logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

1. ESİNTİ

Views 10123 Comments 411

Kalbimiz kıyametimiz midir?

Dünya bedenimizde parçalar halinde dağılırken, depremler ellerimizi titretiyor, yangınlar boğazımızı yakıyor, hislerimiz sular altında kalıyor ve duygularımız heyelan misali yıkılıyordu. Bütün kötülükler birbirini devam ettirirken, deprem olan ellerimizde kaderimiz gülümsüyor, yangın çıkmış olan boğazımızda çiçekler yeşeriyor, sular altında kalan hislerimiz yeni hislerimizin tohumlarını ortaya çıkarıyor ve duygularımız heyelan misali yıkıldıkları yerde tekrar doğruluyordu.

Dünya bedenimizdeydi, iyisiyle ve kötüsüyle bizimle yaşıyordu; kalbimiz ise dünyamızın kıyametiydi fakat bizim kendi dünyamızda kıyamet sadece bir kez olmuyordu. Kalbin kıyameti; ellerimiz titrerken kaderin kahkahalarının duyulması, yangında boğazımız yanarken çiçeklerin daima canlı kalması, sular altında kalan hislerimizin tohumlarında papatyalar yeşermesi ve heyelan misali yıkılan duygularımızın bile yıkılırken daima gücü elinde tutması demekti.

Kalbimiz, dünyamızın bütün iyiliklerini ve kötülüklerini içinde barındırırdı fakat bir kıyameti anımsatarak her atışında bütün acıları ve güzellikleri hissettirirdi.

Kalbim kıyametimdi. Benim kıyametim, dünyamın iyilikleri ve güzellikleri, kötülükleri ve çirkinlikleriydi.

Sessizliğin geride bıraktığı adımlar, yüreğimden yükselen binlerce korku tohumuna leke bırakıyordu. Bir adım, başka bir adımın takip ettiği noktada tozlu yollarım, içimi dolduran öfkelerim ve kaçmak istediğim serzenişlerim; hep beraber toplanarak canımı yakıyordu, umursamıyordum.

Bir bedevi olmayı atlatalı uzun zaman olmuştu ve kendime acıdığım günlerin görüntüleri silik hafızamda yer almıyordu. Bunlar ciddi bir hastanın dile dökemediği cümleler değildi.

Bunlar bir şizofrenin güncesinde yer alan satırlar da değildi. Bunlar turuncu saçlı, çilli küçük kızın öfkesini gizlediği bedeni ve akıtamadığı gözyaşlarıydı. Gözyaşları karardı, siyahlaştı, sıvılaştı, mürekkebe dönüştü, beyaz sayfayı lekeledi ve dize dize acılarımı yazdı.

Kötümser bir insan değildim. Her şeyin içinde bulduğum iyilikler, insanlardan kaçmak isteyişimin sebebi değildi. Çünkü her insanın özünde iyi biri olacağına inanıyor ama kimseye güvenmiyordum. Bildiğim ve duyduğum kadarıyla insanlara güvenmek, en büyük hataların başında geliyordu. Sırf yıkımı yaşamamak için insanlardan kaçıyor ve kendi kabuğumda yer alıyordum.

Kabuğumun çatladığı zamanlar elbette oluyordu fakat daha da sertleştirecek etkenleri yine insanlar yaratıyordu.

Özellikle benim gibi, hayatının yarısından fazlasını –bilhassa çocukluğunu, hatta bebekliğini– birilerinden, bir şeylerden kaçarak geçiren başka birini hiç tanımamıştım.

Sabahın ışıklarının yüzüme vurmasını umursamadan yatağımda sağıma dönüp oyuncak köpeğime baktım ve gülümsedim. "Merhaba Berry." Ensemden sıcak bir ter boşandı ve çocukluğumun tek hatırası olan Berry'ye uzun uzun baktım.

Annemin sesi kulaklarımda çınlıyordu sanki. "Bırak o aptal oyuncağı," diyordu yüksek sesle. "Kaçmamız gerek." Hayatım sanki bu iki kelimeyle sınırlıymış gibi hissediyordum.

Neden? Kim için? Kimlerden? Sorular birbirini devam ettiriyordu, her zaman ve daima kendi içimde sormaktan çekinmiyordum.

Kendimi ve adımı bildiğimden beri, annemle ve babamla beraber sürekli kaçtığımız bir şeyler vardı. Hiçbir zaman onlara neyden ve kimden kaçtığımızı soracak cesareti bulamadım; belki de bulmak istemedim. Keza onlar da bu durumun arkasına sığınarak bana hiçbir zaman açıklama yapma gereği duymadılar. Merak etmediğimi düşünmelerini istiyordum; fakat bir insanın kendi benliğini bile merak etmemesi demek çok farklı bir boyuttu.

Bir sabah uyandım; annem yine bütün kolileri ve eşyaları hazırlamış, hızla babamın valizini dolduruyordu. Anımsamakta güçlük çekecek kadar küçüktüm. Kapının eşiğinden annemi iz lerken sadece bir an için dönüp yüzüme bakmış, sonrasında ise hemen hazırlanmamı söylemişti. Küçüklüğümü düşününce ilk kaçtığımız zamana dair tek anı sanki buymuş gibi geliyordu.

Çocuk aklımla kaçtığımız şeyin tam olarak bir hayaletten ibaret olduğunu düşünüyordum. Varlığını hissettirmeyen biri nasıl olur da bu kadar korku salardı ki? Aslında kaçtığımız şeyden hiçbir zaman korkmamıştım fakat ailemin gözlerinde gördüğüm saf korku, benim dilime zincirler vurmama sebep olmuştu. Sebebi bu olmalı ki yaşamım boyunca beni korkutan şeyler hayaletler değil, insanlar olmuştu.

Dilime vurulan zincirlerin bütün anahtarları, annemin ve babamın gözlerinde saklı olan, asla gösteremedikleri merhamette gizliydi. Anahtarlar içimi kanattığı zaman yuttuğum cümleleri kusmak isterdim ve işte o zaman, çıkış kapısı bırakmayan bir içgüdü bana sessizliğin koynuna sarılmamı ve huzuru tam olarak orada hak ettiğimi dile getirirdi.

Sessizliğin koynu sıcak ve huzurluydu fakat benim kaçamak yaşadığım hayatımın bir göstergesi olamayacak kadar da sakindi, ben böyle biri değildim. Benliğimi annemin ve babamın gözlerindeki merhamet için bırakacak kadar onları seviyordum, bir belirsizliğin doğurduğu başka bir detay daha bu kısımda gizliydi.

Aslında merhametli olan bendim, onlar değildi. Merhamet, şakaklarımı ovuşturacak ve migren ağrısına dönecek kadar boğazımı sıktığında bile sessizliğimi korudum ve onlar için o sıcak yuvaya gizlendim. Çocukluğumu onlar için bıraktım, kaçışlarımı ve heyecanlarımı dillerinden dökülen tek kelime için parçaladım ve paylaştıkları yerde ruhumu kestiklerini hiçbir zaman fark edemediler.

Babamın sesi çınladı kulaklarımda, Berry'ye daha sıkı sarıldım.

"Yabancı kimseyle konuşmamalısın," diyordu annemden daha sakin bir sesle. Aslında her babanın kurabileceği bir cümleydi fakat bizim için aynı şey geçerli değildi, bunu hep biliyordum. Kucağında oturuyordum ve başım omzundaydı. Sebebini sormama fırsat vermeden eklemişti: "Arkadaşlar yalancıdır kızım; arkadaşlarına güvenirsen, insanlara güvenirsen kendini bitirirsin." Kalbim zihnimde yer etmiş kelimelerini bir türlü silemediği için sürekli insanlardan kaçan tarafım daha baskın oldu.

Babamı her zaman dinledim. Arkadaşlarım oldu; hiçbirine güvenmedim.

Koparılan bir geçmişin üzerimde bıraktığı etki bünyeme fazla geliyordu. Ailemin doğası onlar gittikten sonra bile bir rahatsızlık olarak yapışmıştı.

Çocukluğumuzda geniş koridorlarda yürürken, sanki arkamızdan biri bizi takip ediyormuş gibi hisseder, koşarız. Bu durumu her zaman doğal karşılamıştım, ta ki gerçek bir hisse dönüşene kadar. Sürekli takip edildiğimi hissediyordum; sürekli ensemde bir nefes, omzumda yabancı el varmış gibi kaçıyordum. Bazen duvarların içinde saklanan insanlar varmış gibi geliyordu, bazen ise o insanların adım seslerini duyuyordum. Gölge gibilerdi; daima silik kalacak olsalar da onları hiçbir zaman kabullenememiştim. Devamlı olmayan durum, zamanı ve yeri umursamadan, gece veya gündüz kapımı çalıyor, beni rahatsızlığın pençesine itiyordu.

Bazen olmaması gereken şekilde tuhaf sesler duyuyordum; bu sesler sanki duvarların içinde çalan bir melodinin ölümü anımsatması gibi geliyordu, bazen ise güzel bir senfoni. Sanki hangisinin olması gerektiğine benim zihnim karar veriyordu.

Bir şekilde kaçmaya alışıktım, kendimden kaçabilecek kadar gözü karaydım; gökyüzü ise benim için ulaşabileceğim en uzak noktaydı.

"Berry." Uzun kulağını çektim ve gülümsedim. "Belki cidden birileri tarafından takip ediliyorumdur." Yüzüme sanki anlamsız anlamsız baktı ve kaşlarını havaya kaldırdı. Berry'nin hayatımdaki yeri büyüktü. Sürekli değiştirdiğimiz şehirleri, okulumu, komşularımı hatta çocukluğumu bile kaybetmiştim. Berry dışında.

Onu kaybetmek demek, hatırlayacağım ailemi tamamen zihnimden silmek demekti. Oyuncak köpeğimi kaybetmek demek, sırlarımı ve defalarca açığa çıkarmaya çalıştığım o silik görüntüleri unutmak demekti. Berry'yi kaybetmek, çocukluğumu tamamen uçuruma itmek ve gözyaşlarımı anımsayamamak demekti.

Berry hepsini biliyordu ve tam da istediğim gibi cansız bir bede ne, akılsız bir kafaya sahipti.

"Minel!" Amcamın sakin, bir o kadar da huzursuz sesi kapının eşiğinden bana ulaştı. Kendi kendine homurdanarak kapıya vurdu. "Uyanık mısın?"

"Evet, amca," diye seslendim Berry'yi diğer tarafa yerleştirirken. Yataktan kalktım ve sıcaktan enseme yapışan saçları itekledim.

Aylardan eylüldü fakat İstanbul'un sanki en sıcak olduğu zamanlar bu aydı. Ne kadar zaman geçerse geçsin, gördüğüm onca şehre rağmen İstanbul'a direkt ısınabiliyordum fakat havasına alışabilmek oldukça zor gelmişti. Bu durumu unutmamı sağlayan şeylerin başında Kadıköy'de oturmam geliyordu. Doğduğum şehirdeydim, doğduğum semtteydim. Kendimi bazen ait olduğum yerde hissediyordum.

