logo
1. ESİNTİ 2. RÜZGAR 3. FIRTINA 4. KASIRGA 5. GİRDAP 6. SİS 7. ÇİSENTİ 8. ŞİMŞEK 9. GÖK GÜRÜLTÜSÜ 10. YAĞMUR 11. KIRAĞI 12. KAR 13. BUZ EMARE PUSULA, 14. GÜVEN SINIRLARI EMARE, PUSULA: 15. DOĞUM ve DÜĞÜM EMARE, PUSULA: 16. MELEZ EMARE, PUSULA: 17. TOHUM EMARE, PUSULA: 18. KORKAK ve CESUR EMARE, PUSULA: 19. UMUT GÜNEŞİ EMARE, PUSULA: 20. TÜCCARLAR ve ASİLLER EMARE, PUSULA: 21. KÜLÜN İZİ EMARE, PUSULA: 22. KIRIK PUSULA EMARE, PUSULA: 23. KUKLALARIN DANSI EMARE, PUSULA: 24. CEHENNEM ESİNTİSİ EMARE, MASKE: 25. TERK EDENLER EMARE, MASKE: 26. ANILAR ve ŞARKILAR EMARE, MASKE: 27. KANLI SU EMARE, MASKE: 28. BODA EMARE, MASKE: 29. DÖNÜŞ EMARE, MASKE: 30. SAVAŞ EMARE, MASKE: 31. OYUN EMARE, MASKE: 32. SIRLAR EMARE, MASKE: 33. SÖZ EMARE, MASKE: 34. SIRLARIMIZ EMARE, MASKE: 35. ARAF EMARE, MASKE: 36. EMANET EMARE, MASKE: 37. SANRI EMARE, MASKE: 38. HİSLER EMARE, MASKE: 39. ASLANLAR ve SIRTLANLAR EMARE, MASKE: 40. KALP RİTİMLERİ EMARE, MASKE: 41. OYUNUN BAŞLANGICI EMARE, MASKE: 42. ANLAŞMA EMARE, MASKE: 43. KAFES EMARE, MASKE: 44. BALIKLAR EMARE, MASKE: 45. İNANÇ ve GÜVEN EMARE, MASKE: 46. ŞEYTAN TAŞLAMA EMARE, MASKE: 47. YANGIN EMARE, MASKE: 48. GEÇMİŞ ve ŞİMDİ EMARE, MASKE: 49. GERİ SAYIM EMARE, MASKE: 50. KONSER EMARE, MASKE: 51. MAHKEME EMARE, MASKE: 52. PROMETHEUS'UN DİLİ EMARE, MASKE: 53. GERÇEKLER EMARE, MASKE: 54. KABULLENİŞ EMARE, MASKE: 55. KOREL EREZLİ EMARE, MASKE: 56. RUHUN ÖLÜMÜ EMARE, MASKE: 57. EDGARDO EREZLİ EMARE, MASKE: 58. YÜZLEŞME EMARE, MASKE: 59. ÖL veya UNUT EMARE, MASKE: 60. AZAP (FİNAL) TEŞEKKÜR ÖZEL BÖLÜM: PARÇALANMIŞ MEKTUPLAR 28. MAHKEME (KOREL EREZLİ'DEN)

7. ÇİSENTİ

Views 965 Comments 29

Gelecek; geçmiş, duvarları yıkarken, sağlam duran pencerede gökkuşağını izlemek gibiydi.

Başta geçmiş, duvarları yıkıyordu, duvarlar yıkılırken yer titriyordu, titreyen yer camı çatlatıyordu fakat uzakta renkleriyle umudu hissettiren gökkuşağı, ihtişamını asla kaybetmiyordu.

Geleceğe daima umut beslenirdi.

Küçük kız, bir gün duvarlarının yıkılacağından habersizdi; o, geçmişin sarsıntısında cam çatlarken büyük bir ümitle gökkuşağını izlemenin ne kadar büyük bir hata olduğunu çok sonra öğrenecekti.

Yıkılan duvarlara bakmadığında, çatlayan pencerenin önüne beyaz bir güvercin konacaktı; bu beyaz güvercin o kadar yıkımın arasında ölecekti ve bu ölüm, gökkuşağının ihtişamını daha da artıracaktı.

Umut, ölümü kör edecekti.

Ablasının elini tutan küçük kız ağaçların arasında zıplayarak yürüyor, ilkbaharın kuş seslerini dinliyordu; oldukça huzurlu olan göl kenarında ablasıyla piknik yaptıktan sonra ağaçların arasına dalmışlardı ve gördüğü her canlıya aynı sevgiyle ve tebessümle bakıyordu; papatyaları toplamak istiyordu.

"Abla," dedi sevecen bir sesle ve parmağıyla ağaçları gösterdi. "Çok güzel kokmuyor mu?"

Ablası omuzlarını sıkıntıyla kaldırıp indirdi ve kardeşinin elini bırakarak ağaç tepelerine bakmayı sürdürdü.

Yedi yaşındaki küçük kızın giydiği kırmızı elbise toz içerisindeydi ve ayakkabıları çamura batmıştı.

"Minel," dedi ablası öfkeyle. "Annem o ayakkabıları gördüğünde sana çok fena kızacak."

Minel dudağını büktü ve çok da uzakta olmayan evlerine baktı; göle oldukça yakın oturuyorlardı ve beyaz çatılı evlerinde herhangi bir hareketlenme yoktu.

"Henüz annemler gelmemiştir ki," dedi ellerini kaldırarak.

"Onlar gelmeden temizlerim."

Ablası terlemiş avuçiçlerini altındaki kot pantolonuna sildi ve uzun saçlarını geriye attı; arkadaşlarına göre daha kaba ve sert bir kızdı. Kardeşinden dört yaş büyük olmasına rağmen bazen kardeşiyle aynı yaşta olmak istiyordu çünkü biliyordu ki elini tuttuğu kardeşi henüz hiçbir şeyin farkında değildi fakat kendisi her şeyin farkında olduğu için yaşına hiçbir zaman minnet duymuyordu. Öfkeli, sert, kaba ve yabani olmasının tek nedeni her şeyin farkında oluşu ve hiçbir zaman unutmayacak olmasıydı.

Ailesinin gözlerinin içine baktığı zamanlar tek tek cümleleri okuyordu; okuduğu cümleleri bir kâğıda dökseydi şayet korkuları satır satır şiirler yazardı, bunu da biliyordu.

İki kardeşin de yüzünde çiller yer alıyordu ve saçlarının rengi turuncu tonlarındaydı. Zayıf bedenleri yorgun düşmüştü fakat yürümekten vazgeçmiyorlardı.

Minel gözlerini kapattı ve ellerini açarak, "Kuşların sesi çok güzel," diye şakıdı. "Babam bize bir kuş alır mı?"

Ablası Minel'i kolundan çekiştirip, "Bağırma," diye söylendi. "Eğer komşular babamlara dışarı kaçtığımızı söylerse kuş yerine bizi kafese koyarlar."

Minel kıkırdadı ve elleriyle dudaklarını kapatarak kafasını aşağı yukarı salladı.

Ablası da çok nadir olan tebessümlerinden bir tanesini dudaklarına yerleştirdi ve küçük kardeşinin saçlarını karıştırarak, "Yürü bakalım," diye mırıldandı. "Biraz avlanalım."

"Nasıl yani?" dedi Minel. "Burada balık yok ki."

"Balık değil akıllım," dedi ablası kafasını iki yana sallayarak. "Kuş avlayacağız."

Minel kaşlarını kaldırdı fakat tam olarak anlayamadığı için tepki vermeden ablasının adımlarına ayak uydurdu ve ağaçlıkların derinliklerine ilerlediler.

"Abla," dedi Minel en sonunda sıkıntıyla. "Güneş en tepeye çıkıyor, çok sıcak olmaya başladı. Kuşları nasıl avlayacağız? Onları eve götürebilir miyiz?"

Ablası bir cevap vermek yerine elini kot pantolonunun cebine yerleştirdi, ardından sapanını çıkararak kardeşine doğru salladı. Kardeşi elinde tuttuğu kemik rengindeki sert cisme baktığında hiçbir şey anlamadı fakat yüzü düşmeye başlamıştı. Ablası ise onun yüzünün düşmesini umursamadan gizli gizli evden kaçıp öğrendiği avcı rolünü üstlenmek için can atıyordu. Parmaklarıyla sapanın lastik kısmını çekiştirdi ve ağaçlıkların tam ortasına gelerek bakışlarını kısıp ağaçların tepelerine bakmaya başladı.

Kuş sesleri artmıştı, rüzgâr durduğu için kuşlar uçmaya başlamıştı. Minel de ablası gibi ağaçların tepelerine bakmaya başladığında, "Ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Dinle Minel," dedi ablası heyecanla. "Bir oyun oynayacağız, sen bir kuş gördüğünde konuşmadan bana parmağınla göstereceksin ve ben o kuşu sana getireceğim, anlaştık mı?"

Minel heyecanla ellerini birbirine vurdu ve ablasının sessiz olmasını istediğini belirten bakışlarıyla duraksayarak daha büyük bir istekle ağaçların tepelerine bakmaya devam etti.

Geçmiş duvarları sarsılmaya başladı, sarsılan duvarlarda çatlaklar oluştu; küçük kızın ruhu pencereye doğru yürümeye başladı.

Bir kuş gördü, ablasının mavi tişörtünün eteğinden çekiştirerek parmağıyla gösterdi; ablası hızla yerden bir taş aldı ve sapanın ucuna taşı yerleştireceği an kuş uçtu.

İkisinin de dudakları büküldü ve diğer ağaçların tepelerine baktılar; ablası başka bir kuş gördü ve taşı hızlıca sapanın ucuna yerleştirip fırlattığı an ıskaladı, kuş öterek bulunduğu yerden uçtu.

Geçmiş duvarlarında oluşan çatlaklar derinleşti, yere çerçeveler düştü; küçük kızın ruhu, pencereye biraz daha yaklaştı.

Beyaz bir güvercin çok uzak olmayan bir ağacın dalına konduğunda Minel'in gözleri irileşti ve güzel kuşa büyük bir hayranlıkla baktı; içinden bir ses ablasına kuşu göstermemesi gerektiğini söyledi çünkü attığı taşı görmüştü ve istediği gibi olmayacağını anlamıştı fakat ablası Minel'in ardından beyaz güvercini gördü ve kardeşinin gözlerinin içine bakarak işaretparmağını dudaklarına götürdü.

O sırada Minel beyaz güvercinin zarar göreceğini anladı. "Babamlar!" diye bağırdı. Güvercin irkilerek olduğu yerden uçtu ve onlardan metrelerce uzaktaki bir ağaca kondu; ablası korkuyla etrafına baktı ve babasını göremeyince öfkeli bakışlarını kardeşine çevirdi.

"Bilerek yaptın!" Sesi yüksek çıkmıştı ve Minel'in gerilemesine neden olmuştu. "Neden bunu yaptın?"

"Çünkü ona zarar verecektin," dedi Minel parmaklarıyla oynayarak. "Onun sana ne zararı var ki?"

Geçmiş duvarları tamamen kırıldı, yerde parçalanan fotoğraflar ve çerçeveler her yere saçıldı; küçük kızın ruhu pencereden dışarıya baktı; sarsılan yer, kalbini hızlandırdı.

"Görürsün sen," dedi ablası öfkeyle ve beyaz güvercinin olduğu yere ilerlerken sapanın ucuna yeni bir taş koydu. "İstediğin kadar bağır, onu avlayacağım ve sana ceza olacak bu."

"Hayır abla!" diye bağırdı Minel ve olduğu yerde zıpladı fakat artık her şey için çok geçti; ablası hiçbir şekilde umudunun olmadığının farkındaydı, kardeşine blöf yapıyordu çünkü bu kadar mesafeden kuşu ıskalamadan vurması imkansızdı fakat Minel'i üzmek istemişti.

Sapanı havaya kaldırdı, tek gözünü kıstı, kuşu nişan aldı ve sapanın lastiğini çekerken güvercini sağ taraftan başka biri vurdu ve güvercin acıyla öterek ağaçtan yere düştü.

