diyerek yenilgiyi omuzladım. "Anlatacağım."

Başını kaldırmadan, gözündeki gözlüğün üstünden bana baktı ve yüzüne zafer kazanmış bir gülümseme yerleştirdi. Bakışları beni beklediğini ima ederken, kafamın içinde anlatmam gereken yerleri ayrıştırdım ve tekrar derin bir nefes aldım.

"Evet, revirin önündeydim. Azra yanıma geldi ve bir anda hiçbir şey söylemeden bana saldırdı. Hatta bakın," deri ceketin fermuarını çok az açtım ve boynumu gösterdim, "boğazımı sıktı ve bunu yaparken beni pencereden aşağı sarkıttı. Neredeyse nefessizlikten ölecektim ve o bana bir an bile acımadı."

Sustum ve gözlerinin içine baktım. Oldukça ruhsuz, gerçeklikten uzak bir ifadeyle gözlerimin içine bakıyordu. "Sonra ne oldu?"

"Sonra..." Başımı önüme eğdim ve yere bir şeyler yazmaya başladım, ne yazdığımı bilmiyordum, karışık harflerdi. "Sonra bayıldım sanırım. Gözlerimi açtığımda Azra yoktu."

Bakışları düzlüğünü korudu, bakmaya devam etti, bir süre öyle baktı fakat sonra karnını oynatarak güldü. "Ben kaç yıldır kaç insan gördüm," diye böbürlenerek homurdandı. "Bu merkez bir nekrofiliyi bile bünyesinde taşıdı, ne yalanlar dinledim, ne sahneler gördüm." Gülüşünün arasında kafasını iki yana salladı. "Küçük kız, benimle dalga geçmen hiç hoşuma gitmedi; yalanı insanın gözünden tanırım ve sen kötü bir yalancısın."

Saçlarımı tuttum ve çekiştirerek, "Yalan söylemiyorum!" diye bağırdım. "Neden bana inanmamak için yemin etmiş gibi davranıyorsunuz?"

Bir cevap vermedi ve elindeki dosyada bir noktaya gözlerini sabitledi. "Amcanın numarası bu olsa gerek." Ağzının içinde bir şeyler geveledikten sonra elindeki telefonun tuşlarına kâğıda bakarak basmaya başladı.

"Lütfen," diye mırıldandım. "Lütfen, yalan söylemiyorum. O kız bana saldırdı. Lütfen bana inanın, bunu yapmayın."

Amcam bu olayı duyduktan sonra dansın ilk harfini bile ağzıma aldırmayacağını ya da hapis hayatı yaşatacağını biliyordum. Kan kusturacaktı, kustuğum kanı geri içirecekti. Biliyordum.

Psikiyatrist başını telefondan kaldırdı ve yine o rahatsız edici bakışlarını bana sabitledi. Gözlerinin içindeki ışıkların şimşek gibi çaktığına yemin edebilirdim ve tamamen beni isabet alıyorlardı. Beni süzmeye başladığı zaman olduğum yerde kıpırdandım ve gözlerimi ondan ayırarak yutkundum. "Seninle anlaşabiliriz küçük kız," dedi tehlikeli bir tınıyla. "Ama nasıl anlaşacağımızı öğrendiğin zaman karşı çıkabilirsin."

Kapının sertçe açılmasıyla başımı çevirdim ve Korel'i gördüm. Yüzü oldukça gergin görünüyordu ve gözleri ilk başta beni, sonrasında baş psikiyatristi buldu.

"Sen." Kaşlarını çattı. "Demek baş psikiyatrist oldun, Gürkan doğru söylüyormuş." Yanıma geldi ve kolumu kavrayıp beni kendine çevirdi. "Sorun mu var?" Sadece başımı olumlu anlamda aşağı yukarı salladım ve gözlerinin içine baktım.

Psikiyatrist olduğu yerden kalkarken, "Korel Erezli," diye mırıldandı ve geri geri giderek masanın arka tarafındaki koltuğuna ilerledi. "Merkeze tekrar hoş geldin."