"Oyalanma," dedi, Ferit amcam düz bir sesle. "Gitmen gereken bir merkez var."

Derin bir nefes aldım ve cevap vermeden, içimden homurdana homurdana giysi dolabına ilerledim.

Yirmi yaşında bir kızın üniversite sınavına hazırlanması veya okuması gerekirdi fakat ben bunlara yeterli görülmediğim için ruhların canlandırılmaya çalışıldığı bir merkeze gidiyordum.

Adı Anekdot Merkezi olan bu binanın, isminin anlamı gibi hayatımda da bir yerinin olduğunu hissediyordum. Merkez, on beş ila yirmi beş yaş arasındaki gençlerin psikolojik sorunlarıyla ilgileniyordu ve çoğunluğu asosyal olan insanları bir araya toplayarak sıcak bir ortam yaratmaya çalışıyorlardı. Hiçbir sorunu olmayan ya da ciddi sorunu olan birçok kişinin toplandığı bu yerde ilaç tedavisi ve diğer tedaviler için psikiyatristlerin odaları vardı fakat bunların dışında eğitmen psikologlar bazen grupça, bazen teke tek konuşmalar yaparak rahatsız olduğunu düşündükleri gençleri iyileştirmek için çaba sarf ediyorlardı. Merkezde fazla kişi yer almıyordu fakat daha kalabalık olsaydı insanlar muhtemelen bu kadar rahatsızlık duymazlardı.

Hastalığını gizleyen ya da belli etmeyen birçok kişi vardı; bu kişiler, Anekdot Merkezine muhtaçmış gibi davranırlardı fakat ilaç tedavisi için can attıkları ortadaydı. Yüz kişinin bile olmadığı bu merkezde ben, gruplar halinde olan eğitmen konuşmalarına katılıyor, asosyallik seviyemin kırılmalarını inceliyordum. Teke tek konuşmalara katılanlar genelde rahatsızlığı belirlenmiş ve ileri derecede olanlardı. İlaç tedavisi görüyorlardı ve merkezin yanına inşa edilen, neredeyse bitmek üzere olan akıl hastanesinde yerleri ayrılıyordu.

Amcamın geçen sene sürekli bayılmalarımdan ve psikiyatriste gitmek istemediğimden önüme getirdiği bu merkezi kabul etmemin tek sebebi onunla karşılıklı anlaşmaya varmamızdı. Kendimi bildim bileli dans eden biriydim ve bu merkeze gitmeyi kabul etmeseydim amcamın beni danstan alıkoyacağını biliyordum.

Her şey bir yana, ruhu ölmüş veya kaybolmuş insanların bulunduğu bir merkezde rahatsızlığımın düzeleceğine inanan bir amcamın olması ve gözlerimin içine baktığı zaman boşluğu fark etmemesi, içimde daha fazla kaçma isteği uyandırıyordu. Merkezde beni iten bir şeyler vardı fakat bunun ne olduğunu öğrenmek isteyip istemediğimden hiçbir zaman emin olamıyordum.

Giysi dolabımdan siyah şortu ve üzerine giyeceğim beyaz tişörtü çıkarıp yatağa attıktan sonra aynaya doğru yürüdüm. Belime kadar gelen uzun ve dalgalı turuncu saçlarım, bir horozun ibiği gibi tepeme toplanmıştı. Toprakrengi gözlerim, gece gördüğüm kâbustan dolayı kızarmıştı ve bu kâbusun diğer etkisi de beyaz tenimde bıraktığı kızarıklıklardı. Çığlık çığlığa uyandığım kâbuslarda ellerimle yüzüme zarar veriyordum.

Sol yanağımın elmacıkkemiğinde belirgin bir kızarıklık vardı; tırnak izine benziyordu. Amcamla yaşadığım iki yılın özeti, kâbuslarımı hiçbir şekilde duymamasıydı.

İçimde sürekli ağlayan bir Minel vardı ve amcamın sağır olmadığını, sadece beni önemsemediğini söylüyordu. Dinlemedim, dinlemek istemedim. Ağlayan Minel'in düşündüklerinin canı cehennemeydi. Hem biliyordum ki sesimi duyup odama gelirse zarar verdiğim kişi kendim değil, amcam olurdu. Amaçsız ve amansız bir katile dönüşüyordum.

"Minel!" diye haykırdı amcam. "Çabuk ol!"

Kafamı iki yana sallayarak tarakla saçımı taradım ve o ka barık görüntüyü silmesi için neredeyse bütün gücümü verdim, işe yaramadı. Sinirle kabarık saçlarımı yan tarafıma alıp örmeye başladım. Parmaklarımın ustaca hareket edişi ve hızı, annemin saçlarımı ördüğü zamanı hatırlamayıp kendi işimi kendim hallettiğimdendi. Öğreniyordum, öğrenecektim. Bir annenin kızına katabileceği her şeyi tek başıma öğrenmeye ant içmiştim. İçtiğim ant, kezzap etkisi yaratarak içimi yaksa da umursamıyordum.

Yüzümde kalıcı bir makyaj gibi duran ve burnumun ucunda çoğalan çillerimden ötürü makyaja küskündüm; bu yüzden sadece dudaklarıma nemlendirici sürerek yataktaki kıyafetlere ilerledim.

Üzerimdeki pijamalardan kurtulup siyah kot şortu ve beyaz tişörtü giydim. Belime ise bordo bir oduncu gömleği bağladım. Gözlerim istemsizce çantamı aramak için etrafı tararken dağınık görüntü canımı sıktı ve olduğum yerde homurdanmaya başladım.

Odam orta büyüklükteydi. Pencere kenarında yatağım yer alıyordu, ayakucumun sağ tarafında giysi dolabım vardı. Makyaj masası ise çapraz duruyordu.

Odamın geneline beyaz renk hâkimdi. Beyazı severdim, beyazı benimserdim ve beyazı hayatımın odağına koyardım.

"Yeter!" diye haykırdı amcam bütün gücüyle. "Gel artık buraya!"

"Geliyorum!" diye inledim, yatağın köşesindeki bale ayakkabılarımı itekleyerek. Çantamın kolu yatağın altından bana baktığında gülümsedim ve bir çırpıda içini kontrol ettikten sonra sırtıma attım. Odadan çıkmadan Berry'ye öpücük attım, ardından banyoya girip işlerimi hallettikten sonra merdivenlere koştum.

Amcam tekstille uğraşıyordu ve durumu iyiydi. Evi ne çok büyük ne çok küçüktü; durumuna rağmen ona fazla kalıyordu. Üst katta benim ve amcamın odası vardı. Küçük bir ardiye de çatı katındaydı. Aşağıda ise mutfak ve salon vardı.

Merdivenlerin son basamağından inerken mutfağın aralık kapısından masada oturan amcamı gördüm. Yüzü gergindi, kaşları çatıktı ve elindeki kahve fincanına bakıyordu.

Amcam hep gergindi. Bildiğim kadarıyla evlenmiş ve boşanmıştı fakat onun birilerine duygu beslemesi bana tuhaf geliyordu. Görüştüğü bir kadın vardı ancak onunla da sanki sadece hayatında bir kadın olması için görüşüyormuş gibi geliyordu. İçine kapanık bir adamdı. Babamın aksine çok nadir gülümserdi ve gülümsediği hiçbir zaman bir insan olmazdı. Hayvanlara bana nazaran daha çok gülümserdi mesela.

Hızlı adımlarla mutfağa girdim ve çantam kolumdan düşerken amcamın karşısındaki sandalyeyi çekerek, "Günaydın," diye mırıldandım. "Nasılsın bu sabah?"

Amcam kahve fincanın yanında duran gazetesini okumayı sürdürürken, "İyi sayılır," diyerek karşılık verdi. "Merkez bugün açılıyordu, değil mi?" Yazın verdikleri bir aylık ara bitmişti. Amcam elbette ki bugün açıldığını biliyordu ama amacı rahatsız etmekti. Hiçbir zaman bana, beni sormamıştı.

"Evet," dedim net bir sesle. "Yeni sezon dizisi gibi heyecanlı hissediyorum." Yüzünde hiçbir oynama olmadan kahvesinden birkaç yudum aldı. Yakışıklı bir adamdı. Kömür rengi saçlarında kar taneleri gibi düşen beyazları vardı. Gözleri koyu yeşildi ve babam gibi uzun boyluydu.

Masanın üzerindeki çaydanlıktan önümdeki fincana çayı doldurdum ve amcamla göz göze gelmeden birkaç parça kahvaltılığı tabağıma yerleştirdim.

Sessizlik.

Ağır ve kasvetli sessizlik beni pençelerinden korktuğum rahatsızlığıma sürüklüyordu. Konuşmadığım zamanlarda, korktuğum zamanlarda, utandığım veya sinirlendiğim zamanlarda daha çok uğruyordu. Bu yüzden can sıkıcı bir nefes aldım ve ağzıma bir parça peynir tıktım. "Merkezden çıkışta dansa gitmeyi düşünüyorum, haberin olsun."

Amcamın gözleri bir an ördüğüm saçlarıma kaydı, ardından sırtını sandalyeye yaslayarak kollarını önünde bağladı. "İki gün önce oradaydın, fazla gitmiyor musun?"

"Amca," dedim kaşlarım çatılırken. "Merkeze gitmeyi kabul ettiğimde dans saatlerime karışmayacağını söylemiştin, şu an bunu yapman hiç hoş değil."

Amcam başını aşağı yukarı sallayıp, "Anlaşmayı iyi hatırla," dedi sanki bir çalışanıymışım gibi. "Sadece dans diye konuşmuştuk, sen benim önüme daha farklı şeylerle geliyorsun."

Bir an ne demek istediğini anlamayıp, "Ne gibi?" diye sordum.

"Yaklaşan dans yarışması ve senin bu yarışmaya katılmayı istemen gibi," diyerek karşılık verdi. "Çok göz önünde olacaksın, baban yaşasaydı bunu istemezdi ve ben de bunu istemiyorum."

Elimde tuttuğum çay fincanını yavaşça masanın üzerine yerleştirdim. Bir an nefesim göğsümü itekledi ve boğulur gibi oldum. Gözlerimin önünde bale ayakkabılarım, kulaklarımda kendimi verdiğim ritimli müzik canlandı. Dans, tutkularımdan biriydi. Dans, benliğimin ortaya çıktığı tek zamandı.

Küçüklüğümden beri sadece babamın gözetiminde bale yapıyordum. Dans hocam evimize gelirdi ve babam bir an bile yanımızdan ayrılmazdı. Hiçbir gösteriye çıkmazdım, başka kimse beni izleyemezdi, bir nefes dahi yanıma yaklaşamazdı. Bu yüzden şu anda dans ettiğim yer sessiz ve kimsesizdi. Hocam bir kadındı ve ikimiz dışında başka kimse olmaması için amcam neredeyse servet ödüyordu.