"Hayır, onu vurdun!" diye bağırdı Minel ve kuşa doğru ilerleyeceği anda ablası hızlıca Minel'i kolundan tutup karşısında kuşu vuran eli sapanlı gence baktı.

"Hayır," dedi sessizce fısıldayarak. "Ben değil, o vurdu."

Kırılan geçmiş duvarlarının arasından soğuk rüzgârlar esmeye başladı; küçük kızın ruhunun pencereden izlediği yağmur durmak üzereydi, ileride gökkuşağının tonları görünüyordu.

Minel öfkeyle karşısındaki gence baktı ve ayaklarını yere vurarak, "Bir suçu yoktu," diye inledi. "Öldü mü?"

Genç, soğuk bir ifadeyle gülümsedi ve önüne düşen beyaz güvercine baktı; hâlâ nefes alıyordu fakat can çekiştiği belliydi. "Yaşıyor," dedi Minel'e bakarak.

Ablası korkuyla yutkundu ve geriye bir adım atarak, "Yaşıyormuş Minel," dedi. "Gidelim, geç oluyor."

"Hayır," dedi Minel direterek. "Onu iyileştireceğim."

Genç hızla birkaç adım attı. Eğilip yere düşen güvercini avuçlarının arasına aldıktan sonra kalkıp iki kardeşe doğru yürümeye başladı. Minel geriye bir adım dahi atmazken ablası onu yürümesi için zorluyordu.

"Minel," dedi sesi titrerken. "Hadi kardeşim, gitmemiz gerek."

Genç, bakışlarını Minel'den ayırmadan yanına geldi ve avuçlarının içinde tuttuğu güvercini ona uzattı. "Bak, onu iyileştirebilir misin?"

"İyileştirebilirim," dedi hızlıca ve kaşlarını çattı. "Nefes alıyor."

Soğuk başka bir tebessüm dudaklarında canlandığında kuş son nefeslerini veriyordu. "İyileştiremezsin," dedi korkutucu bir tınıyla.

"O son nefesini veriyor, ölüyor."

Minel bakışlarını beyaz güvercine çevirdi ve nefes almakta zorlandığını gördü. "Neden yaptın ki?" diye sordu üzüntüyle. "O zararsızdı."

Gencin bakışları bir an ablasına kaydı ve fazla duraksamadan tekrar Minel'e döndü. "Avcılar..." deyip sustu, gözleri kısıldı. "Öldürmeye alışıktırlar. Bense bir avcı değilim ama onu öldürebilecek kadar güçlüyüm ve öldürmeye alışığım."

"Minel," dedi ablası ve onu kolundan sertçe çekti. "Gidiyoruz."

"Onu bana verir misin?" dedi Minel yalvarır gibi. "İyileştirebilirim, daha önce babamla bir kediyi iyileştirmiştik."

Genç, kafasını aşağı yukarı salladı ve kuşu Minel'e uzattı; Minel küçük avuçlarını açtığında genç, hiç beklemedikleri bir anda avuçlarının içinde tuttuğu güvercini parmaklarının arasında sıktı ve "Daha fazla acı çekmesini istemeyiz," diye mırıldandı. Parmakları beyaz güvercinin etine gömülürken bütün gücünü sarf ediyordu. "İşkence hayvanlar için değildir."

Minel, "Yapma!" diye haykırdığı sırada ablası, "Lanet olsun," diye hırladı ve kardeşinin kolunu öyle bir çekti ki sıska bedeni ablasının bedenine çarptığında canı yandı.

Gencin parmaklarının altında ezilen kirlenmiş güvercine bir daha bakmamak için direnen Minel'in dudakları titremeye başladı; o sırada kulağına eğilen ablasının fısıldayışı onu gerçeğe döndürdü: "Kaç kardeşim, kaçmalıyız. Kötü olan her şeyden kaçmalıyız, bize öğretildiği gibi."

Kardeşinin elini sımsıkı tutan ablası duraksamadı, bir daha gencin yüzüne bakmadı ve hızlıca arkasını dönerek koşmaya başladı, kardeşini ardında sürekledi; Minel ise ablasının elini tutarken sarsak adımlarla koşuyordu fakat bakışları genç adamın üzerindeydi.

Bakışları beyaz güvercine doğru düştü; genç adam güvercini parmaklarının arasında daha fazla ezdi ve yüzündeki çehre tek bir şeyi ifade etti.

Geçmişinin varlığı, o beyaz güvercin gibi olacaktı.

Genç adam peşlerinden ilerlemedi, koşmadı çünkü biliyordu ki bir labirentin içinde olan bu çocuklar, daima onun yanına varacaklardı.

Küçük kız farkında değildi; gökkuşağını getiren yağmur, hiçbir zaman onun içini ısıtmayacaktı.

Duvarlar geçmişinin mahvoluşuydu, yağmurlar şimdisinin kederiydi, gökkuşağı ise geleceğinin ışıklarıydı.

Ümidi gökkuşağındayken, pencerenin kenarında ölen beyaz güvercini çok sonra fark edecekti; beyaz güvercin geçmişiydi.

Gökkuşağının ışıkları ise sönecekti; küçük kızın geleceği sadece bir gösteriydi.

***

Yükselen sesler, birbirini takip eden notalar ve karanlığı ikiye ayıran melodiler...

Karanlığın sularının aydınlığı boğduğu, siyahın beyaza savaş açtığı, çığlıkların sessizliğin gırtlağına yapıştığı ve ölümün yaşamı daima yendiği bir okyanusun dibindeydim.

Yine.

Suyun rengi kül grisiydi.

Avuçlarımın içi suyun rengine boyanmıştı. Bedenim suyun rengine boyanmıştı. Gözlerimin gördüğü tek şey külün gri tonuydu, yüzemiyor hatta hareket edemiyordum fakat nefesim düzenliydi.

Gözlerimi kırpıştırdığımda derinlerine gömüldüğüm okyanustan yukarıya baktım fakat gördüğüm gökyüzü değil, okyanusun yüzeyinin ateşle kaplı olduğuydu.

Dehşeti hissetmek istedim fakat ateşin boğulduğum yerde bana huzuru hissettirmesi hiç olmadığı kadar normal geliyordu. Yüzeyi kaplayan ve çarşaf gibi serilen ateş hareketsizdi fakat tek elimi zorlukla havaya kaldırdığım zaman, parmaklarımın ucunda dibe çökmüş olsam bile sıcaklığı hissedebiliyordum.

Okyanusun dibinde nefes alırken, nasıl olur da yüzeyindeki ateşi arzulardım?

Gözlerim külrengi suyun içini taradığında zihnimde birçok imge yerli yerine oturdu ve gözlerim bu renge alışarak net bir şekilde okyanusa kucak açtı.

Az ileride duran ve başı bedeninde yer almayan cesedi gördüğümde nefesimin kesildiğini hisseder gibi oldum, ilk defa fizik kuralları sanki devreye girmişti. Cesedin başı yoktu, çıplaktı ve bir erkek bedeniydi, yanmıştı. Bulunduğu yerin etrafı küllerinden daha koyu bir griye bürünmüştü. Daha fazla netleşti, nefesim daha da düzensizleşti ve tam arka tarafında başka bir ceset daha gördüm. Bu bir kadın cesediydi, başı yoktu, çıplaktı. Yanmıştı.

O an korku beni bileklerimden yakalar gibi oldu ve zaman terimi bilincime işlenirken çırpınmaya çalıştım fakat o dakika, gözlerimin odağına daha fazla ceset girmeye başladı.

Çoğaldı.

Ondan yirmiye, yirmiden elli taneye çıktı. Başı bedeninde olmayan, yanmış erkek ve kadın cesetleri okyanusun dibinde koyu gri küllerle yüzmeye başladı. Su daha da koyulaştı ve o saniye nefesim tamamen kesildiğinde ellerim boğazıma gitti.

Boğuluyordum ama boğulduğum için ölmeyecektim. İnsanlar yanmıştı, insanlar yandıkları için ölmüştü, insanlar kül olmuştu. Gözlerimi yüzeye çevirdiğimde ateşin üzerindeki kelleleri gördüm. Her baş bir bedene aitti fakat artık olması gereken yerde değildi.

Olduğum yerde çırpınmaya çalışıyordum fakat beni tutan birinin varlığını o saniye fark ettim; bir şeyler farklı ilerliyordu. Benim için de hiçbir şey olması gerektiği gibi değildi. Başımı zorlukla çevirdiğimde karşımda onun gözlerini gördüm.

Tek canlı oydu.
O ve ben.

Korel'le kesişen bakışlarımdaki saf korkuyu yenmek istiyormuş gibi yalvaran gözlerle ona baktım; boğuluyordum, nefes alamıyordum ama böyle olmamalıydı. Benim de bir başımın olmaması ve yanmam gerekiyordu; ben sağ bir şekilde bu okyanusun dibine nasıl gelmiştim, bilmiyordum. İstediğim, ateşten ölümdü fakat ben boğuluyordum.

"Kurtar!" diye bağırmaya çalıştım fakat koyu gri sulardan zorlukla gördüğüm Korel'in yüzü alayla bana bakıyordu. "Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Yanmam gerekiyor."

Azap gibiydi. Ateş sanki cennetti ve o ölüm şekli beni kurtaracaktı; boğulmak cehennemdi fakat ben cennette yanmak istiyordum.

"Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil." Suyun içinde söylediğim cümleyi tekrar eden Korel'in sesi o kadar net ve o kadar duru geliyordu ki nefesimi kesenin onun yüceliği olduğunu düşündüm.

Korel bakışlarını arkama doğru çevirdiğinde ona ayak uydurdum ve gördüğüm cesetle beraber, boğazıma sarılı olan ellerim damarlarımı bir yumruk gibi sıktı.

Annemin cesediydi. Çıplak vücudu yanmıştı. İri gözlerle bana bakıyordu fakat canlı değildi.

Her şey bir anda oldu: Korel'in arkamdan attığı bıçak annemin başını bedeninden ayırırken bağırmak için ağzımı açtım fakat o saniye ayaklarımın altında yumuşak bir zemin hissettim ve bakışlarım yere doğru döndüğünde babamın cesediyle karşılaştım. O canlıydı.

Onu ayaklarımın altında eziyordum. O da yanmamıştı ve boğuluyordu. Bakışlarındaki yardım çağrısıyla gözlerindeki ifade beni alaşağı ederken Korel'e bakmak için başımı çevirdim fakat o saniye, Korel'in gözlerinde gördüğüm ifadeyle beraber dudaklarından tek bir cümle döküldü: "Şimdi her şey olması gerektiği gibi."

Boğuldum.
Boğuldum.

Nefesim derinlerime gömüldü ve ayaklarımla ezdiğim babamın cesedi, ayaklarımın altında can verdi.

"İmdat!" diye haykırmaya çalıştığımda olduğum yerde artık çırpınabiliyordum, Korel yoktu.

Okyanus tamamen gri rengine büründüğünde gözlerim netlikten uzaklaştı ve son bir kere, "İmdat!" diye haykırmamla olduğum yerden sıçramam bir oldu.

Korkulu gözlerle etrafa bakarken ter içinde kalmıştım ve nefes nefeseydim. Bir elim saçlarıma gitti ve terden alnıma yapışan saçları geriye ittim; gözlerim bulanık görüyordu, bütün bedenim korkudan titriyordu. Yutkunmaya çalıştığımda bakışlarımı bulunduğum yere çevirdim fakat nerede olduğumu bilmiyordum.

"Kâbus gördün." Bu sesi tanıyordum, bu sesi tanımamam imkânsızdı. Kâbusumdaki sesin aynısıydı fakat o kadar da duru gelmiyordu. Bakışlarımı sesin geldiği tarafa çevirdiğimde Korel'i gördüm. Cevap vermeyerek elimi boğazımın üzerinde gezdirdim ve nefes almakta hâlâ zorlandığımı fark ettim. Simsiyah duvarlar üzerime üzerime geliyordu.

"Neredeyim ben?" dedim fısıldayarak.