Korel kaşlarını çattı ve boynunu yavaşça çıtlatarak masaya yaklaştı. "Sence hoş mu geldim Doğan Yankı? En son öylesine bir adamdın, nasıl böyle yükselebildin?"

Adının Doğan olduğunu öğrendiğim psikiyatrist samimiyetsiz bir ifadeyle gülümsedi. "Elbette ki hoş geldin," diye mırıldandı. "Seninle uzun uzun konuşuruz. Şimdi dışarı çıkar mısın? Bu küçük kızla ufak bir işimiz var. Kendisi bir suç işlemiş."

"Ben suç işlemedim!" dedim bağırarak. Korel geldiğinden ötürü müydü bilmiyorum ama sabrım taşıyordu. "Beni neden sürekli suçluyorsunuz anlamıyorum ama ben hiçbir..."

Korel lafımı keserek, "Küçük kız?" dedi ve ellerini masaya yerleştirdi. Arka tarafında kaldığım için omzunun üzerinden beni işaret etti. "Küçük kız mı dedin sen?"

Doğan Yankı sadece kafasını salladı ve bana baktı. "Azra Dinçer'i en son gören kişi bu küçük kız ve sen eskilerden olduğun için bilirsin." Korel'in gözlerinin içine baktı. "Böyle olaylarda baş şüpheli her zaman asılır."

Benimle ya da diğerleriyle konuşma tarzı, Korel'le olduğundan çok çok farklıydı. Doğan Yankı'nın Korel Erezli'ye hesap veriyormuş gibi yanıtları vardı. Korel ruhsuz bir ifadeyle gülümsedi ve masayı tutan elleri sıkılaştı, parmak boğumlarının beyazlaştığını gördüm.

"Ve ben eskilerden olduğum için senin de nasıl bir orospu çocuğu olduğunu bilirim sevgili Doğan Yankı." Ağzım kocaman açılırken, ikisinin de yüzünde mimik oynamıyordu. "Bu yüzden asacağını sandığın şüphelinin altındaki tabureyi kimin kafanda kıracağını da bilmen lazım."

Baş psikiyatrist kaşlarını havaya kaldırıp ıslak çaldı; kırklarında olan adam o kadar tuhaf hareketler yapıyordu ki şaşkınlığımı gizleyemiyordum. "Korel Erezli, yine merkeze bomba gibi düştün bakıyorum ama şunu bilmen gerekiyor ki ben kurallar ne ise onu yapıyorum." Başıyla beni işaret etti. "Kurallar, o haklı da haksız da olsa ailesini aramamız gerektiğini söylüyor."

"Kimseyi aramayacaksın." Korel'in sesi oldukça netti.

"Bunu sen bana söyleyemezsin, Korel Erezli," dedi silik bir ifadeyle gülerek. "Bu benim görevim."

Nefesim hızlanırken zihnimin içinde tuhaf, rahatsız edici sesler duymaya başladım. Sanki balyozla bir buz kütlesine vuruyorlardı ve bu zihnimin içinde yapıldığında çığlar derimi kesiyordu. Avuçiçlerim terledi ve dizlerim titremeye başladı. Gözlerimi kapattım ve içimden birkaç saniye saymaya başladım fakat gözlerimi tekrar açtığımda daha kötü hissediyordum.

"Bunu sana ben söyleyebilirim şerefsizin evladı," dedi Korel, masanın üzerinden psikiyatriste doğru eğilerek. "Yüzüme baktığın zaman eski Korel'i mi görüyorsun?"

Adamın bir an ürktüğünü hisseder gibi oldum fakat nefes alıp verişim daha fazla hızlandığı ve zihnimin içindeki sesler daha fazla yükseldiği için bundan emin olamadım.

Korel biraz daha eğildi ve adamın yüzüne yaklaşarak, "İşkence," diye fısıldadı. "Dayak." Masayı tutan elleri bembeyaz kesildi. "Ve çocuk pornosu." Adamın ilk iki kelimede bakışları değişmezken son söylediğinde anında değişti ve yüzündeki gülümseme bir anda silindi. "Kasetlerin nerede olduğunu göstermemi ister misin?" Gözünün ucuyla aşağıdaki dolabı işaret etti ve tek kaşını kaldırdı. "Şimdi senin burada nefesini kesip o kasetleri alarak hayatını bitirmem kaç dakikamı alır?"