"Neden her zaman her şeyden kaçmak zorundayım?" diye sordum sakince. "Gururlanılması gereken her noktada kaçıyor, kaçtığım her zaman ise yalnız kalıyorum, farkında mısın?"

Tabularımı ve ailemin bıraktığı lanet mirasları silmek istiyordum. Başkalarının gözlerinin içine bakarak dans etmek, kendimi aşmak istiyordum. İçimde büyüttüğüm korkularımı iyileştirmek, onları güzel bir duyguya çevirmek istiyordum. Ben aslında kimsesizliğin koynunda kıvranışımın artık ses getirmesini ve dansımdaki akislerin, başka ruhları da hissetmesini istiyordum.

"Minel," dediğinde sesindeki öfkeyi hissettim. "Bir şeyi öğrenmen gerekiyor: Yirmi yaşında olman kendi yaşıtlarınla aynı hayatı süreceğin anlamına gelmiyor. Senin hayatın doğduğun an farklı çizildi bu yüzden ilerleyeceğin her yolu düşünmen gerekiyor; ben senin için düşünmek zorunda kalmak istemiyorum."

Görünmez olan ben miydim? Görünmez olan hislerim miydi? Görünmez olan sürekli gülmek zorunda hissetsem de her dans edişimde ruhumun ağlamaları mıydı? Neden bir ruhun ölümünü hissetmenin tadını çıkarmamı istiyorlardı?

"Yeter," diye mırıldandım altdudağımı dişledikten sonra. "Yirmi yaşında olmam, yirmi yaşında olduğumu gösterir; geriye kalan her şeyin ise canı cehenneme! Bana verilen hayatı, ben değil ailem istedi. Ailem ise yok oldu."

Amcam tereddütle nefes verdikten sonra, "Ne istiyorsun?" diye sordu.

"Hayatımı," dedim karşılık olarak. "Hayatımı istediğim gibi yaşamayı. Bana bak amca, annesinin bedeninden ayrılan o güzel başını gören küçük kız mıyım?"

Kaç yaşındaydım tam olarak hatırlamıyordum fakat okuldan dönüyordum ve üzerimde üniformam vardı: gri eteğim ve beyaz gömleğim. Üzerimdeki üniformamın kravatını gevşetmiştim ve gömleğimin bir tarafı gri eteğimden dışarıya çıkmıştı. Beyaz bez ayakkabılarım zeminde ses çıkarıyordu. Eve girip salona vardığımda ilk başta toplanan eşyalarımız gözüme çarptı, sadece bir kanepe duruyordu ve duvarlarda fotoğraflar vardı. Ardından birkaç adım daha attığımda parkenin üzerindeki kan izlerini, annemin yere düşen elini ve hemen sonra dağılan saçlarını ve koparılan damarından akan kanı görmüştüm.

Boynu açılmıştı, kafası gövdesinden ayrılmıştı, gözleri bana bakıyordu, korkuyla aralanan dudaklarında tebessümü de gizliydi.

Annemin turuncu saçlarına artık kızıl kanların bulaştığını gördüğümde olduğum yerde öylece kalmıştım ve titreyen ellerimi saçlarıma geçirerek beni ayakta tutamayan bacaklarımla dizlerimin üzerine öyle bir çökmüştüm ki sanki bu bir daha çökmeyeceğimin, çöktüğüm yerden ise bir daha kalkamayacağımın kanıtıydı.

Ellerim kucağıma düşmüştü, annemin açık gözlerinden gözlerimi ayıramamıştım. İzlemiştim. Kalbimin attığını bile hissetmiyordum ama tamamen acıya battığımın da farkındaydım.

Dudaklarım aralanmıştı; bir şey söylemek istemiştim fakat söyleyememiştim, ağlamak istemiştim fakat ağlayamamıştım, çığlık atmak istemiştim ama boğazıma kadar kanla dolmuştum. "Bunun konuyla alakası yok," dedi amcam dalgınlığımı fark ederek. "Anla artık, küçük kız değilsin ve o küçük kız olmadığın sürece hayatın da senin olmayacak."

Annemin ölümü kâbuslarıma konu oldu, kâbuslarıma film oldu; annemin güzel yüzünün çirkin kan izleri kâbuslarımda çığlık buldu. Dualara inancım bitti, dilemeyi unuttum ve sadece kendimi kaybetmemek için direndim.

Sonra ne mi oldu?

Dakikalar geçtikçe orada durup annemi öylece izlemeye devam ettim ve sonra bana öğretilen tek şeyi yaptım: Kaçtım, koştum, yine koştum. Küçük evi, annemi, ruhumu, izlerimi, Berry'yi bile arkamda bırakarak koştum. Berry'nin emaneti olan çocukluğumun arkamdan seslenişini umursamadan koştum.

"Ben bir ölümden, bir ölüden kaçtım," dedim sesim titrerken. "Elimde kalan tek şey kendi ölümüm ve bundan hiçbir zaman kaçmayacağım. Sırf sen istiyorsun diye o lanet merkeze zaten gidiyorum. Ölümümden kaçmamı mı istiyorsun amca? Benim için dans zaten bir kaçış, onu elimden alamazsın, eğer alırsan ölümün kucağına düşerim."

Sinirle sandalyeden kalktım ve yüzüne bakmadan asılı olan çantayı sırtlandım.

"Minel, yapma," dedi amcam kolumu tutarak. "Dans sana zarar verecek, göz önüne çıkmanı istemiyorum. Baban olsaydı istemezdi."

Kolumu geriye çekerek gözlerimi açtım ve üstten üstten bakarak, "Babam olsaydı?" diye sorguladım. "Babama ne oldu, amca?"

Zihnimin silinen bir kısmı varmış gibi geliyordu ki öyleydi, biliyordum. Bu silinen kısımda gizli olan detaylar, sanki gölgelerde, ensemdeki nefeste, duyduğum seslerde gizliydi. Bazen, bazı geceler kâbuslarıma doğan görüntüler, sanki silik hafızamın bana oynadığı bir kumardı ve benim bunu atlatmamın tek çözümü, peşinde koştuğum geleceğimde gizliydi.

Babam ölmüş müydü? Babam gitmiş miydi? Hiçbirini bilmiyordum.

Babam kaçmalara alışıktı.

Ferit amcam cevap verme gereği duymadan sadece gözlerimin içine baktı ve dudaklarını birbirine bastırdı. Sanki bir sırrı paylaşmak istiyordu ama önüne sunulan sebepler haklılık payı taşıdığı için vazgeçiyordu.

Daha fazla bakışmayı kaldıramayacağım için mutfaktan çıktım ve dış kapıya doğru yürüdüm.

"Minel!" diye seslendi arkamdan fakat gelmedi. Bunu sanki içini rahatlatmak için yapmıştı ve kimsesizliğime tokat indiren darbeydi. Aslında kimsesizliğimi paylaşan kişiydi fakat tek kişilik dünyamda iki kişiye yer açamayacak kadar kimsesiz kalmak istiyordum zira amcam da o boşluğu hiçbir zaman dolduramayacaktı.

Kapıyı açıp dışarı çıktım ve kapatma gereği görmeden yürümeye başladım.

Merkez ile ev birbirine yakındı ve yürüyüş mesafesinin olması, çoğu soğuk günlerde canımı sıksa bile şu an mutlu ediyordu.

Soğuğu sevmiyordum, sıcağı sevmiyordum. Mevsimim, sonbaharın yağmurlarında ve kuruyan yapraklarında gizliydi. Sonbahar, benim kaçmak istediğim bir aralıktı ve yaklaştığını havadaki serin rüzgârdan hissediyordum, dakikalar sonra ise güneş tepeye çıkacak, kavuracaktı.

Çantamın içinden kulaklığımı çıkardım ve telefonuma yerleştirerek metal müziği son ses açtım. Amcamın cümlelerini eledim tek tek kafamdan ve ellerimi kot şortumun cebine sokup hızlanmaya başladım.

Anekdot Merkezine giden yol ağaçlıktı ve insanlar bu yolu tercih etmek yerine anacaddeden yürürlerdi.

Onlar insandı, ben Minel'dim.

Onlar canlıydı, benim canımın kafasını gövdesinden ayırmışlardı.

Onlar ağlarlardı, ben ağladığım zamanları hatırlamamak için çabalardım.

Adımlarım daha fazla hızlandı, düşüncelerim serinledi, gözlerimdeki buğu kalktı. Odağım kalbim yerine beynime döndü, mantığımı kucakladım ve omuzlarımı dikleştirerek her yirmi yaşındaki kızın yaptığı gibi gülümsedim.

Yaklaşık on dakika sonra Anekdot Merkezinin siyah demir kapıları görüş alanıma girdi ve yanımdan tek tük geçen insanlar kalabalıklaştı. Her yüzü az çok tanıyordum fakat insanlar, sanki benimle göz teması bile kurmak istemiyordu, bunun sebebi ise benim onlardan uzak durmamdı.

Anekdot Merkezi iki katlıydı; üst katında psikiyatristlerin odası vardı, alt katında ise eğitmen psikologlar bulunuyordu. Yerin altında da zemin kat denilen bir bölme yer alıyordu fakat orada ne olduğu hakkında bir fikrim yoktu çünkü gençler oraya giremiyordu. Merkezin hemen yanında bir harabe vardı; aslında arazi gibi bir yerde olan bu merkezin hemen yanına ve o harabenin oraya neden akıl hastanesi inşa ettiklerini bir türlü anlayamıyordum. Yakında bitmek üzereydi. Katlarını çıkmışlardı.

Biri omzuma çarparak diğer arkadaşının arkasından koşmaya başladığında öne kaydım ve kulağımdaki kulaklık telefonla beraber yere düştü. Ağzım açık, bana çarpan kişinin arkasından bakarken o fark etmeyip gözden kaybolmuştu. Sinirle homurdanarak yere eğildim fakat benden daha hızlı bir el telefonumu alıp bana uzattı.

"Minel." Barış'ın yüzü görüş alanıma girdiğinde hafifçe gülümsedim ve telefonu aldım. Geçen sene nadiren konuştuğum insanlardan sadece biriydi. Bana karşı gereğinden fazla ilgiliydi ve maalesef bu durum canımı sıkıyordu. Rahatsızlığının şizofreni olduğunu sürekli kendisi dile getiriyor, eğitmenleri ve doktorları ikna etmeye çalışıyordu fakat hiçbiri onay vermemişti. Sesler duyuyor, duyduğu seslerin görüntülerini açık bir şekilde bize anlatıyordu. Gördüğü görüntüleri ise anlattığında ürpermeme sebep oluyordu. Bazı zamanlar onu kendi kendine konuşurken buluyordum. Gerçekten bir rahatsızlığı olduğu bakışlarından bile belliydi fakat bunu hiçbir zaman gizlemeye çalışmıyordu bile.