Oldukça geniş bir odanın içindeydim. Stüdyo daireye benziyordu. Odanın ortasında bulunan çift kişilik yataktaydım; yatağın hemen arka tarafında bulunan büyük vitray pencereler sonuna kadar açıktı. Duvarlar simsiyahtı, duvarlarda siyahtan başka hiçbir renk yoktu. Bazı yerlerde sıvalar akmıştı, sıvaların aktığı yerlerde posterler vardı.

Led Zeppelin, Nirvana, Pink Floyd gibi grupların posterlerine gözlerim kaydı. Birbirinden farklı grupların ve sanatçıların posterleri vardı, hepsi retroydu.

Yatağın hemen karşısında, uzakta büyük bir ahşap masa, onun yanında mutfak vardı. Tezgâhın üzeri boş içki şişeleriyle doluydu, odaya ise alkol kokusu hâkimdi. Sağa baktığımda üzerinde örtü bulunan bir şey gördüm, altında ne olduğunu bilmiyordum ama içinde her ne varsa Korel görmemi istememişti. Hemen yanında ise büyük bir bateri seti vardı, oldukça eski görünmesine rağmen ihtişamını koruyordu. Bateri setinin bulunduğu yerin üstünde sarkan bir avize vardı.

Yerler ise kitaplar ve dergilerle doluydu. Eski görünümlü kitaplar ortalığa dağılmıştı; kimisi masanın altında, kimisi baterinin ucunda, kimisi ise o üzeri örtülen eşyanın altındaydı. Masanın yanındaki eskimiş ahşap sandalyede oturan Korel yüzüme bakmıyor, önündeki kâğıtlara bir şeyler yazıyor ya da çiziyordu.

Duvarlarda sadece posterler yoktu, kâğıtlar da yapıştırılmıştı. Üzerlerinde dilini anlayamadığım yazılar vardı. Odanın tavanı o kadar yüksekti ki tepede duran sarı, eski avizenin yandığı zaman bu büyük yeri nasıl aydınlatacağını düşünemiyordum.

Korel ayağa kalktı ve hemen yan tarafındaki buzdolabını açıp bir bira aldı. Göz ucuyla bana baktığında yüzümün nasıl göründüğü hakkında fikrim yoktu. Altında gri bir eşofman, üzerinde ise siyah bir kazak vardı. Ayakları çıplaktı. Birayı açtı ve koca bir yudumu içerken gözleri benden ayrılmadı.

"Neredeyim ben?" diye sordum ve zihnimde canlanan görüntülere kâbusum da eklendiğinde Korel'den korktuğumu hissettim.

Korel birayı dudaklarından uzaklaştırdıktan sonra sol elinde sımsıkı tutarak bana doğru ilerledi. Hava kararmak ya da aydınlanmak üzereydi, bilemiyordum çünkü vitray pencerelerden vuran soluk ışık Korel'in yüzünü bile zor aydınlatıyordu.

"Benim yuvamdasın, Turuncu," dedi ve yattığım yatağın ayak ucuna gelip dikildi. "Nasıl geldiğini hatırlamıyor musun?"

Gözlerimi kapatıp kendimi hatırlamaya zorladığımda morg odasının soğuk havasını ve beni cesede doğru iten ellerin varlığını hissettim; nefesim kursağıma diken gibi batarken, "Sen," diye fısıldadım ve gözlerimi aralayarak yatağın başlığına doğru geriledim. Kesinlikle ondan korkuyordum.

"Hım," dedi ve tek kaşını kaldırarak yatağın ucuna oturdu.

Dağınık saçları ıslak gibiydi. "Bana ne olmuş?"

Gözlerim hemen solumda kalan üç kapıya odaklandı. Kapıların arkasında ne olduğunu bilmiyordum fakat korkumu tetikleyen bir şeyler olduğunun farkındaydım.

"Biliyorum," dedim sadece ve üzerime örttüğüm ya da örttüğü beyaz çarşafı itekledim. "O adamlara ne yaptığını biliyorum." Korel kaşlarını çattı ve altdudağını öne doğru çıkararak omzunun üzerinden bana baktı. Gözleri ne dediğimi anlamıyormuş gibi bir ifadeye büründüğünde derin bir nefes daha aldım. Ondan korkuyordum ama bana yapacağı hiçbir şeyin önüne geçmeyecektim.

"O adamlar?" dedi tek kaşı havaya kalkarken. "Hangi adamlardan bahsediyorsun?"

Gözlerimi kıstım ve ona uzun uzun baktım. Yüzünde anlamsız bir ifade vardı, oldukça rahat görünüyordu.

"Ne yapmaya çalışıyorsun?" Sesimin tınısına gizlenen öfkeyi hissetmiş olacak ki kaşları havadaydı. "O gece bana saldıran adamlara ne yaptığını biliyorum."

Korel dudaklarını aralayıp bana baktı, ardından tekrar kapattı ve kafasını iki yana sallayarak elindeki biradan büyük bir yudum aldı. Sıvı boğazından geçerken âdemelmasının hareketi bana dalgalı bir denizi anımsatmıştı.

"Biliyorsun tabii ki," dedi elinin tersiyle ağzını silerken. "Her şey gözünün önünde oldu." Ayağa kalktı ve yatağımın yanındaki komodinin çekmecesini açtı. Eliyle karıştırırken gözlerimi ondan ayıramıyordum. Sonunda aradığını bulduğunda isteksiz bir ifadeyle gülümsedi ve çekmeceden çıkardığı kolyeyi kucağıma attı. "Bu senin. O gece düşürmüştün."

Kucağıma düşen kolyeyle bakışlarım kesiştiğinde solanahtarlı kolyemi gördüm. Kaşlarım çatılırken kolyenin ipini tutup havaya kaldırdım. "Bu kolye," diye fısıldadığımda midemin bulanmak üzere olduğunun farkındaydım. Korel hemen sağ tarafımda durmuş bana bakıyordu. "Bu kolye o cesedin üzerinden çıktı."

Korel birayı dudaklarına götürürken bir anda duraksadı ve tek kaşını havaya kaldırarak sorgulayan bir ifadeyle bana baktı. "Ne cesedinden bahsediyorsun?"

Elimde tuttuğum kolye sallanırken ona büyük bir hiddetle baktım. "Oyun mu oynuyorsun? Ben polis değilim. Senin yaptığını biliyorum."

Elini ensesine götürdü ve saçlarını karıştırarak kaşlarını daha fazla çattı. Elimde tuttuğum kolyeyi avcumun içine saklarken, buz gibi demir, terli avcumu serinletti. "Neyden bahsettiğini bilmiyorum."

Damarlarımın sıkıştığını hisseder gibi olduğumda burnumdan derin bir nefes aldım ve sert bir şekilde yataktan kalkarak onun karşısına geçtim. "Oyunu bırak Korel Erezli. O gece o adamlara yaptıklarını kendi gözlerimle gördüm, sonrasında ne olduysa ben bayıldım ve takside gözlerimi açtım." Sesim gitgide yükselirken, Korel'in gözleri gözlerimden ayrılmıyordu. "Dün ya da bugün kaç saattir baygın olduğumu bilmiyorum ama polisler senin yüzünden beni o adamı öldürmekle suçladılar ve beni merkezden alıp götürürlerken hiçbir şey yapmadın." Korel şaşkın bir yüzle beni dinlemeye devam ederken bakışları donuktu ve perdeler çekilmişti. "Sen Emre misin?" diye sordum nefes nefese ve bir adım yaklaşarak alttan alttan ona baktım. "Polislere oynadın ve o morg odasında beni o cesedin üzerine ittin. Kötüydüm, bunu biliyordun fakat o cesedi sonuna kadar görmemi istedin." Yutkundum ve derin bir nefes alarak ona biraz daha yaklaştım. "O adamı o hale getiren kişinin sen olduğunu biliyorum. O gece söylediğin gibi," dedim işaretparmağımı kaldırıp onu göstererek, "sen bir canisin."

Korel'in yüzünde mimik oynamadı ve cümleye başladığım zaman nasıl bakıyorsa aynı ifadeyle bakmaya devam etti. Yaprak sarısı gözlerine siyah mürekkepler bulaşmış gibiydi. Hiçbir şey söylemeden arkasını dönüp mutfağa ilerledi. Dolaptan aldığı bardağa sürahiden su doldururken sırtı bana dönüktü. Bedenimin adrenalinden dolayı sımsıcak olduğunu hissedebiliyordum.

Su bardağıyla bana yaklaşırken yüzü gergin görünüyordu. Bardağı bana uzattığında, "Sanırım hâlâ kâbusun etkisindesin," diye mırıldandı. "Su içmek ister misin?"

"Ne," diye fısıldadım ve elindeki bardağa bakarak yüzümü buruşturdum. "Ne diyorsun?"

"O gece olanlardan etkilendiğini biliyordum," dedi kendi kendine konuşuyormuş gibi. "Fakat bu kadarını beklemiyordum."

Suyu tekrar bana uzattığında elinden bardağı sertçe alıp yere fırlattım. Cam parçaları etrafa saçılırken, bardağın içindeki su paçalarımızı ıslattı. "Soner Tokel!" diye bağırdığımda sesim odada yankı yaptı. "Beni kandırmaya mı çalışıyorsun? O adamı öldürdün."

Korel'in ifadesizliği bir an bile bozulmazken yere, cam parçalarına baktı ve kafasını iki yana sallayarak dizlerinin üzerine çöktü. Cam parçalarını elleriyle toplarken ağzının içinde, "Çekil," diye geveledi. "Ayaklarına batsın istemeyiz."

Ellerim saçlarıma tekrar geçtiğinde güldüm ve elimle ağzımı kapattım. "Ne yapmaya çalışıyorsun?"

Çöktüğü yerden başını kaldırdı ve gayet masum bir ifadeyle yüzüme baktı. "Cam parçalarını topluyorum."

Zihnimin içinde bazı şeyler zorlanıyormuş gibiydi. Kimin, neden, nasıl yaptığını çok iyi biliyordum ve resimler gözkapaklarıma çizilmişti. "Bak," dedim ellerimi havaya kaldırarak. "Senin yaptığını kimseye söylemeyeceğim, söz veriyorum. Eğer bu yüzden oynuyorsan vazgeç. O gece oradaydın ve tek de değildin; o adamı bile tanıyordun."

Korel'in cam parçalarını toplayan elleri duraksarken dudaklarında kindar bir tebessüm oluştu. Bu tebessüm geçmişimin hatırlayamadığım bir anısına pençe indirdi. "O gece adamlar sana saldırdı," dedi düz bir sesle. Rahatlamış bir şekilde nefes alırken yatağa oturdum ve neredeyse onunla aynı hizaya geldim. Yerde olan bakışlarını bana çevirdi. "Seni bulduğumda üzerindeki kıyafetler yırtılmıştı ve adamlar ortada yoktu. Ben de gerekeni yaptım."

"Ne?" diye inlediğimde başıma balyoz inmiş gibi hissettim. "O gün o adamlardan birini motosikletinin arkasında sürükledin, yüzünü parçaladın. Hiç olmadığı kadar," yutkunamadım, "ifadesizdin. Durmadın." Ellerimi gözlerime kapattım ve kafamı iki yana salladım. "Sonra ben bayıldım ve gözlerimi takside açtım."

"Kâbusların ile gerçekleri karıştırıyor musun, Turuncu?" Çöktüğü yerden ayağa kalktı ve elindeki cam kırıklarını komodinin üzerine bıraktı. "Söylediklerinin olabilmesi için o adamları görmem gerekiyordu. Ben o adamları görmedim, Soner Tokel diye birini tanımıyorum."

"Gördün!" diye bağırdığımda ağlayacakmış gibi hissediyordum. "O gece konuştuklarımızı hatırlıyorum. Bana gerekenin olduğunu söyledin. Beni evin önüne bıraktığında," kekeliyordum, "o adamlara ne yaptığının farkındaydın. Sen o adamları öldürdün."

"Buna kim inanır?" diye sorduğunda tek kaşını kaldırdı. "O adamların öldüğünden nasıl bu kadar eminsin?"

"Çünkü gördüm." Gözlerimin önüne gelen görüntü, morg odasının soğukluğunu vücuduma işliyordu. "Dans öğretmenim görmüş. Biz gittik. Morg odasındaydı." Kafamı iki yana salladım. "Seninle gittik. Polisler götürdü."

