Yaşam ateşti, ölüm ise buz.
Yaşam alevlenen topraktı, ölüm ise buz tutan gökyüzü.
Yaşam sıcaktı, ölüm soğuk.
Yaşam, ölümü eritebilir miydi?
Geceyi karanlığa bulayan siyahlık ve yeryüzünü aydınlatan ayın ışığı, boş sokağa ışığını adıyordu.
Yere yatan kimsesiz bir adam ara sokağa yansıyan uzun bir gölgeyi gördüğünde bakışları kısıldı ve elinde duran şarap şişesini yanına koyarak doğrulmaya çalıştı. Alkolden bulanık gören gözleri sokağın başına yöneldiğinde uzun boylu bir adamın öylece durduğunu gördü.
Prometheus.
Gözlerini ilk önce yıldızsız fakat bulutlarla kaplı gökyüzüne doğru çevirip yutkundu; yutkunuşuyla beraber âdemelması şiddetli bir şekilde hareket etti. Ayın ışığı tam yüzüne vuruyordu fakat maskesinin ardında kim olduğu belli değildi.
Kimsesiz adam biraz daha doğruldu ve üzerindeki eskimiş siyah montuna sokuldu, yanında uyuklayan köpeğin hırıltılarından başka sokağı dolduran ses yoktu.
"Kim var orada?" dedi kimsesiz adam, yaşı elli sekizdi ve belki de çocukları onu sokağa atalı on sekiz yıl oluyordu. Kir içinde olan parmaklarıyla gözlerini ovuşturduğunda sokağın başındaki adam yürümeye başladı, gölge gitgide büyüdü.
Prometheus siyah deri eldivenli parmaklarını avuçlarına doğru kıvırdı ve dudaklarında sinsi bir tebessümle kimsesiz adama doğru ilerledi; kafasının içinde dönen yılanların başını tutamayacak kadar zekiydi; o yılanları yaşatan Prometheus'tan başkası olamazdı.
Kimsesiz adamın önünde durduğunda gölgesi hem adamı hem köpeği kapattı. Yüzündeki maskeyi hafifçe düzeltti ve adamın yüzüne yaklaştı, o an köpek gözlerini hafifçe araladı ve gerilerek yattığı yerden kalktı."Bu da ne?" dedi kimsesiz adam alkol kokan nefesiyle ve gözlerini tekrar ovuşturdu. "Çok mu fazla içtim yine?"
Köpek bir kere havlayıp kimsesiz adamın önüne geçti fakat Prometheus aldırış etmeden hafifçe yere eğilerek köpeğin başına elini koydu, ardından okşamaya başladı. "Çok fazla içtin," dedi kimsesiz adama. Sanki bir cihazdan konuşuyormuş gibi çıkıyordu sesi. "Ama maalesef ben bir hayal değilim."
Kimsesiz adamın içsesi korkulacak bir şeyler olduğunu söylüyordu; bembeyaz, uzun saçlarını önünden çekti. Sakalları uzamıştı ve aralarında siyah, ne olduğu belli olmayan kirler vardı. Elleri titremeye başladığında karşısındaki maskeli adama daha dikkatli baktı.
Simsiyah, kâğıt ya da kartondan bir maskeydi; göz yerlerindeki boşluktan başka hiçbir şey yoktu. Üzerinde neyle yazıldığı belli olmayan kelimeler vardı ve aralarda yer alan işaretlerin bir anlamı bile yoktu. Sadece bir kâğıt parçası Prometheus'un yüzünü kapatırken, bu bile kendisine olan güvenini belli ediyordu.
"Korkmam gerekiyor," dedi kimsesiz adam ve ayağa kalkıp kaçmayı planlarken şarap şişesi yana devrildi, ardından içindeki az kalan kırmızı sıvı akmaya başladı.
Akan sıvı, Prometheus'un siyah botlarına ulaştığında başını eğerek baktı. "Korkman gerekseydi sana böyle yaklaşmazdım." Köpeğin başında duran elini kulağına yaklaştırdı ve diğer elini de hayvanın öteki kulağına koydu, ardından kulaklarına baskı uyguladı ve köpeğin hırlamasını umursamadan kulaklarını tıkadı.
"Ne yapıyorsun?" diye sordu kimsesiz adam dehşet içinde. "Çıldırdın mı?"
Prometheus dilini üç kere damağına vurup, "Sessiz ol," diye söylendi. "Onlar kötülükleri duymaması gereken tek canlılardır çünkü sır saklayamazlar."
Kimsesiz adam şaşkınlıkla ilk önce köpeğe, ardından karşısında maskeyle duran adama baktığında, "Ya sarhoşsun," dedi ürkek bir tınıyla. "Ya da tek deli ben değilim."
Prometheus kısık sesle kahkaha attı ve kafasını aşağı yukarı salladı; köpeğin kulaklarında duran ellerini çekmedi. "Kadim dostum," dedi kimsesiz adama biraz daha yaklaşarak. "Sen sır saklayabilir misin?"
Kimsesiz adam ilk önce ne yapacağını bilemedi fakat damarlarında dolaşan alkole binlerce defa dua etti, eğer o alkol olmasaydı korkudan yaşayabileceğine inanmıyordu.
"Bir hayvanın sır saklayacağına inanmıyorsun," dedi maskeli adamı anlamaya çalışıyormuş gibi. "Bir insanın sır saklayacağına mı inanıyorsun?"
Prometheus eğildiği yerde biraz daha çöktü ve yerde oturan kimsesiz adamla aynı hizaya geldi. "Yanlış cevap," diye fısıldadı. "İnsanlara değil, sana inanabilirim."
Kimsesiz adam kesik bir nefesin ardından yere dökülen şaraba baktı ve altdudağı titrerken, "İnsan olmadığımı mı söylemeye çalışıyorsun?" diye sordu. "Eğer bir şeyler anlatmaya çalışıyorsan daha açık olmalısın, beynim çalışmaz."
Prometheus önünde duran köpeğe baktı. "Kimsesiz olduğunu söylemeye çalışıyorum," dedi acımasız bir sesle. "Bir sırrı bile anlatabileceğin kimsen yok fakat köpekler öyle değildir, kadim dostum. Köpekler daima sırları paylaşacak birilerini bulur."
Adam parmaklarını sakallarına geçirip kaşımaya başladı. "Kimsesiz olduğumu da nereden çıkardın?" Gülümsedi, sararmış dişlerinin arasından hırıldadı. "Görüntüler yanıltabilir." Prometheus köpeğin kulağındaki ellerini çekti ve tam o anda köpek Prometheus'a hırladı; bunu gören Prometheus ayağa kalktı ve geriye bir adım attı.
Kimsesiz adamı korumaya çalışan köpeğe bakarak, "Seni koruyacağı kadar fazla vakit geçirmişsin onunla," dedi az önce söylediği cümleyi haklı çıkararak. "Dediğim gibi, köpekler sır tutamaz ve senin kimsesiz olduğunu da bana böyle gösterirler."
Kimsesiz adam kir tutmuş elini sokak köpeğinin gövdesine yerleştirdi ve hafifçe okşayarak, "Benim gibi kimsesiz bir adamdan ne istiyorsun?" diye sordu.
"Benimle gelmeni," dedi Prometheus hızlıca. "Senden istediğim çok büyük bir şey yok."
"Bunu neden yapacağım?" Boğazını temizledi. "Bunu neden yapmak zorundayım?"
Prometheus geriye bir adım daha attı ve kollarını iki yana açarak, "Sence?" diye sordu. "Ne için yapmak zorundasın?"
Adam kafasını iki yana salladı, oturduğu yerden zorlukla doğrulup ayağa kalktığında karşısındaki adamın ondan santimlerce daha uzun olduğunu gördü. Köpek de havlayarak aynı hızda korumaya devam etti.
"Beni öldüreceğini mi söylüyorsun?" diye sordu fakat kimsesiz adamın sesindeki neşe, bunun bir ödül olabileceğini belli ediyordu.
"Kimsesiz bir adamı ölüm korkutamaz," dedi Prometheus. "Kimsesiz bir adamı öldürülmek de korkutamaz."
"O halde?" Yaşlı adam bir adım attığında alkol hâlâ bünyesinde dolanırken başının döndüğünü hissediyordu."Kimsesiz bir adamı kurtuluş korkutabilir ama," diye fısıldadığında boynunu bir kere çıtlattı. "Kimsesiz bir adamı kurtuluşun yok olması da korkutabilir."
Yaşlı adamın geçmişini anımsatan bu cümlelerin ışığı soluk bir şekilde onun karanlığa doğru dönmesine sebep olurken, ellerinde tuttuğu bütün güveni yere düşmüştü ve kendini tamamen çıplak hissetmişti. "Sen," dedi kısık sesle, tınısı acı kokuyordu. "Sen nasıl?.." Bir şey diyemedi, bir şey demek bile istemedi ve Prometheus'a doğru yürüdü.
Cümlelerin kamçılanmış izleri, kimsesiz adamın parmaklarında saklıydı. Gözleri ilk önce parmaklarına, ardından parmaklarında yer alan o geçmişin lekelelerine kaydı; artık teslim olması gerekiyordu. Karşısında duran bu maskeli adam her şeyi biliyordu.
"O halde," dedi Prometheus bir kısırdöngüyü gerçekleştirerek. "Benimle geliyorsun."
Ilık rüzgâr Prometheus'u ve kimsesiz adamı üşütmüyordu, aksine ikisinin de damarlarında akan kanın rengi değişmiş gibi, değişen renk onları ısıtıyormuş gibi hissediyorlardı. Kalbin kabir azabında yanışı bir bedeni söndürebilirdi ve ikisi de şu an bunu hissediyordu.
***
"Dediklerimi anladın mı?" dedi Prometheus, ormanın içinde yürürken; birkaç adım gerisinden kimsesiz adam takip ediyor, az ileride birinin çırpınma sesi yükseliyordu.
"Anladım," dedi kimsesiz adam; kaderine eğdiği boynu, bir ip gibi Prometheus'un elinde sallanıyordu. Sanki o iple onu rahatça asabilirdi, astığı iple sallandırabilirdi.
Adımlarının toprak zeminde bıraktığı izler ve yaklaşan çırpınma sesleri, kimsesiz yaşlı adamın sakallarına sımsıkı asılmasına, içine düştüğü azabın kalbinin üzerinde dağılmasına sebep oldu.
"Kadim dostum," dedi Prometheus omzunun üzerinden geriye bakarak. "Ben seni yaratanım ve sen benim dostumsun, Tanrı'yla dost olabildiğine inanabiliyor musun?"
"Ben senin kulunum," dedi kimsesiz adam hızlıca. İleride ağaca asılı duran küçük bir ampul gözlerini aldı. Ampul rüzgârdan sallanıyordu; sallanan ampul, ışığın bir bedeni aydınlatmasına sebep oluyordu.
Dilini tekrar üç kere damağına çarptı. "Unutma," dedi kesin bir dille. "Tanrı her zaman kimsesiz ve yalnızdır." Yürümeye devam ettiler; ışığın aydınlığı gitgide yayıldığında kimsesiz adam kamaşan gözleriyle etrafa baktı.
"Tanrı söylediğin gibi ise," dedi yaşlı adam. "Ve ben senin dostunsam ikimiz de ne yalnızız ne kimsesiz..."
Prometheus'un adımları yavaşladı ve sık ağaçların olmadığı bir boşlukta durdu; ampul karşısındaki ağacın dalına asılıydı. Gecenin karanlığı aydınlatan ay ışığını ağacın gölgeleri kapatıyordu. Karanlığı aydınlatan tek ışık, ampulün sarı ışığıydı. Ağaca bağlı biri vardı fakat ağacın arka tarafındaydı; halatlarla bağlı olan kişi çırpınıyordu.
"Siz insanlar," dedi iğreniyormuş gibi. "Tanrı neden öldürüyor sanıyorsunuz?" Sorduğu soru kimsesiz adamı ürpertirken, beraber ağacın arkasına, bağlı olan adamın önüne doğru yürüdüler. Bağlı adam adım sesleriyle daha fazla çırpınmaya başladığında ikisi de tam karşısında durdu, ampulün ışığı onları aydınlattı, kimsesiz adamın soluğu kesildi. Prometheus kısık sesle mırıldandı. "Daima kimsesiz ve yalnız kalabilmek için."
Kimsesiz yaşlı adam karşısındaki ağaca bağlı adama baktı ve soluk borusunu tıkayan o ürkütücü nefesi bir türlü veremedi. Çırılçıplak, ağaca bağlı bir adam vardı ve karnından ağaca sımsıkı bağlanmıştı. Bedeninde kırbaç izleri vardı; yer yer kızaran, uzun ve kabarık izler morarmaya yüz tutmuştu. Kavak ağacının kalın gövdesine bağlanan adamın elleri; demirden, kalın ve paslı çivilerle ağaca saplanmıştı.
Yukarıya doğru dimdik duran kolları, onu havada tutmaya yarayan halat ve çivileriyle içler acısı görünüyordu. Avcunun içinde kurumuş olan kanlar, kollarına akmıştı. İnce ince çizgiler çizen kan lekeleri vardı. Adamın başında ise bir çuval yer alıyordu.
"Bak dostum," dedi Prometheus hayran bir tınıyla. "Görüyor musun? O benim kulum." Adamın yere değmeyen çıplak ayakları kir içindeydi. Hırladı, bağırmaya hatta hareket etmeye çalıştı fakat faydasızdı.
"Bunu neden yaptın?" diye sordu kimsesiz adam ve damarlarındaki o akan sıcak kanın kuruduğunu hissetti.
"Tanrı hesap vermez," dedi ve kimsesiz adama döndü. "Dizlerinin üzerine çök ve beni izle kadim dostum, sen benim yardımcı meleğimsin ve beni izleyeceksin, emirlerimi yerine getireceksin."
Kimsesiz yaşlı adam bir an aklından kaçmayı geçirdi fakat karşısında duran o heybetli kişiye baktığı zaman bunun imkânsız olduğunu fark etti. Boyu oldukça uzundu ve kalıplıydı. Attığı birkaç adımla bile onu kıskıvrak yakalar, ardından kendi hayatını söndürmesi önemli olmasa da kurtuluşunu söndürebilirdi.
Dilini tekrar ve tekrar üç kere şaklattı Prometheus. "Aklından geçeni okuyabiliyorum, kaçman senin zararına olacaktır."
Kimsesiz adam yavaşça yere, dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini ensesine teslim oluyormuş gibi yerleştirdi; bu hareketi Prometheus'un yüzünü gülümsettiğinde maskesinin ardındaki kişiliği soğukkanlılıkla hissetti.
"Her zaman bir izleyicim olur," dedi Prometheus ve önüne dönüp ağaca bağlı adama doğru yürüdü; çırpınışlar parmaklarının daha fazla uyuşmasına sebep oluyordu. "Maskeyi sadece dostum olan kişilerin yanında takarım."
Kimsesiz adam ürperdi ve bakışlarını zorlukla yere indirdi. Hissettiği, korkudan öte bir duyguydu; hissettiği, inançsızlıkların sorumsuzluğuydu. Bir Tanrı varsa şu an bu yapılanların sorumluluğunu nasıl alıyordu?
Belki de Tanrı, gerçekten tam karşısında duran kişiydi.
Prometheus bir eliyle yavaşça adamın başında duran çuvalı çekip yere attı ve ağaca bağlı adamın yüzüne baktı. Kimsesiz adam yerden başını kaldırdı ve o da baktığında boğazından şiddetli bir ateşli kasırga geçti.Yüzünde yer yer morluklar vardı, tek gözü kapanacak kadar kısılmıştı, diğer gözü ise neredeyse görünmüyordu.
Ağaca bağlı adamın bakışı ilk önce Prometheus'la kesişti, ardından yerde, dizlerinin üzerine çökmüş olan kimsesiz yaşlı adama baktı ve yeni bir yüz görmenin umuduyla daha fazla çırpındı; her çırpınışında elleri daha fazla acıdı, dudakları daha fazla yırtıldı fakat direnmeye devam etti.
Prometheus'u güldüren bu durum, kimsesiz yaşlı adamın, "Ona ne yapacaksın?" diye sormasına sebep oldu. Bir yandan adama acıyor, öte yandan adamın hemen ölmesi için dualar ediyordu. "Dua ediyorum ki onu hemen öldürürsün."
"Duayı Tanrı'ya ediyorsun," dedi Prometheus alayla ve ağaca bağlı adama bakmaya devam etti. "Fazla ironik."
Doğru söylüyordu, kimsesiz yaşlı adam bir an gülecek gibi oldu fakat bu acısından geliyor gibiydi. Ettiği her dua Tanrı'yaydı ve karşısında Tanrı olduğunu söyleyen bir adam vardı.
Prometheus karşısındaki konuşamayan adama baktı ama asıl konuştuğu kişi kimsesiz adamdı. "Günahlarımızı söylemeye başlayalım mı?" Kimsesiz yaşlı adam gördüklerinin alkolün sebep olduğu bir kâbus olmasını isterdi fakat Prometheus'un yaydığı o katleden enerji, gerçekliğin kanıtıydı.
"Görüyor musun kadim dostum?" dedi Prometheus tebessüm ederek. "Onun konuşma yetisini elinden aldım." O ana kadar adamın bir dili olmadığını fark edemeyen yaşlı adam titremeye başladı. "Onun duyma yetisini elinden aldım." Kimsesiz yaşlı adam onun kulaklarının kesilmiş olduğunu fark etti, adamın dağılan uzun saçlarından zor görünüyordu ve yeni fark edebilmişti.
Yüzü tanınmayacak halde olan adam fazlasıyla gençti ve belki de gençliğinin en güzel zamanındaydı. Omuzlarının biraz yukarısında biten saçları dışında her yeri hasarlıydı.