"Barış," dedim yavaşça omzuna vurarak. Bunu yaparken parmak uçlarıma yükselmek zorunda kalmıştım çünkü Barış uzundu ve benim boyum yaşıtlarıma göre oldukça kısaydı.

Hemen belimden tutarak sarıldıktan sonra, "Ne haber?" deyip kahkaha attı. Gösterdiği gereksiz yakınlığın etkisiyle ellerim havada kaldı fakat hemen sonra ben de kötü düşünmemem gerektiğine karar verip sarıldım.

"İyiyim, sen nasılsın?" Yavaşça geriye çekildim ve aramıza belirgin bir mesafe koydum. "Büge'yi gördün mü?" Barış'ın kaşları çatıldı ve mavi gözleri kısıldı.

Çirkin bir çocuk değildi. Altın rengi saçları dağınıktı ve gözlerileri açık mavi tonundaydı. Daima göz altları mor olurdu ve aslında beyaz tenli olsa bile teni gitgide koyulaşıyordu, bunu fark edebiliyordum. Gözlerindeki damarlar ne zaman görsem kızarıktı. Dudakları beni rahatsız edecek kadar renksizdi. Sakalları yoktu; ki çıksaydı da sarı olurdu. Yüzü bebeksiydi fakat sanki kendi yüzüne darbeler indiriyormuş gibi geliyordu. Ne olursa olsun çoğu kızın ona hayran olduğuna emindim.

"Evet," dedi bozulduğunu belli eden bir sesle. "Yemekhanede oturuyor."

Büge merkezdeki tek kız arkadaşımdı. Arkadaş demeye bin şahit isterdi çünkü geçen sene büyük uğraşları sonucunda tanışmıştık ve beni kendisine ne kadar yakın bulsa da aynı samimiyeti ona gösteremiyordum. Arkadaş olmak benim için zordu. Birincisi, güvenmek istemiyordum; ikincisi, başkalarına kendimi anlatmaktan nefret ederdim. Diğer yandan, sürekli kaçtığım için bıraktığım şehirlerde de arkadaş edinmemeye çalışmıştım çünkü diğer türlü bir tarafım buruk kalıyordu.

"Zayıflamışsın," dedi beni inceleyerek. Omuzlarımı silkerek dediğini duymazdan geldim ve tekrar omzuna vurdum, diğer tarafa gitmek için hamle yaptığımda kolumu tutarak gülümsedi. "İyi misin?"

"Lanet merkeze gelecek bacaklarım ve insanları görecek gözlerim hâlâ var," dedim dramatik bir şekilde gözlerimi devirerek. "Ayrıca burada herkes ruhsuz ve ben bu yerden nefret ediyorum. "Sence iyi miyim?"

Altdudağını dişleyerek kafasını aşağı yukarı salladı ve kolumu bıraktı. "Yine mükemmelsin."

Samimi bir gülümsemeyi yüzüme yerleştirerek Barış'a arkamı döndüm ve yemekhaneye doğru yürümeye başladım. Güneş gitgide tepeye tırmanıyordu ve sabah olmasına rağmen şimdiden yakmaya başlamıştı. Merkez, olduğundan daha kalabalıktı ve köşelerde sigarayı canlarını bırakarak içen insanları açık bir şekilde görüyordum.

Yemekhaneden içeri girdiğimde yoğun bir yemek kokusu burnuma doldu ve hemen köşede ruj süren Büge görüş alanıma girdi. Küt, siyah saçları vardı ve boyu benden epey uzundu. Giyinmeyi, süslenmeyi ve gezmeyi çok seven biriydi. Gözleri de saçları gibi koyu tondaydı. Abartılı kıyafetlerin kızıydı; çoğu erkeğin onu gördüğünde ıslık çaldığına emindim. Bunların ötesinde, ne kadar normal bir insan gibi görünse de en kötü rahatsızlık sanki onunkiymiş gibi geliyordu.

Büge acılara tepkisizdi ve acıları tanıyamıyordu. Ağlamıyordu. Mutluluğu hissetmediğini söylüyordu. Hatta kardeşinin ölümünden sonra kendini öldürmek için defalarca bileğini kestiğini fakat acıyı hissetmediği için yeterli gelmediğini söylemişti. Yaşayan bir ölü gibiydi âdeta, bileklerinde izi kalan kesikler ise dikiş atıldığı yerden sanki ruhuna sızıyordu. Mutluluk onun için ölü bir çiçek gibiydi. Duygulara kördü. Toplu eğitmen konuşmalarına katılsa da çoğunlukla psikiyatri doktorlarıyla teke tek vakit geçiriyordu ve ilaç tedavisi de görüyordu.

Hemen yan tarafına yaklaştığımda yanında oturan kızı gördüm ve Büge'nin gereksiz yere samimiyet kurduğu bir arkadaşı olduğunu fark ettim.

"Kimse rahatsızlığını bilmiyormuş o adamın," dedi Büge yanındaki kıza; beni fark etmemişti. "Acaba neden merkeze geri dönüyor?"

Yanındaki kız ellerini çenesine yerleştirerek diş tellerini gösterip sırıttı. "Bilmiyorum ama eğitmenlerin bile onu beklediğini duydum. Fazlasıyla dikkat çekici biri olmalı."

Büge kıkırdayarak kırmızı rujunu altdudağına sürmeye başladı. "Kaç sene önce bu merkezdeymiş?"

"Bilmiyorum," dedi kız. "Aklımdan geçen yakışıklı adam olmadığına eminim ama."

Muhabbet hoşlanmadığım derinliklere doğru giderken hafifçe öksürüp başımı eğerek Büge'ye baktım. "Minel!" diye şakıdı ve ayağa kalkıp kahkaha attı. "Merkezi bırakacağını düşünmüştüm, buradasın!"

Kafamı aşağı yukarı sallayarak ben de ona içtenlikle sarıldım; saçından yükselen sigara ile parfüm karışımı kokuyu içime çektim. "Maalesef hâlâ buradayım, Büg."

Geriye çekilerek yüzüme baktı ve yanağımdan öptü. "Kızım, şu an bir duygu hissetsem o da özlem olurdu herhalde."

Beni gülümseten tek insandı. Yanında huzurlu olduğumu veya kimsesiz olmadığımı bir anlık da olsa hissediyordum. "Senin ruhun hislere kapalı değil, başlama lütfen." Cevap vermeden omuzlarını silkti.

Büge sandalyeye otururken, dişinde tel olan yanındaki kıza başımla selam verdim ve karşısındaki sandalyeye geçip kollarımı önümde bağladım. "Neyden bahsediyordunuz siz?"

Kızla bakışmalarının ardından Büge derin bir nefes alarak başını sağa yatırdı. "Yeni bir 'rahatsız' geliyormuş, seneler önce bu merkezdeymiş, epey ünlü sanırım. Neden döndüğünü kimse bilmiyor. İşin tuhaf tarafı, eğitmenler ve doktorlar da dahil kimse rahatsızlığını bilmiyor."

Kaşlarımı havaya kaldırarak dudağımı büzdükten sonra, "Öyle mi?" diye sordum şaşkınlıkla. Genelde buraya gelen insanlar rahatsızlığını belli eden şeyler yapar, eğitmenler de çözüm yolu bularak o kişiyi sanki daha fazla bataklığa sürüklerdi. Masanın üzerindeki krakerden ağzıma attım.

"Evet," dedi yanındaki kız heyecanla. "Tuhaf ve gizemli bir adammış."

İlgimi çeken tek konu, rahatsızlığını belli etmemesiyken sonrasında gelen cümlelerle başımı çevirerek adamın fiziksel özelliklerinin ve karakterinin umurumda olmadığını göstermeye çalıştım. Sonuçta kendini bir tapınağa kilitlemiş gibiydi ve rahatsızlığını saklamayı kendine çözüm yolu olarak üretmişti. Her şey normaldi fakat gizemli bir rahatsızlığı devam ettirmek isteyen kişi neden bu lanet merkeze gelmek isterdi ki?

"Barış'ı gördüm," dedim lafı değiştirerek. "Sanırım sana selamı var." Burnumu kırıştırdım ve sarılmasını hatırlayarak gözlerimi devirdim.

Büge yüksek sesli bir kahkaha atarak, "Sana sarıldı mı?" diye sordu. Düz ve boş bir ifadeyle gözlerinin içine bakarak başımla onu onayladım. Bir kahkaha daha patlatmasının ardından, "Sana âşık, eminim ben," dedi dalga geçer gibi. "Biliyorsun, değil mi?"

Aşk.

Bu kelimeye dair duygular insanın bünyesine nasıl giriyordu, düşünemiyordum. Mesela birine koşulsuz ve geri dönülemez şekilde bağlanmanın insanın kendi tercihi dışında olduğu zamanlar, kaçıp gitme isteği doğardı; kaçmak isteyeceği insan, yine âşık olduğu kişi olurdu. Benim kaçtığım, danstı. Benim kaçtığım, müzikti. Benim kaçtığım, bale ayakkabılarımdı.

Ben dansa âşık, müziğe tutkuluydum. Sevişmek, bu ikisinin ortaklaştığı ve beni sömürdüğü zamandı.

"Her neyse," dedi Büge ayağa kalkarak. "Sigara içeceğim, gelin hadi."

Hızla ayaklanıp Büge'nin peşinden ilerlerken ayağındaki yüksek topuklu kırmızı ayakkabıları görünce sırıttım. Çok tuhaf, bir o kadar da eğlenceli bir kızdı. Ayağımdaki beyaz spor ayakkabılarla yanında ufak bir çocuk gibi kalıyordum. Halbuki hemen hemen aynı yaştaydık.

Terasa çıktığımızda merkez kalabalıklaşmıştı ve insanlar sanki daha fazla üzerime geliyordu. Halbuki yirmi ya da otuz kişi ancak vardı. Bu sene merkezden birçok kişinin ayrıldığını biliyordum. Havanın sıcaklığı gitgide artıyordu ve ensem ter damlalarıyla dolmuştu. Büge bir elini kendine yelpaze gibi sallarken, diğer eline bir sigara alıp bana uzattı. Mesajı alır almaz, cebine yerleştirdiği çakmağı alıp sigarasının ucunu yaktım.

"Sağ ol, ufaklık," dedi Büge sigarayı ağzında sabit tutmaya çalışarak. Cevap vermedim; Büge'nin yanındaki kız bir noktaya odaklandığında adını o saniye merak ettim.

"Çok acıktım," diye inledim. "Sabah da hiçbir şey yiyemedim."

"Hiç sorma," dedi Büge sigarasından derin bir nefes çekerken. "Sigarayı ekmeğin arasına koyup yiyecekmiş gibiyim şu anda." Kısık sesle kıkırdadığımda bir motosikletin sesi kıkırdamamı bastırdı.

Başımı sesin geldiği yöne ağır ağır çevirdiğimde bizim olduğumuz tarafa yaklaşan koyu gri bir yarış motosikletini gördüm;üzerindeki kişiye gözlerim iliştiğinde dişinde tel olan kız düşün celerimi onayladı ve inleyerek, "İşte geliyor!" dedi yüksek sesle. "Bu motosikletli adamın o olduğuna bahse girerim."