"Evet," diye mırıldandığında kafası karışık görünüyordu. "Seni dün polisler merkezden almaya geldi fakat Azra Dinçer için geldiler."

"Hayır." Net çıkan sesimle yataktan kalktım ve gözlerinin içine bakarak ona yaklaştım. "Suçu kabullenmek istemediğin için gerçeklerden kaçıyorsun."

Korel'in yüzü bir cam kadar pürüzsüz ve şeffaf bir hal alırken sol elini kaldırdı ve tüy kadar hafif bir şekilde alnıma dokundurdu. Yüzü bir doktorun gizli pelerinini üstüne alırken üzgün gibi görünüyordu.

Elinden kaçtım. "Yeter." Onu hafifçe itekledim ve yatağın çevresinde dolandım. "O polis memuruyla konuşmaya gideceğim."

Korel hareket etmeden ne yaptığımı izlerken, "Nasıl gideceksin?" diye sordu. "Nerede olduğunu biliyor musun?"

Duraksadım ve büyük bir nefretle yüzüne baktım. "Daha fazla benimle oynamana izin vermeyeceğim."

Kurumuş yaprak sarısı gözlerinde kasırgalar yoktu. Rüzgâr yoktu. Sonbaharı bile hissedemiyordum. Kurak bir yaz gibiydi ya da kuru, soğuk bir kış gecesi. Ne yapmaya çalıştığını hiçbir şekilde anlayamıyordum.

"Bak," dedi ve bana doğru yürüdü. "Bir kriz geçirip bayıldın." Durdu ve havaya baktı. "Gerçek ile hayali karıştırıyor olabilirsin."

Ona o kadar uzak, o kadar soğuk bir ifadeyle baktım ki sadece bir an gözlerindeki ifadesizliğin uzaklaştığını hisseder gibi oldum. Hiçbir şey söyleme gereği duymadım. Yaptığının farkındaydı fakat bana güvenmediği ya da ipliğini pazara çıkaracağımı düşündüğü için olsa gerek bu şekilde ne yaptığını gizlemeye çalışıyor gibiydi.

"O halde buraya nasıl geldim?" diye sordum. "Ben o morg odasından sonra kendimi kaybettim, sence nasıl oldu?" Yerde olan çantamı aldığımda ayaklarımın çıplak olması, ayakkabılarımı onun çıkardığı düşüncesinin zihnime işlemesine sebep oldu. Dış kapının orada duran ayakkabılarıma doğru yürürken, "Saat kaç?" diye sordum. "Ve beni evime götürmek yerine neden senin

'yuva'na getirdin? Neler olduğunu anlatacaksın."

Hareketlendiğini hissettim. "Sabah yedi buçuk." Ayakkabılarımı bağlarken arkamda duruyordu. "Canım seni benim yuvama getirmek istedi. Neyin açıklamasını istiyorsun? Sadece kendi düşündüklerine inanıyorsun."

"Sen kafayı yemişsin," dedim ve arkama bile bakmadan dış kapıyı açtım. Tek katlı, müstakil bir evdi. Hava aydınlanmıştı ve dışarıda ayaz vardı. Kollarımı önümde bağladım. Evin etrafında sadece ağaçlar ve uzun, dar bir patika yol vardı.

"Gidebileceğine emin misin?" diye sordu. Arkama baktığımda peşimden geldiğini fark ettim. Kapıyı kapattı ve bana doğru yürüdü.

"Nasıl bir cehennemde oturuyorsun sen böyle?" diye sordum ve altdudağımı dişledim. "Taksi geçmez mi buradan?"

"Bilmem," dedi dalga geçiyormuş gibi. Kapısının önündeki toprak yolda yürümeye başladım ve patika yola ilerledim. Motosikleti evin önüne park edilmişti. "Geçiyorsa durdur."

O sırada sol taraftan bir köpek havladı ve korkudan çığlık attığımda köpek Korel'e doğru koştu. Tazı cinsi köpek simsiyahtı ve uzun bacakları, iri gözleri vardı. Dilini dışarı çıkardı ve havlamaya devam ederek Korel'in üzerine atladı. "Gel oğlum," dedi Korel eliyle başını severek. "Acıktın mı?"

Köpek büyük bir sadakatle Korel'i kokladı ve olduğu yerde heyecanla dönerek tekrar Korel'in üzerine zıpladı. Korel'in yüzünde içten bir gülümseme oluşurken bana baktı ve köpeğine doğru eğilip beni göstererek, "Kim bu oğlum?" diye sordu. Köpek bana dönüp hırlar gibi olduğunda, Korel köpeğinin gümüşrengi tasmasını tuttu. "Sakin," diyerek bana bakmaya devam etti. "Şimdi değil oğlum."

Köpeklerden korkmazdım fakat Korel'in köpeğinden korkmam gerektiğini hissediyordum. Kaşlarımı çatıp köpeğe doğru ilerledim. "Senin mi?" diye sordum. Kafasını aşağı yukarı salladı. "Adı ne?"

"Boda." Köpeğe iyice yaklaştığımda sakinleşmiş ve Korel'in koltuğunun altına girmişti. "Elini uzat," dedi Korel fakat o saniye köpek sanki beni tanıyormuş gibi havlamaya başladı. Korel'e gösterdiği sadakati bana da göstermeye çalıştığında şaşırdım, Korel'in ise yüzü gerildi.

"Vay," dedim. "Beni sevdi sanırım."

Korel çöktüğü yerden ayağa kalktı ve Boda'nın kafasını severek, "Yerine!" diye emir verdi. Boda hâlâ bana doğru havlıyor, yaklaşmaya çalışıyordu. Kokumu biliyormuş gibi davranması beni çok şaşırtmıştı.

"Boda!" dedi Korel. "Yerine."

Boda son bir kere bana havlayıp diğer tarafa koştuğunda evin yan tarafındaki kulübesini gördüm.

"Boda," dedim düşünceli bir tınıyla. "Kurt Cobain'in hayali arkadaşının adı."

"Öyle," diye mırıldandı. "Benim için de anlamı büyüktür, küçüklüğümden beri Boda benimle."

"Her neyse," dedim lafı değiştirerek. "Taksiye binmek istiyorum."

Cebinden sigara paketini çıkardı ve bir türlü elinden atamadığı bira kutusundan koca bir yudum daha aldı. Boşalan kutuyu elinde salladı ve ellerinin arasında tenekeyi ezip diğer tarafa attı. Sigarayı dudaklarının arasına alıp gözlerini kıstı ve çakmakla ateşi alevlendirdi. Yaprak sarısı gözlerine sigaranın dumanı karışınca yanmış bir ormanın kokusunu burnumda hissettim. Korel'in kokusu eşsizdi.

"Sıkıldım," diye mırıldandım ve patika yolda ilerlemeye başladım.

Orman evden beş yüz metre kadar uzaktaydı. Etrafta başka bir ev yoktu, bir canlı bile yoktu. Kar yağdığında bu evin nasıl görüneceğini merak ettim. Dışarıdan çatılı, eski bir eve benzese de huzurlu görünüyordu.

Arkamda yürüyerek motosikletine doğru ilerledi. Elinde çevirdiği anahtarının sesini duyuyordum. Göz ucuyla ona baktığımda motosikletinin koltuğuna oturdu ve anahtarı kilide yerleştirirken dudaklarının arasındaki sigarasını uzaklaştırmadan, "Atla," diye seslendi, ardından sigarayı parmaklarının arasına alarak dumanı havaya üfledi. "Eğer üç saniye içerisinde motosikletime binmezsen seni ormana atar, kurtları çağırırım."

Dehşet içinde ona bakarken sanki bu cümlesini destekleyen bir rüzgâr sesi ormanın içinden yükseldi ve birkaç dal hareket ettiğinde geriye doğru kısa adımlar attım.

"Bir," dedi ve motosikletin motorunu çalıştırarak gazı kökledi. Elindeki sigaradan bir nefes daha çekti. "Kurtlar," diyerek göz kırptı ve ormanı gösterdi. "Vahşilerdir, bilirsin." Parmaklarını kaldırdı ve gösterdi. "İki." Düşünmeden ve tereddüt etmeden motosikletine doğru ilerlediğimde elindeki sigarayı yere attı ve botuyla ezerek, "Üç," diye mırıldandı. Motosikletinin yanında durduğumda nasıl bineceğimi kestiremedim ve olduğum yerde dikilmeye devam ettim.

Korel omzunun üzerinden bana baktığında ağzının içinde, "Fazla miniksin," diye geveledi ve mırıldanarak, "eller omzuma," dedi. "Atla bakalım. Zor değil."

Ellerimi sert ve gergin omuzlarına yerleştirdiğimde gerildiğini hisseder gibi oldum fakat aynı gerginlik benim üzerimde de vardı.

"Pekâlâ," dedim. Olduğum yerde parmak ucumda yükselerek bir bacağımı motosikletin üzerine attım ve kalçamı koltuğa yerleştirerek Korel'in arkasına oturdum. Ayaklarım havada asılı kalırken güvenli bir yere yerleştirdim ve kaskatı bekledim.

"Amacın bu güzel parçayı çalıştırdığımda uçmak mı?" Arkasına baktı ve bir elimi tutup hiç beklemediğim anda beline sardı. "Bilgin olsun, Turuncu. Hız tutkum vardır o yüzden sımsıkı tutun."

Avcum karnının üzerine yaslı dururken kasıldığını hissedebiliyordum, sebebini anlayamıyordum fakat temasım onu rahatsız ediyor gibiydi.

"Beni buraya nasıl getirdin?" diye sorduğumda karnının gülüyormuş gibi hareket ettiğini hissettim.

Kısık sesle, "At arabasıyla," diye fısıldadıktan sonra ayaklarını yerden kaldırdı ve motosikletini yavaşça hareket ettirdi.

Diğer elimi de beline sardığımda kollarımla ona sarılmış vaziyetteydim. Ellerimi karnının üzerinde birleştirdim ve olabildiğince temastan kaçındım.

Motosiklet taşlı patika yolda yavaş yavaş ilerlerken, "Kask yok mu?" diye sordum rahatsız bir sesle. "Can güvenliğim yok."

Korel gözünün ucuyla ve alaylı bir ifadeyle bana baktı. "Senin can güvenliğin benim." Motosikletinin gazını köklediğinde adrenalin kanımı alevlendirdi. "Bu sefer kask yok. O uzun turuncu saçlarının rüzgârda uçtuğunu görmek istiyorum."

Gözlerim sırtına odaklandığında motosikleti hızlandırdı ve taşlık yola aldırmadan sanki bütün gücünü verdi. Kollarım onu daha fazla sararken, soğuk rüzgâr yüzüme çarptı. Motosikletin dikiz aynasından yüzüne baktım; gözleri benim üzerimde, rüzgârdan uçuşan saçlarımdaydı.

Déjà vu'yü hiç olmadığı kadar çok hissettim. Sanki başka bir zaman dilimindeydim ve şimdiki halimden biraz daha farklıydım. Kişiler aynıydı, yer aynıydı ve sanki olaylar bile aynıydı. Farklı olan sanki sadece benmişim gibi hissediyordum.

Korel hızı biraz daha artırdığında korkmam gerekirken bu hızdan zevk aldığımı hissettim. Yüzümü bir gülümseme kaplarken, rüzgâr yüzüme daha fazla çarptı ve onun eşine daha önce rastlamadığım, rastlasam bile anımsayamadığım kokusu burnuma doldu.

Gözlerimi kapattım ve alnımı sırtına yaslarken yüzümdeki gülümseme daha fazla genişledi. Üşüdüğümü hissediyordum ama üşümek bile zevk veriyor gibiydi. Kendimi kül olmuş bir ormanın içinde son sürat koşuyormuş gibi hissediyordum.

"Korktun mu?" diye bir ses duydum.

Gözlerimi araladığımda işlek bir caddeye çıkmıştık. Caddeden çok da uzak bir yerde yaşamadığını o an fark etmiştim.

Rüzgârın kulaklarımda bıraktığı uğultulu ses hoşuma gidiyordu.

"Hayır," diye bağırdım. "Hızı ben de seviyorum sanırım."