Kesinlikle aralarında geçmişten gelen bir problem vardı, bundan emin oldum çünkü ikisinin de birbirlerine olan bakışları intikamı simgeliyordu.

Adamın yüzüne rahatlamış bir ifade yerleşirken, "Öyle bir şey yapmadım," diyerek kendini savunmaya geçti. "Ve ben..."

"Ve sen kasetleri aşağı dolapta değil, evinin salonununda, soldan üçüncü dolabın arkasındaki kasada saklarsın." Durdu ve düşünüyormuş gibi davranarak yüzünü buruşturdu. "Dur, anahtar neredeydi?.." Yapay bir ifadeyle yüzünü buruşturdu, ardından kaşlarını kaldırdı. "Buldum. Yatak odandaki sağdan ikinci prizin içinde." Adam dehşet içinde ona bakarken dizlerimin üzerinde duramayacak gibiydim. "Şimdi hemen eve gidip yerlerini değiştirmeyi düşünüyorsun, değil mi?" Kafasını iki yana salladı. "Yapma sikik herif, yapma, bende hepsinin kopyası var. Bu kez, her şeye hazırlıklıyım."

Adam tamamen sineye çekmek durumunda kalırken göz ucuyla bana baktı ve yutkunarak başını başka bir yöne çevirdi. "Ne istiyorsun?"

"Şimdilik hiçbir şey," dedi Korel ruhsuz bir tınıyla. "Bilirsin, ben zamanı geldiğinde her şeyi hallederim ve sen benim oltama takılacak balık bile olamazsın." Duruşunu dikleştirdi ve oldukça yavaş hareket ederek ellerini silkeledi. "Minel Karaer'in bir suçu var mı?"

Doğan Yankı'yla göz göze geldiğimizde, gözümün içine bile bakamadığını fark ettim. "Yok."

"Güzel," dedi Korel ve kafasını bir kere aşağı yukarı salladı. "Hoş bulduk, Psikiyatrist. Korel Erezli geri döndü."

Adama arkasını döndü ve bana baktı, o saniye bakışlarımdan bir şey okunuyor muydu bilmiyorum ama midem bulanıyor, başım dönüyordu ve yerimden nasıl hareket edebileceğim hakkında fikrim yoktu. Korel bana doğru yürüdü ve kaşlarını çatarak gözümün içine baktı. Altdudağımı dişledim ve bir adım atarak yürümeye çalıştım, adımım sarsaktı. Bunu fark eden Korel sol kolumu tuttu ve benimle kapıya doğru yürüdü, ardından bir anda durup, "Ha bu arada," diye mırıldandı ve psikiyatriste döndü. "Bir daha ona küçük kız dersen kendi küçük kızına yaptıklarını bütün ülke görür."

Gözlerimin odağı direkt onu buldu; anlamsız, kuralsız ve belki de ona yakıştıramadığım tehditinden sonra kolumu elinin hapsinden çekmek istedim fakat buna izin vermedi. Psikiyatristin yüzünün aldığı şekli görmemek için kapıya doğru yürüdüm, Korel de durmadan bana eşlik etti.

Kapıdan dışarı çıktığımızda Doktor Gürkan'ın bizi beklediğini gördüm. Hemen Korel'le bakışları kesişti; aralarındaki bakışmanın seyri bir süre sonra anlamsız bir sessizliğe bürünürken, Gürkan bakışlarını bana çevirip, "Nasılsın?" diye sordu.

Odadan çıktıktan sonra sesler de uzaklaşmıştı fakat mide bulantısı ve baş dönmesi devam ediyordu.

"İyi." Net bir sesle verdiğim tek kelimelik cevap Gürkan'ın yüzüne anlamsız bir ifade yerleştirdi fakat sorgulamak istemediği için başını tekrar Korel'e çevirdi.