"Salak," dedi Büge omuz silkerek. "Bir motosikletli herif için sana yemek paramı mı vereceğim?"

Koyu gri motosiklet bir rüzgâr gibi arkamızdan geçerek bizden elli metre ileriye park etmek için yavaşladı ve motosikletin homurdanan sesi daha da yükseldi. Merkeze herhangi bir aracın girmesinin yasak olması sebebiyle birkaç kişi motosiklete baktı.

"Bu neyin havası?" dedim kendi kendime. "İçeriye araç girmesi yasak."

Motosiklet durduğunda üzerindeki kişinin sırtının bize dönük olduğunu fark ettim. Açık gri bir kazak giymişti, altında ise siyah pantolon vardı. Bu sıcakta kazak giymesinin sebebini kafamda tartıp biçmeye çoktan başlamıştım bile.

Adam motosikleti kilitledikten sonra bir ayağını yere koydu ve kafasındaki kaskı çok yavaş hareketlerle çıkardı. Bunu yaparken sanki cümle âleme kendini göstermeye çalışıyordu ve beklenen kişinin kendisi olduğunun farkındaydı. Kaskı kolunun altına alırken diğer eliyle zaten dağınık görünen açık kestanerengi saçlarını geriye atarak daha fazla dağıttı. Hızlı bir hareketle motosikletten indi; kazağının eteğini düzeltti, siyah botunu bağlamak için ayağını arkasındaki kaldırıma dayadı ve eğilip ayakkabısını bağlamaya başladı.

"Kalçalarının sıkılığını görüyor musunuz?" dedi Büge eğlenerek. "Götümü ye Anekdot dermiş gibi durmuyor mu?" Kahkaha attım ve Büge'nin dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasından düşmek üzere olan küle baktım.

"Yüzünü merak ettim ama," dedi dişinde tel olan kız. "Siz etmediniz mi?"

Gözlerimi devirdim ve tekrar adama baktım.

Omuzları bu açıdan oldukça geniş, sırtı ise gergin görünüyordu. Kürekkemikleri kazağından her an fırlayacakmış gibiydi ve kalçalarını saran pantolon uzun bacaklarını ortaya çıkarmıştı. Duruşunu dikleştirdi, boynunu çıtlatarak gerindi. Boyu çok uzundu. Bir doksandan uzun olma ihtimali yüksekti ve ben bir altmış olan boyumla büyük ihtimalle bacağına gelirdim.

Adam sanki bu zili bekliyormuş gibi onu izleyen, yanına yaklaşan insanları görmezden gelerek bize döndü ve bir adım attı. Farkında olmadan nefesimi tutmuştum. Karşımdaki adama bakarken garip fısıltılar ve aşina olduğum sesler kulaklarıma doldu. Bu sadece içsel bir şeydi, nedenini bir türlü anlayamamıştım. Adım sesleri duydum, gökyüzüne sanki insanları asmışlardı; takip ediliyordum fakat sanki bu sefer takip eden insanlar sadece etrafımda yürüyorlardı.

Her şey ağır çekimde oluyordu ve ben bu anı yaşarken zamanın nasıl geçtiğini anlayamıyordum.

İlk fark ettiğim, adamın dağınık görünen açık kestanerengi saçlarıydı. Kaşları düz ve kalındı. Yüzü kemikliydi ve elmacıkkemikleri, her soluk alıp verişinde belirginleşiyordu. Dudakları koyu renkliydi fakat bu renk, kiraz renginden daha çok kurumuş kan rengine benziyordu. Hafif kalkık burnu kusursuzdu. Bize doğru yaklaştığında bir günlük uzayan sakallarının arasında çenesinden boynuna uzayan izi fark ettim ve hayretle nefes aldım. Adım sesleri azgınlaştı. Fısıldamalar acı koktu, burnum sızladı. İzin devam ettiği yerin sonrasında dövme vardı ve boynunun açık yerinden belli oluyordu. Sol elinin üzerine kadar devam ediyordu, bu kazağın altında binlerce dövme olduğuna neredeyse emindim.

Bakışlarım tekrar yüzüne tırmandığında boş bakan gözleri bir an, sadece bir an, bana kaydı ve kurumuş yaprak sarısı gözleri odağıma girdi. Dipsiz bir boşluğun karanlığını aydınlatan ışık gibiydi. Gözlerini üzerimde bir saniye bile tutmadan geri çekti.

Bizim olduğumuz tarafa doğru yürürken, duyduğum adım sesleri ve fısıldamalar sustu. Sanki gözlerinde gizli olan bir mesaj, adımlarımı ve seslerimi susturmuştu. Bu o kadar tuhaf bir durumdu ki... Yoktu, gitmişlerdi, sanki gözlerindeki görünmez bir baltayla ikiye ayrılmışlardı.

Adam kimseye bir daha dönüp bakmadan –ben dahil– yanımızdan geçti ve dişlerini kenetleyerek yemekhanenin kapısını açtı. Yüzündeki öfke, ortamdan ve ilgiden hoşlanmadığını belli ediyordu. Farkında olmadan başımı çevirip arkasından bak tım ve derin bir nefes alarak elimi boğazıma sardım. Yakışıklı bir adam mıydı, çirkin bir adam mıydı, bilemiyordum. Fiziksel özellikleri zerre umurumda değildi; tek önemsediğim hislerimdi ve bu hisler, adım seslerini yok etmeme sebep olmuştu.

"Ben bu adamı tanıyorum," dedi Büge yüzüme bakarak. "Hep gittiğimiz bir bar var hatta motosikletliler takılır genelde. Oraya çok sık geliyor. Bambaşka bir karizması yok muydu?"

"İşte bu!" diye karşılık verdi dişinde tel olan kız. "Ben de nereden tanıyorum diyordum. Sadece uzaktan görmüştüm ama sürekli o barda takılıyor hatta barın bodrum katında kendisine ait dövme atölyesi var diye biliyorum. Çok farklı bir havası var, daha önce böylesini görmemiştim. Bu merkezde ne arıyor acaba?"

Altdudağımı dişleyerek derin bir nefes aldım. "O kim?" diye sordum. Öğrenmek istediklerim, hangi barda takıldığı ya da ne kadar uzaklıktan gördükleri değildi. Fiziki özelliklerinin ötesinde ruhunu merak etmeye başlamıştım çünkü hissettiğim çekimin adım seslerini kaçırması, tuhaf bir şekilde beni rahatlatmıştı. Büge'nin yanındaki kız küçümseyici bakışlarını bana gönderirken aynı ifadeyle ona baktım. Bir tepki beklediğimden değildi ama sorumun saçmalığını çözemeyecek kadar kafam dağılmıştı ve bunun sebebinin o adam olması can sıkıcı bir durumdu.

"Sadece uzaktan gördük, hiçbir sohbetimiz yok. Ne o?" dedi kız gülmemek için kendini zor tutarak. "Bacağı kadarsın, sakın bana büyük oynayacağını söyleme."

Bacağı kadar mıydım? Evet, sanırım o kadardım. Birincisi, çok uzundu. İkincisi, iriydi ve beni tek parmağıyla kaldıracak güce sahip gibiydi.

"Kendine gel," dedim dik dik bakarak. "Kafanın sadece o kısımları çalışıyor diye başkalarını da öyle suçlayamazsın."

"Boş konuşmayı kes," dedi Büge yanındaki kızın koluna vurarak. Bakışlarını bana çevirdi. "Adını bilmiyoruz, tek bildiğimiz daha önce merkezde olduğu ve rahatsızlığının bilinmemesiydi. Yüzünü görünce tanıdığımı fark ettim ama bu kadar. Genelde o barda tek takılan tiplerden. Barın sahibi arkadaşı olmalı. Büyük ihtimalle önceden merkezden atılmıştır."

Merakım başka bir konu üzerine yoğunlaşırken, aslında bildiğim bir şeyi soruyormuş gibi yüzümü buruşturdum. "Neden bu sıcakta uzun kollu giyiyor ve çenesindeki izin sebebi ne?"

Büge ile kız birbirlerine baktıktan sonra omuzlarını silkerek sorumu yanıtsız bıraktılar ve bana çenemi kapatmamı bildiren bakışlarını gönderdiler. Büge dile getirmese de sanırım yanındaki kız gibi düşünüyordu ve oynayacağım oyunu kafamda tarttığımı sanabilirdi. Hiçbir zaman hayaller âleminde yaşayan bir kız olmasam da onu gördüğüm zaman zihnimde canlanan seslerin kaçmasının sebebini bir aptal gibi merak ediyordum; bununla beraber içimde başka bir taraf, peşine düşmemem gerektiğini söylüyordu. Sanki peşine düştüğüm o iz veya adamın ardında saklı kalan karanlık, siyah bir aydınlığa kavuşacaktı ve ben pişmanlığı iliklerime kadar hissedecektim.

Omzumda bir el hissettim, ardından biri saçlarımı karıştırdı. "Neyi bekliyorsunuz kızlar?"

Barış'ın heyecanlı sesiyle bakışlarımı ona çevirdim ve hâlâ tutmaya devam ettiğim nefesimi dışarı vererek gülümsemeye çalıştım. Omzumda ve saçlarımda bulunan eller sinirlerimi altüst edecek kadar vardı fakat şu an algılarımın gittiği yön motosiklete bakmak olurken Barış'ı önemseyemedim.

"Hiç uğraşma," dedi Büge'nin yanındaki kız. "Minel hayal âleminde."

Sinirle omuzlarımı silkerek Barış'ın geri çekilmesini sağladım. Bakışlarım motosikletten ayrılıp kıza döndüğünde yanaklarımın sinirden kızardığına emindim. "Ne saçmalıyorsun?" Kaşlarımı çattım, ardından gerginliği fark eden Büge'ye bakışlarımı çevirdim. "Arkadaşına bir şeyler söyle, Büge. Yoksa çok fena olacak ve hiç göstermediğim yüzümü gösterip kızı ayağımın altına alacağım." Boş bir tehditti ama her zaman benimle uğraşanlara karşı ördüğüm duvar yerine geçen bir cümleydi; korkmalarına sebep oluyordu.

Kız kıkırdayarak, "Başka bir şeyin altına girmek istiyor olmayasın?" dediğinde sinirle öne atıldım fakat aynı anda Barış kolumu kavrayarak yüzüme anlamsız anlamsız baktı.

Ortamı kaplayan gergin hava benim ateş püsküren bakış larımla birleştiğinde kızın gözleri irileşti, ardından Büge'nin omzuna vurarak bana bir çocuk gibi dil uzattı ve yanımızdan uzaklaştı.

"Ne tutuyorsun beni be?" dedim Barış'a bakarak. Yüz ifadesi fazlasıyla şaşkındı ve gözlerimin içine, ne olduğunu çözmek istiyormuş gibi bakıyordu.