Korel'e dikiz aynasından baktığımda gülümsediğini gördüm. Kaşları çatılmış olsa da yüzünde samimi bir gülümseme var gibiydi ya da yine alayla gülümsüyordu, bilemiyordum.

"Öyle mi dersin?" diye sorduğunda gazı daha fazla kökledi ve virajı öyle bir aldı ki dudaklarımdan tiz bir çığlık koptu. Yanımızdaki beyaz arabayı solladı ve motosiklet yan yattığında yere düşeceğimi hissettim. Parmaklarım tenine saplanırken daha sıkı tutundum ve kahkaha attım.

"Öyle diyorum." Dönüş yaptı ve başka bir arabanın hemen yanından geçtiğinde neredeyse arabaya çarpacaktı. Duruşumu dikleştirdim ve omzumun arkasından arkama baktım. Birkaç araba kornaya basıyordu. Sabah olduğu için yol çok işlek değildi.

"Öyleyse," dedi ve tek kaşını havaya kaldırdı. "Her şey olması gerektiği gibi."

Yüzümdeki gülümseme solarken, gözlerim donuklaştı ve kaskatı kesildim. Kâbusumun kesik kesik notaları rüzgârın kulaklarımda bıraktığı uğultuyla birleştiğinde okyanusun üzerine serilmiş çarşaf gibi ateşi anımsadım. Annemin ve babamın yüzleri gözlerimin önünden geçti, Korel tekrar bir virajı aldığında artık heyecanlı değildim. Ayaklarımın altında hissettiğim ceset, babamın cesediydi.

Kısa bir süre sonra bir karakolun önünde durduğumuzda kanımın çekildiğini hissediyordum. Korel motosikletinin motorunu durdurdu ve anahtarı çevirirken bana baktı. Kaşları havaya kalkarken, "Korkmadığına emin misin?" diye sordu. "Yüzün kireç gibi." Kafamı iki yana salladım. "Benim ten rengim böyle."

Dudaklarını birbirine bastırdı. "Tamam o zaman kireç suratlı," gözleriyle ellerimi işaret etti, "bana sarılmayı bırakıp motosikletimden inecek misin?"

Kendime gelirken, "Pa-pardon," diye kekeledim ve kollarımı sarıldığım belinden uzaklaştırarak motosikletinden indim. Korel de bana eşlik ettiğinde benden gözlerini ayırmıyordu. Bugün diğer günlere göre daha farklı bakıyordu ya da bana öyle geliyordu, bilemiyordum.

Karakola baktığımda hemen arkamdaydı. Derin bir nefesi dudaklarımdan verdiğimde gözlerimiz temas etti ve omuzlarını kaldırıp indirdi.

"Sen de geleceksin, biliyorsun, değil mi?" diye sordum tek kaşımı havaya kaldırarak ya da kaldırmaya çalışarak.

Kafasını aşağı yukarı salladı ve teslimiyetle ellerini havaya kaldırdı. "Gidelim bakalım."

Karakola yürürken kapının önünde duran polis memurlarının bakışları bizimle kesişti. Bir ürperti sırtımdan aşağıya ilerlediğinde Korel'in varlığı tuhaf bir şekilde bana huzur veriyordu.

"Polis memurunu nereden tanıyorsun?" diye sordum.

"Seni merkezden almaya geldikleri doğru," dedi umursamaz bir tınıyla. "Ve karakolda fazla vakit geçiren bir adamım."

Karakoldan içeriye girdiğimizde neredeyse yeni mesaiye başlamışlardı. "Cümleye bak," diye mırıldandım. "Sanki arkadaşının mekânına giriyor. Dün kendini Emre diye tanıtmıştın ama."

Birkaç polis memuru yürürken Korel'le göz göze geldi ve bakışlarındaki ifadeden Korel'i tanıdıkları belliydi. "Çay kahve içiyoruz," dedi alayla. "Kodesi severim, sence bu kadar fazla karakolda vakit geçiren biriyken nasıl olur da adımı farklı gösterebilirim?"

Haklılık payı vardı, zihnim girdap gibi dönüyordu. Kafamı iki yana salladığımda dün benimle konuşan polis memurunu nereden bulabileceğimi bilmiyordum; bu yüzden hızımı yavaşlatarak Korel'e ayak uydurdum ve o nereye götürüyorsa peşinden gittim. Birkaç polis memuruyla konuştu ve komiserin odasını sordu. Geri planda durduğum için Korel'in halletmesini bekliyordum. Ne konuştuklarını bilmiyordum fakat polis memurları Korel'e birkaç soru sorduktan sonra benimle göz göze geldiler. Kısa bir bakışmanın ardından bir polis memuru bizimle hareket etti. Bir odanın önüne geldiğimizde sağ tarafta kalan isim, dün beni almaya gelen komisere ait olmalıydı. Bizimle gelen polis memuru Korel'e bir kere kafasını salladı ve arkasını dönüp gitti. Altdudağımı dişledim ve Korel'e bakmadan, "Korkuyor musun?" diye sordum.

"Neyden?" diyerek hızlı bir cevap verdiğinde bakışlarım kapalı kapıdaydı.

"Senin yaptığının ortaya çıkmasından."

Korel uzun bir süre zarfında yüzüme baktı ve kafasını çevirerek gözlerini kapattı. "Şu hayatta korkmam gereken hiçbir şey yok."

Bir anlık hırslarım için buraya geldiğimizden dolayı pişmanlık hissettim. Korel bir şekilde kendini kurtarmak için yalan söylüyordu ve ben kendi doğruluğumu ortaya çıkarmak için buraya kadar gelmiştim; işin tuhaf tarafı o da hiçbir şekilde engel olmamıştı.

Elim kapıyı çalmak üzere havada kalırken geri indirdim ve Korel'e dönerek, "Baksana," diye mırıldandım. "Konuşmamıza gerek yok. Neyse ne, önemi de yok."

Korel'in yüzünde zafer dolu bir gülümseme yer alması gerekiyordu fakat ifadesiz yüzüne balyoz inmiş gibi oldu, kaşlarını çattı. Ne yapmaya çalıştığımı anlamış olacak ki kafasını iki yana salladı ve hızla kapıyı çaldı. Her şey kısa bir zaman diliminde olurken, içeriden yükselen onay sesiyle Korel kapıyı açtı ve ben de arkasından girdim.

Standart bir odaydı. Dosyalarla dolu dolaplar, ahşap masa ve iki sandalye vardı. İçimi büyük bir kasvet kaplarken buraya gelmemizin başlı başına yanlış olduğunu fark ettim.

"Buyurun," dedi komiser ve ben Korel'in arkasından çıktığımda bakışları benimle kesişti. Korel'le o kadar kısa bir süre bakıştı ki bu afallamama sebep oldu.

"Merhaba," diye mırıldandım. Komiser bana baktığında dün gelen ve benimle ilk konuşan polis olduğunu fark ettim. Dünün aksine bakışları daha sevecendi.

"Evet?" dedi ve Korel'e bakıp kafasını sağa yatırdı. "Nasıl yardımcı olabilirim?"

Ne diyeceğimi bilemedim ve Korel'e baktım. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı, ifadesinin üzerinde gezinen yolları arşınladığımda sanki her şeyin onun istediği gibi ilerlediğini fark ettim.

"Dün beni merkezden almaya gelmiştiniz," diye konuya girdiğimde komiser sadece bir kere kafasını salladı ve cümlenin devamını bekledi. Yutkundum, yutkunduğum yerde ihanetin damlaları aktı. Sanki kendimi Korel'e ihanet ediyormuş gibi hissediyordum.

"Evet, kızım," dedi komiser. Korel bakışlarını bana çevirdiğinde gözlerinin içinde cesaret veren bir ifade vardı.

"So..." dedim, derin bir nefes aldım ve devam ettim. "Soner Tokel hakkında bilgi alacaktım."

Komiser bir süre bana baktıktan sonra Korel'e baktı ve aralarında geçen düz bir bakışmanın ardından komiser, "Soner Tokel?" diye soru soran bir tınıyla beni inceledi. "Neyden bahsediyorsunuz?"

Ensemde bir el hissettim ve sanki o okyanusun küllerini yutmuşum gibi boğazım yandı. Korel'in bakışlarının üzerimde olduğunu biliyordum. "Soner Tokel," dedim kendimi savunarak. "Uzun saçlı adam. Siz dün beni o adam için merkezden almaya geldiniz."

Komiser şaşkın bir ifadeyle beni incelemeye devam ettiğinde gözlerinde şüphe vardı. Oturduğu koltuktan kalktı ve yan tarafındaki, dosyalarla dolu cam dolaba ilerledi. Küllerin yaktığı yerler yara oldu. Korel'le bakıştığımızda zamanın içinde kaydığımı hissettim.

S harfi olan dosyayı eline aldığında göz ucuyla Korel'e bakmayı da ihmal etmedi. Dosyanın sayfalarını karıştırdı ve yüzü daha da şüpheli bir ifadeye bürünürken kaşları çatıldı.

"Soner Tokel adında bir dosyamız mevcut değil." Önündeki dosyadan başını kaldırdı ve suçlayıcı bir tınıyla, "Neyden bahsediyorsun?" diye sordu.

Dehşet içinde Korel'e baktığımda yüzü haklı olduğunu belli ediyormuş gibi bir ifadeye bürünmüştü.

"Hayır," diye fısıldadım ve olduğum yerden öne çıkarak birkaç adım attım. "Dün beni Anektod Merkezinden Soner Tokel için aldınız ve bir morg odasına götürdünüz." Gözlerimi kapattım ve zihnime çizilen o görüntüye kucak açtım. "Adam bir cani tarafından," caniyi söylerken üzerine bastırmıştım, "haşlanmıştı ve kalbi," ellerimi yumruk yaptım, "kalbinin olduğu yerde kocaman bir iz vardı. O cani, o adamın kalbini sökmüştü."

Omuzlarımda bir el hissettiğimde gözlerimi açıp arkama baktım. Korel beni tutmuştu ve o an titrediğimi yeni fark ettim. Avuçlarımın içine tırnaklarımı geçirmemek için kendimle savaşıyordum. Bir şeyler ya tamamen ters gidiyordu ya da doğru gittiği halde biri direksiyonu çeviriyor, yanlışa sürüklüyordu, bilmiyordum ama kafayı yiyecekmiş gibi hissediyordum.

Komiserin tek kaşı şüphe içinde havaya kalkarken korkudan nefesimin kesildiğini hissediyordum. Bir şeyler, olmasını istemediğim şekilde ilerliyordu. Direksiyonda oturan kişi ben miydim, Korel miydi, bilemiyordum.

"Böyle bir şeyin olması kurallar açısından bile mümkün değil, ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu evladım?" Kaşları çatıldı. "Ayrıca şu an benimle burada rahatça konuşuyorsanız bile bunun nedeni savcıyı çok yakından tanıdığım ve sevdiğimden." Savcı? Savcı da kimdi? Komiser, masasının üzerindeki kâğıtları karıştırdı ve kafasını iki yana sallayarak göz ucuyla Korel'e baktı. "Korel Erezli," dedi imalı bir sesle. "Neler olduğunu anlatmak ister misin?" Bir yandan da önündeki kâğıtları karıştırmaya devam ediyordu.

Ona Korel Erezli diye hitap etmesi şaşırttı. "Ne?" diye fısıldadım ve iki tarafa da şaşkınlıkla baktım.

"Ama o Emre..." Sustum. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilmiyordum.

Korel omuzlarını kaldırıp indirdi ve beni kendi yanına çekti. "Sanırım Minel'in," bana baktı, "kafası çok karıştı. Herkes onu suçluyor."

"Hayır," diye inlediğimde sesim odanın içinde yankı yaptı. Korel'i iteklemek, ona karşı koymak istiyordum. "Bakın," dediğimde sesim yenik çıkıyordu. "Korel Erezli'yi tanıyor musunuz?"

Komiser önündeki kâğıtlardan başını kaldırdı ve kafasını aşağı yukarı salladı. "Konuyla ilgisi nedir?" Yüzü alaylı bir ifade aldı ya da ben öyle sandım. "Korel'in maalesef ki ikinci evi karakoldur; ayrıca savcı sayesinde onu daha yakından da tanıyorum."