"Görüyor musun, söyle bana," dedi Prometheus, sanki muhteşem bir ressam, işçiliğine bakıyormuş gibi. "Onun elinden her şeyini aldığımı görüyor musun?"
Kimsesiz yaşlı adam, "Görüyorum," diye fısıldadı. "O artık sağır ve dilsiz, bunu sen yaptın."
"Bunu ben yaptım," dedi Prometheus ve çenesini hafifçe yukarıya kaldırdı. "O sağır, o dilsiz ama o kör değil." Elinde duran bıçağı havaya kaldırıp ucuna baktı. "Onun gözlerini benim kadim dostumu görmesi için kör etmedim ama zamanı geldi."
Kimsesiz yaşlı adam hırıltılı bir nefes verdikten sonra ensesine yerleştirdiği ellerini yavaşça aşağıya indirip bacaklarının üzerine koydu. "O beni gördü."
"Ve o beni de görmüştü," dedi Prometheus, ardından havaya kaldırdığı bıçağın ucunu adamın sağ gözüne yaklaştırdı. "Tanrı sadece ölülere görünür ve siz, kutsal kişiler olduğunuzu mu düşünüyorsunuz?" Kapanan gözüne yaklaştırdığı bıçağın ucuna bakarak fısıldadı: "Kutsal değilsiniz."
Bir anda, saniyenin onda biri kadar kısa sürede bıçağı sertçe adamın sağ gözüne sapladı ve kınıyı keskin taraf gözünün içindeyken çevirdi; adam öyle bir inledi ki cehennem zebanileri bu sesi cennete armağan etmek istedi.
Kimsesiz yaşlı adamın gözleri irileşti, geriye sendeledi ve elleriyle yerden destek aldı; gözlerinin gördükleri bir tanrının işi olsaydı şayet, şeytana tapardı.
Prometheus sapladığı bıçağı çıkarmadan elini bıçağın kınısından çekti. "Diğer gözünü istiyorum," dedi ifadesiz bir sesle. "Diğer gözün bana lazım."
Kimsesiz yaşlı adam eliyle sakalına asıldı ve gözleri acıyla doldu; nefes almakta zorluk çekiyordu. "Bunu neden yaptın?" diye sorabildi fakat sorgusu boşaydı.
"İnandığına sormayı dene," dedi Prometheus soluk bir sesle. "Bunu neden yapıyor?" Kimsesiz yaşlı adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladığında Prometheus omzunun üzerinden baktı. "Senin inandığın sana bunları göstermiyor diye ona tapıyor, ben sana gösteriyorum diye benden nefret ediyorsun. Adil mi?"
"Sen benim inandığım Tanrı değilsin," dedi kimsesiz yaşlı adam. "Sen şeytanın akan kanından doğan tohumsun."
Prometheus parmaklarına bulaşan kanı kotuna sildi. "Ben savaşacak bir şeytanı olmayacak kadar yüce bir tanrıyım ve sen, işleri gizlice yürütüp suçu kendi yarattığı şeytana atacak kadar korkak olana tapıyorsun. Söyle. Sağır, dilsiz ve kör insanları o hale getiren ne? Şeytan mı?"
"Sus," dedi kimsesiz yaşlı adam. "Sus."
"Şeytanı yaratan Tanrın, suçlarını devretmek için bunu yaptı fakat ben bütün suçlarımı devralıyorum kadim dostum. Bak..." dedi kollarını iki yana açarak ve gökyüzüne baktı. "İyilik ve kötülük benim, tekilim, sadeceden ibaretim. Suçlu da benim, suçsuz da... İyilik de benim, kötülük de... Cennetin de sahibi benim, cehennemin de... Kör eden de benim, gözlere o ışığı veren de... Şu an sen görüyorsan hâlâ sebebi de benim."
Kimsesiz yaşlı adam elleriyle kulaklarını kapattı. "Sus!" Göreceklerine ve duyacaklarına tahammülü yoktu. "Sen içindeki şeytanın farkında olmayan korkağın tekisin. Delirmişsin!"
"Hayır, korkak değilim," dedi Prometheus ve sanki dünyaya sesleniyormuş gibi bağırdı. "Ben şeytanı alt edebilecek kadar güçlü bir Tanrıyım."
Cümleler, kan dolu torbalardı ve kimsesiz yaşlı adam sanki o torbalardaki kanları yudum yudum içmişti; genzini yakan acının sebebi, içtiği kanın ruhunun karşısındaki adam olmasıydı.
Bir an konuştuklarını ve anlaşmalarını hatırladı, kaldıramayacağı kadar büyük bir şey olmadığını düşünmüştü fakat şimdi her şey daha farklı geliyordu; kaldıramayacağından daha öte bir acıydı. Sanki cehennemde oturuyordu ve etrafındaki insanların ölümünü izliyordu; kendisi ise zebani bile olamayacak kadar kademsizdi.
Buğulanan bakışları, gökyüzüne bakan bu cani adama kaydı. Ellerini yere indirdi ve toprak zeminden eline doldurduğu kumları ufalamaya başladı. "Sen kimsin?" dedi kısık sesle. Öyle duruyor, gökyüzünü öyle bir izliyordu ki sanki kimsesiz adamı duymuyormuş gibiydi. Giydiği boğazlı kazağı boynunu tamamen örtüyordu fakat koyu renk sakalları seçilebiliyordu.
Yavaşça başını eğdi, arkasında inleyen adamı duymazdan geliyor gibiydi; maskesinin ardındaki rengini çözemediği gözleri kimsesiz yaşlı adamla kesişti. "Prometheus," dedi fısıltıyla. "Ateşi çalan Tanrı," alayla güldü, "bense ruhlarınızın içinde yanan o ateşi söndüren Tanrıyım." Prometheus.
Kimsesiz adama tamamen arkasını döndü ve ağaca bağlı olan adama doğru ilerledi; gözünden yanağına, yanağından boynuna akan kanlar duracak gibi değildi. Bıçak saplandığı yerde sanki bir gözü kör etmemiş, bir gözü yerinden sökmüştü.
Adam öyle bir inliyor, ağzını öyle bir açıp hırlıyordu ki salyaları kana karışıyordu. Konuşabilseydi şayet gökyüzünü yaratan Tanrı da yeryüzüne hâkim olduğunu sanan Prometheus da kötülüğünden utanacaktı. İkisi de imkânsızdı.
"Şşş," dedi Prometheus soğuk bir tınıyla ve ağacın yanında duran kahverengi büyük deri çantayı eline aldı. Ters çevirip içinde ne var ne yok yere dökerken bakışları ağaca bağlı adamdan ayrılmıyordu. Çantanın içinden yere düşen kesici aletlere gözü takılan kimsesiz adam, bir eliyle ağzını kapatmaya zorluyordu fakat kalbinin bile içinde bulunduğu kuyuda titrediğini hissediyormuş gibiydi.
"Beraber kendimizce olan günahlarımızı sayacağız," dedi ağaca bağlı adama bakarak. Hafifçe yere eğildi ve kimsesiz adamın ne olduğunu bilmediği aleti eline aldıktan sonra, "Kadim dostum," diye fısıldadı. "Seninle bir oyun oynayalım mı?"
Kimsesiz adam sanki oturduğu yerde gitgide ufalmış, görünmez bir hal almıştı. "Ne oyunu?" diye sordu. Karşı çıkabilecek durumda değildi, bunun farkındaydı.
"Zor bir oyun değil," dedi Prometheus ve sesindeki tınıda bir aksan olduğunu fark eden kimsesiz adam onu daha fazla konuşturmak istedi. Prometheus elinde tuttuğu aleti havaya kaldırıp ışığa tuttuğunda kimsesiz adam ne olduğunu gördü; anlam karmaşası yaşarken, "Bana bu adamın ağzında kaç diş olduğunu söyleyebilir misin?" diye sordu.
Kimsesiz adam, "Ne?" diye inledi ve Prometheus'un elinde duran kerpetene baktı; beyni algılamada zorlanırken, parmak uçlarını avuçlarına batırdı. "Onun dişlerini sökeceksin, öyle değil mi?" diye sorduğunda, ağaca bağlı adam duymamasına rağmen, diğer gözüyle zar zor bakabildiği kerpetene doğru hırlıyordu.
"Oynuyor musun," dedi Prometheus ve omzunun üzerinden tehditkâr olduğundan emin bakışlarla kimsesiz adama döndü. "Oynamıyor musun?"
Kimsesiz adam başını sağa çevirdi, düşünecek zamanı bile olmadığının farkındaydı. Bazı şeyler çözüme kavuşabilirdi; onun çözümlerinde cezalar vardı, cezalar ölümleri getirebilirdi fakat onun kurtuluşu olacaktı.
"Otuz." Yutkunmakta zorlandı. "Otuz dişi vardır."
Üç kere dilini damağına çarptı Prometheus. "Dua edelim de onu damgalayacağım harfe yetecek kadar dişi olsun, yoksa senin dişlerini de kullanırız."
Kimsesiz adam alayla güldü. "Ağzımda diş kaldığını mı düşünüyorsun?"
Prometheus da alayla güldü ve elinde tuttuğu yarı paslanmış kerpetenin ucunu hafifçe açarak ağaca bağlı adama yaklaştı. "Eğer
otuz dişi varsa," dediğinde sesi düşünceli bir hal aldı. "Senin kurtuluşuna dokunmayacağım."
Kimsesiz adam içten içe öfke beslese de yana çevirdiği başını Prometheus'a yöneltti. "Sana inanmıyorum."
Rüzgâr esti, Prometheus üzerindeki deri ceketinin yakalarını tek eliyle havaya kaldırdı.
"Kadim dostum," dedi, ardından ağaca bağlı adamın çenesini hiç beklenmeyen bir anda kavradı. "Her çektiğim dişin ardından tek cümleyle bir günah söyleyeceğim, benim ardımdan sen de aynısını yapacaksın. Beklediğin her an, onun canının daha fazla yanmasına sebep olacak."
Kimsesiz adam vazgeçirmek istedi, karşı koymak istedi fakat bunu yapabilecek gücünün olmadığının da farkındaydı. "Tamam," diye mırıldandığında boğazını acıtan o kanın tadını hâlâ hissediyordu. Son bir kere ağaca bağlı adamın tek bir gözüyle gözleri kesişti. Adam bitik haldeydi ve nefes almakta bile zorlanıyordu; hissettiği acıyı tahmin bile etmek mümkün değildi.
Ölüm, işkencenin kurtuluş biçimiydi ve bir insan evladına ölümü arzulatacak kadar işkence çektiren kişi, şeytanın tohumundan meydana gelmişti kimsesiz adama göre.
Başını sağa çevirmek istedi fakat gözlerini onlardan ayıramadı. Prometheus adamın kavradığı çenesini bütün gücüyle sıkarak, "Başlıyoruz!" diye seslendi. Ardından acıdan dolayı adamın zaten aralık olan ağzı tamamen açıldı.
"Aman Tanrım," diye acı içinde soluk verdiğinde, Prometheus kerpetenle adamın ağzına yaklaşıp, "Başlıyoruz," diye fısıldadı. "İlk günah sende."
Kerpetenin ucunu üst ön dişlerinden birine yerleştirdi, bir an bile düşünmedi, bir an bile nefes almadı hatta eli dışında başka hiçbir yeri hareket etmedi ve tek bir hamleyle kerpeteni kavradığı yerden öyle bir yukarıya çekti ki adam acı içinde boğazından yükselen sesle çığlık attı; Prometheus kerpetenin ucunda duran dişe bakarak, "Ayağa kalk," diye kimsesiz adama seslendi. "Ayağa kalk ve yanıma gel. Derhal!"
Kimsesiz adam, ağaca bağlı adamın ağzından akan kanlara bakarken tepkilerini ölçemiyordu; adamın gözüne saplı duran bıçak, sanki onun bacaklarına saplanmıştı. "Demek acı çekmesini istiyorsun," dedi Prometheus ve omzunun üzerinden geriye baktı. "Öyle olsun."
Kimsesiz adam, sanki bamteline basılmış gibi hızla yerinden doğruldu ve titrek bacaklarla Prometheus'un yanına ilerledi. "İşte böyle," dedi kafasını sallayarak. "Günahı söyle ve elini aç."
Kimsesiz adam, Prometheus'un hemen yanında durdu, ağaca bağlı adama bakmamak için ekstra bir çaba sarf ediyordu. "Yalan," dedi kısık bir sesle. "Kimsesiz bırakacak bir yalan."
Prometheus kafasını bir kere salladı ve sanki hızlanmak istiyormuş gibi kerpetenin ucunda duran dişi, kimsesiz adamın açmış olduğu avcunun içine attı, ardından dönüp diğer ön dişi kavradı; kimsesiz adamın gözünü bile kırpmadığı kısacık anda dişi yerinden söktü. Ağaca bağlı adam bir daha haykırdı fakat sesi artık daha sönük geliyordu, bayılmak üzereydi.
Dişi kimsesiz adamın avcunun içine koyarken, "Sevgisiz babalar," dedi. "Çocuklarını hiç sevmeyen babalar." Söylediği günah, kimsesiz adamı derin bir dehşete düşürürken uzuvlarının gerildiğini hissetti.
Kerpeteni başka bir dişi kavradı, onu da yerinden söktü; adam daha kısık sesle inledi fakat gitgide direncini kaybediyordu, belki de bedeni uyuşmuştu; kimsesiz adam ise gözlerini yere eğmişti ve bakmamak için ekstra çaba sarf ediyordu. "Terk eden babalar," dedi aynı şekilde. "Çocuklarını terk eden babalar."
"Güzel," dedi Prometheus ve dişi kimsesiz adamın avcunun içine koyduktan sonra kendi günahı için diğer dişe geçti; ağaçtaki adamın nefesi kesilir gibi oldu ve dişin sökülmesinin ardından küçük bir inleme dudaklarından döküldü, başı öne doğru düştükten sonra bayıldı, belki de öldü.
"Anne," diye mırıldandı Prometheus. "Oğlunu boşluğa satan bir anne." Kimsesiz adamın gözleri acı, öfke ve belki de özlemle dolduğunda bir damla yaş yanağından süzüldü.
Kimsesiz adam artık hissetmiyordu; başını kaldırıp bayılan adama baktı, gözleri kızarmıştı. Dişi çekti; adamın dudakları bile yarılmıştı, ağzı kandan görünmüyordu. "Anne," diye yineledi. "Boşluğa satılan oğlunu sevmeyen anne."
Prometheus'un elleri hızlandı; hızı damarlarındaki kanını alevlendirdi, gücü bedeninde buldu ve ormanı dolduran tek ses, günah içeren o cümleleri oldu.
Her sökülen diş, her günahın bir çığlığı oldu.
"İyilik," dedi Prometheus. "Günahların iyiliği."
"Yalnızlık," diye karşılık verdi kimsesiz adam. "Günahların yalnızlığı."
"Sessizlik," dedi Prometheus. "Sağır eden bir sessizlik."
"Soğuk," diye karşılık verdi kimsesiz adam. "Alev alev yakan soğuk."
"Ölüm," dedi Prometheus. "Yaşatmaya zorlayan ölüm."
"Yaşam," diye karşılık verdi kimsesiz adam. "Ölümü arzulatan yaşam."
"Kan," dedi Prometheus. "Acı ve zehirli kan."
Kimsesiz adamın avcunun içi kanın rengini aldı, sökülen dişler sanki o avcunun içine battı.
"Aile," dedi kimsesiz adam. "Dünyayı yerle bir edecek kadar büyük eksiğimiz."
Günahların sesleri yükseldi, nefes bile almadan Prometheus ve kimsesiz adam birbirlerine kendilerinin günah saydıklarını söylediler. Artık ağaca bağlı adam nefes almıyor gibiydi; ikisi de bunu o an umursamıyordu, gözlerini günahın ateşi bürümüştü.
Prometheus son dişe geldiğinde kerpetenin ucunu yerleştirdi ve sökmeden önce göz ucuyla kimsesiz adama bakıp, "Kadim dostum," dedi ve bir an tınısı şefkatli gibi geldi; bu sadece bir oyundu. "Bu günah sadece senin için; bu günahlar Tanrı'nın günahları, benim günah saydıklarım."
Dişi yerinden söktüğünde maskesinin ardındaki gözleri kapandı; bir an derin nefes aldı, ardından fısıldadı. "Çocuklar: geleceğin anneleri ve babaları, doğru yetiştirmezsek bizim en büyük günahımız."
Kısa bir an ikisi de tek kelime etmeden ormanın sessiz gürültüsünü dinlediler; birkaç dakika sonra kimsesiz adam elinde duran dişlere baktı. Prometheus, "Saydım," dedi. "Otuz tane dişi varmış."
Kimsesiz adam az önce olsa belki de mutlu olacağı şeyi şu an hissedemiyordu. Bir cevap vermek yerine elindeki dişlere bakmayı sürdürdü. "Oyunu kazansam da kaybetsem de sonucun değişmeyeceğini biliyorum," dedi en sonunda.
Prometheus kapalı gözlerini araladı ve belki de ilk defa bu kadar yakın mesafeden kimsesiz adamla göz göze geldi; kimsesiz adamın ise onun gözlerinde gördüğü tek ifade, evreni gözbebeklerinde sakladığı ışıkta taşıyan biri olduğuydu. "Evet," dedi Prometheus. "Sadece oyun oynamayı severim ama tek başıma."
Kimsesiz adam bir kere omzunu kaldırıp indirdi; sonucunu birkaç saat öncesinden bildiği için tepkisizliğini üzerinden atamamıştı. "Bunlar ne olacak?" diye sordu dişleri göstererek. "Neden avuçlarımın içine bıraktın?"