"Korel?" diye mırıldandı Doktor Gürkan. "Bir sorun var mı?"

"Kansız," dedi sert bir sesle. "Yine ava çıkmış gibi davranıyor, o odaya girmeseydim kimbilir neler olacaktı." Doktor Gürkan'ın neden orada konuşmayıp direkt Korel'i gönderdiğini anlamıyordum, bunu sormak aklıma geliyordu fakat şu an sorgulamak isteyeceğim bir zamanda değil gibiydim.

"Sakin ol," diye karşılık verdi. "Ağzının payını verdiğini düşünüyorum."

"Daha fazlasını da yapacağım eğer devam ederse," dedi Korel kendinden emin bir sesle. Bir an Gürkan'ın bakışları bana döndü ve Korel'e kendini dizginlemesi için işaret verdi. "Her neyse, yarın akşam geliyorsun," dedi Korel lafı değiştirerek. Gürkan'ın yüzüne bakıp omzuna bir kere vurdu. "Eğer gelmezsen karnını deşerim."

Gürkan gözlerini devirip bana baktı. "Ben senin doktorunum," diye homurdandı. "Şu kelimelerine dikkat etsen."

Korel bu sefer sertçe omzuna vurduğunda Gürkan geriledi. "Sevgili doktor, eğer gelmezseniz o güzel karnınızı bıçakla deşeceğimi bilmenizi isterim." Kafasını sağa yatırdı. "Oldu mu?"

Gürkan'ın sinirleneceğini düşündüm fakat öylece baktıktan sonra kısık sesle kahkaha attı ve kafasını aşağı yukarı salladı. "Bu sefer motosiklet yarışları nerede?"

Korel gözünün ucuyla beni gösterdi ya da ben öyle sandım, bilemiyorum fakat bir cevap vermek yerine ortamı sessizlik kapladı. Az önce bir adamı yine tehdit etmişti, beni bir ateşten kurtarmıştı, sonra o adamı öylece bırakmış, arkadaşıyla hiçbir şey olmamış gibi motosiklet yarışı muhabbeti yapıyordu.

Derin bir nefes aldım ve o an gözüm kararır gibi oldu, olduğum yerde sarsıldığımda bir elim havaya kalktı. Hemen Korel kolumdan tuttu. Gözlerimin üzerindeki karanlık kalkarken, Korel'in sonbaharı anımsatan bakışlarıyla karşı karşıya geldim. "Sen iyi olduğuna emin misin?" Düz bir sesle sorduğu sorunun ardından bakışlarını Gürkan'a çevirdi. "Rengi bembeyaz görünüyor."

"Sorun yok," diye mırıldandım fakat kimse beni ciddiye almış gibi görünmüyordu. Korel'in üzeri dövmelerle dolu olan eli ve o ince parmakları kolumu kavramıştı, tutuşu sıkıydı. "Psikiyatristi önceden tanıyordun," diyerek nefesimi verdim. "Onunla çok büyük problemleriniz varmış gibi görünüyordu." Sesim ne kadar net çıksa da istemsiz titriyordum. "Ama sen şimdi içeride yaptıklarını abartmamaya çalışıyor, bunu benim de normal karşılamamı bekliyorsun, öyle mi?"

Korel alayla kaşlarını kaldırdı. "Bunu da nereden çıkardın?"

Aynı alayla yüzüne baktım. "Gürkan'ın yanına gelir gelmez lafı değiştirmenden ya da motosiklet yarışlarına dikkatimi çekmeye çalışmandan, her ne haltsa umurumda değil." Dişlerimi sıktım. "O iğrenç biri, bunu kabul edebiliriz ama sen onu öz kızına yaptıklarıyla tehdit edemezsin çünkü bu durum öz kızına da zarar verir. Bütün bu pislikleri yapan adamı sadece tehdit edecek ama hiçbir şey yapmayacak mısın?"

Gürkan ikimize bakarken kaşları çatılmıştı. "Zamanı geldiğinde zaten yaptıklarının cezasını çekecek," dedi belli bir planı varmış gibi. "Bunun dışında, insanlara ayna olmayı sevdiğimi söylemiştim."