"Ne oluyor?" dedi Büge'ye bakarak. Kafasını iki yana salladı, o esnada kolumu kavrayan elini iterek Büge'ye ters ters baktım ve yemekhanenin kapısına doğru yürümeye başladım.

"Nereye?" diye seslendi Büge arkamdan.

"Altına gireceğim şeyin yanına," dedim yapay bir gülümsemeyle. "Sıraya oturmaya."

"Hangi gruptasın?" dedi Barış, terastan kapalı alana doğru yürüdüğüm esnada. Cevap verme gereği görmeden adımlarımı hızlandırdım ve bakışlarımı istemsizce yemekhanenin iç tarafında gezdirdim.

Sanki yıllarımı verdiğim ve aşina olduğum saniyelik yara izi, defalarca görmeyi dileyeceğim türdendi. Boyu, fiziği, karizması çok umurumda değildi. Umurumda olan, izine gözlerim çarptığı zaman kulaklarıma dolan fısıldamalardı.

"Hey!" Barış koşarak yanıma geldi ve benimle aynı hizada yürümeye başladı. "Hangi gruptasın dedim?"

"C-2 odası," dedim ağzımın içinde geveleyerek. Yemekhaneden dışarı çıkmış, grupların olduğu odalara doğru ilerliyorduk, aramızdaki sessizlik can sıkıcı bir hal almaya başladığında bakışlarımı Barış'a çevirerek, "Sor," diye inledim. "Çatladın, sor."

"Konuyu biliyorum," dedi yüzünü ekşiterek. "Şu yeni gelen adammış. Senin hoşlanacağın bir tip değil."

İstemsizce kaşlarım havaya kalkarken adımlarım yavaşladı ve ilgisiz bir tınıyla, "Neden?" diye sordum. Sesimdeki tını, daha çok merak kokuyordu fakat Barış oldukça dalgın göründüğü için sanırım bunu fark etmemişti.

"Fazla gizemli," dedi gülerek. "Sürekli uzun kollu giyiyor. Mevsim umurunda değil. Bildiğim kadarıyla konuşmayı sevmeyen biri; ayrıca yüzündeki iz yara değil, yanık." Gözlerini kocaman açtı. "İnanabiliyor musun? Adam cayır cayır yanmış." Adımlarım bıçak gibi kesildi; kâbuslarımı dolduran, en çok korktuğum şeye maruz kalması içimin kavlayan duvarlarına balyoz indirmişti. Kürekkemiğimin aşağısındaki yanık izinin sebebini hatırlamıyordum ama Ferit amcam bunun peşimdeki adamlar yüzünden olduğunu söylemişti. Bazen geçse bile yangını hissediyordum ve o zaman etim defalarca katlanıyor, sanki bir daha yanıyormuş gibi iliklerimi kurutuyordu.

"İyi misin?" dedi Barış kaşlarını kaldırarak.

Kafamı ağır ağır aşağı yukarı sallayarak adımlarımı devam ettirdim ve C-2 odasına kadar sessizliğimizi koruduk.

Zihnimdeki hatırlayamadığım detaylar sürekli karşıma çıkacak türden değildi fakat başka bir bedende gördüğüm yanık izi, fısıldamaları tetiklemişti; işte o an koparılan zamanlarımı hissetmek için her şeyimi vereceğimi anlamıştım.

C-2 odasına girdiğimizde on tane sıralı sandalyeyi daire şeklinde gördüm ve altı yedi kişinin çoktan yerine oturduğunu fark ettim. Rasgele bir tanesine yerleştiğimde Barış da hemen sağ tarafıma oturdu.

"Bakalım bu eğitmen psikolog benim hakkımda ne düşünecek?" dedi Barış gözlerini ovuşturarak. "Anlamıyorum, şizofren olmadığımı kabul edersem mi beni karantinaya alacaklar? Görüyorum ulan, birisi arkamda oturuyor işte."

Dirseğimi, yasladığım sıranın kolundan çektim ve şakaklarımı ovuştururken, "Bir de öyle dene," diyerek dalgaya vurdum. "Ve emin ol hemen arkanda gerçekten biri oturuyor."

Barış şaşkınlıkla arkasındaki boşluğa baktı ve hemen bana dönerek, "Ciddi misin?" diye sordu.

Kısık sesle gülerek, "Hayır," diye karşılık verdim. "Sadece seni denedim."

İlk başta sinirlenen Barış da gülmeye başlayıp kafasını iki yana salladı fakat tam o sırada kapıdan içeriye o girdi, görüş alanım hemen daralırken bakışlarım direkt ona odaklandı.

"Yapma ama," dedi Barış. "Arkamda oturan çıplak kadını görmüyor olamazsın, değil mi?"

Barış'a ne kadar dikkatimi vermeye çalışsam da olmuyordu; hemen yanımdan geçti ve en köşedeki boş sandalyeye yayılarak oturdu. Direkt küçük pencereden dışarıya bakmaya başladığın da benimle göz teması kurmamaya dikkat ediyormuş gibiydi ya da bu zihnimin bir oyunuydu.

Barış baktığım noktayı fark ettiğinde gözlerini devirerek, "Hadi ama," dedi. "Bu bizimle aynı grupta mı olacak?"

"Sessiz ol," dedim başımı önüme eğerek. "Duymasını istemeyiz." O an üzerimde Barış'ınkiler dışında bir çift göz daha hissettim ve bu hislerin zihnimin içinde yükselen o adım seslerinden olduğunu fark ettim. Başımı yavaşça eğdiğim yerden kaldırıp tam karşımdaki duvara baktığımda sanki duvarlarda belirgin delikler oluşmaya başladı ve o deliklerden beni izleyen gözlerin varlığıyla ellerim titredi.

Reçetesi olmayan bir rahatsızlığın bir yanık iziyle daha fazla deşilmesi, sürekli ağrıkesiciye itilmeme sebep oluyordu. O an fark etmiştim aslında. Rahatsızlığı tam olarak anlaşılmayan sadece o değildi, ben de vardım. Rahatsızlığım bana bir şeylerin üzerine gitmem gerektiğini ve onları aşmak için çabalamamı mı söylüyordu? Pekâlâ, ben neden bunun daha ötesinde, hatırlayamadığım detayları en derinimde hissediyor, eksik parçaları toplamak için tekrar ona bakma isteğiyle dolup taşıyordum? Sanki bir yapbozun içindeydim ve önemli bir noktanın birleşmesi için ekleyeceğim parça yırtılmıştı; yırtan yanık iziydi, gözleri ise bana sanki parçanın kaybolan kısmını gösteriyordu. İşte o zaman seslerin takip ettiği adam, fısıldamaları da yanında götürüyor, beni rahatlatıyordu.

"Ne kadar umurumda," dedi Barış. "Kendini bir şey sanıyor."

Titreyen ellerimi saklayarak yumruk yaptım ve duvarlardaki gözlere bakmamaya çalışıp, "Başım ağrıdı," diye lafı değiştirdim.

"Dışarı çıkmak ister misin?" Kafamı iki yana sallayarak önerisini geri çevirdim. Kulağımda yükselen fısıldamaları dinlemeye çalıştım fakat anlamadığım bir dilde olduğunu fark ettiğimde ellerim daha fazla titremeye başladı. İç sesim duvardaki gözlere bakmamam gerektiğini, tekrar ona bakmamı söylüyordu; hangisi daha kötüydü?

Beni geri çeken şey beynimin çalışmayan, unutan kısmıydı ve sanki itildiğim cehennemden daha huzursuz bir cehennemin hemen yanımda oturduğunu dile getirmeye çalışıyordu. Tam duyamıyordum çünkü ateşin çatırdayan sesi onun çenesini kesiyor, benim içimin alev almasına sebep oluyordu. Ne olursa olsun tekrar ona bakmak istiyordum. Sebebini kesinlikle bilmiyordum fakat bu durum bile canımı sıkmama, kaşlarıma çatmama neden oluyordu.

Kolay kolay birilerinden etkilenen biri değildim, hiçbir zaman olmamıştım. Bu yaşıma kadar hatırladığım kesitte kimseye karşı bir şeyler hissetmemiş, kimseyi tam anlamıyla benimsememiştim. Ellerimde başka bir el, vücudumda başka bir vücut gezinmemişti. Dudaklarım hâlâ öpülmemişti, gözlerim ise bir başkasına bakmak için yanıp tutuşmamıştı. Şimdi ise zihnimin hatırlayamadığım kısmını deşmek, binlerce dosyayı önüme sermek istiyordum. Vücudum sızlıyordu.

"Acının üstüne gitmelisin," derdi annem hep, anayasadan bir madde okuyormuş gibi. "Acı seni bulursa sağ bırakmaz."

Öyle de olmuştu. Hayatı babam yüzünden bir kaçış oyununa dönüşen annem, felsefesine devam edememiş, acısından kaçmıştı ve zebaniler onu bulduğu yerde sağ bırakmamıştı. Altdudağımı dişleyerek annemin güzel yüzünü hatırladım; aynı anda yavaşça başımı duvarda beni izleyen gözlerden ayırdım ve ona baktım.

Yanlış hissetmiştim.

Bana bakmıyordu. Bakışları, işaretparmağıyla başparmağının arasına sıkıştırıp döndürdüğü kalemin üzerindeydi. O kadar profesyonelce yapıyordu ki bakışlarım bir an ellerine kaydığında uzun parmakları gözüme çarptı . Sol elinin üzerinde anlamsız gibi görünen dövmesi devam ediyor ve uzun kollu kazağı bileğine kadar uzanıyordu. Gözlerim tekrar yüzüne kaydığında sanki bakışlarımın farkındaymış gibi dişlerini kenetledi ve elmacıkkemikleri belirginleşti; gözlerini bana çevirmedi, ona bakma izin verdi.

Belki de doğru hissetmiştim.

Uzun kirpikleri bu kadarcık mesafeden bile açıkça belli oluyordu, gözleri kısılmıştı. Dağınık olan açık renkli saçlarından bir tutam önüne düşmüştü ve diğer eli oturduğu sıranın arkasına uzanıyordu. Dudaklarında hâlâ o kan kırmızısı görüntü açıkça duruyordu; sanki bir vampirin emdiği kanı sonrasında silmeme si gibiydi. Gözleri daha fazla kısıldı, dişlerini daha çok bastırdı; adımın Minel olduğu kadar emindim, onu izlediğimi biliyordu fakat asla karşılık vermiyordu.

Evet, doğru hissetmiştim.

Gözlerim bir an çenesinden boynuna doğru ilerleyen, serçeparmak genişliğindeki yanık izine kaydığında kulağımdaki müzik sesi o güzel ezgisini kesti, adım sesleri çoğaldı, duvarların içine gizlenen gözler sadece ve sadece bana odaklanırken iç sesim tek bir şey mırıldandı: emare.