Prometheus ortamdaki kasvetli havayı dağıtmak istiyormuş gibi kısık sesle gülüp, "Sence o damgalanmayı hak etmedi mi?" diye sordu. Kimsesiz adam anlamadığı için öylece baktı fakat birkaç saniye sonra Prometheus yere eğildi ve çantadan çıkan bir tane kalın mili eline aldı. Neler olacağını tahmin edemeyen kimsesiz adamın bakışları çıplak adamda geziniyordu; bedenindeki her iz, başka bir izin devamı gibiydi.
Prometheus milin ucunu çıplak adamın kalbinin olduğu yere sapladı. "Sence neden dişlerini söktüm?" diye sordu. Sorusu kimsesiz adamı çelişkiye düşürürken, ne diyeceğini bilemiyordu. Prometheus milin ucuyla kalbinin olduğu yerde oldukça küçük bir delik açtı ve kimsesiz adamın elinde duran bir tane dişi alıp o deliğe yerleştirdi. Prometheus'un ne yapacağını anlayan kimsesiz adamın gözleri irileşti.
"Onun bedeninde, onun dişleriyle iz mi bırakacaksın?" diye sordu fakat sesinde öyle bir korku vardı ki tarifi yapılamazdı. Çıplak adamın kalbinin olduğu yere küçük küçük delikler açan Prometheus, aynı hızda kimsesiz adamın elinde duran dişleri alıp o deliklere yerleştiriyordu.
"Cevap vermedin," dedi Prometheus fakat tınısı o kadar ciddi geliyordu ki sanki mimardı ve inşa ettiği bir binanın üzerinde çalışıyordu.
"Onu kendi dişleriyle cezalandırıyorsun," diye mırıldandı kimsesiz adam. "Kendi dişlerini ona geçiriyorsun."
"Güzel," dedi Prometheus sızısı derinden gelen bir aksanla. "Kendi dişlerini kendine saplayan bir yırtıcı hayvandan geriye kalan tek şey bedeni olacaktır."
Kimsesiz adam midesinin bulandığını hissetti, gözleri bayılmış olan adama kaydı; başı öne doğru düşmüştü ve gözünde hâlâ o saplanan bıçak duruyordu. "O yırtıcı bir hayvan gibi görünmüyor." Kimsesiz adamın savunması sıradandı. "O aciz bir adam gibi görünüyor."
Prometheus açtığı deliklere son dişleri eklerken parmakları ustalıkla hareket ediyordu. Kalbi atıyor ise ilk önce hisseden Prometheus'un parmakları olurdu. "Öyle ya," dedi kısık sesle, ardından kalan tek dişi de ekledi.Prometheus geriye doğru gitti ve kimsesiz adam da ona eşlik etti; ortaya çıkan şekle ikisi de bakarken Prometheus bir Tanrı cümlesiymiş gibi kesin bir dille mırıldandı: "Yırtıcı hayvanlar bazen sadece salyalarını akıtır, dişlerini sökmek bu yüzden daha kolaydır."
Kimsesiz adam harften gözlerini ayırmazken bakışları kısıldı. "Bu şekil, onun damgası mı? Anlamı ne?"
Prometheus kafasını aşağı yukarı salladı, ardından, "Sadece benim dilimi anlayanlar bilir. Ve bir şey daha var..." diyerek kanlı eldivenini çıkardı ve tersini tekrar giydi; ilk başta kimsesiz adam onun ne yaptığını anlayamadı ama elini cebine atıp bir kâğıt ve bir kalem çıkardığında kan bulaştırmamak için böyle bir çabaya giriştiğini çözdü.
Sol eline kalemi aldı ve kâğıdı dizine yerleştirdiğinde kimsesiz adamın bakışları solak olmasına takılmıştı fakat Prometheus aynı anda, "Solak değilim," diyerek zihninin içinden geçeni yanıtladı.
"İki elimi de kullanabiliyorum, bir sağ bir sol diye değişir." Zekâsı herkesin önünde eğileceği kadar yüce görünüyordu.
Küçük beyaz kâğıda bir şeyler yazıp kimsesiz adama uzattı; adam kâğıdı eline aldıktan sonra başka bir cümle yazmak için bir kâğıt daha çıkarıp hızlıca bir şeyler karaladı.
Kimsesiz adam kâğıtta yazan cümleyi okuduktan sonra zihninde bir karıncalanma hissetti. "Bu nedir?" diye sordu; cümleyi tekrar okusa bile anlayacak bilinçte olmadığının farkındaydı.
Prometheus diğer cümleyi yazdığı kâğıdı elinde tutarken, "O sende duracak," diyerek emir verdi. "Gerekeni ben sana söyleyeceğim."
Kimsesiz adam cümleye tekrar baktığında, "Bu cümle eksik gibi," diye mırıldandı. "Sanki devamı olmalı gibi."
Prometheus elinde duran kâğıdı havaya kaldırıp, "Devamı burada," diyerek gösterdi. "Ama bu cümlelerin devamını sadece ben bileceğim, sevgili kadim dostum."
Kimsesiz yaşlı adamın kaşları çatıldı. "O halde neden yazdın?"
Başını omzuna düşürdü ve eliyle maskesini düzelttikten sonra başıyla ağaca bağlı adamı işaret etti. "Bu cümle, o adamın içinde canlanacak."
Kimsesiz adam Prometheus'un söylediklerinden hiçbir şey anlamadı; bunu fark eden Prometheus, geri geri adımlar atıp, "Son bir işimiz daha kaldı," diye fısıldadı.
Arkasını döndü, hava ise daha fazla soğumuştu; bedene işleyen ılık rüzgâr, ölü ruhları bile canlandırabilirdi.
Prometheus ağaca bağlı çıplak adamın çenesini kavradı ve acımasızca gözüne sapladığı bıçağını sertçe çekti; kimsesiz adam geriye doğru itildiğinde olacakları az çok tahmin ediyordu. Bitmeyen bir cümlenin, bitmeyen bir devamı vardı; bu devam, adamın bedeninde yatacaktı.
Prometheus bıçağı çıplak adamın boynuna dayadı ve kimsesiz adamla göz göze geldi; bakışlarında anlam bütünleştiğinde Prometheus yavaşça ve oldukça sakin bir şekilde çıplak adamın boynunu kesmeye girişti; kanlar sıçramaya başladığında çoktan ölmüş olan adamın canı artık yanmıyordu.
Kimsesiz adam, yüzüne sıçrayan kanlarla daha geriye çekilmek istedi fakat ayakları birbirine dolandı ve sırtüstü yere düştü.
"Tanrı sadece Tanrı değildir," dedi Prometheus. "Bazen boynunu kesen o cellat, bazen seni ölüme sürükleyen o Azrail'dir." Çıplak adamın boynunda patlayan şahdamarından fışkıran kanlar Prometheus'un maskesine bulandığında, diğer eli adamın saçını kavradı. "Beni iyi dinle," diye fısıldadı ve bıçağı kaydırmaya devam etti. "Tanrı herkestir."
"Yeter," diye fısıldadı adam.
"Yaşam ateştir," dedi Prometheus, gözlerini bir an olsun dostundan ayırmadan. "Ölüm ise soğuk. Ellerimin altında bir ateşin soğuğunu hissettim." Adam korkudan titriyordu. "Yaşam alevlenen topraktır," diye mırıldandı. "Ölüm ise buz tutan gökyüzü. Ellerimin altında ateşler içinde yanan toprağın buz tutan gökyüzüyle birleşmesini hissettim."
Nefesi hızlandı, aldığı hazdan dolayı avuçlarında cennetin zehirli meyvelerini tattı. "Yaşam sıcaktır, ölüm ise soğuk. Ellerimin altında hem sıcağı hem soğuğu hissettim. Söyle bana; yaşam, ölümü eritebilir mi?" Derin bir nefes verdi. "Ben ölümü eritirken yaşamımı ateşe verdim, yaşamımı eritirken ise ölüm buz tuttu."
Kimsesiz adam son bir kere başını eğdi ve tekrar elinde tuttuğu yazılı kâğıdı okudu; o an anlam kazanan kelimeler ve acı kokan cümle, karşısındaki adamın sefil de olsa bir ruhu olduğunu gösteriyordu.
Prometheus'un bir ruhu vardı fakat ruhun ait olduğu bedenin bir bebekken kalbi durmuş, bir çocukken uzuvları kesilmiş, bir gençken beyni zehirlenmiş, bir adamken elleri kesilmiş, bir yaşlıyken bacakları ezilmişti.
***
Damarlarımın sızladığını hissediyordum.
Öyle acılı, öyle sessiz, öyle keskin, öyle kimsesiz bir sızlamaydı ki tarifi imkânsızdı. Bense imkânsızı öylece izliyor, tek bir nefes alsam kendimi uçurumdan aşağıya itecekmişim gibi hissediyordum.
Korel'in parmak uçlarında toplanan kanlar, ter içinde kalan bedeni ve gözlerimden ayrılmayan gözlerine bakarken hangi yöne döneceğimi bilmiyordum ve ben aslında bacaklarımı bile hissetmiyordum. En kötüsüyse, gidebileceğim tek yer kapının dışı iken kendimi zaten yeterince dışta hissediyordum.
Varlığımın sessiz ama yakaran tınısını duyabiliyordum, benim içimde soluklanmıyor, Korel'in can veren kişiliğinde yanında yer alıyor gibiydi.
Bakışlarımız birbirimize uzunca bir süre kenetlendi, onun gözlerindeki uzun koridorları dolaşıyormuş gibi hissettim; kapıları çalmadan içeriye girmek istedim ve bütün gücümle kapının kollarına kendimi adadım fakat bütün kapılar kilitliydi, o koridorda tek bir ışık bile yoktu.
Karanlıktı, onlarca belki yüzlerce kapısı olan karanlık bir koridordu; karanlıkta çıkışı nasıl bulabilirdim?
Korel oturduğu yerden kalkmak için sandalyesini yavaşça itekledi ve tahta sandalye yüksek bir ses çıkararak geri gitti; Korel ayağa kalktı, gözlerini ise üzerimden ayırmadı. Bakışlarımı ondan kaçırmak istemesem de boş çerçevelerin şiddetli baskısını net hissediyordum, artık ürkütüyordu.
Kalktığı yerden birkaç adım atıp masanın yanına geldi; saçları terden sırılsıklam olmuştu, şakaklarından aşağıya doğru hareket eden tek bir damla yanağının boşluğunda duraksadı. "Buraya neden girdin?" diye sordu, tınısında az önce duyduğum o çocuksu hava yoktu. "Benden de izin almadın üstelik?"
Kollarını önünde bağlarken, yanında durduğu masaya kalçasını yasladı, gözlerinde anlamsız bir ifade vardı.
O an sonbaharı anımsatan gözlerine verdiğim anlamı tekrar sorguladım ve o karanlık koridorda yer alan boşlukların kapılar değil, boş çerçeveler olduğunu fark ettim.
Binlerce boş çerçeveyi gözlerinde barındıran bir adamdı; o çerçeveleri bir gün fotoğraflarla değil ışıkla doldurursa işte o zaman onun koridorunda kendimi de onu da bulabilecektim.
Ben de onun gibi kollarımı önümde bağladım ve yutkunmakta zorlanırken odaya tekrar göz gezdirdim. "Ürkütücü bir oda burası." Oda Korel'in gözlerine benziyordu. "Ürkütücü bir ruhu var. Duvarlarda yüzlerce boş çerçeve, çerçevelerin içinde binlerce boş ruh var gibi."
Korel bir süre bana baktı, ardından tek kaşını havaya kaldırdı ve elini saçlarına daldırarak karıştırdı. "Adı üstünde, Turuncu," diye karşı çıktı. "Boş çerçeve. Nasıl bir ruh barındırabilir ki? İçini doldurursan artık bir ruhu olur."
Kaşlarım çatıldı ve masanın üzerinde duran yığınlar halindeki kâğıtlara baktım. "O halde," dedim net bir sesle. "Senin bu cümlelerinin de bir ruhu mu var?" Dakikalar önce elimde tuttuğum mektubun her harfi, her kelimesi, her cümlesi sanki bedenime saplanıyordu; izlerini karnımda, göğüs kafesimde, boynumda hissediyordum. "Sana ait bir dil mi bu?"
Korel kaşlarını havaya kaldırıp beni baştan aşağı süzdü; gözlerinin irislerine yayılan bir şeyler vardı ve ben onu çözememekten nefret ediyordum. "Hayır," dedi. "Bana ait değil ama benim yarattığım bir dizgi; dikkatli baktığın zaman çözülmeyecek bir şey değil."
Gözlerimi devirmemek için kendimle savaşırken, "Korel," diye çıkıştım. "Bana şifreli konuşmaktan vazgeç, seni anlayamıyorum."
"Hey, hey, hey!" dedi ve yaslandığı yerden doğrularak bana doğru yaklaştı, adımlarının sağlamlığı ve üzerime gelirken gözlerindeki netlik geriye doğru adım atmama sebep oldu. "Öfkelisin. Bu öfkenin sebebi ne?"
Tam karşımda durduğunda uzun boyundan dolayı başım göğüs kafesinin altına denk geliyordu, başımı kaldırıp konuşmamak için ekstra çaba sarf edip dişlerimi kenetledim.
"Sana bir şey sordum." Nefesini saçlarımda hissettim, başımı kaldırsam belki onunla göz göze gelecektim fakat şu an bunu istemiyordum; şu an onunla göz göze geldiğim zaman her şeyi mahvedecek cümleler kuracağımı hissediyordum.
"Zor bir geceydi," diye geveledim ağzımın içinde. "Gece olanları net hatırlamıyorum, canım buna sıkkın olabilir."
Korel geriye doğru çekilmedi ve yarım adım daha attığında burnum ile göğüs kafesi arasında bir karışlık bile mesafe kalmadı. "Hatırlamıyorsun, öyle mi?"
Dişlerimi daha fazla sıktım, zihnimde geceye dair her ayrıntının detayları vardı; kulağımda hâlâ onun nabzının o ninniyi anımsatan sesini duyabiliyordum, onun nabzımı dinleyen kulağının varlığı hâlâ bileğimdeydi.
"Hatırladığım kısımlar var elbette," dedim sinirle. "Sorularıma yanıt almak için sarhoş olmam gibi mesela."
Korel'in göğüs kafesi titrer gibi oldu, güldüğünü anladım. "Kabul et," dedi vezinsiz bir sesle. "Benim hakkımda çok şey öğrendin."
Başımı öfkeyle kaldırdığımda bana doğru eğildiğini gördüm, nefesi tam yüzüme çarptı; uzun, gür kirpiklerinin arkasına gizlenen gözlerinde alayın yanında sanki hayranlık da vardı. "Senin hakkında ne öğrendim?" Adımlarımı sertçe yere çarptım. "Bana denekleri anlattın ve kendin hakkında doğru düzgün hiçbir şey söylemedin, Korel Erezli," bileğimi havaya kaldırdım, "beni o muhteşem sarmaşıklara inandırdın ve nabız sesine senin sayende anlam yükledim." Korel'in bakışları değişti, öfkeli hissetmediğimi fark ettim. "Geriye doğru çık," diye inledim. "Sana böyle bakarken boynum ağrıyor!"
Son söylediğimin ardından Korel'in gözleri kısıldı ve dudakları güzel bir tebessümle şekil aldı. "Gerçekten geceyi hatırlamıyormuşsun," diye imada bulundu. "Eğer hatırlasaydın altından iç çamaşırını dişlerimle çıkardığımı da bilirdin."
Gözlerim irileşti. Kulaklarımın yandığını hissederken, "Biliyor musun?" diye fısıldadım. "İğrençsin, iğrenç."
Korel geriye doğru çekilmek yerine bana biraz daha yaklaştığında çenem göğüs kafesine değdi, kalbinin atışını hissettim. "Biliyorum," dedi onaylayarak. "Sen de bazen fazla saf oluyorsun."
Kaşlarım çatıldı. "İnadına üstüme geliyorsun, değil mi?" Kafasını yavaşça aşağı yukarı salladı. "İnadına beni utandırmak istiyorsun, değil mi?" Tekrar kafasını aşağı yukarı salladı. "İnadına gece beni öptüğünü unutmak istiyorsun, değil mi?" Bir an kafasını sallayacak gibi oldu, ardından duraksadı ve gözleri hafifçe irileşti. Birkaç saniyelik de olsa şiddetli bir şok yüzünde oluştuğunda genişçe sırıttım ve çenemi göğüs kafesine sürttüm. "Gerçekten geceyi hatırlamıyorsun."
Dalga geçtiğimi fark etmesi birkaç saniye aldığında, bakışları göğüs kafesine sürttüğüm çeneme kaydı; birkaç kez tekrar ettiğim bu hareketin ardından hızlıca elini başımın arkasına koydu ve çenemin göğüs kafesinde sabit durmasını sağladı. "Sanırım artık boynun ağrımıyor, ha?"
Parmakları enseme kaydığında, karnımın içinde sıcaklık hisseder gibi oldum. Odanın sıcak olmasının yanında onun teni de alev alev yanıyordu ve enseme dokunan parmak uçları kibritin ucu gibiydi; bastırdıkça kibrit değil de ensem sönecekmiş gibi hissediyordum.
"Eve gitmem gerekiyor," diye fısıldadım ve geriye doğru çekilmek istediğimde Korel izin vermeyip ensemi daha sıkı tuttu.
"Hayır, gidemezsin." Öyle sıkı tuttu ki bir an gerçekten parmaklarının ucunda ateş olduğunu düşündüm. "İzin vermiyorum."
"İzin almadım," dediğimde ellerimi karnına yerleştirip onu itmek istedim fakat teni o kadar sıcaktı ki sanki avuç içlerimi onun bedeninde ısıtmak için yerleştirmişim gibi öylece durdum.