"Ayna olmayı seviyorsun diye o aynayla insanları parçalayamazsın ama," dedim karşı gelerek. "Kızı kimbilir kaç yaşındadır, onu hemen kurtarmak gerekiyor."

Korel parmaklarını şakaklarına bastırdı ve inanmadığını belli ederek mırıldandı. "Git kurtar o halde, nerede adalet? Nasıl kurtaracaksın?"

Haklıydı, sonuna kadar haklıydı fakat bu, cümlelerinin doğruluğunu sorgulamama engel değildi. "Adaleti bu şekilde mi sağlıyorsun?" diye sordum. "Ayna olduğunu düşünerek mi? O halde o adama ayna olacak şey ne, biliyor musun?"

"Biliyorum," dedi sert bir sesle ve bana doğru döndü. "Aynı muameleyi görmesini sağlamak. Baksana," omzumdan hafifçe itekledi, "yoksa ilahi adalete mi inanıyorsun?"

İteklemesine öfkelensem de, "Böyle bir şey söylemedim," dedim dişlerimi sıkarak. "Kendini çok mu adaletli biri sanıyorsun?"

Gürkan boğazını temizleyerek, "Neyi tartışıyorsunuz?" diye sordu.

Korel kaşlarını havaya kaldırıp, "Senin için adalet nedir?" diye sordu. "Onu yaptıklarından başka hiçbir şeyle tehdit edemezdim, kendisiyle bile."

"Tehditle yürümez çünkü bu işler," dedim direterek. "Planın ne? O adam hâlâ içeride nefes alıyor ve bu akşam evine gidecek, kimbilir yaptıklarının kaç mislini..." Gözlerimi acıyla kapattım. "Ona zaman kazandırıyorsun, bunu biliyorsun ve bekliyorsun. Adalet eşit olmaktan geçer, duydun mu?"

"Öyle mi?" deyip başını iki yana salladı. "Gel seninle bir oyun oynayalım." Bir anda kolumu tuttu ve deri ceketi yukarıya çekip bileğimi açığa çıkardı. Parmakları bileğimi kavradı ve düz bir şekilde yüzüme baktı. "Bileğini sıkacağım ve sen de sonrasında benim bileğimi sıkacaksın, aynı şey mi, bakacağız. Güç mü, eşitlik mi?"

Gürkan Korel'in omzuna elini koyup, "Yapma," diye karşı çıktı. "Senin sorunun ne?"

Korel gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.

"Yap," dedim yüzüne bakarak. "Durma, yap, ben yapmayacağım."

Duraksadı, eli bileğimin üzerinde durdu. Ne yapacağını merak ettim. Saniye geçti, ardından dakikaya dönüştüğünde sert bir şekilde bileğimi bıraktı. "Sen de farkındasın," dedi ters bir sesle. "Güç daha üstündür, eşitlik her zaman işe yaramaz."

"Korel," dedim kendimden emin bir sesle. "Senin adaletin acılardan ve acımasızlıktan geçiyor ama benim adaletim daha hissizdir, emin olabilirsin ve bazen hissiz bir adalet daha fazla acıtır."

Korel'le aramızda uzun süren sessiz bir bakışma gerçekleşti ve ikimizin de yüzündeki alaylı ifade silindi. "Sanırım," dedi derinden gelen bir sesle. "İlk defa haklısın. Senin adaletin daha acımasızdır çünkü hisleri görmezden gelebilirsin."

Adalet, hisler olduğu müddetçe mağlup olabilecek tek şeydi.

Adaletimiz kalbimizde yer alırsa acımasız biri olamazdık; ben acımasız biri değildim fakat Korel Erezli de acımasız biri değildi. Onun adaleti çürümüş kalbindeydi ve kalbi artık sadece kötülükleri hissediyor, adaleti kötülükleri hissettiriyordu.

Benim kalbim çürümeye yüz tutmuştu, çürümesin diye papatyalar dikerdim ve kötülük tohumlarını yeşermeden yok etmeye çalışırdım.