Kaşlarım havaya kalkarken sanki siyah bir gölge onun tam arkasına geçti ve az önce rahatsızlık duymadığım fısıldamalar bir inleme sesine, çığlığa dönüştü. Elinde tuttuğu kalemi sıranın üzerine sertçe koyarak sırtını daha fazla yasladı ve kollarını önünde bağlayıp pencereden dışarı bakmaya devam etti. Güneş ışığı gözlerine vuruyor, kehribarı daha açık bir renge boyayarak kurumuş bir yaprağın o sarı rengini anımsatıyordu. Bir bacağı sıranın dışında, diğeri içindeydi; umursamaz görünüyordu, fazlasıyla umursamaz.

Arkasındaki gri gölge gitgide siyahlaşırken büyüdü ve sanki onu bir kafesin içine aldı. Çenesindeki, boynuna doğru devam eden ve dövme tarafından kesilen izi bana göstermek ister gibi o tarafa doğru hareket ettiklerinde fısıldamalar sanki benim çığlıklarıma dönüştü, boğulduğumu hissettim, yandığımı hissettim, nefesimin kesildiğini hissettim ve hızlıca başımı çevirerek tekrar duvara baktım.

Dakikalardır nefesimi tutuyormuş gibi hissettiğimde derin bir soluk alarak gözlerimi kapattım ve yutkundum. Boğazımda sert bir yumrunun varlığını hissediyordum ve bu yumru, onun kumral teninden damlayan ateşin bir izi gibiydi. İçimin acıdığını ve parçalandığımı hissettim, sanki bu acıya alışıkmışım gibi titredim, ellerimi boynuma sararak alnımı sıraya dayadım.

Kesinlikle reçeteye yazılan, iyi huylu bir ilaç değildi ve bünyeme zararı gözle görülür türdendi. Kâbuslarımda yer alan yangını bir başkasının vücudunda görmem miydi beni boğan, yumruyu oluşturan? Hassas bir kız olmadığım ve olmayacağıma dair ettiğim bütün yeminlerim sanki kahkaha atıyordu ve beni bir serzenişin içine, kasvetli bir kucağa bırakıyordu.

Ensem terlemeye başladığında gözlerimi aralayarak tekrar nefes almaya çalıştım. Kulaklarımdaki fısıldamalar susmuştu, gölgelere tekrar bakacak cesaretim yoktu fakat terlememin sebebi büyük ihtimalle rahatsızlığımdan kaynaklanıyordu. Göğüskafesime çarpan kalbimin canımı yakması ise nefessiz kaldığımdandı. Sanki kalbim, zihnimi zorlamamı diliyor gibiydi fakat bunu duymazdan geliyor, kendime lanet etmemek için bir daha ona bakmamaya karar veriyordum.

"Sen iyi değilsin," dedi Barış, elini sırtıma yerleştirip yavaşça sıvazlarken ve önüme gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırdı. Şu an, şu konumda, başka bir elin dokunması beni rahatsız ederken, kafamı geriye çekerek iki yana salladım ve elime yelpaze görevi vererek kirpiklerimi kırpıştırdım.

"Yeni gelene baktıktan sonra böyle oldun," dedi Barış küskün bir tınıyla. "Bu kadar mı etkilendin?"

Sinirle başımı ona çevirdiğimde sanki fısıltılar beni bir çift gözün izlediğini söyledi fakat umursamadım, dinlemek istemedim. "Ne saçmalıyorsun?" diye sordum öfkeli bir nefes alarak.

"Öyle bir şey düşünmedim."

Öyle bir şey olmadığının farkında olacak kadar bilincim yerindeydi. Sadece hissettiğim yangının çekimi ve sanki onu bekleyen, fısıldayan gölgelerin ortaya çıkması tuhafıma gidiyordu. Adım sesleri ilk defa benim dışımda başka birinin çevresinde dolanıyordu. Fantastik bir kitapta bunları okusaydım hoşuma giderdi ama gerçek hayattaydık ve her şey zihnimdeydi.

"Kızardın." Barış önüne dönerek elindeki kalemle oynamaya başladı. Elimin tersini yanağıma yasladığımda sıcak suyun altında kalmışçasına yanan yanaklarımdan elimi çektim ve altdudağımı dişleyerek başımı Barış dışında her yere çevirdim. Ve onun dışında.

***

Yaklaşık on beş dakikadır, merkeze yeni gelen eğitmen psikoloğun bizi tanımak için gösterdiği çabayı izliyorduk. Otuzlu yaşlarında ve olduğundan daha yaşlı görünen bir kadındı.

Giydiği bordo takım balık etli görüntüsünü saklayamamıştı ve kızıl saçlarının gözü yoran bir havası vardı. Fazla ilgili davranmaya çalışıyordu ve bu durum da hepimizin daha fazla gerilmesine sebep oluyordu.

Sıra Barış'a geldiğinde başımı ona çevirdim ve destek olurmuş gibi içtenlikle gülümsedim,; dakikalardır tek kelime konuşmamıştık ve bana olan ilgisi artık silinsin istiyordum. Gülümsememe karşılık vermeden hocanın gözlerinin içine bakarak, "Barış Kula," diye mırıldandı. Hoca sevecen bir gülümsemeyle dakikalardır özellikle yönelttiği soruları sormak için bir adım atıp Barış'ın sırasının önüne geldi.

"Evet, merhaba Barış. Ben Feyza Polen, bir süre bu grupla beraber olacağım gibi görünüyor."

"Anladık," dedi Barış sıkıntıyla nefes alarak. "Benden önceki on kişiye de aynı şeyi söylediniz. Anlamadım ki, bize mi yürüyorsunuz?"

Odadaki birkaç kişi kahkaha attı, eğitmen bozuntuya vermeden gülümsedi ve sıranın önüne ellerine koyarak eğildi, ezberini bozmadı. "Sana birkaç şey sormak istiyorum."

Sıranın Barış'tan sonra bana geleceğini düşünürken bir alev topu sanki midemin içine oturdu ve sıkıntı duvarlarım üzerime doğru yol aldı. İstemiyordum. Hiçbir zaman kendimi anlatmaktan hoşlanmamıştım ve şu anda bu kadar insanın içinde bir şeyleri dile getirmek ölümden daha beterdi.

"Bana birkaç şey sorabilirsiniz." Barış her zamanki sırıtışını takınarak eğitmene doğru eğildi. "İlk sorunun cevabını veriyorum: Olgun kadınlardan hoşlanmıyorum."

Odadan daha yüksek bir kahkaha sesi geldiğinde eskisi gibi eğlenmediğimi fark ederek avcumun içini çimdiklemeye başladım. Sıkılıyordum, ortamın ciddiyeti beni sıkıyordu ve sıranın bana gelmemesi için elimden geleni yapmak istiyordum.

"Komik Barış," dedi eğitmen, odadaki diğerlerine ters ters bakarak. Duruşunu dikleştirdi. "Rahatsızlığın ilk ne zaman fark edildi? Bir de anne babanı anlatmanı istiyorum. Ne iş yapıyorlar, kiminle kalıyorsun, kardeşin var mı? Bize kendini anlat."

Barış'ın yüz ifadesi dalgalanırken avcumun içini daha sert çimdikledim ve bir devekuşu gibi kafamı kuma gömmek istedim. Bunlar benim kalabalığın içinde vermek isteyeceğim cevaplardan değildi hatta bunlar bana kalabalıkta sorulmaması gerekenlerdi.

"Rahatsızlığım hakkında artık konuşmuyorum; yeni bir politika izleyeceğim," dedi kaşlarını kaldırarak Barış. "Yanımda birilerinin olduğunu söylüyorum fakat siz bana inanmıyorsunuz." Derin bir nefes aldı. "Babam cerrah, annem genel müdür. Beni buraya göndermelerinin tek sebebi, gördüğüm halüsinasyonlar; geceleri kendi kendime konuştuğumu duymuşlar. Başka bir şey?"

"Anlıyorum," dedi eğitmen. "Kaç yaşından beri bu halüsinasyonları görüyorsun?"

"Son bir senedir," dedi Barış kendinden emin bir şekilde. "Mesela az önce arkamda oturan çıplak kadın, şu an tam arkanda ve bana hareket çekiyor."

Eğitmen huzursuzca arkasına baktıktan sonra elini ensesine yerleştirdi. "Ailenle aran nasıl?"

"Babam fazla otoriter biri," dedi rahatsızlıkla. "Annem ise babamın otoritesinden dolayı bambaşka bir kadın haline geldi." Kaşları çatıldı. "Ben bunları neden grup dersinde anlatıyorum? Beni neden teke tek almıyorsunuz?"

Eğitmen psikolog yapmacık bir ifadeyle gülümsedi. "Henüz değil, ilk önce sizi tanımak istiyorum."

"Bu kadar yeterli," dedi Barış ve sırtını sıraya yasladı. "Diğerleri gibi her şeyi dökülmeyeceğim."

Kalbim acıyla kasılırken altdudağımı dişledim ve Barış'a bakarak ona destek olmaya çalıştım fakat onun gözleri son derece ifadesiz bakıyordu, acısını kesinlikle göstermiyordu. Bir an, sadece bir an Büge gibi olmak istedim, insanların acıları da dahil hiçbir acıyı kalbimde hissetmemeyi diledim fakat bu durum, Büge'nin kalpsiz anlarını hatırladığımda zihnimi terk etti ve tekrar devekuşu olmayı diledim. En uzun boyunlu ve kuma en iyi gömülen devekuşu. Başka kaçış yolum yoktu. Sürekli kaçan Minel'in sorulardan kaçışı yoktu.

"Anladım," diye mırıldandı eğitmen düz bir sesle. Bakışları bana döndüğünde gözlerini kıstı ve o yapay gülümsemesini takınarak kafasını aşağı yukarı salladı. Sıra bendeydi, odadakilerin gözleri üzerimdeydi, kulaklarım yanıyordu ve adı Feyza olan eğitmen, ilk defa ezberini yapmadan benden direkt bir cevap bekliyordu.

Az önce boğazımda hissettiğim yumru tekrar can bulduğunda zamanın çok hızlı ilerlediğini hissettim ve ellerimi sıranın üzerine koyarak sol avcumu daha şiddetli çimdikledim. Dile getirmek istemeyeceğim cevapların on kişinin önünde yerlere serilmesi, benliğimi kaybetmem demekti. Yalan söyleme hakkım elbette vardı fakat bir sebepten dolayı yalansız hayatıma devam etmek istiyordum. En komik ve trajik tarafı ise neden yalan söylemek istemediğimi hatırlamamamdı.

Odanın içinde sorgulayan uğultular yükseldiğinde yüzümün kızardığını ve ellerimin utançtan titrediğini fark ettim. "Evet," dedi eğitmen başını bana doğru eğerek. Yüzüne bakamıyordum fakat hareketlendiğini hissediyordum. "Kendini anlatmanı bekliyoruz."

"Tuhaf." Yükselen sesin geldiği yön beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Başımı çevirdiğimde, onun elindeki kaleme bakarak düşünceli bir ifadeyle kaşlarını kaldırdığını fark ettim.