"Gitmemen gerekiyor, Turuncu," diye mırıldandı. "Hem görüyorsun ya, gideceğini söylesen de böyle kalıyorsun, istesen şu an benden uzaklaşabilirsin."
Bilerek ve isteyerek damarıma basmaya çalıştığını fark ettiğimde, "Öyle mi dersin?" dedim onu taklit ederek. "Asıl şu an seni kendimden nasıl uzaklaştıracağımı çok iyi biliyorum, Erezli, bu yüzden benimle oynama."
Odada çalan şarkıda bir kadının kadifemsi sesi canlılığını koruyordu; aramızda kısa bir an sözsüz bakışma geçmesine rağmen ikimizin de geri adım atmayacağını anlamıştım. "Öyle mi dersin?" dedi o da aynı şekilde. "Durma, yap o halde."
Korel'in zeki bir adam olduğunu biliyordum hatta zekâsının önünde binlerce kişiyi eğdirecek kadar da kuvvetliydi ve şu anda yapacağım atağın da az çok farkındaydı.
Karnına bastırdığım avuçlarımı aşağı kaydırdım ve gözlerimi onun gözlerinden bir an olsun ayırmadım; ensemi daha sıkı kavrarken, başını yüzüme doğru biraz daha eğdi. Evet, ne yapacağımı az çok anlamıştı.
Parmaklarım yavaş yavaş üzerindeki kazağının etek kısımlarına ilerliyordu. Korel'in kalp atışları dudaklarıma çarpıyor gibi hissediyordum; hızlanmıyor ya da yavaşlamıyordu, aynı seyrinde devam ediyordu fakat sanki ensemi tutan parmaklarında nabzını hissediyordum, hiç olmadığı kadar hızlı gibiydi. Gözlerinde ise ifadesizlikten başka hiçbir şey yoktu.
Kazağının etek kısmını tutup hafifçe yukarı sıyırdığımda Korel dudaklarını birbirine sıkıca bastırdı, vazgeçecek gibi durmuyordu. Terlediğimi ve sıcağın beni alt edercesine kavurduğunu hissediyordum.
Parmaklarımı yavaşça hareket ettirerek işaretparmağım ile ortaparmağımı karnına dokundurdum. Korel nefesini tutup karnını içeriye çekti; karnındaki tüyler parmaklarıma çarparken, sıcaklığı elimi sanki alevler içinde bıraktı.
"Bunu yapmamdan rahatsız oluyorsun, değil mi?" diye sordum ve parmaklarımı karnının üzerinde gezdirmeye başladım; sola kaydırdığımda işaretparmağıma bir kabarıklık çarptı ve bunun bir yanık izi olduğunu anladım.
"Senin hakkında tek bir konuda yanıldım," dedi kısık sesle. Parmaklarım hâlâ teninde geziniyordu; ne yukarı çıkıyordum ne aşağıya inebiliyordum. Belinde duran pantolonunun kemerine bazen parmaklarım takılıyordu, belirgin olan V çizgisinde tüylerin gitgide yoğunlaştığını hissettim; o ana kadar ise kendi hislerimi kapalı sanıyordum fakat dizlerim titriyordu.
"Sandığından daha zekiyim," deyip gülümsemeye çalıştım, gülümseyişime bakışları takıldı.
"Sandığımdan," dedi, ardından hiç beklemediğim bir anda kendini bana sertçe bastırdı ve elimin ikimizin arasında sıkışmasına sebep oldu. "Daha körsün. Hiçbir şeyi anlamadığın gibi de görmüyorsun, Turuncu. Ben seninle üstüm çıplakken dans ettim ve sen benim yara izlerime dokundun. Sence rahatsız olsaydım çıplak dans eder miydim?"
Yüzümdeki o zafer gülümsemesi yavaşça silindiğinde tenine çarpan elimin terlediğini biliyordum; belki de sebebi oydu. Kısa bir an gözlerindeki tek bir çerçevede ışık görür gibi oldum ve bu ışık aslında bana gerçek olan o yolu gösterdi.
"Karanlık," diye fısıldadığımda bakışlarımı bir an olsun bakışlarından ayıramıyordum; sesimdeki o heyecanı hissetti. "Çıplaktın ama karanlıktı, Korel. Sen..." Geriye doğru birazcık çekilmek istediğimde bana izin verdi. "Göstermiyorsun."
O an, o ışığı gördüğüm tek bir çerçeve yere düştü ve o çerçevenin düşmesi sanki o koridorda tek bir odanın kapısının açılmasına sebep oldu. Adımlarımı hızlıca sanki o odaya çevirdim ve gördüğüm, doğruluğun yattığı o saf endişeydi; öfkesini nefesinde hissettim. "Söylesene," dedim üstüne giderek. "İzlerine dokunulması umurunda değil ama göstermemek için demirden binlerce bile zırh giyersin, değil mi?"
Karnının üzerinde duran elimi hızlıca kazağının eteğine yönlendirdim ve yukarıya doğru açmak için sıyırmak istediğimde, Korel elektrik çarpmış gibi geri geri gitti ve beni de tamamen serbest bıraktı. Yüzüme o zafer kazanmış gülümseme tekrar yerleşti. "Benim hakkımda tek bir konuda yanıldın, Korel." Başımı aşağı yukarı salladım. "Sandığın kadar kör değilim."
Yüzünde fazlasıyla sabit bir ifade vardı, gözlerinde ise aynı ifadesizlik olduğunu düşünüyordu fakat ben artık onun koridorunda bir ışık bulmuş, bir odaya yerleşmiştim; artık onun gözlerindeydim ve başka bir ışık yanmasa bile bu tek odanın bana yetebileceğini anlamıştım.
"İzlerimi göstermek istemeyip saklasaydım," dedi aksanlı bir tınıyla, "başımda bir maskeyle gezerdim çünkü en büyük imza benim yüzümde." Bakışlarını benden uzaklaştırdı ve yüzüme bakmadan yürümeye başladı, birkaç adım atıp arkama geçti. Yerdeki poşeti aldığını hissettim, sırtım ona dönükken bakışlarının üzerimde olduğunu hissediyordum.
"Nereye?" diye sordum, kalbimin üzerini yine büyük bir pişmanlık ateşi kaplamıştı ve yaptığımdan dolayı kendimi suçlamaya daha şimdiden başlamıştım. Gerçekten sakladığı izleri miydi, kendisi miydi, bilemiyordum.
"Bir söz verdim," dediğinde odanın dışına çıkıp yürüdüğünü anladım. "Papatya tohumlarını ekeceğim."
Beni öylece odada yalnız bırakırken omzumun üzerinden ona baktım, arkasına bile bakmadan dış kapıya yürüdü ve elinde duran poşeti sımsıkı tuttu; öfkeli miydi, üzgün müydü, nefret dolu muydu, onu anlamıyordum.
Birkaç dakika odanın içinde durup boş gözlerle etrafa baktım; önümde uğraşsam da çözemeyeceğimi düşündüğüm kâğıt yığınları vardı ve zaten Korel bu odada ulaşabileceğim bir şeyler olsaydı öylece beni bırakıp gitmezdi, bunu biliyordum.
Beni yalnız bıraktığı odadan hızla çıktım ve dış kapıyı açık bıraktığını fark ettim; gördüğüm kadarıyla hava biraz güneşliydi ve güneş ışığı dış kapıdan evin içine giriyordu.
Üzerime bir ceket bile almadan ve uyuduğumuz koltuğa tekrar bakmadan dış kapıya ilerledim; çıplak ayaklarım umurumda değildi.
Kapıdan çıkacağım an Boda'nın havlama sesini duydum, başımı eğdiğimde Korel'in Boda'ya mamasını verdiğini gördüm; başını severken, diğer yandan da kabına mamasına koyuyordu. Boda ise büyük bir huzurla hem Korel'e kendini sevdiriyor hem kuyruğunu sallayarak mamasını yiyordu.
Dışarıya çıktığımda çıplak ayaklarım ilk başta girişteki beton zeminle, ardından evin bahçesindeki çimlerle buluştu. Boda ile Korel'i izlerken küçük adımlarla bahçenin ortasına doğru yürüdüm; gecenin kalıntısı olarak yer yapan baş ağrıma meydan okumak istiyormuş gibi dişlerimi kenetledim.
Bahçenin solunda bir yerin kazındığını gördüm, fazla geniş olmasa da bir çukur duruyordu. Zaten çatık duran kaşlarım daha fazla çatıldığında Boda'nın havlamasıyla irkildim. Sesin geldiği yöne baktığımda Boda'nın kuyruğunu dikmiş bana baktığını gördüm. Durduğum yerde dizlerimin üzerine hafifçe çöküp gülümseyerek elimle onu çağırdığımda Korel'in verdiği mamayı da onu seven elini de umursamadan bana doğru koştu ve birkaç saniye içinde elimin altına girdi.
Severken dilini çıkardı ve iki kere havlayarak bana kendini sevdirmek istiyormuş gibi başını indirip kaldırdı. Parmaklarımın arasında dalgalanan tüyleri yumuşacıktı ve kokusu sanki bir sığınağı anımsatıyormuş gibiydi.
Başımı hafifçe kaldırıp Korel'e baktığımda üstten bize baktığını gördüm. "Sevdi ha?" Sorum kaşlarını kaldırmasına sebep oldu. "Genelde canlılarla iyi anlaşırım. Sen hariç."
"Canlı olduğumu söylemedim," dedikten sonra Boda'yla ikimizin sevgi furyamızı görmemek için sanırım kendisinin kazdığı çukurun olduğu yere yürümeye başladı. "Ölü olduğumu ise göstermedim. Şimdi o kıçını kaldır da şu işi halledelim."
Boda'nın başını son bir kere daha sevdikten sonra çöktüğüm yerden ayağa kalktım ve onun arkasından ilerledim. "Bir hayal ürünü olduğunu mu söylüyorsun?"
Korel alayla omzunun üzerinden bana baktı. "Hayal ürünü olsaydım son derece kusursuz olurdum, Minik, bense baştan aşağı kusurdan ibaretim."
Çukurun yanına geldiğimizde eşilen toprak ve kenarda toplanan birikintiyle bakışlarım kesişti. Çukurun içinin boş olmasına rağmen karnımda şiddetli bir sızı hissettim. Korel elinde küçük bir çuvalla bulunduğum yere yaklaştığında ne yapmaya çalıştığını az çok anladım. "Korel," diye mırıldandım, sızı gitgide büyüdü ve canımın acıdığını hisseder gibi oldum.
"Söz verdim, Turuncu, gözlerindeki o anlamı dün akşam gördüm. İçin rahat etmeyecekti." Elinde tuttuğu beyaz bez çuvalın bir tarafı kanın rengini almış olsa da tekrar o köpek başını görmemek beni rahatlatmıştı.
"Teşekkür ederim," deyip gözlerimi hem ondan hem çuvaldan ayırdım. "Babam da böyle olmasını ister." Kurduğum cümlede dikkatimi çeken yüklem, parmaklarımı avuç içlerime doğru kıvırmama sebep oldu. "Yani isterdi."
"Turuncu," dediğinde sesindeki tınıda şefkatin köklerini hisseder gibi oldum. "Sesin titremesin, bu hoşuma gitmiyor."
O ana kadar sesimin titrediğinin farkında bile olmadığım için boğazımı temizledim. Güneş gökyüzünden silinmişti ve soluk mavi renkli bulutlar tepemizde dolanmaya başlamıştı; günlerdir yağan yağmurun tekrar yağacağını hissetmiştim. "Ben ağlamam ki," dedim net bir sesle. "Korkma. En son ne zaman ağladığımı bile hatırlamıyorum."
Elinde tuttuğu çuvalı karakterine zıt bir şekilde yavaşça çukurun içine koydu; öne eğildiğinde bakışlarımız birbirine karşılıklı oklar attı. Korel'in gözlerinde sonbahar bir yana, geçmişi görür gibi oldum.
Korel'in gözlerinde zaman vardı, Korel'in gözlerinde bütün zamanlar vardı, Korel'in gözlerinde her andan bir parça vardı.
Korel'in gözlerinde lahza vardı.
Karşımda durduğunda ona meydan okuyacak gücü bir şekilde hissedebiliyordum da yanımda durduğu zamanlar parmaklarım bile ona hareket edemiyordu; sebebi anlamsızdı.
Çukura yerleştirdiği çuvala kısa bir süre baktı, ardından eğildiği yerden doğruldu ve bahçesinin duvarına yasladığı küreği eline aldı; parmaklarımı avuç içlerime daha fazla bastırdım ve çukurun içine bakmaya devam ettim. Belki de bir şeyler söylemem gerekiyordu fakat dilimin ucunda hissettiğim bütün cümlelerimin sonucunda ateşin kanlı duvarlarıyla karşılaşacakmışım gibi hissediyordum.
"Dua mı etmem gerekiyor?" diye sordum fakat aslında kendimle konuştuğum açıkça ortadaydı. Bir an ellerimi açıp dua etmem gerektiğini düşündüm fakat bu içimden gelmiyordu, içimden geçen daha başka şeyler vardı. "Sanırım bunu istemiyorum." Hava soğuk değil ılıktı ama bir an titrer gibi oldum ve gözlerimi sıkı sıkı yumup yavaşça yere, çukurun yanına çöktüm. Dizlerimin üzerinde dururken ellerimi bacaklarıma yerleştirdim ve elbisemin yukarı sıyrılmasını bir an bile umursamadım. Korel'in çim zemindeki adım seslerini duyar gibi olsam da gözlerimi açmadım.
"Unutmam gereken hiçbir şey yokken, hatırlamam gereken birçok şey var," diye fısıldadım. Sesim yine titriyordu fakat bu sefer boğazımın acısındandı. "Şu an üzülüyorum çünkü bir canlı öldü Korel ve belki de bu köpek benim çocukluğumdu. Ona bırakabileceğim tek şey onu hatırlamamak olmamalı."
Korel tam yanımda durdu, bunu hissettim. Parmaklarımı bacaklarıma batırıyordum; unutmak hissizdi ve fiziksel bir hisse bile muhtaç gibiydim.
"Kendinden bir şeyler mi katmak istiyorsun?" diye sordu Korel. Sesi uzaklardan, sanki karanlık bir dağın arkasından geliyormuş gibiydi. "Bunu yapabilirsin."
Gözlerimi hafifçe aralayıp başımı yana çevirdiğimde bacaklarını gördüm. Başımı hafifçe kaldırdığımda o kadar yüksekte görünüyordu ki sanki güçlü, heybetli bir ağaçtı ve ben onun gölgesinde soluklanmak için bir mezarın başında oturuyordum.
"Nasıl?" Sorgum muhtaçtı. "Gerçekten bunu yapabilir miyim?"
Korel gür kirpiklerini birbirine yaklaştırdı, bakışları kısılırken o da benim gibi yere çöktü. Bir dizini çime yerleştirirken, diğer ayağını yere sabit bir şekilde koydu. Yüzüne dikkatlice baktığımda atıştıran yağmuru gördüm. Yüzünde yer yer ıslaklıklar vardı, yağmur damlaları yüzünde iz yapmıştı.
Gözleri büyük bir dikkatle gözlerimi izledi, ardından yüzümde gezindi. Saniye dakikaya dönüştüğünde yağmur tanelerini ben de yüzümde hissettim.
Korel bir elini cebine sokup sakince küçük bir bıçak çıkardığında bu bıçağı tanımıştım. Barış'ı tehdit ettiği bıçaktı. Kilit düğmesine bastığında keskin tarafı ortaya çıktı, gözleri ise gözlerimden ayrılmadı.
Korkmam mı gerekiyordu, kaçmam mı gerekiyordu, bilemiyordum fakat ağaç yaşlanıp öne eğilmiş olsa da yaprakları yerleri süpürse de hatta dalları bıçaklarla kaplı olsa bile yine bu ağacın altında dinlenmek isteyecekmiş gibi hissediyordum.
Belki yaprakları zehirli olurdu ve yüzüme çarpardı ufacık bir rüzgârda, belki de kasırga çıkardı ve tutunmak için dallarını avuçlardım fakat yine de beni gölgesine hapsedebilirdi; sırf bu yüzden korkuyu hissedemiyordum.
Diğer elini yavaşça boynuma yaklaştırdı ve bana dokunmadan birkaç saniye önce, "Tenin bembeyaz ve pürüzsüz," dedi. "Boynunda bir canın attığını kilometrelerce öteden görebilirmişim gibi." Parmakları tenime dokundu; boynuma, bahsettiği atışa, ardından avuç içini hissettim. Yavaşça sol eli boynumu kavradığında tutuşu sıkı değil hafifti fakat parmaklarının ucundaki kan akışının baskısını hissetmek geriye doğru çekilmek istememe sebep olduğunda buna izin vermedi.
Parmakları enseme denk geliyordu; işaretparmağı ile ortaparmağı hafifçe ensemi okşayıp yukarıya tırmandığında saçlarım parmaklarına dolandı. Gözlerimi onun gözlerinden bir an olsun ayırmazken yüzüme yaklaştı, gözlerim kısıldı, yüzüme yaklaşmaya devam etti, dudaklarım nefes almakta zorlandığım için aralandı ve gözleri dudaklarıma kaydığında onun da dudakları aralandı.
Yüzü ile yüzüm arasında bir karışlık mesafe kaldığında ensemi tuttu, başım geriye gittiğinde saçlarım parmaklarına karıştı. Yağmur çiseliyordu ama güneş de kendini göstermekten vazgeçmemişti.
Derin bir nefes aldığımda kül kokusu içime işledi, kül kokusunu sanki tenim kavradı ve onu kıskıvrak avuçladı; geçmişin kokusunu alır gibi oldum.
Korel'in kokusunda zaman vardı; Korel'in kokusunda bütün zamanlar vardı, Korel'in kokusunda her andan bir parça vardı. Korel'in kokusunda lahza vardı.