Onun çürük kalbinin acısı, benim hissiz adaletimi yok edemezdi.

"Her neyse," dedi Gürkan en sonunda sessizliği bölerek. "Konu çok kötü yerlere geldi."

Korel bir süre daha bana baktıktan sonra Gürkan'a bakışlarını çevirdi. "Ben sana yarışın olacağı yeri mesaj atıp söylerim," dedi. Yüzüne ne kadar umursamaz bir maske yerleştirmeye çalışsa da beceremiyordu.

Ne demek istediğimi anlamıştı, önemli olan da buydu ama ben onun ne demeye çalıştığını tam olarak kavrayamamıştım.

Gürkan gergin bir şekilde, "Tamam," dedi hızla, ardından Korel'e bakarak, "Sen git, ben Minel'i eve bırakayım," diye mırıldandı. Korel düz bir yolu anımsatan bakışlarını bana çevirip gözlerimin içine baktı. Gürkan, "İyi görünmüyor," diye ekledi.

"Kendisi gidemiyor mu?" dedi Korel.

"Dengesiz adamın tekisin," dedim âdeta tıslayarak. "Benimle derdin ne?"

Korel tiksiniyormuş gibi bana baktığında sanki yeniden hesaplaştığı noktaya geri dönmüştü, benimle savaşına veya. Gürkan Korel'e sadece kafasını salladı ve omuzlarımı tutarak beni yanına çekti, ardından çıkış kapısına doğru yönlendirdiğinde, "Sonra," dediğini duyar gibi oldum. Korel'e arkamı döndüğümde adımlarımı atamıyordum ve midemin bulantısı bir yana, kendimi berbat hissediyordum.

Kendisinin olduğunu ettiğim siyah lüks bir arabanın önüne geldiğimizde ruh gibiydim ve Doktor Gürkan hâlâ beni omuzlarımı tutarak hareket ettiriyordu. Aceleyle çıktığımız kapıya baktı; sanki Korel'den kaçırıyormuş gibi davranıyordu, belki de ben öyle hissediyordum.

Yolcu koltuğunun kapısını açtığında hiçbir şey söylemeden bindim. "Teşekkür ederim," diye mırıldanarak kapımı kapatmasını izledim. Sesim titriyordu.

Doktor Gürkan sürücü koltuğuna oturdu ve ben de tepkisiz bir şekilde emniyet kemerimi takarak karşıma baktım. Araba hareket ettiğinde gözlerimi bile kırpmıyordum ve gözlerimin titrediğini hissediyordum.

"İyi misin?" diye sordu Doktor Gürkan, merkezin çıkışını döndüğümüzde. Gözü dikiz aynasına takılıyordu ve hâlâ merkezin olduğu yere bakıyordu.

Gerçekten Korel'in geleceğini mi düşünüyordu? Korel neden gelsin ki? Bu saçma bir düşünceydi.

Amacım neydi? Onu tanımıyordum ve onu tanımadığım halde sanki aramızda görünmez, ateşten bir bağ varmışçasına ona inanıyordum. Hayır, aslında ona inanmıyor, yine zihnimin gerisindeki kaybolmuş Minel'in inancının yolundan gidiyordum.

Onun kalbinin çürüklerini neden önemsiyordum?

Onun kalbinin çürüklerinin iyileşeceğine neden inanıyordum?

Birine inanmak demek, kör gözlerle o kişiye ellerini uzatmak demekti. İnanç kırılması, ellerin kırılmasıydı.

Suç benim inancımdaydı, suç benim aptallığımdaydı.

İnsanlar gerçekten de haklı olmalıydı, ondan kaçmam gerekiyordu çünkü korkunç biriydi.

"Defalarca hayatımı kurtardı," dedim yola odaklanarak. "Bugün de dahil oldu. Teşekkür ettiğimi ona söyler misin?" Bunu artık onu daha fazla öfkelendirmek için yaptığımı fark ediyordum.

Arabanın içine sessizliğin damlaları serpiştirildi. Gürkan derin bir nefes aldı. "Bak, onu umursama, tamam mı? O böyledir ve yapabileceğin..."