Korel'in gözlerinin içine özür dileyen bir ifadeyle baktım ve o saniye, kendimden belki de hiç beklemediğim bir şeyi yaptım. İçimdeki canavarların sesi, benim sesimi bastırıyor gibiydi. "Dün bu adam da yanımızdaydı. Size kendini Emre diye tanıttı."

Bana bir aptalmışım gibi bakan komiserin gözlerinin içindeki ve harelerine yayılan şüphe gitgide daha da genişliyordu. Korel'in boğazını temizlediğini duyduğumda bakışlarımı ona çevirdim ve gülmemek için kendini zor tuttuğunu fark ettim.

"Daha neler," dedi boğuk bir sesle. Tınısında daha farklı duygular da vardı fakat tarif edemiyordum.

Komiser bir şey söylemek yerine elinde tuttuğu kâğıdı bana uzatıp kaşlarını çattı. Korel benden önce davranıp kâğıdı aldığında gözlerimi yazılanlara odakladım. Korel dudaklarını birbirine bastırdı ve kâğıda göz gezdirdikten sonra sert bir şekilde bana uzattı.

"Beni suçlaman gereksiz."

Elinden kâğıdı aldığımda harflerin beyaz sayfanın üzerinde yaptığı lekeler sanki bedenimde izler bıraktı. Hızlıca yazılanlara göz gezdirdiğimde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı ve kafamı iki yana salladım. "Ama bu," kâğıttan gözlerimi ayırıp komiserin yüzüne baktım, "ben bunu," gözlerimi kapattım. "Ben bunu hatırlamıyorum. Bu yaşanmadı."

Kâğıtta yazan tarih düne aitti, benim verdiğim bir ifadeydi. Azra Dinçer hakkında verdiğim ifade kelimesi kelimesine yaşadıklarımı anlatıyordu ve aynı şekilde kâğıda aktarılmıştı. Tekrar baktığımda sayfanın sonundaki imzamı gördüm ve parmaklarımda tuttuğum kâğıt elimden kaydı. Son anda Korel kâğıdı yakaladı, gözleri benden ayrılmıyordu.

"Bu olamaz," dediğimde daha çok kendi kendimle konuşuyor gibiydim. "Bu imkânsız. Olmamalı." Korel'in sonbaharı anımsatan gözleri benimle kesiştiğinde yalvaran gözlerle ona baktım. "Hayır. Bunu hatırlamıyorum."

Komiser sert bir ifadeyle, "Minel Karaer," diye seslendiğinde adımdan nefret ettiğimi hissettim. "Devletin memuruyla dalga mı geçiyorsun?"

Korel, "Kusura bakmayın," diye mırıldandığında bir elini belime sardı ve beni kendine doğru çekti. Beklenmedik teması

ürpermeme sebep olurken onun da bu durumdan hoşnut olmadığını fark ettim. "İyi bir ruh halinde değil."

Komiserin bakışları Korel'le uzun süre kesişti. Aralarında geçen sözsüz bakışmayı bölecek cellat, Korel'in dilsizliğinde ve sağırlığındaydı.

"Çıkın," dedi komiser kaşlarını çatarak. "Bir daha da böyle saçma şeylerle devletin memurunu meşgul etmeyin." Kanımın çekildiğini hissettiğimde komiserin yüzündeki şüphe uzaklaşmamıştı. "Soner Tokel," diyerek bana hatırlatma yaptı. "Aklıma kazıdım, küçük hanım. Araştırılacak."

Benden mi şüpheleniyordu? Cellat ben miydim?

Bir şey söylemek için dudaklarımı araladığımda, Korel buna izin vermeyerek beni kolumdan çekti ve kapıya kadar sürükledi. Adımlarım sağlam, düşüncelerim netti fakat sanki zehir içiriyorlar, kadehlerini zihnimde parçalayarak beni en kötüsüne sürüklüyorlardı.

"Amacın neydi?" dedi Korel odadan dışarı çıktığımızda. Sesi sakindi fakat bakışları tepkili gibiydi. Yanımızdan iki tane polis memuru geçtiğinde boğazını temizledi. "Hayal dünyanda ismimi Emre diye mi düşünüyorsun, Turuncu?"

Zehir dolu kadehler parçalandı, zihnim kanadı, anılarım dikiş tutmadı ve ben hiçbir şey hatırlayamadım. Dün yaşadıklarımın hepsi kâbus ise beni o cesedin üzerine itekleyen Korel'in ellerinin baskısını nasıl olur da hâlâ omuzlarımda hissederdim?

"Dans hocam," diye fısıldadım ve gözlerimi kocaman açtım. "Hülya Hoca. O cesedi gördü." Ellerimi saçlarıma geçirdim, terlemiştim. "O benim şahidim. O çok kötüydü, cesedin yüzünü görmüştü."

Korel düz bir ifadeyle bana baktıktan sonra sabırla derin nefes aldı. "Ne yapmaya çalışıyorsun? Amacın sadece beni suçlamak mı?"

"Hayır," dedim hızla ve yüzümü buruşturdum. "Şu an yaşadığım şeyler yaşanmamış gibi görünüyor ve bu çok aptalca. Biz dün beraberdik. Morg odasına beraber girdik. Sen beni kaçmak istediğim halde o cesede doğru ittin. Aynı onun gibi..."

Yaşanmayan her anının yaşanan her anıdan ödünç aldığı bir parça vardı.

Dün yaşamadığımı iddia ettikleri anımda yaşadığım bir anıyı canlandırmıştım. Babamı hatırlıyordum; aynı şeyleri hissetmiş, aynı şeyleri yaşamıştım. Her şey, bir déjà vu sahnesinden ibaret gibi görünse de aslında bunu tek hisseden ve bilen bendim.

"Aynı kimin gibi?" diye mırıldandığında bir adım atıp bana yaklaştı. Göğsündeki boşluktan yükselen o kül kokusu kalbinin yanığından mı geliyordu? Burnumu göğsünün ortasına dayayıp külü koklamak istedim.

"Dans hocamı arayacağım," dedim konuyu değiştirerek. "O her şeyi biliyor."

Sırtıma attığım çantadan telefonumu çıkarırken, "Aynı ki min gibiydim, Turuncu?" dedi soluk bir sesle.

İstediği bir cevap vardı, net bir şekilde o cevabı duymak istiyordu fakat benim dilim sesli bir şekilde açığa çıkarmak istemeyecek kadar korkaktı. Telefonumun kilidini açtığımda başka bir şaşkınlığın koynunda kendimi buldum. "Çok tuhaf," dedim kaşlarımı çatarak. "Amcam hiç aramamış."

"Seni arkadaşında kalıyorsun diye biliyor," dedi kısık sesle ve kafasıyla işaret ederek bulunduğumuz yerden uzaklaşmak için birkaç adım attı. Anlamadığım için ona düz bir ifadeyle baktım, o ise büyük bir aptalmışım gibi bakışlarını benden kaçırdı. "Büge," dedi ve çıkış kapısına doğru yürüdük. "Seni onda kalıyorsun diye biliyor."

Anlayamıyordum. Saat sabahın sekizini geçmişti ve amcamın beni evde göremeyince çıldırarak arayacağını az çok biliyordum. "Bu nasıl oldu?" dedim sorgulayan bir tınıyla. Aslında şu an çok da umurumda değildi, ilgilenmiyordum.

Kapıdan çıkarken birkaç polis memuru Korel'le göz göze geldi ve bakışlarını kaçırdılar, bu da çok tuhaftı. Korkudan öte, çekimserlik var gibiydi. Temiz havaya çıktığımızda sonbaharın ılık rüzgârı yüzüme çarptı ve gökyüzünün yine güneşe kucak açmadığını, yağmurlu bir havanın hüküm süreceğini anladım.

"Sen daha iyi bilirsin," dedi imalı bir sesle ve cebindeki sigara paketinden bir tane sigara çıkararak dudaklarının arasına sıkıştırdı. "Sonuçta arkadaşından yarış yerinin nerede olduğunu öğrenmesini isteyen sensin."

"Neyden bahsediyorsun?" dedim yalana başvurarak, sesimin tınısında dürüstlüğün izi yoktu. Korel söylediğim yalanı fark etmiş olacak ki ilk başta tepkisiz, sonrasında oldukça sıradan bir yüz ifadesiyle beni inceledi.

"Arkadaşın sana mesaj attı," dedi buz gibi bir sesle. Dudaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasının ucundaki külü alevlendirdi ve gözlerini kıstı. Sigaranın ucundaki ateş gözlerinin içine renk verirken çenesindeki yanık izinin seğirdiğini gördüm. "Ve bil bakalım attığı adres, kimin katılacağı motosiklet yarışına ait?"

Bir şey söylemek yerine bakışlarımı ondan kaçırdım ve elimdeki telefonu kurcalayarak mesajlara girdim. Büge açık bir şekilde adresi vermiş, sonuna da birkaç soru ekleyerek neyin peşinde olduğumu öğrenmeye çalışmıştı.

"Arkadaşını aradım." Dudaklarına sıkıştırdığı sigarasını parmaklarının arasına aldı ve motosikletine doğru beraber ilerledik.

"Sonra?" dedim fakat hâlâ yüzüne bakmıyordum. Gözlerim uzaktaki motosikletine daldığında başka bir déjà vu'yü hisseder gibi oldum. Gerçekten dün bu karakola gelmiş olabilir miydim?

Durdu ve boş gözlerle bana baktı. "Turuncu, kafanın içinde bir beyin var mı?"

Onunla tartışmak istemediğim için sadece gözlerimi devirme ihtiyacı hissettim. "Büge'yi mi aradın?"

Boş bakışlarında bir anlam belirmedi ve sigarasından derin bir nefes çektikten sonra dumanı havaya üfledi. "Evet. Amcana onun evinde kaldığını söylemiştir."

Büyük bir hayal kırıklığıyla kafamı iki yana salladım ve bulutlu gökyüzüne baktım. "Beni soru yağmuruna tutacak, ayrıca sen hangi hakla benim mesajlarımı okuyabiliyorsun?"

Korel elinde tuttuğu sigarasını diğer tarafa fırlattıktan sonra, "Yürü," diyerek tamamen konuyu değiştirdi.

"Nereye?" diye mırıldandığımda çoktan peşinden ilerliyordum.

"Doğa yürüyüşüne," dedi dalgayla ve gözlerini devirdiğini görür gibi oldum. "Çadır kuracağız."

"Ne?" diye inlediğimde kafam o kadar çok karışmıştı ki hiçbir şey anlayamıyordum.

Korel motosikletine bindiğinde iki elini de kafasına götürüp açık kestane saçlarını dağıttı. "Aptal bir kız değilsin ama beni delirtmek için böyle davranıyorsun, değil mi?" Motosikletinin kilidine anahtarı yerleştirdiğinde, "Senin yüzünden berbat bir güne başladım," diyerek yakındı. "Karnımı doyurmazsam gidip senin şu bahsettiğin cesedi yiyeceğim."

Yüzümü buruştururken, zihnime tekrar dikenler batıyormuş gibi oldu; o gördüğüm cesedin soğuk kasırgası ruhumu sarsıyor, Korel'in gözlerinin içinde gördüğüm cani ifade en gerçek yalanım oluyordu.

"İğrençsin," dedim elimle ağzımı kapatarak. "Gidip karnını doyurabilirsin, benimle bir işin yok." Elimdeki telefonu havaya kaldırdım. "Hem Hülya Hoca'yı aramam gerekiyor. Unuttur maya çalışma."

Korel uslanmaz bir tavırla kollarını önünde bağladı ve keyif alıyormuş gibi beni izledi. "Ara bakalım. Bekliyorum."

Bir süre onun kurumuş yaprak rengi gözlerinin içine baktım ve ne yapmaya çalıştığını anlamak istedim fakat Korel diğer günlere göre o kadar ifadesiz ve bir o kadar ifadesi açık bakıyordu ki ne tarafa ilerleyeceğimi bilemiyordum. Bir cevap vermek yerine telefonumdan dans atölyesinin numarasını tuşladım ve kulağıma götürürken bakışlarımı Korel'den çekmedim; o da bana bakmaktan kaçınmıyor, dik bakışlarını üzerimden ayırmıyordu. Dudağının sağ tarafı kavis çizmişti ve bu, yanık izinin daha fazla açığa çıkmasına sebep olmuştu. Gözlerim çenesindeki ize kayarken yüzünün şeklinin değiştiğini hissettim.