"Tuhaf olan nedir?" diye sordu eğitmen psikolog, büyük bir ilgiyle ona dönerek.

"İnsanları anlama yöntemin," dedi resmiyeti silip saygıyı bir kenara bırakarak. "İnsanları tanıma taktiğin ve insanların üzerine inadına inadına gidişin. Tuhaf."

Bakışları asla önündeki kalemden ayrılmıyordu.

"Tuhaf değil," dedi odanın köşesindeki sarı saçlı kız ve onun yüzüne baktı. "Rahatsız edici çünkü hiçbirimiz bunu anlatmaya meraklı değiliz ama burada olmak zorundayız."

Kaldırdığı kaşlarını alayla indirdi ve hiçbir şey söylemedi. Eğitmen psikolog omzunu bir kere kaldırıp indirdi; onu yanıtsız bırakacağını anladığımda tekrar okların bana döndüğünü fark ettim. Herkes beni bekliyordu ve bu durum canımı sıkan başka bir detaydı, gözlerimden okunmuyor muydu?

Gözlerimi kapatıp açtım ve titreyen bir sesle, "Minel," diye mırıldandım. "Minel Karaer." Sustum. Başka bir yanıt vermek istemediğim için sustum. Beni pas geçmesi ve içinde bulunduğum durumun beni yerin dibine yerleştirdiğini görmesi için eğitmeni bekledim.

"Evet," diyerek insanların beni yanıltmayacağını belli etti. "Rahatsızlığın tam olarak nedir ve nasıl ortaya çıktı? Anne ve babanla aran nasıl? Kiminle yaşıyorsun?"

Çimdiğimin dozunu artırdım ve ağzımdan derin bir nefes alarak kafamı aşağı yukarı salladım, cevap vermek istemiyordum. Ellerim daha fazla titremeye, yanaklarım daha fazla kızarmaya başladı. Odada derin bir sessizlik vardı.

"Bir şeyi kaçırıyorsun," dedi, eğitmen bu sefer ona dönüp bakmadı. Sesi oldukça keskindi. "Burada oturan insanların sadece rahatsızlığı var ve aptal değiller; bu yüzden kiminle yaşıyorsun sorusundan ailesiyle sorunları olduğunu anlayabiliyoruz."

Eğitmen psikoloğun kaşları çatıldı ve ona dönüp bakmadan, "Konuşmak için herkes sırasını beklesin ve izin alsın," diyerek karşı çıktı. "Sizlerin zekâsını ölçmek için burada değiliz."

"Ne için buradasın?" dedi fakat hiçbir şekilde göz teması kurmuyor, elindeki kalemden bakışlarını ayırmıyordu.

Eğitmen psikolog onu yanıtsız bıraktı. "Minel," dedi başını eğerek. "İyi misin?"

Midem bulanıyordu. İnsanların bu hallerinden, acıyı körüklemelerinden midem bulanıyordu; şu an yaşadığım ruh hali, bir daha asla yaşamak istemeyeceğim bir ruh haliydi. Tekrar ona baktığımda yüzündeki ifade sanki sesime güç verdi. İki elimi de yumruk yaparak güçlü durmaya çalıştım fakat ellerim titrediği için boşa çabalıyordum, güçsüzlüğüm sesimden fark edilmese bile beden dilimden ortaya çıkıyordu.

"Annem," deyip sustum. Boğazım yandı; sıcak, kızgın bir yağ tabakası aktı ve soluk borumu tıkadı. Başımı önüme eğerek kafamı iki yana salladım. "Annem, öldü."

Ağır bir sessizlik odayı doldururken gözlerimi sıkıca yumdum ve altdudağımı dişledim.

"Nasıl?" diye sordu eğitmen psikolog, yaramın üzerine tuz bile değil kezzap dökerek.

"Kız konuşamıyor," dedi Barış kaşlarını çatarak. "Fazla üzerine gitmiyor musunuz?"

Eğitmen psikolog kısa bir an düşündükten sonra, "Pekâlâ," diye mırıldandı. "Seninle sonra konuşsak daha iyi olur, özel bir yerde."

Bakışlarından tek bir ifade geçti, bu ifadenin içinde acıma duygusu vardı ve o an, kendime karşı öyle bir öfke hissettim ki güçsüzlük bile gücü alt edebilecek kadar kalbimi sıkıştırdı. Duymazdan gelerek başladığım işi bitirmek istedim. Annemin cümlesini desteklemek istedim.

"Acının üstüne gitmelisin, acı seni bulursa sağ bırakmaz."

İnsanların bu kör, kendilerinden başka hiçbir şeyi görmeyen hallerinin üzerine gitmeliydim; acıyı körüklemeliydim, korkusuzca dile getirmeliydim, insanların acıma kezzap dökmesine izin vermeliydim ki her defasında sarsılmamalıydım, yanmamalıydım.

İnsanların bana acımasına neden olmamalıydım.

"Annem öldü," dedim daha düz, daha net bir sesle. Gözlerimi açtım ve eğitmenin gözlerinin içine baktım. "Babama ise ne olduğunu hatırlamıyorum."

Eğitmen açık renkli kaşlarını havaya kaldırdı. "Nasıl hatırlamıyorsun?" diyerek beklediğim soruyu sordu.

Sol avcumu sıraya yasladım ve neredeyse sırayı titreten elimi bastırdım. Barış fark etmiş olacak ki sağ eliyle elimi tutup destek olurmuş gibi sıktı.

"Hayatımın bir dönemini hatırlamıyorum," dedim yüksek sesle. "Yani ben..." diye konuşmaya başlayan biri lafı ağzıma tıktı.

"Yeter!" Onun sesiydi. Kalın, kendinden emin ve baskın.

"Yeter!" diye tekrar etti yüzüme bakmadan. Odağında eğitmen psikolog vardı; iki elinde tuttuğu kurşunkalemi çeviriyordu fakat bu sefer gözleri kalemin üzerinde değildi. "İnsanlar; acılarını, anılarını, rahatsızlıklarını anlatmaktan hoşlanmaz."

Sesi sertti, erkeksiydi ve biraz da aksanı vardı. Odadaki herkesin bakışları, sakinliğini daima koruyan ona doğru döndü; birkaç uğultu kulaklarıma doldu. Çenesi gerildi, izi belirginleşti ve boynundaki birkaç damar bana göz kırptı. Elinde tuttuğu kalemi sıkıca kavradı ve kurumuş yaprak sarısı harelerini bir an bile eğitmenin üzerinden çekmedi.

"Bu, yardımcı olma yöntemi," dedi eğitmen yutkunarak. Sesi, benim az önceki sesimin kısıklığındaydı ve olduğu yerden hareket etmediğine emindim. "İnsanlar kendilerini daha iyi hisseder. Neden sürekli engellemeye çalışıyorsun?"

Onun boşluğu anımsatan gözleri çok kısa bir an bana kaydı fakat saniye bile sürmeden bakışlarını tekrar eğitmene çevirerek kafasını aşağı yukarı salladı. "Yardımcı olma yöntemi?" Tınısı komik bir soru yöneltiyor gibiydi fakat bakışları da yüzü gibi düz, dalgasız bir okyanustu.

"Evet," dedi eğitmen sadece.

"İnsanlar, acılarını defalarca dile getirmekten hoşlanmaz," dedi kalın bir sesle. "Ve yine o, acısını zerre hissetmediğiniz insanlara bu şekilde yardımcı olamazsınız."

Ben o an içinde bulunduğum durumdan kaçmamıştım fakat sanki onun tarafından kaçırılmıştım. Beni kurtarmıştı. Yüzümde sevecen bir gülümseme oluşurken, kurumuş yaprak sarısı rengi gözleri bana döndü ve ilk defa tam anlamıyla gözlerimin içine baktı. Gözleri yakından görmek isteyeceğim kadar güzeldi ve bakışları güven aşılıyordu. Boş bakıyordu, düz bakıyordu, karanlık bakıyordu fakat sanki irislerine yayılan aydınlık, çenesindeki izde gizliydi; bunu hissediyordum. Gülümseyişime odaklanıp tek kaşını havaya kaldırdı, heykel gibi hareketsiz durdu.

"İnsanlar," dedi gözlerimin içine bakarak. "İz bırakan şeyleri hatırlamak istemez."

Bakışları en sevdiğim mevsim olan sonbahara benziyordu. Kuru yaprakların ve yağmurun kokusunu alıyordum; ne üşütüyordu ne sıcaktan bunaltıyordu. Gözlerini gözlerimin üzerinden çekti ve elinde tuttuğu kalemi kırarak ikiye ayırdı.

"Her neyse," diye mırıldandı umursamaz bir tavırla. "Sıra bana gelmiş sayıyorum."

Eğitmen psikolog ona doğru döndü; gerildiği açıkça belli oluyordu. Kollarını önünde bağladı. Bakışlarım dizlerine kaydığında titrediğini fark ettim; öfkeden ya da başka bir şeyden bilemiyordum fakat psikoloğun dizleri titriyordu ve bu, kendimizi kimlerin eline bıraktığımızı sormamıza neden oluyordu.

"Kendini tanıtmanı bekliyorum," dedi ve o saniye dişlerini kenetleyen eğitmene şaşkınlıkla baktım.

O ise amacına ulaşmışçasına, "Adım Korel," deyip çenesini dikleştirdi. "Soyadım Erezli. Şu an bu tanıtım konuşmasının da insanların üzerine gidilmesinin de nedeninin ben olduğumu biliyorum. Yorulmayın, söyleyeyim. Beni asla çözemeyeceksiniz."

Eğitmen bir ayağını sertçe yere çarpmaya başladığında tırnaklarını kollarına geçirdiğini görebiliyordum. Neydi bu nefretin sebebi? Ondan nefret ediyor gibiydi.

"Öyle bir şey yok," dedi eğitmen psikolog. "Sanırım hayatı kendine odaklı yaşayan birisin."

"Falan filan," dedi omuzlarını silkerek umursamaz bir tavırla. "Benim dile getirdiklerim dışında hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz ama istersen adımın anlamını taşıdığımı söyleyerek sana hakkımda büyük bir harita verebilirim."

Eğitmen alayla gülümseyip, "Neymiş adının anlamı?" diye sordu.

Bir daha bana bakmadan ayağa kalktı ve öne doğru birkaç adım attı; adımları kendinden emindi. Eğitmenin hemen karşısına geçtiğinde benim çaprazımda duruyordu. Kadının gözlerinin içine baktı ve kafasını aşağı yukarı sallayarak işaretparmağını çenesindeki ize sürttü; kürekkemiklerim acıdı, kalbim kıyamete gebe kaldı.

"Benim adım Korel," dedi vezinsiz bir sesle. "Anlamı ateş ve adının anlamını taşımak için cehennem ateşini içmiş biriyim; sizin de bildiğiniz ve ezberlediğiniz gibi."