"Çok tuhaf, değil mi?" dedi ve kaşları hayretle havaya kalktı. "Yağmur yüzündeki elmasları karartmak yerine daha da parlatıyor." Gökyüzü ateşini su olarak yağdırıyordu. "Bir gün ağlarsan sanki elmaslar kararacakmış gibi."
Bir an ne demek istediğini anlamasam da sonrasında yüzümdeki çillere elmas dediğini anlayıp nefesimi tuttum, onun nefesi ise yüzümde dans etti. Bir insanın nefesindeki sıcaklık üşütebilir miydi? Daha fazla üşüyordum.
Ensemden kavradığı küçük bir tutam saçı elinin içine aldı ve öne getirerek köprücükkemiğimin üzerine koyduğunda bakışlarımı ondan ayıramıyordum. "Korel, ne yapacaksın?" diye fısıldadım fakat o kadar sakin, o kadar korkusuzca sormuştum ki diğer elinde havalanan bıçak bir an bile beni ürkütmedi.
Gözlerini gözlerimden ve yüzümden çekip bıçağı hâlâ tutmaya devam ettiği saçıma yaklaştırdığında, "Senden bir parça bırakmak istemiyor musun?" diye sordu, ardından hiç beklemediğim bir anda saçımın ucundan küçük bir tutama bıçağın keskin yüzeyini yasladı ve tekrar gözlerimin içine baktı. İrislerinden tarifini çözemediğim bir acı geçtiğinde o ufak tutamı tek bir hareketle kesti. "Senden bir parça alıyorum."
Donuk gözlerle ona bakmayı sürdürdüğümde, saçımdan fark edilmeyecek bir kısım kesilmiş olsa bile Korel'in bu duruma canının sıkıldığını fark eder gibi oldum; tuhaftı ki ben hiçbir şey hissedemiyordum.
"Neden saçım?" diye sorduğumda tutmaya devam ettiği bıçağa kısa bir an baktı ve sanki kafasından bambaşka bir detay geçiyormuş gibi aynı acı tonda gülümsedi. Bıçağın kilidini kapatıp cebine koydu, elinde tuttuğu bana ait bir tutam saçı avcunun içine sakladı ve benden uzaklaşarak doğruldu.
Bakışlarım çamura batan botlarına ve lekelenen kot pantolonuna kaydığında çıplak ayaklarım ve bacaklarım soğuktan üşüyordu.
"Anlarsın sebebini," dedi üstü kapalı bir şekilde. Göğsünü şişirecek kadar derin bir nefes aldı ve tekrar avcunu açtı, saçlarım kader çizgisinin üzerinde yer alıyordu; bu bir an daha kötü hissetmeme sebep oldu.
Açtığı avcunu ileriye uzatıp çukurun yukarısında tuttu ve yavaşça elindeki saçlarımı çukura bıraktı; çok az bir kısmı rüzgârdan uçuşurken geriye kalanı çukura girdi. Havada asılı duran Korel'in eline kilitlenen bakışlarım çukura odaklandığında tırnaklarımı avuç içlerime daha fazla batırdım. Acıyı, karanlık bir odanın içine vuran şafağın soluk ışığı gibi hissedebiliyordum. Derin olduğu kadar kendini hissettiriyordu, sanki gözlerim karanlığa alışmıştı ve ışık gözlerimi acıtıyordu.
Korel küreği eline aldı ve kütle şeklinde duran toprakları hızla çukura itmeye başladı. Ona bakmak yerine gitgide yok olan beyaz bez çuvala bakıyordum; kan lekesinin izi, mürekkep lekesi gibiydi.
Bir an küçüklüğüme dair babamla soluk bir anı canlandı zihnimde. İzmir'in hangi ilçesi olduğunu hatırlamasam da mevsim yazdı ve babam terasa küçük masasını çıkarmış, rakısını yudumluyordu. Rakının saf rengini babam bana gösterip öğretmişti; hiçbir zaman karıştırıldığında ayran rengini aldığını görmemiştim, su karıştıranların hislerinin olmadığını düşünürdü. Seneler sonra anladım ki babam rakıyı sek seviyordu.
Rakının yanında sadece karpuz olurdu, beyaz peynir ve bir de Türk sanat müziği.
Teras kapısının önüne oturur, babamı hep uzaktan izlerdim hatta bu durumu alışkanlık haline getirmiş olmalıyım ki oradan kalkmazdım; annem benimle inatlaşmamak için babam her rakı içeceği zaman yere çarşaf ve yastık koyar, orada uyuyakalmama sebep olurdu. Yaşım belki de beşti, yaşım belki de beşi geçmişti, yaşım belki de babama en muhtaç olduğum zamandı.
Yaşım belki de kimsesizdi.
Babam benim hep orada oturduğumu bilirdi de bir kere dönüp yüzüme bakmazdı, boşluğa konuşurdu, boşlukta bir şeyler dinlerdi; kendi kendine konuştuğunu düşünürdüm hatta beni fark etmediğini fakat cümlesini bitirirken adımı söylerdi.
Kendimi o teras kapısının önünde gibi hissediyordum; mevsim yaz değildi, babam yoktu, yastığım ve çarşafım yoktu, hiç kimse yoktu. Kendimden ibarettim ve parmaklarımı bastırdığım avuç içlerimde babamın izleri yoktu, avuç içlerimde kaderimin demirden paslanmış kan izleri vardı.
O anason kokusunu aldığımı hissediyordum fakat bu belki de özlemin kokusuydu, tam olarak bilmiyordum.
"Babalar, Korel," dedim kısık bir sesle fakat acıyla. "Babalar ölmek için çok güçlü, ölümsüz olmak için fazla acıya batmışlar. Babalar yaşamak için fazla güçsüzler." Hızını kesmedi, toprağı o çukura atmaya devam etti, beyaz çuval artık görünmüyordu. "Babalar, Korel. Anlıyor musun? Babalar. Onlar kız çocuklarını yaşatmak için fazla fedakâr, kız çocuklarını yalnız bırakmak için fazla gaddarlar."
Ellerimi açtım ve avuç içlerimi çimlere sürtmeye başladım; çukura atılan her toprak kütlesinin altında ezildiğimi hissettim. Avuçlarımın içindeki paslı demirlerin kan izleri çimlere karıştı. Üşüyordum, babam yoktu, korkuyordum; donuyordum ve yanıyordum da ama babam yoktu.
O masada artık kimse oturmuyordu, artık o bardaktan kimse rakı içmiyordu, artık bir kız çocuğu hayranlıkla babasını izlemiyordu. Artık bir kız çocuğu da yoktu.
Kısa bir zaman sonra Korel çukuru tamamen toprakla doldurdu ve dümdüz bir zemin haline geldi; çok hafif bir tümsek dışında sanki bir geçmiş gömülmemiş gibi görünüyordu.
Korel sessizliğini koruyordu, ağzını bıçak açmıyordu ve bu sebeple dudaklarımdan tek bir kelime dahi dökülmüyordu. "İsmini yazacak mıyız?" diye sordum.
"Daha iyi bir fikrim var," dedi hemen; onun da öylece durduğunu yeni fark ediyordum. Hareketlendi ve hemen yanımızda duran çiçek tohumlarının olduğu poşeti önüme koydu. Anlamsız gözlerle ilk önce poşete sonra başımı kaldırıp ona baktığımda yine yanıma diz çöktü, poşetin içinden bir tane tohum alarak yere sürtmeye devam ettiğim elimi tuttu, ardından tohumu avcumun içine bıraktı. "Papatya tohumları bunlar, ekmeni istiyorum."
Kendisi de bir tohumu eline aldı. Mezarın üstü yerine kenarında ufacık bir oyuk açıp tohumu içine koydu. "Üstüne değil, kenarlarına tohumları ek. Bu mezarlığın parmaklıkları papatyalardan olacak, Turuncu; papatyalar yeşerdikçe bu mezarı koruyacaklar. Üzerine ekersen onu koruyamazlar, içinde geçmişinin olduğu bu mezarı tüketirler."
"Parmaklıklar papatyalar mı olacak?" diye sorduğumda bu fikir sebepsiz yere içime bir umut dolmasına sebep olmuştu.
"Papatyalardan bir hapis olacak," dedi ve kafasını aşağı yukarı salladı. "Mezarlıkların üzerine ekilen çiçekler sadece ruhları emer ve bu yüzden çürüyen bir ceset, başka bir canlıyı yaşatır."
Bakışlarımı ona çevirdim ve büyük bir hayranlıkla, "Korel," dedim. "Bir gün ölürsem bunu benim için de yapar mısın?"
Kaşları çatıldı, gözlerini benden uzaklaştırdı, çenesi seğirirken âdemelması hareket etti. "Bir gün ölürsen mezarının etrafını papatyalarla değil sarmaşıklarla donatırım. Senin parmaklıkların papatyalar değil, sarmaşıklar olur."
Belli belirsiz gülümsedim ve ferah bir nefes verdikten sonra önümdeki mezarın kenarına bir oyuk açtım, tohumu yerine koyup toprakla hafifçe üzerini kapattım. "Her tohuma bir anlam katmak istiyorum. Bu tohum, devrilen senelere." Başka bir tohumu başka bir oyuğa yerleştirirken Korel de bana yardım edip o da tohumları ekiyordu. "İlerleyen yaşlarıma."
Korel tohumu ekti ve başını kaldırıp bana baktı, yüzünde sıcak bir gülümseme yer aldı. "İlk on sekiz yaşına."
Yerleştirdiğim tohuma bakmak yerine ben de Korel'in gözlerine bakarak fısıldadım. "On sekizimde üflediğim o muma."
Korel hemen karşılık verdi. "Geçmişin bir mum gibi sönüşüne."
Derin bir nefes alıp elimde sımsıkı tuttuğum tohumu oyuğun içine attım, sessizce fısıldadım. "Onunla geçirdiğim zamana."
Korel kafasını iki yana salladı ve ektiği tohumun üzerini kapatırken o da fısıldadı. "Geçirdiğin zamanların gitgide azalmasına."
"Onunla geçirdiğim kısa zamana."
Korel son tohumu ekip ayağa kalkarken toprağa batmış elini bana uzattı. Tereddüt etmeden elini tuttuğumda beni sertçe ayağa kaldırdı ve ona çarpmama sebep oldu. Dudaklarını kulağıma yaklaştırıp kısık sesle mırıldandı. "Onsuz geçirmeye devam edeceğin koca bir asra."
Atıştıran yağmur şiddetini artırdı, az önce yüzümü okşayan yağmur şimdi tokat gibi çarpmaya başladı. İkimiz de başımızı kaldırıp gökyüzüne baktığımızda, "Sulamaya gerek kalmadı," dedi Korel.
"Kimsenin gitmediği bir mezarlık gördün mü?" diye sordum ve hızlıca onun kelimelerini tekrar ettim. "Yağmur en çok onların dostudur."
Korel gökyüzüne kaldırdığı başını indirip gözlerimin içine baktı; yüzümü sıcak bir gülümseme kaplarken bakışları gülümsememe takıldı. Karşılık vermesini beklemedim fakat o da aynı şekilde gülümsediğinde kalbimdeki damarların sıkıştığını hisseder gibi oldum. "Saçını neden gömdüğümüzü öğrenmek ister misin?" Kafamı hızlıca aşağı yukarı salladığımda, beklemediğim anda önüme ve alnıma yapışan saçımı parmaklarıyla geriye itti. "Bunun cevabını vermeyeceğim. Tek bir sözüm kaldı, ayna kırılacak."
"Çok kötüsün," diye homurdandım ve ister istemez altdudağım sarktı. "Aynayı ben kırarım." Korel'in zihni sanki diğer bütün insanlardan farklı çalışıyormuş gibi hissediyordum; verdiği anlamlar karmaşık olsa da o anlattığı zamanlar hayran kalabiliyordum.
Korel geriye doğru çekildi; yüzünü buruşturup, "Eve geçelim," dedi keyifsiz bir sesle. Yağmuru sevmediğini biliyordum fakat az önce hiç de keyif almıyormuş gibi durmuyordu.
"Artık eve gitmem gerekiyor," dedim kısık sesle. Gözlerim çıplak ayaklarıma kaydığında çamur içinde kaldığını fark ettim. Göz ucuyla Korel'e baktığımda onun da ayaklarıma ve dizlerime baktığını gördüm. "Yani sanırım duş almaya da ihtiyacım var." Korel'in dudakları yana doğru kavislendi ve keyifli bir sesle, "Çamurda seks yapmış gibi görünüyorsun," diye fısıldadı.
"Öyle mi dersin?" dedim onu taklit etmeye çalışarak ve sesimdeki utancı gizlemeden. "Yalnız sen de çamur içindesin."
Bir an laf çarptığım için kendimi huzurlu hissedecektim fakat Korel'in yüzündeki tebessüm genişledi; alaylı ve son derece tedirgin edici bir ifadeyle beni süzüyordu. Ayaklarımdan tutup saçlarıma kadar beni süzdükten sonra, "O halde yağmuru yağdıran sen olurdun?.." diye keskin ama aksanlı bir tınıyla gözlerimin içine bakarak beni yanıtladı.
Kaşlarım çatıldı ve ne demek istediğini anlamaya çalışıyormuş gibi yüzüne baktım fakat Korel bu anlaşılmaz ifademden daha fazla keyif aldı. "Bekle burada," dedi ve eve doğru yürümeye başladı. "Eşyalarını alıp geliyorum, seni eve bırakacağım."
Hâlâ söylediği cümleyi düşünmeye devam ederken Korel beş dakika gibi kısa bir zaman sonra evden çıktı ve elinde eşyamla yanıma geldi. Üzerini değiştirmişti; altına koyu renkli bir kot pantolon ile üzerine kalın bir gri kazak giymişti. Açık gri Korel Erezli'ye gerçekten yakışıyordu.
Hemen elindeki ayakkabıları aldım. "Gerçekten bu kıyafetler üzerime yapıştı, harika." Homurdana homurdana ayakkabımı giyerken Korel öylece durmuş beni bekliyordu.
Birkaç dakika sonra hazır olduğumda üzerime montumu atıp motosikletinin olduğu yere doğru yürümeye başladı. Yağmurdan kulübesine gizlenen Boda ve geçmişimin mezarlığıyla son bir kere bakışıp peşinden ilerledim.
Motosikletine bindiğinde, "Kaskı bu sefer tak," dedi gergin bir sesle. "Çok hızlı kullanacağım, işlerim var. Senin servis şoförlüğünü yapmak bana göre değil."
Ağzımın içinde sinirle bir şeyler geveledim ve bana uzattığı kaskı kafama geçirip boğuk sesle, "Oldu mu?" diye bağırdım. Korel kaskını takmadan önce yüzünü buruşturdu. "Sesim geliyor, değil mi? Korel!"
"Kızım bağırmasana," dedi ve yüzünü daha fazla buruşturdu. "Kafanı mağaranın içine sokmadık, kaskın içine soktuk." Başımdaki kask kulaklarıma baskı uygularken öfkeyle ona baktım fakat kask ışığımı da kesiyormuş gibiydi.
"Bir gün motosikletim olursa kask kullanmayacağım," dedim sinirle. Korel alayla başını aşağı yukarı salladığında onun da kask takmaktan hoşlanmadığını fark ettim. "Yağmur yağmasa sen de takmayacaksın, değil mi?" diye sorduğumda bir cevap vermek yerine kaskı kafasına geçirdi ve ellerini motosikletine yerleştirerek tamamen kuruldu.
Olduğum yerde iki kere zıpladıktan sonra Korel'in arkasına oturdum ve üzerimdeki elbise gitgide yukarı çıktığında derin bir nefes aldım.
Yol benim için inanılmaz uzun sürecekmiş gibi duruyordu.
Kollarım Korel'in beline sarılıydı ve başım iki kürekkemiğinin arasına yaslanmıştı. Gerçekten motosikleti inanılmaz derecede hızlı kullanıyordu ve kararmak üzere olan havanın rüzgârı çıplak bacaklarıma tokat değil bıçak gibi batıyordu.
Gazı biraz daha alevlendirdiğini hissettim; neredeyse eve varmak üzere olduğumuzun farkındaydım ve o an aklıma amcam geldi.
Günlerdir şehir dışında olmasına rağmen beni bir kez bile aramamıştı; içime düşen kuşku beni çepeçevre sararken kaşlarım kaskın altında çatıldı. Onu aramam gerektiğini düşünüyordum, bir şekilde onunla aramızda ne kadar aşılmaz yollar olsa da bir tarafımın ona minnet duyan sesini kısamazdım; tuhaf bir şekilde o da beni hiç aramamıştı.
Evin önüne geldiğimizde ışıkların yanmadığını fark ettim. Amcam henüz gelmemişti.
Korel dümdüz karşısına bakarken bir ayağını asfalta yerleştirmiş, motosikletinden inmemi bekliyordu.
Yavaş yavaş motosikletinden indikten sonra kaskı zorlukla başımdan çıkardım ve duran yağmurun bıraktığı o keskin toprak kokusunu içime çektim.
Bir an büyük bir tereddütle altdudağımı dişlerimin arasına aldığımda, Korel hâlâ bana bakmıyordu. Bir Korel'e bir eve bakışlarım kayarken, "Gelmek ister misin?" diye sordum. Sesimdeki isteği gizlemem imkânsızdı ve bunu fark eden Korel hızla başını bana çevirdi.
"Evine mi?" Kafamı aşağı yukarı salladım ve elimdeki kaskı kalktığım yere koydum. Korel kaskı hızlıca kafasından çıkardı, amcamın evine baktıktan sonra, "Bu eve mi?" diye sordu. Ne sebeple bu kadar şaşırdığını anlamadığım için tek kaşımı kaldırmaya çalıştım.