"Buyurun," dedi bir adam sesi ve kendimi toplamaya çalışarak gözlerimi Korel'den çektim, yere baktım.

"Merhaba, Hülya Gün'le görüşmek istiyorum." Ayağımla yere bir şeyler yazmaya başladım. "Dans öğretmenim kendisi."

Adam, "Merhaba," dediğinde telefonun gerisinden yükselen sesleri duyabiliyordum. "Hülya Hanım'ın atölyesinin sahibiyim. Kendisi acil bir işinin çıktığını söyleyip gitti ve atölyesini de devretti."

Yüzümün aldığı şekil yerde oluşan su birikintisine yansıdığında dehşet ifadesini açıkça gördüm. "Nasıl?" diye fısıldadım ve ister istemez Korel'le göz göze geldim. "Ben onu cep telefonundan aramalıyım."

"Cep telefonu kapalı," dedi adam. İsteksiz konuştuğu çok belliydi. "Sanırım şehir dışına çıktı. Geri dönecek gibi görünmüyordu, ailesinden biri rahatsızlanmış olmalı."

Hülya Hoca'yı son gördüğümde hiç olmadığı kadar korkmuştu ve oldukça kötü görünüyordu. "O kötü müydü?" diye sorduğumda, Korel tek kaşını kaldırdı.

"Daha çok acelesi var gibiydi," dedi adam. "Sen öğrencisi Minel misin?"

"Evet," dedim hızlıca ve olduğum yerde volta atmaya başladım. "Bir şey mi söyledi?"

"Dikkatli olmanızı söyledi," dedi adam ve izin isteyerek birilerine sert bir şekilde bağırdı. Büyük ihtimalle ruhumu emanet ettiğim o güzel atölyeyi boşaltıyorlardı. "Ve dansı hiçbir zaman bırakmamanız gerektiğini..."

Yutkunamadım, boğazıma sanki acı bir yumru oturdu. Kafamı aşağı yukarı salladığımda, "Teşekkür ederim," diye fısıldadım ve cevabını beklemeden telefonu kapatarak olduğum yerde öylece dikildim.

Bir şeyler olmuştu. Onun aceleyle gitmesine sebep olacak bir şeyler olmuştu. Neden dikkatli olmamı istiyordu? İç sesimin dile getirdiği en net cümle, ona kötü bir şeyler olduğuydu. Bir şeylerden kaçıyordu.

Bakışlarım sertçe Korel'le kesiştiğinde dişlerimi birbirine bastırdım. "Gitmiş," dedim gergin bir sesle. "Gitmiş demek doğru olmaz. Kaçmış."

"Hım," dedi Korel oldukça ilgisiz bir sesle. "Belki de senin bahsettiğin şu cesedi deşen dans hocandır."

"Ne saçmalıyorsun?" diye kısık bir sesle bağırdığımda ellerimi yumruk haline getirmiştim. "Hocam belki de benim tek şahidimdi ve biri onun kaçmasına sebep oldu. Tam da düşündüğün gibi aptal biri değilim."

Aklımın içindeki labirente benzeyen düzeneğin her parçasında dolandığımda sonuca ulaşamıyordum fakat ilerlediğim yollarda bazı şeyleri fark edebiliyordum; belki de fark ettiklerim bir yalandan ibaretti ya da aklımın bana bir oyunuydu, bilmiyordum ama tek görebildiğim, ne kadar maske takarsa taksın, Korel'in masum bir adam olmadığıydı.

"Şimdi de dans öğretmenini kaçırdığımı mı düşünüyorsun?" Kulağa oldukça saçma gelse de bu düşünceye inanmak zorundaymışım gibi hissediyordum. "Neden olmasın?"

Korel saniyenin onda biri kadar yüzüme baktıktan sonra, "Yeter," diyerek kaşlarını çattı. "Kafanın içinde yaşattığın cesedi senden başka kimse bilmiyor ve sen kendine bir yandaş arıyorsun." Anahtarı çevirdi ve motoru çalıştırdı. "Seçtiğin kişi yanlış kişi, Turuncu. Senin aklını başından alırım, ruhun duymaz."

"Neden bu kadar rahatsın?" dedim konuyu tamamen değiş tirerek. Ona doğru yaklaştım. "Diyelim ki ben aklımı kaybediyorum ve hepsini uyduruyorum. Sence bu kadar rahat olman tuhaf olmaz mıydı?"

Korel soğuk bir ifadeyle gülümsedi. "Tek deli sen misin?" dedi gözlerimin içine bakarak. "Eğer zihnimi görebilseydin ateşi arzulardın, Turuncu."

Kâbusumun başka bir görüntüsü gözlerimin önüne serilirken, okyanusun en derin boşluğundan tepeye bakıyordum. Okyanusun üzerine serilen çarşaf gibi ateşin üzerindeki kelleler, benim o ateşi arzulamama ve yanarak ölmenin cennetteymiş gibi hissettirmesine sebep oluyordu.

"Zihnini görmediğimi nereden biliyorsun?" diye sorduğumda bana o kadar uzun bir süre baktı ki çırılçıplak olduğumu hissettim.

"Eğer görseydin şu an burada olmazdık." Motosikletinin gazını alevlendirdi. "Bu cani adamla gelip öldürdüğü adamların etlerini yiyecek misin yoksa vejetaryen olarak mı devam edeceksin?"

Midemin bulandığını hissettim. "İğrenç espriler yapmaktan vazgeç." Elimle ağzımı kapattım. "Ayrıca ben vejetaryen değilim."

Korel bütün dişlerini göstererek sırıttı fakat samimi bir gülümseme değildi. "İyi o zaman, insan etinin vitamini yüksektir."

"Korel!" diye inlediğimde ilk defa adını bu kadar net bir şekilde ona söylemiştim. Bir anlık afalladığını hisseder gibi olsam da anında ifadesini düzeltti.

"Tamam," dedi, az önceki keyfi uzaklaşmıştı. "Espri yok. Merak etme, insan eti yemiyorum." Bakışlarında ima vardı. "Atla, yemek yiyelim."

En berbat geçirdiğim sabahlardan bir tanesiydi. İnançsızlığı en çok kendime karşı hissediyordum ve artık zihnimden hiç olmadığı kadar çok nefret ediyordum. Gerçekten aklımın bana oynadığı bir oyun olabilirdi çünkü mantıklı düşündüğümde, hayatımla ilgili birçok önemli detayı hatırlamadığımı, hatırlayamadığımı biliyordum. Sanki birileri vakumlayarak o güzel ya da kötü anıları benden almış, üzerini siyah bir çarşafla örtmüştü. Siyah çarşafın üzerine bazen ışık tuttuğumda çarşafın altında kalan siluetleri ve anıları görebiliyordum fakat bu ışık, benim istediğim zamanlar elimde olmuyordu ya da ışık benimle oyun oynuyordu.

Belki de dün yaşananlar, aklımın köşesinde silinen anılarımla ilgiliydi ve bir karakol bile olsa o kara çarşafa ışık tutmuş, beni o anılara sürüklemişti. Bu yüzden o cesede bakarken babamı hatırlıyor, sanki arkamdan beni itekleyen kişinin babam olduğunu düşünüyordum.

Belki de Korel gerçekten masumdu.

"Üçe kadar mı sayacağım?" dedi gergin bir tınıyla. "Bu sefer saymam."

Belki de Korel bana yardım edebilirdi. Ne şekilde, nasıl olduğunu bilmiyordum ama belki de benim kara çarşafın altındaki anılarıma ışık tutabilirdi. Cevap vermeden motosikletine ilerledim ve yüzüne bakmadan omuzlarına tutundum. Motosikletinin arkasına bindiğimde bu sefer ilk bindiğim gibi zorlanmamıştım; sanki motosiklet kullanmayı biliyormuşum gibi hissediyordum.

Ellerimi beline sararken çenemi sert sırtına yasladım ve dikiz aynasından ona baktım. "Çok acıktım."

Korel'le bakışlarımız birbirine değdiğinde ilk defa harelerinde şefkati hissettim. "Sen hep çok açsındır, minik turuncu kız."

Ilık rüzgârın saçlarımda ettiği danstan zevk almaya başlamıştım; ara sıra dikiz aynasına bakıyordum ve o anlarda Korel'le göz göze geliyorduk, gözleri benden öte saçlarımda geziniyordu. Nereye gittiğimiz hakkında bir fikrim yoktu, sormak da istememiştim çünkü bir şekilde şu an bu motosikletin arka tarafında oturmam bile ona inandığımı gösteriyordu.

Gittiğimiz yol taşlıktı ve işlek değildi; dar bir yol olduğu için arabalar tek yönlü ilerliyordu. Az önceki gibi çok hızlı kullanmıyordu fakat başka bir insana göre bu durum bile aşırı gelebilirdi. Bir taraf dağlık, diğer taraf denizdi. İstanbul dışına çıktığımızı düşünüyordum, uzun bir süredir yoldaydık.

"Korel," diye seslendiğimde sesim rüzgârdan titremişti. "Daha var mı?"

"Çok mu acıktın?" dedi kaşlarını çatarak ve motosikletinin hızını artırdı.

Beline sarılı duran kollarım uyuşmuştu ve dakikalardır aynı şekilde oturduğumdan olsa gerek tutulduğumu hissediyordum. Sırtına yaslı olan çenemi hafifçe sürttüm ve derin bir nefes aldım. Bu sefer külün kokusu, daha yanık geliyordu. "Sadece yoruldum," diye mırıldandığımda beni duyup duymadığından emin değildim.

Yavaş bir hareketle çenemi sırtından çektim ve sağ yanağımı hafifçe sırtına yaslayarak bakışlarımı berrak, koyu mavi denize çevirdim. Havada güneş olmadığı ve bulutlar fazlasıyla belirgin bir şekilde denizin üzerine kapandığı için kendimi gökyüzünü ve yeryüzünü kucaklıyormuş gibi hissediyordum.

Korel motosikletin hızını azalttı. "Az kaldı." Başını çevirdiğini hissettim. "Ne düşünüyorsun?"

"Bulutları," dedim hızlıca ve tekrar çenemi sırtına yaslayarak yüzüne baktım. Yan gözle bana bakıyor, bazen de yola odaklanıyordu. "Aldıkları şekiller hep ilgimi çekmiştir." Elimi kaldırdım ve en yakın görünen bulutu gösterdim. "Sence de şirin bir kediye benzemiyor mu?"

Korel parmağımla gösterdiğim buluta baktığında kendi kendine homurdandığını duydum; gözlerini diktiği bulut, sanki bakışlarından etkileniyormuş gibi parçalanmaya başladı. "Kedi mi?" Kafasını iki yana salladı ve motosikleti daha da yavaşlattı. "O bulutta bir kadın cesedi var."

Korkuyla gözlerim açılırken tekrar buluta baktım ve daha dikkatlice baktığımda bulutun parçalandıktan sonra bir kadın siluetine dönüştüğünü fark ettim. Başı bedeninden ayrılmıştı ve bir bacağı yokmuş gibi görünüyordu.

"Güzelim kediyi resmen o bakışlarınla parçaladın." Oldukça karnında duran elimi yumruk yaptım ve hafifçe vurdum. "Cani olduğunu biliyordum."

Başını çevirdi fakat gülümsediğini hissettim. "Gece yıldızları izlemek yerine, gündüz bulutları izlemeyi tercih edersin, değil mi Turuncu?"

Kendime kısa bir süre düşünme fırsatı versem de aslında cevap açık ve net ortadaydı. "Sanırım öyle. Yıldızlarla alıp veremediğim yok ama bulutlar bana daha farklı hissettiriyor. Çok değişik bir duygu."

Korel motosikleti biraz daha yavaşlatıp dönüş yaptığında uzakta duran restoranı gördüm. Gözlerim kısılırken, "O duygunun ne olduğunu biliyorum," dedi kendinden emin bir şekilde. "Yıldızların da sana ne hissettirdiğini biliyorum."