"Umursamıyorum." Keskin bir sesle Doktor Gürkan'ı susturdum ve başımı ona çevirdim. "Teşekkürümü ona söyleyecek misin?"

Sayamayacağım kadar çok defa hayatımı kurtarmıştı. Şöyle bir durum vardı ki, Korel hayatıma girdiğinden beri başım dertten kurtulmamıştı ve o her seferinde bu dertleri başımdan atabilmişti. Büyük bir muammaydı.

Doktor Gürkan da çok konuşmayı ve ısrarı sevmiyordu. Sadece onaylayarak başını salladığında yeniden sessizliğe gömüldük.

Evime dönen patika yola girdiğimizde gözlerimi kısarak, "Evimi nereden biliyorsunuz?" diye sordum. Sesim yorgun çıkıyordu. "Size yerini söylememiştim."

İlk başta duraksadı, ardından uzaktan evi işaretparmağıyla gösterdi. "Burası değil mi?" Kafamı aşağı yukarı salladım. "Geçen gün Korel'i buradan aldım, o yüzden."

Sorgulamayacaktım, sorgulamak istemiyordum, umurumda değildi. Şu an gerçekten hiçbir şeyin sebebi, sonucuyla beraber umurumda değildi ve kendimi sadece şu arabadan dışarı atmaktan başka derdim yokmuş gibi hissediyordum. Çünkü mide bulantısının yanına eklenen baş ağrısı, geçireceğim bir atağın habercisi gibiydi, bacaklarım uyuşuyordu. Amcam evde miydi bilmiyordum fakat eve girdiğim saniye duvarlarla yapacağım savaşın galibinin onlar olacağını biliyordum.

"Durur musunuz?" dedim tek solukta. "Biraz yürüyüş yapmaya ihtiyacım var."

Doktor Gürkan karşı çıkmadan arabayı yavaşlattı ve evimin karşısındaki patika orman yolunun orada durdu. "İyi olduğuna emin misin?"

Emniyet kemerini açarken, "Sadece hava almam gerekiyor," diye mırıldandım. Kapıyı açmak için hamle yaptım ve son saniye aklıma gelen başka bir düşünceyle, "Size deri ceketini sonradan versem ona iletir misiniz?" diye sordum.

"Sesin kötü geliyor," dedi Gürkan babacan bir sesle. "Eve geçmen daha sağlıklı olacak gibi."

Bir tepki vermeden, rica ediyormuş gibi yüzüne baktım.

Birkaç saniye aramızda geçen sessiz bakışmanın ardından, "Pekâlâ," diye homurdandı. "Teşekkürünü de ileteceğim. Dikkatli ol."

Sadece kafamı salladım. "Teşekkür ederim," diye mırıldanarak arabadan indim.

Korel'in deri ceketi hâlâ üzerimdeydi ve kolları ellerimi örtüyordu. Arkama bile bakmadan yürümeye başladım ve Gürkan'ın dönerken çıkardığı teker seslerini duymazdan geldim.

Adımlarım hızlandı, adımlarım yeri dövdü, adımlarım yerle savaş haline girdi ve yürüdüğüm yerde ormana doğru koşmaya başladım. Gözlerimin üzerinde derin, sert bir buz tabakası varmış gibi hissediyordum ve zorlanıyordum; adımlarımın sarsaklığı bir yana, zihnimin içinden anlamlandıramadığım birkaç konuşma sesi geliyordu.

Ormana girdiğimde adımlarımı yavaşlattım ve gökyüzüne bakarak mutluluktan uzak bir ifadeyle gülümsedim; gökyüzüne baktığım zaman gördüğüm tek şey, kurumuş sarı yaprakların ağaçlara tutunmalarıydı. Zihnimin içindeki sesler belirginleşmeye başladı ve yine o aksanlı tınıları işittim, başka bir dilde konuşuyorlardı, anlayamıyordum.