"Evet." Net cevabım Korel'i afallatırken ilk defa onu bu kadar şaşırttığımı hissediyordum. "Bir şeyler yeriz, hem de yaptıkların için sana bu şekilde teşekkür etmiş olurum."
Korel'in yüzündeki şaşkınlık saniye saniye silindi. "Beni eve atmak istiyorsun yani?" Sesindeki kibir hoşuma gitmişti. "Teşekkür bu kadar bahane edildiğini bilseydi teşekkür olmaktan çıkardı, Turuncu."
Gözlerimi büyük bir hiddetle devirdim. "Gelecek misin yoksa egon konuşmaya devam mı edecek?"
Korel gülümseyerek, "Aç hissediyorum," diye mırıldandı. Gözleri hâlâ evin üzerindeydi fakat sesi imalıydı. "Beni doyurabilecek misin?"
Yutkundum ve yutkunuşumun sesini kulaklarım hissettiğinde utandım. "Sanırım." Bakışları bana döndü, saçları kaskın içinde terlediğinden nemlenmişti. Önüne düşen birkaç tutam saçı geriye itmemek için kendimi zor tutuyordum.
"Sanırım?.." Sorgulayan cümlesiyle beraber tek kaşı da kalktı.
"Pekâlâ Turuncu, bakalım beni doyurabilecek misin?"
Kafamı hafifçe aşağı yukarı salladım fakat karnımın içinde kalbime doğru fokurdayan bir volkanın arşınladığını hissettim. Yeryüzüne ve gökyüzüne meydan okuyacak bu alevin sebebi, ben eve yürürken benimle eve girmek için arkamdan takip eden Korel'di.
O benim evime girecekti.
O amcamın evine girecekti...
Kapının önüne geldiğimizde arkamdaki soğuk varlığını hissedebiliyordum. Sırt çantamdan anahtarları çıkardım ve kilide yerleştirip birkaç kere çevirdim. Tahta kapı kısık bir sesle ardına kadar açıldığında evin içi zifiri karanlıktı.
Evin içine doğru yürümeye başladım ve geriye baktığımda Korel'in öylece kapının önünde durmuş, boş bir ifadeyle içeriye baktığını gördüm.
"Hey!" diye seslendim, ardından elimi yüzüne doğru salladım. "Geçsene."
Kafasını bir kere aşağı yukarı salladı, ardından küçük adımlarla içeriye girdiğinde kapıyı kapattım ve ışığı açıp oturma odasına ilerledim. Masanın üzerinde hâlâ amcamın bira şişeleri duruyordu, ev dağınıktı fakat Korel'in dağınıklığının yanında bu hiçbir şeydi.
"Kusura bakma," dedim kendi kendime konuşuyormuş gibi. "Evin içi biraz dağınık, amcam her şeyi hor kullanmayı sever."
Korel kapının önünde durmaya devam ederken resmen evin resmini gözleriyle zihnine çiziyormuş gibiydi. "Amcan nerede?"
"Şehir dışında." Aklıma gelen yine o ürpertici düşünceyle irkildiğimi hissettim. "Sen keyfine bak, yukarı çıkıp bir duş alacağım ve sonra da yiyecek bir şeyler hazırlayacağım. Tamam mı?"
Korel bakmaya devam ederken kafasını aşağı yukarı salladı ve tedirgin bir şekilde, ki bu kelime Korel'e hiç uymuyordu, içeriye ilerledi. Yanından geçerken, "İyi misin sen?" diye sordum. "Seni zorla eve atmışım gibi davranıyorsun gerçekten."
Korel'den bir karşı atak, laf sokma ya da alaya alma bekledim fakat hiçbir şey söylemeden odanın içine yürümeye devam etti; yürürken duvarlardaki tablolara bakıyor, bir yandan da parmaklarını hareket ettiriyordu.
Sorgulamayı düşündüm fakat bu fikrimden hemen vazgeçtim çünkü yanıtsız kalacağını biliyordum.
Merdivenlerden çıkıp odama girdiğimde evimi özlediğimi hissettim. Odama kısa bir göz gezdirdikten sonra hızlıca üzerimdekilerden kurtulup banyoya ilerledim.
Sıcak bir duş bütün kemiklerimi ısıtırken gerçekten kendimi daha iyi hissediyordum. Vücudumdaki çamur lekelerinden kurtulup saçlarımı defalarca şampuanladım ve son olarak vücut losyonuyla bedenimi nemlendirdim.
Banyodan çıktığımda bir şeyler düşünmemek için ekstra çaba gösterdiğimi yeni fark ediyordum. Aslında duşta çok kısa bir süre kalmıştım fakat Korel'e bir asır gibi geldiğine de emindim.
İç çamaşırlarımı giydikten sonra üzerime rasgele bir siyah pantolon ile bol bir bordo kazak giydim. Odamdan çıkarken alt kattan çıt sesi bile gelmiyordu.
Başımda sarılı olan havluyla merdivenlerden ikişer ikişer indiğimde Korel'in bir şeyler mırıldandığını duyar gibi oldum, telefonla konuştuğunu düşünürken odaya girdiğimde hâlâ ayak ta, aynı vaziyette durduğunu gördüm.
Mırıldandıkları duyulmayacak kadar kısıktı fakat dudaklarında dağılan kelimeler acı çekiyormuş gibi dışarı çıkıyordu.
"Korel?" diye seslendim arkasından yaklaşarak fakat bir tepki vermeden mırıldanmaya devam etti. Bir elimle kolunu tutup tekrar, "Korel?" dediğimde mırıldanması yarıda kesildi ve başını bana çevirip baktı.
Gözlerinde bir ölünün kuyunun altında kalmış çığlıklarının sesini duyar gibi oldum; gözleri sanki bu evin içerisinde hiçbir zaman yalnız kalmadığımı ya da kalmayacağımı gösteren bir gizemle kısılmıştı.
"İyi misin?" diye sorduğumda korkunun parmaklarımdan sürükleyip beni dışarıya iteceğini hissediyordum. Korel dağılmış saçlarının ve uzun kirpiklerinin arkasında sanki büyük bir tedirginlikle bana bakıyordu. "Eve girdiğimizden beri gerçekten çok tedirgin görünüyorsun. Sorun nedir?"
Gözlerimin içine bakmayı sürdürdü, dudakları hareket etmeye devam etti fakat artık fısıltı bile yoktu. En sonunda, "Korkutuyorsun," dediğimde tamamen sessizliğe gömüldü. Kısa bir süre daha gözlerimin içine baktıktan sonra omzunu bir kere kaldırıp indirdi ve derin bir nefes aldı.
"Ne yemek yapmayı planlıyorsun?" Rasgele sorduğu bu soru beni daha da şüpheye düşürmüştü. Kaşlarım çatılırken, "Bilmiyorum," diyebildim. "Ne istersin?"
Korel'in bir anlık girdiği o buhranlı havası bozuldu, düşünüyormuş gibi kaşlarını kaldırdı ve beni kolumdan tutup mutfağa doğru sürüklemeye başladı. "Senin en sevdiğin yemek ne?"
Merak etmesi bende kısa bir şaşkınlığa sebep olsa da, "Tuhaf olabilir ama ıspanak yemeğini çok severim, püreyi de," diye yanıt verdiğimde yüzünü öyle bir buruşturdu ki bir an beni ne yemek söylediğimi düşünmeye itti. "Yapmasana öyle," dedim mutfağa girdiğimizde. "Senin en sevdiğin yemek nedir?"
"Et." Yanıtı beni güldürdüğünde kısık sesle kıkırdadım, Korel ise masanın yanındaki sandalyeye yayılarak oturup kollarını önünde birleştirdi. "Neye gülüyorsun, Turuncu?"
"Et," dedim onu taklit ederek. "Ne kadar da Sırtlan bir adam."
Gözlerini devirdi ve ayaklarını masaya uzattı. "Bir de baharatlı pilav."
Şaşkınlıkla ona baktım. "Gerçekten mi?" Ardından öfkeli bakışlarım ayaklarına indi. "İndir o ayaklarını, Erezli; benim çöplüğümde benim borum öter."
"Öyle mi dersin?" diye sorduğunda ayaklarını yavaşça indirdi ve sandalyesinde daha fazla yayıldı. "Benim borum öterse susmaz ama."
Sesindeki ima anlık olarak beni gerse de, "Baharatlı pilavı nereden duydun?" diye sorarak lafı değiştirdim. "Genelde çoğu insan bilmez."
"Duymadım," dedi net bir sesle. "Tattım. Seneler önce biri yapmaya çalışmıştı fakat yapamamıştı."
"Yapamamıştı?" Ona arkamı dönüp buzdolabından et çıkardım. "O halde nasıl en sevdiklerin arasında yer alıyor?"
"Yapamamasını sevmiştim," dediğinde tınısında derin bir anlam vardı. "Yapamadığı halde koca tencereyi yapabilmiş gibi yemiştim."
"Korel, Korel, Korel," dedim kafamı iki yana sallayarak ve etleri dolaptan çıkardığım doğrama tahtasına yerleştirdikten sonra çekmecede keskin bir bıçak aramaya başladım. "Senin bunu yapabildiğine inanamıyorum."
"Neden?" diye sordu hızlıca. "İştahlı bir adam olduğumu şimdiye kadar anlaman lazımdı."
"İştahlı olabilirsin ama kastettiğim o değildi." Çekmeceden çıkardığım bıçakla önümdeki eti doğramaya başladım. "Birisi için güzel olmamış bir pilavı yemek. Hem de koca tencereyi bitirmek. Sana uygun hareketler değil bunlar."
Derin bir nefes aldığını hissettim. "Güzel olmamış demedim." Pilavı bu derece sahiplenmesi omzumun üzerinden ona bakmama sebep oldu. "Ayrıca beni tanıyabilecek son insan bile olamazsın, Minik."
Omzumun üzerinden ona bakmayı sürdürürken, "Seni tanımayı isterdim," diyebildim. "Derine inmeden de olsa seni tanımayı isterdim."
Başımı tekrar çevirip etleri doğramaya devam ettiğinde ses sizliğini korudu, beni yanıtsız bırakacağını az çok anladım. Etleri küp küp doğradıktan sonra tavaya yerleştirdim ve onları haşlarken diğer tarafta et için sos yapmaya başladım.
"Ne zamandan beri amcanla kalıyorsun?" diye sordu uzun bir sessizliğin ardından. "Yemek yapmayı sana o mu öğretti?"
"Amcam bana bir şeyler öğretmez." Hâlâ onu aramadığım aklıma geldiğinde altdudağımı dişlerimin arasına aldım. "Ne zamandan beri onunla kaldığımı hatırlamıyorum ama sanırım uzun bir zaman. Babam öldükten sonra beni amcam alıp büyütmüş. Kendi kendime yemek yapmayı öğrendim, amcam aç kalsın istemedim."
Suda beklettiğim pirinçlerle bakıştığımda Korel'in oturduğu yerde bir hareketlenme hissettim; bana doğru yaklaştığını anladığımda pilavın yağını koyuyordum.
"Fazla merhametlisin," dedi ve hemen yanımda kollarını önünde birleştirerek kalçasını tezgâha yasladı. "Amcan sana iyi davranıyor mu?"
Eti karıştırırken şüpheyle, "Cümleye başlayış şeklin zaten sorunun yanıtını içeriyor," diye mırıldandığımda göz ucuyla ona baktım. Bana değil, başımda duran havluya bakıyordu. "Amcam, amcam gibi davranıyor ve ben onu bu şekilde kabul ettim."
Süzdüğüm pilavı tencereye koyarken birden Korel hareketlendi ve hiç beklemediğim bir anda başımdaki havluyu çekti. Nemli saçlarım gözlerimin önüne düştü, omzuma çarpan soğukla irkildim. "Hey!" diye bağırıp geriye doğru çekildim. "Saçlarımla alıp veremediğin ne senin?"
Korel gülümsedi ve keyifli bir sesle, "Saçlarınla alıp da veremediğim çok şey var," diye homurdandı. "Toplamanı ve gizlemeni istemiyorum."
"Allah Allah?" dedim öfkeyle ve önüme gelen saçlarımı geriye ittim. "Ben sana saçlarını uzatacaksın desem uzatır mısın?"
Korel bana doğru döndü. "Saçlarım üniversite okuduğum zamanlar çok fazla olmasa da uzundu." Saçlarını karıştırdı ve bana bakmayı sürdürdü. Bir an ne diyeceğimi bilemesem de sonrasında bakışlarımı onun üzerinden çektim ve yemeklerin başına geri döndüm.
"Çok şaşkınım tıp fakültesinden vazgeçmene, insanlar kazanmak için çabalıyor," dedim duygularımı belli ederek. "Neden bıraktın?"
Korel bir kere omzunu kaldırıp indirdi ve başını yana eğdi. "İstediğim bir bölüm değildi."
"Tıp?" dedim hayranlıkla. "İstediğin bir bölüm değil miydi?
Neden?"
"İnsanların fizyolojisiyle ilgilenmekten hoşlanırım fakat farklı şekillerde," diye yanıt verdiğinde söylediği cümleden her türlü anlam çıkıyordu. "Hiçbir zaman kurtarıcı rolünde bir adam olamadım ve doktorlar insanları kurtarır."
"Bazen de öldürür," dediğimde onaylar gibi kafasını salladı.
"Doktorlar Tanrı'ya benziyor sanırım?" diye sorgulayan bir ifadeyle yüzüme baktı. "Ölümü de yaşamı da görüyorlar."
"Yanlış bir düşünce," dediğimde büyük bir ilgiyle bana baktığını hissettim. "Doktorlar sadece kurtarmak için çabalarlar, öldürmek için değil."
Korel önünde bağladığı kollarını aşağıya indirdi. Gözlerinde dikenli tellerle örülmüş bir hapishane görür gibi oldum. "Ben doktor olsaydım ve sadece kurtarmak için çabalamasaydım Tanrı olacağımı mı söylüyorsun?"
Kaşlarım havaya kalktı. "Hayır, kastettiğim bu değildi." Tanrı'yı sorgulamak bir an bana yanlış geldi ve lafı değiştirmek istedim. "O halde neden tıp fakültesi? Fazla zekisin anlaşılan." Korel cevap vermek yerine yaslandığı yerden doğruldu ve elini cebine atarak sigara paketini çıkardı. İçinden turuncu filtreli sigarasını çıkardıktan sonra sessizliğini korumaya devam etti.
"Sanırım anladım," diyebildim sonunda ve sanki dikkatim yemeklerdeymiş gibi davrandım. "Baban bir doktor ve senin de doktor olmanı istedi."
"Babam bir doktor ve abim savcı," dedi sanki benim tezimi çürütmek istermiş gibi. "Kalıplara çok fazla sığınıyorsun, Turuncu; ayrıca fen lisesinde okudum ve liseyi birincilikle bitirdim. Tıp fakültesi benim için hiçbir zaman zor olmadı."
Dudaklarına yerleştirdiği sigarasının ucunu ateşlediğinde bakışlarımı ondan ayırıp yemek yapmaya devam ettim; onun ise bakışlarının benim üzerimde gezindiğinin farkındaydım. Ko rel'le yan yana bulunduğumuz zamanlar sessizlik aramıza bir duvar gibi giriyordu ve bu durum beni neden bu denli tedirgin ediyordu, bilmiyordum.
"Hangi takımlısın?" dedim fakat sorumun ne kadar boş olduğunun farkındaydım, büyük ihtimalle alayla yanıt verecekti fakat ona baktığım zaman yüzünün fazlasıyla ciddi olduğunu gördüm.
"Beşiktaş." Sesindeki hayranlığı net bir şekilde hissettim. "Çarşı'dayım."
"Vay!" dedim yüksek sesle. "Beni bugün çok şaşırtıyorsun, Erezli. Sen ve bir takıma bağlı olmak ha?"
"Takım değil," dedi düz bir sesle. "Beşiktaş." Gerçekten şaka mı yapıyor diye onu incelesem de yüzünde bir mimik bile kıpırdamıyordu. "Sen hangi takımlısın?"
Sırıttım. "Fenerbahçe." Hiçbir zaman fanatik olmamıştım fakat bunu nedense ona belli etmek istemedim. "Babam Beşiktaşlıydı ama."
Korel dramatik bir ifadeyle kafasını iki yana salladı. "Babanın yolundan gitmen gerekiyor, Turuncu."
Aslında basit bir cümleydi fakat altında anlamlar aramak istediğimi fark ediyordum ve bu içimdeki kasırgaların tekrar canlanmasına sebep oldu. Sanki intikam almak istiyormuş gibi ve o mektuptaki sırların bir dosyasını da onun gözüne sokmak için çaba sarf ederek, "Annen?" diye sordum. "O ne iş yapıyor?"
Gerildiğini hissettim, ona bakmak yerine pilava baharatları döksem de yavaşça bir adım gerilediğini gördüm; adımları oldukça sessizdi. "Psikiyatrist." Sesi düzdü ama bir anlam karmaşası içinde olduğu da belliydi. "Öyleydi yani."
Etleri çatalla çevirdiğim elim duraksarken, "Özür dilerim," diye mırıldandım. Aslında amacımın tam da bu olduğunun farkındaydım fakat nasıl bir yol olursa olsun amacıma ulaştıktan sonra pişman olduğumu hissediyordum. "Geçmiş zaman kullandın."
Başımı kaldırıp ona baktığımda elinde tuttuğu sigarasından derin bir nefes çekti ve yanakları içe doğru çöktü. "Özür dilenecek bir şey yok, o yaşıyor."
Rahatlıkla gülümseyip, "Öyle mi?" diye sordum. "Aranız nasıl?"
Korel'in onu sorgulamamdan hoşlanmadığının farkındaydım fakat sanki sıcak su gelmeye başlayan musluğun altındaydım ve kapatırsam tekrar soğuk suya dönüşeceğinden korktuğum için sorularımı kesmek istemiyordum.
"Aramız yok." Annesi hakkında konuşmaktan hoşlanmayacağını az çok sezmiştim. "Dört sene önce evi terk etti ve bir daha kimse görmedi, kimseye ulaşmadı, kimseyle iletişime geçmedi."
Ben de onun gibi tezgâha yaslanıp kollarımı önümde bağladım. Boyu benden epeyce uzun olduğu için sanki sürekli kalbiyle bakışıyormuş gibi hissediyordum ve bundandır ki kalbinin sesi oldukça yakın geliyordu bana. Sanki kalbi acıyla kasılmıştı ya da tamamen benim yanlış hislerimden bir tanesiydi.
"Anlıyorum," dediğimde altdudağımı dişlerimin arasına aldım ve sorup sormamak arasında kararsız kaldım.
"Sor," dedi zihnimden geçeni duyarmış gibi. "Şimdi soramazsan hiç soramazsın."
Çıplak ayaklarımı yere sürterken bir yandan da bakışlarımı ondan kaçırıyordum. "Onun yaşadığını söyledin fakat dört yıldır ondan hiçbir haber de almadın." Gözlerimi yumduğumda ona bakmak istemiyordum. "Yaşadığından nasıl emin olabiliyorsun?"
"Çünkü yaşıyor," dedi hızlıca ve ardından ekledi. "Gözlerini aç, kaçmaktan sıkılmadın mı?"
Gözlerimi yavaşça açtım ve başımı kaldırıp ona baktım. Her nefes alışında göğüs kafesi kalkıp iniyordu fakat gözlerinde anlamsız bir ifade vardı. Sonbaharı anımsatan bakışlarına soğuk bir kış gecesi uğramış gibiydi. "Nasıl emin olabiliyorsun?"
Korel elindeki sigaradan son nefesini çekti ve söndürmeden başparmağı ile işaretparmağının arasında atmaya hazırlanıyormuş gibi tuttu. Gözlerimin içine bakarak sigarayı ileriye fırlattığında arkamı döndüm ve sigaranın açık olan pencereden dışarıya çıktığını gördüm. "Sana o kasanın önünde ne dediğimi hatırlıyor musun?" diye sordu, ardından işaretparmağıyla üç kere şakağına vurduktan sonra, "Burayı değil," dedi. Elini kalbine indirdi. "Burayı dinliyorum. Bu konuda da burayı dinlemeye devam edeceğim."
Kafamı aşağı yukarı salladığımda, "Anneni gerçekten seviyor sun, değil mi?" diye sordum. "Kalbini dinleyecek kadar."
"Kalbimi dinlemediğimi mi düşünüyorsun?" diye sordu ve dudakları alayla aralandı.
Gözlerim çenesindeki yanık izine kaydığında sanki o izin morarmış gibi olduğunu gördüm. "Kalbini en son ne zaman dinledin?"
Eliyle sertçe kendi çenesini kavradı. "Bu emare kalbimin son atışıydı."
Korel'i daha iyi anlamama sebep olan bu cevapları, neden kalp atışlarına değil de nabız atışlarına anlam verdiğini gösteriyordu. Tam karşımda sadece aklını dinleyerek hareket eden bir adam vardı ve belki de seneler önce kalbini dinlemeyi bırakmıştı; tek bir konuda kalbine güveniyordu, o da annesinin yaşadığı konusuydu.
Uyuduğu o an gözlerimin önünde canlandığında, hissettiğim küçük erkek çocuğunun nefesini Korel'in gözlerinde gördüm. Gizlenmişti, gerilerdeydi; bir yerlerde, belki de o dikenli tellerle çevrili hapishanede nefes alıyordu fakat oralarda bir yerlerdeydi. Ulaşmak imkânsız olsa da Korel'in gözlerinde nefes aldığını bilmek bile yeterliydi.
"Hepsinin bir öyküsü var." Sesim âciz çıkıyordu. "Bir şeyi merak ediyorum, Korel. O akşam dans ederken izlerinin bazılarına dokundum fakat çenendeki ize dokundurmadın. Bunun sebebi o izin büyük bir öyküsü olduğundan dolayı mı?"
Korel'in yüzünde buruk bir tebessüm oluştu. "Dokunmak mı istiyorsun?" diye sordu. Cevap vermek yerine gözlerinin içine baktım ve aklımdan geçenleri anlayabileceğini düşündüm. O da anlamış olacak ki bana doğru büyük bir adım attı fakat bakışlarında tehdidin ayak izleri de vardı. Geriye gittiğimde tekrar adım attı ve üzerime doğru geldi. Karşılıklı adımlar atarken sanki bir dans sahnesinde gibiydik fakat dans sahnesi olamayacak kadar da korkutucu görünüyordu.
Her geriye attığım adımda o da karşılık olarak adım attı ve üzerime doğru gelmeye devam etti. En sonunda sırtım çarptığında açık pencerenin hemen önündeydim. "Demek dokunmak istiyorsun?" dedi tekrar ve bir adım daha atarak hemen önümde durdu. "Kaçabilecek yerin kalmadı."
Ellerini pencerenin önündeki mermere yasladığında beni tamamen bir kafesin içine almıştı ve kaçabileceğim yerim yoktu; bir an omzumun üstünden arkama baktım ve yerden yüksekliğin çok da fazla olmadığını gördüm. Günler önce yaşadığım başka bir anı zihnimde can bulduğunda, "Atlarım ki," dedim tereddüt etmeden. "Daha önce de yaşadım."
Hava kararmak üzereydi ve gökyüzündeki ışık soluk rengiyle bize kucağını açıyordu, mutfakta ise karanlık hâkimdi. Sırtıma vuran rüzgârla saçlarım uçuşup Korel'in göğüs kafesine çarptı. Korel ilk önce saçlarıma ardından göğüs kafesine baktıktan sonra, "Atlarsın demek?" diye sorduğunda nefesi yüzüme çarptı. Karnımın kasıldığını hissettiğimde yüzümü buruşturdum fakat Korel daha fazla üzerime geldi ve hiç beklemediğim bir anda belimi kavradı, ardından beni kucaklayarak pencerenin önündeki mermerin üzerine oturttu ve elini belime sardıktan sonra hafifçe arkaya doğru itti. "Atlasana."
Saçlarım geriye dökülürken, belimi sımsıkı tutuyordu. Boyu benden uzun olduğu için üstten bakıyordu fakat bir bacağı iki bacağımın arasına yerleşmişti. Rüzgâr yüzüme her çarptığında tenimin üşüdüğünü fakat kasıklarımın tuhaf bir şekilde ısındığını hissediyordum. Bir elimle kazağını kavradım. "Bıraksana. Bırak da atlayayım."
Saniyenin onda biri kadar kısa bir süre de olsa kazağını tutan elime baktı. "Bana tutunuyorsun," dedi. "Seni bıraksam bile bana tutunmaya devam edeceksin, farkında mısın?"
Tuhaf bir şekilde korktuğumu hissetmiyordum, hissettiğim daha farklıydı. Sanki caddelerce duraksamadan koşmuşum da nefesim kesildiği zaman soluklanmak için bir yere oturmuşum; o yer Korel'di. Soluklanıyordum, soluklanmama izin veriyordu.
Kazağını daha sıkı kavradım, beni daha fazla geriye itti, belime parmaklarını geçirdi. Boynum geriye gittiğinde gözlerimi ondan ayırıp gökyüzüne baktım; ters bir şekilde gördüğüm gökyüzünde siyah bulutların rengi hiç bu kadar renkli gelmemişti. Ay yerini alıyordu, gökyüzü siyah çarşafını örtüyordu, yıldızlar ışığı için hazırlanıyordu, güneş dinlenmek için köşesine çekil mişti ve ben böyle bir akşamüstünde Korel'in elini bedenimde hissediyordum.
Kısık bir sesle kahkaha attığımda, "Çok güzel!" diye bağırdım. Esen rüzgâr sanki beni savuracak kadar güçlüydü fakat kendimi daha iyi hissetmeme sebep oluyordu. "Kendimi gökyüzünde gibi hissettim."
Korel'in güldüğünü hissettim ve bana biraz daha yaklaştı. "Umutların yok olmuş gibi görünüyor." Nefesi boynuma çarptı.
Parmaklarını belime daha fazla bastırdığında gözlerimi bir anlık kapatıp, "Biliyor musun?" diye mırıldandım. Eli yukarıya ilerledi, kürekkemiklerimin hemen aşağısında durdu. "Benim de bir izim var ve şu an senin parmaklarını bastırdığın yerde."
Korel'in elini çekeceğini ya da parmaklarını daha fazla bastıracağını düşünmüştüm fakat herhangi bir tepki vermeden öylece durmaya devam etti; bu izimi herkesten gizlerdim, bir yanık iziydi. Belki de nasıl olduğunu hatırlamadığım için gizliyordum, o iz umurumda bile değildi.
"Bir öyküsü var mı?" dedi Korel, ardından elinin baskısı eksilmeden yavaşça parmaklarının aşağıya kaydığını hissettim. Kazağımın eteğinin olduğu yere geldiği zaman kaskatı kesildim fakat bunu hissetse de duraksamadı ve parmaklarını kazağımın eteğinin üzerinde durdurdu. Yutkundum, yanaklarımın yandığını hissediyordum ve rüzgâr artık sanki soğuk değildi.
"Bilmiyorum," dediğimde parmakları kazağımdan içeriye girdi, çıplak tenimde onun sıcak parmak uçlarını hissettim. Bedenim daha fazla kasılırken kazağını daha sert tuttum. "Ne yapıyorsun?" Ona hâlâ bakamıyordum, ona bakmaktan çekiniyordum, nefes alamadığımı hissediyordum.
Parmaklarını yavaşça hareket ettirmeye devam ettiğinde ilerlediği yollarda kazınmış parmak izlerinin artık geçmeyeceğini hissediyordum; bu öyle bir şeydi ki sanki ait olduğum bir tenin, tenimde dans ettiğini kalbim bana fısıldıyordu.
İzin olduğu yere geldiğinde parmaklarını dokundurmak yerine hafifçe bileğini o yanık izinin üzerine yerleştirdi; sarmaşıklarının atışlarını yanık izimin üzerinde hissederken, yavaşça başımı ona doğru kaldırıp gözlerinin içine baktım. Bakışları kısıktı, dudakları tek çizgi halini almıştı. "Hissediyor musun?" diye sordu.
Oradaydı, geçmiş yanık izime dokunuyordu.
Belki de geçmiş, yanık izimdeydi.
Elimi yavaşça kaldırdım ve bileğimi korkarak da olsa çenesindeki yanık izine yaklaştırdım. Korel gözlerini sımsıkı kapatırken dudakları aralandı.
Bileğim çenesindeki yanık izine yerleştiğinde parmaklarım hafifçe yanağına dokundu. Kendine zıt bir şekilde şeffaf tenine hayran olmuştum. Bileğimin altındaki yanık izi ise sanki bir can gibi atıyordu; belki de benim nabzım ona can oluyordu. "Hissediyor musun?" dedim onun gibi.
Sarmaşıklarımızdaki atışlar, emarelerimizin üzerinde canlarını veriyor gibiydi.
Gözlerini yavaşça açtı ve gözlerimin içine bakarak aralanmış olan dudaklarını bileğimin hizasına getirdi; nabzımın üzerine yasladıktan sonra yavaşça öptü; sakalları bileğime batarken yanık izimde atan nabzının hızlandığını hissediyordum. Dişlerini ortaya çıkardı ve hafifçe sürttükten sonra beni daha fazla geriye yatırdı.
Başım geriye gittiğinde dudaklarını bileğimden uzaklaştırdı, üzerime eğildiğini hissettim. Bakışlarım tekrar gökyüzüne odaklandığında nefesi boynumda can buldu. Bir elim kazağını tutarken diğer elim omzuna sımsıkı tutundu.
Eli yanık izimden yukarıya çıktığında sutyenimin kopçasının olduğu yerde duraksadı ve elini kopçanın altına yerleştirdi. "Korel," dedim kısık sesle. "Bu çok tuhaf."
Sanki havadaydım, sanki gökyüzündeydim, sanki yeryüzü artık beni kabul etmiyordu ve yanımda sadece Korel vardı. Nefesi benim oksijenim olmuş gibi hissetmiştim çünkü tam boynuma vuran o sıcaklık canlı olduğumuzu bana kanıtlıyordu.
"Bulut Kızı," diye fısıldadığında dudakları boynumun üzerindeydi ve konuştuğu an çenesindeki sakallar köprücükkemiklerimin arasındaki o boşluğa değiyordu. "Bir gün bulutların yok olduğunda gökyüzünü sevmekten vazgeçeceksin."
Dudaklarını boynuma bastırdı; tam canımın olduğu yere, derimi zorlayan o hızlı atışlarımın üzerine ve bir süre öylece bekledi. Kazağını sımsıkı tutarken onu kendime çekip gözlerimi yumdum.
Havada asılı duran bir buluttum, bulutu asan Korel'di.
Havada asılı duran bir umuttum, umutlarımı oluşturan Korel'di.
Bastırdığı dudaklarının arasında nefesinin sıcaklığı kendisinin bıraktığı o ıslaklığa çarptı ve dudaklarının aralandığını hissettiğimde dişlerini geçirip yavaşça ısırdı. Soluğum sonsuzmuş gibi kesildiğinde onun kazağını tutan elim düştü ve kendimi geriye bıraktım; Korel belimden sımsıkı tutmasaydı eğer aşağıya düşeceğimi biliyordum. "Sırtlan'ın dişleri keskindir," dediğinde aksanı o kadar baskındı ki kanım alev alev yanıyormuş gibiydi. "Sırtlan'ın dişleri canında."
Canım onun dişlerinin arasında parçalanırken, kalbimin göğüs kafesimi patlatacağını, nabızlarımın derimi yırtacağını düşünüyordum; düşünmüyor, hissediyordum. Korel ise yavaşça dilini sürttü. "Korel," dedim kısık sesle ve sesimin aldığı ton, daha fazla kasılmama sebep oldu.
Derin bir nefes aldı ve geri vermedi; bekledi, dudakları beni ölüme sürükleyecek olan o ince çizgide bekledi ve sanki bana benim canımın onun keskin dişlerinin arasında yer aldığını göstermeye çalıştı.
Kısık bir sesle hırladı ve geçirdiği dişlerini sürttükten sonra, "Bak," dedi son bir kez derin nefesini verirken. "Sen beni tutmaktan vazgeçtiğinde ben seni tutuyorum." Sertçe ve oldukça hızlı bir şekilde beni geriye yattığım yerden kaldırdı ve ona çarpmama sebep oldu. Yüzü ile yüzüm arasında mesafe kalmaksızın, "Bir gün tutmayacağımı biliyorsun, değil mi?" diye sordu.
Ellerim omuzlarına yerleşirken derin nefesten dolayı kalkıp inen göğsüm onun göğüs kafesine sürtünüyordu. "Belki de," dedim hislerime yenik düşerek. "Tutmamışsındır ve ben çoktan düşmüşümdür."
Bu cümlelerin sahibi ben değildim, bu cümlelerin sahibi geçmişin sesi gibiydi.
Bu cümlelerin sahibi belki de yanık izimdi.
Bu cümlelerin sahibi belki de her şeyi bilen fakat unutmayan küçük kız çocuğu Minel Karaer'e aitti.
Karşı çıkmasını beklerken, "Belki de," dedi ve geriye doğru çekildi. İlk önce bedeni benden uzaklaştı, ardından ellerinin varlığı ve tamamen geriye doğru gittiğinde bana arkasını döndü.
Cebinden tekrar bir sigara çıkardığında omuzlarının gerildiğini görebiliyordum.
Oturduğum yerden yere zıpladım, başımın döndüğünü o ana kadar fark etmemiştim; onun dudaklarının varlığını hâlâ nabzımın ve boynumun üzerinde hissediyordum.
Korel'in dudakları ilk defa, benim evimde, sarmaşıklarıma dokunmuştu.
Hiçbir şey söylemeden yemeklerin olduğu yere ilerledim, Korel ise masanın yanındaki sandalyeye tekrar oturarak sigarasını ateşledi ve böylelikle kocaman bir sessizlik duvarı tekrar aramıza örüldü.
Karşısındaki sandalyeye oturmadan tabağı önüne koydum ve yüzüne bakmaktan kaçındım.
***
Dakikalar boyunca neredeyse ikimizin de ağzını bıçak açmamıştı, tek kelime etmemiştik. Tabağı hızla önüne çekip soslu etin yanına koyduğum pilava çatalının ucuyla dokundu.
Kendi tabağımı da masaya koyduktan sonra karşısına oturdum; göz ucuyla ona baktığımda pilavla bakıştığını ve çatalıyla oynadığını gördüm.
"Ne oldu?" dedim en sonunda sessizliği bozarak. "Görünüşü kötü mü?" Pilav baharattan ötürü sarı rengini almıştı. İçinde kekikten naneye kadar bütün baharatlar vardı. "Kimin elinden yedin bilmiyorum, hatta baharatlı pilavı icat ettiğimi sanıyordum diyebilirim fakat ben böyle yapıyorum."
Korel hiçbir şey söylemeden çatalıyla pilavından alıp ağzına attı; bir an gözlerimiz kesişti ve bana oldukça anlam yüklü bir ifadeyle baktıktan sonra daha ağzındakini bitirmeden başka bir çatal daha aldı, ardından başka bir çatal, başka bir çatal ve başka bir çatal daha aldı. Kaşlarım şaşkınlıkla kalkarken dudaklarım şokla aralandı. Tabağına koyduğum pilavı o kadar hızlı yiyordu ki dilim tutulmuştu.