Gözlerimi kapattım, dizlerim titriyordu, kalbim hızlı atmaya başlamıştı ve başım dönüyordu. Bir damla yüzüme düşerken ağladığımı düşündüm fakat gözlerimi açtığımda yağmurun atıştırdığını fark ettim.

Gülümsedim. Bu sefer mutluluk barındıran bir gülümsemeydi ve yağmur hızını biraz daha artırdı. Korel'in üzerimdeki deri ceketindeki koku sanki yağmurla birleşince burnuma daha fazla doldu ve o kül kokusunu aldım.

Güzel kokan bir bitkinin yandıktan sonra o güzel kokusunu kaybedemeden küle dönüşmesi gibiydi, tarifi imkânsızdı fakat bir kül bu kadar güzel kokamazdı. Ben bir külün bu kadar güzel koktuğuna inanamazdım. Yağmur biraz daha hızlandığında toprak kokusunu aldım. Üzerimdeki ceketten ve ormandan yükselen o toprak kokusuydu.

Yağmur yağıyordu; yağmur ateşi söndürürdü, yağmur yanan toprağı da söndürebilirdi fakat ben neden ateşin toprağın üzerindeki o kusursuz kokusunu duyumsuyordum. Çünkü yağmur, Korel'in kokusunun ateşini söndüremiyor, körüklendiriyordu.

Evet, Korel Erezli'nin tek bir kokusu yoktu, Korel'in kokusu bir orman kadardı. Yanan bir ağacın külü, yanan bir yaprağın külü, yanan bir toprağın külü, yanan bir çiçeğin külü gibi kokuyordu. Korel, kül olan bir orman gibi kokuyordu ve yağmurla karıştığı zaman külün kokusu daha da güzelleşiyordu.

Bakışlarımı yere indirdim ve boş gözlerle birkaç adım attım, her zaman yaptığım gibi ilerideki taşa gidip oturmak istiyordum, saatlerce boşluğu izlemek istiyordum ve izlerken hiçbir şey düşünmek istemiyordum ama artık bu benim için imkânsızdan daha öteymiş gibi görünüyordu.

Ellerimle ceketin kollarını aşağıya çekiştirdim. Gözlerim boşluğa odaklanırken, zihnimin içindeki seslere bile dikkat edecek gücü göremiyordum ve artık bakışlarımın bile ferinin solduğu nun farkındaydım.

Yağmur şiddetini biraz daha arttırdığında deri ceket parlamaya, saçlarım ise ıslanmaya başlamıştı. Bez ayakkabılarımın uçları çamura bulanmış, önümdeki toprak yol gitgide çamurlaşmıştı. Gözlerim sağ tarafa kayarken başım döndü ve o saniye yerde parlak, metal bir şey gördüm. Bu sefer zihnim ve hafızam ilk defa işe yaradı, gece pencereden dışarıya bakarken gördüğüm kişiyi ve o düşen sesi anımsadım. Hemen ayağa kalkıp o parlayan cisme doğru ilerlediğimde baş dönmem bana meydan okudu ve düşer gibi oldum.

Kendimi toplamaya çalışırken adımlarımı yavaşça attım. Bu esnada yağmur, şimşek ve gök gürültüsünü yanına davet etti. Duraksamadım, kendime düşünme fırsatı vermedim ve o metalin yanına giderek eğilip baktım; gözlerim ilk başta bulanık gördü, ardından netleşen bakışlarımla ensemden aşağıya şiddetli bir ürpertinin geçtiğini hisseder gibi oldum. Hafızamın duvarlarında dans eden başka görüntü, bugün Korel'in bileğinde gördüğüm ve dikkatimi çeken erkek bilekliğine aitti.

Şimdi ise önümde duran, o bilekliğin aynısıydı. Elimi deri ceketten çıkardım ve titreyerek bilekliği parmaklarımın arasına aldım. Başım saat gibi dönmeye, midem ise bulanmaya başladığında zihnimin gerisinde çığlık sesleri duydum ve simsiyah bir gölge bana doğru çarpmak için koşmaya başladı.

Evet, o bilekliğin aynısıydı.
Tek bir farkla:
Bu, bir kadının bileğine uygundu.