Tam bir dakika içerisinde tabağına koyduğum pilavı bitirdik ten sonra dolu ağızla, "Tencereyi getir," diye homurdandı ve eti yeni görmüş gibi yemeye başladı fakat pilav kadar hızlı değildi.
Tencereyi önüne koyduğumda yanına da kaşık bıraktım ve tedirginlik içinde sandalyeme geri oturdum. Korel tencereden pilavı yerken bir yandan da etlerden ağzına atıyordu.
Ona zıt olarak ağzıma bir et parçası atıp yavaşça öğütmeye başladım. Aslında kendimi aç hissediyordum fakat Korel öyle bir iştahla yiyordu ki gözümün doyması sanki mideme de yansımıştı.
Beş dakika sonra tencerede çok az bir pilav kaldığında son etini de ağzına attı ve sırtını sandalyeye yasladı. Yavaşça çiğnediğim etle donuk bir ifadeyle ona baktım. Herhangi bir tepki vermedi ve elini karnına yerleştirerek gözlerini kısa bir an kapattı.
"Sanırım beğendin?" diye sordum. "Bu kadar çok sevmenin bir sebebi var mı? Yapan kişiden ötürü mü?"
Gözlerini açtı ve önündeki boş tabağa bakarak, "Yapan kişiden ötürü," dedi. "Bira var mı?"
Kaşlarım çatılırken, "Biraz kibar olmayı dene," diyerek terslendim. "Eline sağlık denilmesi gerektiğini kimse sana öğretmedi mi?" Bir yandan da kalkmış buzdolabına yürüyordum.
"Turuncu," dedi ve derin bir nefes aldığını hissettim. "Sana eline sağlık diyeceğim tek bir an biliyorum, onun dışında da söylemem." Sesindeki imayla başımı ona çevirdiğimde buzdolabındaki amcama ait bira şişesini elimde tutuyordum. "Lütfen bira getir."
Öfkeyle buzdolabının kapağını kapattım ve bira şişesini önüne koyduktan sonra, "Amcamın birası," diye gösterdim. "Eksildiğini fark ederse adını veririm."
Korel gülümsedi ve biranın kapağını açarken mutfakta telefonunun sesi yükseldi. "Kim ulan bu?" Eli biranın kapağında takılıp kalırken, "Siktir," dedi ve hızlıca elini kotunun cebine attı. "Akşam yarışlar vardı."
Telefonu cebinden çıkardıktan sonra hızla ekranı kaydırıp, "Gürkan?" diyerek yanıtladı. "Birader yarışlar aklımdan çıktı."
Karşı taraftan gelen yüksek sesle Korel'in yüz ifadesi değişti ve kaskatı kesildi. Gürkan hızlı hızlı bir şeyler söylemeye devam ederken Korel oturduğu sandalyeden kalkıp duraksamadan mutfaktan çıktı.
Hemen peşinden kalktığımda, "Bekleyin siz," diye Gürkan'ın o uzun uzun anlattıklarını yanıtladı. "Ben birazdan oradayım."
Telefonu kapattıktan sonra bana dönüp bile bakmadan dış kapıyı açtı ve hızla ilerleyerek motosikletine yürüdü. "Hey!" diye bağırdım ve aceleyle spor ayakkabılarımı giydikten sonra sadece anahtarı alıp evden çıktım. "Neler oluyor?"
"Eve dön," dedi ve motosikletine bindikten sonra gazı alevlendirdi.
"Kötü bir şey oldu," dedim ürkek bir sesle. "Neler oluyor?"
"Sana eve dön dedim." Sert vurgusu ve sağlam tınısıyla bana meydan okumaya çalıştı fakat altta kalmayıp, "Hayır," diye karşı çıktım. "Sen götürmezsen taksiyle geleceğimi biliyorsun. Ne oldu?"
Korel zaman kaybetmek istemiyormuş gibi sert bir nefes verip, "Atla," diye inledikten sonra motosikletini daha fazla ateşledi. Söylediğini dinleyip hemen bindikten sonra motosikleti öyle bir hareket ettirdi ki bir an geriye düşeceğimi sandım. Kollarımı onun bedenine sardığımda sanki son kilometreye kadar gaza abanıyordu.
Uçuyormuş gibi yolda motosikleti sürerken, akşam vaktinin yoğunluğundan caddeler kalabalıktı. Korel ise ne kırmızı ışıkta duruyordu ne de önünde kayıp giden arabaları umursuyordu. Makas attığı arabalar ona korna çalarken hızdan dolayı rüzgârın yüzümü yırttığını hissediyordum. Nemini koruyan saçlarım sırtıma bir kere bile değmemişti.
Yüzümü Korel'in iki kürekkemiğinin arasına saklayıp gözlerimi sıkıca yumdum. "Lanet olsun!" diye bağırdım. "Bu kadar hızlı kullanma!"
"Sus!" diye karşılık verdi ve motosiklet yana doğru eğildi, başka bir makas attığını hissettiğimde tekrar doğrulduk. Aslında hızı sevdiğimi hissetmiştim fakat bu sefer daha başkaydı; sanki ölümle yarışıyordu ve ölüm onu geçerse ikimiz de hayatımızı kendi ellerimizle feda edecektik.
Gürkan'ın söylediği hangi cümleler Korel'i böyle alevlendirmiş ve bütün bedeni kasılacak kadar tedirgin etmişti, bilmiyordum. Başımı yasladığım sırtı kaskatıydı ve nefes bile al mıyor gibiydi. Acelesi de ölümü anımsatıyordu fakat sanki kendi ölümü değildi.
Çok kısa bir süre sonra motosiklet durduğunda Korel beni beklemeden motosikletten indi, ben de peşinden indim.
Daha önce geldiğimiz ve yarışları izlediğim bu yerde o eski hava yoktu. Işıklar yoktu, müzik sesi yoktu, insanların kahkahaları ya da birbirleriyle atışmaları yoktu. Sevişenler, sataşanlar, kavga edenler hepsi bir köşede toplanmıştı ve sanki herkes Korel'i bekliyordu.
"Sırtlan geldi!" diye bağırdı biri ve herkes bize döndü. Bu yarışların kurucusu Korel'miş gibi davranıyorlar ve ona itaat ediyorlardı; isteseler de istemeseler de buna zorunlu gibilerdi.
Koşar adımlarla meydana ilerlediğimizde gözüme ilk çarpan kişi Gürkan olmuştu. Bizi fark eden Gürkan bana bile odaklanmadan Korel'in yanına geldi ve bakışları sözsüz bir anlaşmayla birleşti. "Nerede?" dedi Korel ve ileriye baktı. Etrafta o kadar yüksek bir sessizlik vardı ki sanki bu durum benim kulaklarımı tırmalıyordu.
"İleride," dedi Gürkan ve ormanın içini gösterdi. Arkamızdan başka bir ses yükseldiğinde siyah bir araba meydanın önünde durdu, içindekinin Korhan olduğunu arabadan indiğinde fark ettim.
"Ulan," dedi Korel sert bir sesle, benim de baktığım yöne bakarak. "Bunun burada ne işi var?"
Gürkan öfkeyle nefes aldı. "Onu da ilgilendiren bir durum söz konusu Korel, bunu biliyorsun."
"Sikerim ilgisinin çıktığı yeri," dedi ve Gürkan'ı omzundan itekledikten sonra işaret edilen yere doğru yürüdü.
"Gürkan," dediğimde o da Korel'in arkasından yürümeye başlamıştı ve ben de eşlik ediyordum. "Neler oluyor?"
Gürkan kafasını ümitsizlikle iki yana salladığında arkamda başka birinin varlığını hissettim. Başımı çevirdiğimde Korhan'ı ve Korhan'ın arkasında yürüyen o tedirgin kalabalığı gördüm.
"Ne oluyor?" diye sordum fakat bu sefer sorum Korhan'aydı.
"Sen de mi yarışlara katılıyorsun?"
Korhan diğer bütün insanlara göre daha rahat görünüyordu. "Sen yarışlara katıldığın için mi buradasın?" diye sordu.
"Hayır," dedim hızlıca.
"O halde?" deyip kaşlarını kaldırdı.
Sinirle nefes verdikten sonra başımı çevirdim ve Korel'e yetişmek için adımlarımı hızlandırdım; Korhan'ın varlığı tuhaf bir şekilde beni rahatsız etmişti.
Korhan Erezli'nin de Korel Erezli gibi çok kurnaz bir adam olduğunu düşünüyordum.
Karanlık ormanın içinde yürürken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. İnsanlar ceplerinden çıkardıkları telefonlarının flaş ışığıyla yolu aydınlatırken Korhan'ın arkamdan, "Etkileyici," diye mırıldandığını duydum fakat tek bir tepki vermedim.
En sonunda Korel durduğunda arkasında ben de durdum, Korel elindeki ışığı sakince tam karşısına tuttu.
O an kocaman bir aynanın yolun ortasına saplandığını gördüm; o kadar büyük bir aynaydı ki neredeyse bir oda genişliğindeydi.
Diğer bütün herkes de flaş ışıklarını aynaya tuttuklarında ortaya çıkan görüntü ürpermeme ve geriye kaçmama sebep oldu.
Tanrı'nın nöbet tutan insanları gibi görünüyorduk ve herkesin elindeki ışık sanki bir meşale gibiydi. Ayna benliğimizi ortaya sererken herkesin nefesini tuttuğunun farkındaydım. İnsanların gözlerinin içinde korku vardı; bakışlarım Korel'e kaydı, ardından Korhan'a. İkisinin de yüzünde o ifade vardı.
Tarifsiz bir maske, kanlı bir yüz ve soyulmuş bir deri.
İkisinin de yüzüne baktığım zaman bunu görüyordum. Maskelerini yüzlerine öyle bir yerleştirmişlerdi ki derileri soyulmuş, yüzleri kanamıştı.
"Ne yapacağız?" dedi Gürkan ve Korel'e baktı.
Korel telefonundan gelen ışığı aynaya biraz daha yaklaştırdığında, "Bir şeyler yazıyor," diye mırıldandı ve herkes o yazı olan yere ışığını yöneltti.
Korhan benim arkamdan öne doğru çıktığında, "Işığı yaklaştır," diyerek Korel'e emir verdi ve hemen yanına gitti. O an aynanın üst tarafındaki kan lekelerini gördüm.
Korel ışığı biraz daha yaklaştırdı ve yazılanı dudaklarını oy natarak okudu, aynı anda Korhan da bunu yaptığında geriye kalan bizler öylece ikisine bakıyorduk. Aynada yazılı olan şeyi okuyabilmemiz imkânsızdı; hem onlardan daha uzaktaydık hem de anlaşılmaz bu el yazısını çözmek çok zordu.
Büyük bir merakla insanlar öne doğru çıkmaya başladı ve homurdanmalar yükseldi; herkes aynada yazılı olanı merak ederken Korel ve Korhan birbirlerine aynı anda baktılar; Korel'in gözlerinin içindeki o hapishane çocuğunun çığlık attığını duyar gibi oldum.
Bir anda, hiç beklenmeyen bir anda hızlıca yere eğildi ve büyük bir taş alıp geriye çekilerek sertçe aynaya savurdu. Herkes geriye kaçtığında Korel'in ilk attığı taşla ayna çatladı ve insanlar kaçışmaya başladı.
Zihnim karanlık zift lekesi bulaşmış soğuk adımlarıyla kalbime ilerlerken kasanın içindeki o aynanın varlığını ve isteğimi tekrar sessizce fısıldayarak dile getirdim. "Ayna kırılsın istiyorum." Korel çok kısa bir an benimle göz göze geldi fakat tekrar başını çevirdi.
Aynayı kırmak için bana söz veren kişi Korel'di.
Korel ve Korhan'ın amacı yazılanın anlaşılmamasıydı ve bunu anlayanın sadece ben olduğumun farkındaydım.
Korel başka bir taşı da hızla yerden alıp attığında ayna biraz daha çatladı ve köşesinde kırılmalar oldu. İnsanların arasından yükselen çığlıklara bakılırsa oldukça tepkisizdim. Gürkan ise benim yanımda duruyordu ve o da ifadesizdi.
Korel'le aramızdaki on-on beş adımlık mesafeye rağmen ölü ruhların canlı varlığı omuzlarımdaydı, Korel'in nefesi omuzlarımdaydı.
Kulaklarımda can vermek istiyormuş gibi çığlıklar yükseldi; küçük bir erkek çocuğu ise o çığlıkların arasında fısıldadı: "Aynayı kır."
Bir gölge Korel'in hemen yanında durduğunda gözlerimin içine son bir kez baktım; gözlerimde korku değil geçmişi gördüm ve o an tekrar aynadan Korel'le göz göze geldik.
Dudaklarımı hafifçe oynatarak, "Aynayı kır," dedim; o karanlığa rağmen Korel bana öyle bir baktı ki sanki alev alan bir toprak söndü, buz tutan bir gökyüzü ise eridi.
Korel son bir taşı daha eline aldı ve o kadar sert bir şekilde savurup fırlattı ki ayna büyük bir gürültüyle patladı; kırılan parçalar dört bir tarafa yayılırken kendimi korumak için elimle yüzümü kapattım. Dudaklarımın arasından tiz bir çığlık sesi yükseldiğinde kapattığım gözlerimin arasından yayılan ışıkları fark ettim ve yüzümü saklandığım yerden çıkardığımda ormanın içinde sarı, kırmızı ve beyaz ışıkların dalga dalga yayıldığını gördüm, ardından yüksek bir çello sesi bütün ormanın içini doldurdu.
Bir ağacın dallarına bağlı olan renkli ışıklar aynanın patlamasıyla yanmaya başlamıştı; çellonun kışkırtan ve ölümcül notaları ise gitgide yükseliyordu.
Önümü kapatan Korel ve Korhan'ın yanına hızlı adımlarla gittikten sonra Korel'i itekleyip öne çıktığımda karşımdaki görüntü sarsılmama ve tekrar çığlık atmama sebep oldu.
Çıplak bir adam bedeni elleriyle ağaca çivilenmişti ve başı yoktu; göğsünde ise dişlerden oluşan bir şekil vardı.
Anlamını bilmediğim bir şekil.
Korel küçük adımlarla ayna kırıklarına basarak yavaşça yürümeye başladığında duyulan tek ses çellonun sesiydi. Korel'in yüzünde aynanın patlamasından ötürü oluşan kesik izleri vardı.
Korhan olduğu yerde duruyordu, onun yüzüne bile bakmak istemiyordum. "Bu da neyin nesi?" diyen Gürkan'ı duyduğumda nefes almakta zorlanıyor, tutunacak bir yer arıyordum.
"Prometheus," dedi Korhan tek nefeste. Karşımdaki çıplak erkek cesedine bakmamak için çaba sarf ediyordum ve midemin gitgide bulandığını hissediyordum. Cesedin üzerinde o kadar çok iz, o kadar çok darbe vardı ki tanınmayacak durumdaydı.
"Not yok," dedi Korel, Korhan'a dönüp bakarak. İkisi de o kadar sakindi ki çığlık atıp kaçmamak için kendimi zor tutuyordum.
"On saniye veriyorum," dedi Korhan, ellerini yumruk yaptığını gördüm; yumrukları sağlam görünse de şu an Korel ondan daha kuvvetli gibiydi.
"Ne için?" diye sordum fakat boğazımda sanki bu cesedin el izleri geziniyordu.
On saniye bile geçmeden bir telefon sesi çellonun sesinden zor da olsa duyuldu. Korhan elini cebine atarak telefonunu çıkardı, kesik bir nefes alıp ağzından nefesini verdi ve ekranı kaydırarak telefonu açtı. "Savcı Korhan Erezli." Karşı taraftan gelen sesi dinledikten sonra, "Arayan kimdi?" diye sordu. Verilen yanıt hoşuna gitmemiş olacak ki, "Ne dedi?" derken dişlerini sıkıyordu.
Yüzü kasıldı ve Korel'le birbirlerine baktılar; telefonda her kim ne söylüyorsa ilk defa Korhan'ın gerilmesine sebep oldu.
Bir cevap vermeden telefonu kapattığında Korel'in yüzüne bakmaya devam etti. "Dedektif aradı," diyerek herkesin merakına su döktü. "Polis merkezini birisi aramış. Bir adam."
"Arayan Prometheus mu?" dedi Gürkan hemen. "Ne istiyormuş?"
"Arayan Prometheus'un dostuymuş," dediğinde Korel'den gözlerini ayırmıyordu. "Ve kulu."
Büyük bir tereddütle Gürkan'la birbirimize baktığımızda arkadan yükselen çellonun sesi, daha fazla ürpermeme sebep oluyordu. Sanki ölümün sanatla bir dansıydı ve sanki karşımızda bir ceset değil de bir tablo varmış gibiydi.
Prometheus bize bunu anlatmaya çalışıyordu.
"Yanıldın, Korel," dedi Korhan. "Prometheus notunu bu sefer dostuyla iletmek istemiş ve yine yarım bir not, yarım bir cümle, yarım bir paragraf, yarım bir gizem, yarım bir çözüm."
Ensemden aşağıya soğuk suların aktığını hisseder gibi oldum; parçalanmış olan aynanın her parçasında yansımalar görüyordum ve ışıkların dansı ruhumu zedeliyordu.
Ayna parçalarında sanki benim her yaşım vardı; sanki on dokuz parçaya ayrılmıştı ve her parçaya her yaşım gülümseyerek bakıyordu.
Korel ifadesiz bir şekilde, "Notu neymiş?" diye sordu.
Korhan derin bir nefes aldı, ardından fısıldadı:
"Ölüyor masum çocuklar ve yeşeriyor tohumunuzdan ekilmiş olan içinizdeki iblisler."
Paragraf Yorumları