"Öyle mi?" dedim alayla. "Hiç sanmıyorum. Her şeyi bilemezsin."

Motosikletini durdurdu ve alayla bana baktı. "Öyle mi?" dedi beni taklit ederek.

Kafamı aşağı yukarı salladığımda motosikletinden iniyordum. "Güzel bir yere benziyor," dedim lafı değiştirerek. "Manzara harika."

Restoran denizin kıyısındaydı ve çardaklar vardı. Bazı çardaklarda iki ya da üç masa vardı. Korel tek masalı bir çardağa ilerlediğinde onun peşinden gittim. "Öyledir," diye mırıldandığında daha derinlere gömülü başka bir şey söylemek istiyormuş gibi hissettim.

Masa ve sandalyeler ahşaptı. Çardaklar kumun üzerinde olduğu için bez ayakkabılarımın içine kum girmişti fakat pek umurumda değildi. Çevre bembeyaz görünüyordu. Tek renk, denizin maviliği ve gökyüzünün türkuvaz rengiydi. Sandalyeye yerleştiğimde Korel de tam karşıma oturdu ve yaklaşık on metre ilerideki restoranın içinden bir adam koşarak çıktı. Bize doğru ilerleyen adam, Korel'i gördüğünde âdeta gözlerinin içi güldü.

Yan tarafımdan gelen denizin dalga sesi, eşsiz bir şekilde beni en güzel hislere doğru sürüklüyordu. İyot kokusunu seven biri değildim fakat bu sefer iyi hissettirmişti. Hava ılık olmasına rağmen, denizden gelen nemi saçlarıma dokunduğumda hissedebiliyordum.

"Hoş geldin, Korel oğlum," dedi adam ve Korel'in omzunu sıvazladı. "Uzun zamandır gelmiyordun. Nasılsın?"

"Eyvallah," dedi Korel göz ucuyla bana bakarak.

Adamın bakışları benimle buluştuğunda tarifsiz bir his boğazımdan aşağıya kaynar bir su gibi aktı; sanki denizin suyunu yutmuş, gökyüzünü içmiştim.

Adam da bana uzun bir süre baktı ve en sonunda, "Hoş geldiniz," dedi uzaktan gelen bir tınıyla. Tınısı Korel'in konuşması gibi aksanlıydı. Samimi bir şekilde gülümsediğimde adam benden bakışlarını ayırdı ve tekrar sıcak bir ifadeyle Korel'e baktı. Sanırım benden pek hoşlanmamıştı.

"Kahvaltıyı gönderiyorum o zaman?" dedi adam. Sanki Korel'e başka bir şey soruyormuş gibiydi.

"Gönder, Yaşar amca," deyip gülümsedi. "Biliyorsun. Patatesli yumurta ve kaşarlı sucuklu gözleme." Gerçekten gülümsemesi sıcaktı. Çenesindeki yanık izini bile silen bu samimi gülümsemeyi sanki daha önce defalarca görmüşüm gibi hissettiren neydi?..

"Bilmem mi?" dedi adam ve Korel'in omzunu sıktı. Yaşar amcanın tekrar bana bakmasını bekledim fakat bakmadı ve arkasını dönerek gitti.

"Tatlı bir adam," dedim bakışlarımı hafif dalgalı denize doğru çevirerek. Bulutlarla deniz birleşmişti. Her an yağmur yağabilirdi.

Korel'in sonbaharı anımsatan gözlerinin benim üzerimde olduğunu hissediyordum, göz ucuyla ona baktığımda bakışları kısık ve yüz ifadesi sertti. Kollarını önünde bağladı ve bakmaya devam etti.

Ben de ona baktığımda tek kaşımı havaya kaldırmaya çalıştım fakat başarısız oldum. "Neden öyle bakıyorsun?"

Bakmaya devam etti. Açık kestanerengi saçları bugün daha koyu görünüyordu. Hiç uyumadığı, gözlerinin altındaki morluklardan belliydi; bir madde kullanıp kullanmadığını merak ettim. "Söyle bakalım," dedi aksanı belirgin bir tınıyla. "Motosiklet yarışlarının yerini ne yapacaktın?" Tam ağzımı açtığım sırada işaretparmağını kaldırdı. "Yalansız."

Parmaklarımı çıtlatmaya başladım ve bakışlarımı ondan kaçırdım. "Gelecektim." Yaşar amca yerine benden yaşça daha küçük görünen bir çocuk masaya servisleri ve kahvaltılıkları getirmeye başladığında Korel'e kocaman gülümsedi.

Korel genç çocuğun saçlarını karıştırdı. "Ne haber Sait?"

"İyiyim abi," dedi daha geniş sırıtarak ve utançla başını eğdi.

"Gürkan abi yok mu?"

Korel sırıttı. "Gürkan abi yok, Korel abi var. Yetmez mi?"

Sait kızardı ve zorlukla taşıdığı tepsideki kahvaltılıkları sırayla masaya yerleştirirken bakışları bana döndü. "Hoş geldin abla."

O kadar iyi niyetli görünüyordu ki içimde bir yerlerin cız ettiğini hissettim. "Hoş bulduk. Nasılsın Sait?"

"İyiyim abla," dedi ve masaya son servisleri bırakırken Korel'e dönüp, "Başka bir isteğin var mı abi?" diye sordu. Korel masaya göz gezdirdi ve kaşlarını çattı.

"Çaylar nerede Sait?" Bana baktı. "Bir de portakal suyu getir ekstradan."

Sait kafasını salladı ve koşarak restorana ilerledi. Korel'i çok sevdiği o kadar belliydi ki...

"Gelecektin?" dedi Korel; az önce Sait'le konuşan o adam uzaklaşmıştı. "Sebep?"

Yüzümdeki gülümseme solarken altdudağımı dişledim ve rüzgârdan kabaran saçlarımı omzumdan arkaya attım. "Bilmiyorum," diye mırıldandığımda gözlerimi tekrar ondan kaçırdım. Bir şekilde artık Korel'e dürüst olmak istemediğimi hissediyordum, ardından yeniden ona döndüğümde silahlarımı kuşandım. "Belki de sen geleyim diye yanımda konuyu açtığın içindir?" Bunu beklemiyordu. "İstediğin bu değil miydi?"

Sait iki çayı ve bir portakal suyunu masaya gelip bırakırken Korel beni izliyordu. Sait gittiğinde ise son söylediklerime cevap vermek yerine, "Çok mu gelmek istiyorsun?" diye sordu. Masada dizili olan kahvaltılıklara büyük bir açlıkla baktım. Elime çatalı aldığım sırada Korel sert bir şekilde elimden çatalı çekti.

"Sana bir şey sordum Çilli, bana cevap ver."

"Çok açım," dedim homurdanarak. "Yemekten sonra konuşsak?"

"Hayır," dedi net bir sesle ve önünde duran gözlemeden büyük bir parça ısırırken bakışlarını benden ayırmadı. "Eğer bana bir cevap vermezsen aç kalırsın."

Kaşlarım çatıldı ve ona düz bir şekilde baktıktan sonra kollarımı önümde bağlayarak, "Gaddar," diyerek inledim. "Aç kalırım öyleyse."

Korel'den bir geri adım bekledim fakat omuzlarını silkti. "Keyfin bilir," diye mırıldandıktan sonra başka bir gözlemeyi daha ağzına attı.

Yaklaşık beş dakikadır karşımda aç kurtlar gibi kahvaltılıkları yiyordu ve benimle kesinlikle göz teması kurmuyordu. Çatalımın onda olması bir bahane değildi, elimle bile yiyebilirdim fakat damarıma bastığı için aç kalacağımı biliyordum. "Yavaş olsana," diye inledim. "Boğazında kalacak." Çayından birkaç yudum aldı ve beni duymazdan geldi. Geri adım atacak gibi görünmüyordu. "Gerçekten çok gaddarsın." Yutkunarak kahvaltılıklara baktım. "Yaptığın canilik."

"Dikkat et," dedi Korel son lokmasını yutarken. "Bugün bana defalarca cani dedin ve bir caniyle nasıl konuşman gerektiğini bile bilmiyorsun." Elinde tuttuğu ekmeğe peynir ve zeytin koyduktan sonra ağzına attı. "Kızdırmak istemezsin."

Dilimi ona doğru uzattım. Bu tepkimden sonra çiğnediği lokma duraksadı ve bakışları donuklaştı. Eli havada kalırken, yutkunduğunu hissettim. Kısa bir süre sonra kendini topladığında ağzındaki lokmayı çiğnemeye başladı; eskisi kadar iştahlı değildi.

"Sana daha neler yaptıracağım bakalım," diye mırıldandığında çayından birkaç yudum daha aldı. "Resmen seni aç bırakabiliyorum, Turuncu."

"Beni sen aç bırakmıyorsun," dediğimde önünde duran çatalımı aldım ve zeytine batırarak ağzıma attım. "Cevabımı duymak mı istiyorsun?" Zeytini çiğnedim ve çekirdeğini ağzımda tutarken gülümsemeye çalıştım. "Yarışlara gelmek istedim."

Korel az önceki kadar keyifli görünmüyordu. Boğazını temizledi ve önümdeki tabağa gözleme ile yumurta koyarak bakışlarıyla işaret etti. Büyük bir açlıkla gözlemeyi ikiye bölerken, "İyi o zaman," dedi ve gözlemeyi ağzıma attım. "Bu akşam geliyorsun."

Lokma ağzımda takılı kalırken yutkunmakta zorlandım ve öksürerek portakal suyundan büyük bir yudum aldım. "Ne?"

"Evet," dedi ve sırtını sandalyeye yasladı. "Neyin peşindeysen onu göreceksin."

Bir şeyin peşinde olmadığımı söylemek istedim fakat Korel'in bana inanmayacağını biliyordum. Kurumuş yaprak rengi

gözlerini daha yakından ve daha net görmek istiyordum; baktı ğımda derinlere gömülü olan o mezarlara ve belki de hâlâ canlı bir şekilde varlığını sürdüren duygularına ulaşabilecektim.

Korel'in gözlerinde mezar vardı. Tek görebildiğim buydu.

Duygularını gömdüğü mezarlar, sonbahar gözlerinden okunabiliyordu fakat hangi duyguları gömdüğünü anlayamıyordum. Merhametini gömdüğünü düşünürken, bir şekilde beni şaşırtabiliyordu.

Her şeyden öte ve her şeyden ziyade, o mezarlardan birinde sanki benim varlığım bulunmaktaydı; canlı bir şekilde beni gömmüş, ölüme terk etmiş gibi hissediyordum.

Ölmüş müydüm? Öldürmüş müydü? İşte bunun cevabını ancak sonbaharı yaza kucak açtığı zaman hissedebilirdim.

"Çüş!" dedi Korel dakikalar sonra ve gözlerimi önümdeki tabaktan ayırıp ona baktım. "Kızım, yediklerin nereye gidiyor senin?"

Masadaki her şeyi neredeyse silip süpürmüştüm ve hâlâ kendimi aç hissediyordum. "Ne oldu ki?" dedim ağzımda yemek varken. "Hâlâ açım."

Korel'in dudakları aralandı ve derin bir nefes alarak, "Çelimsiz bir çilliye göre fazla yemek yiyorsun," diyerek homurdandı. "Sanırım 'bir de yerin altında var' dedikleri sensin."

Kaşlarım çatıldı ve sırtımı sandalyeye yaslayarak göbeğimi ovuşturdum. "Ben kısa değilim, sırık adam. Sen çok uzunsun, boyun kaç senin?"

"Bir doksan üç," dedi gözlerini kısarak. "Dörtle çarpımın filanımdır herhalde."

Hiddetle ona baktığımda, "Çok komik," diye homurdandım. Alayla kafasını aşağı yukarı salladığında, "Yeter bu kadar," diyerek çatalı bıraktım. "Patlayacak gibiyim. Teşekkür ederim."

Korel parmak şıklatarak uzaktaki garsonu çağırdı. Sait koşarak yanımıza gelip, "Buyur," diyerek gülümsedi.

"Toplayın masayı," dedi Korel sevecen bir sesle. Bu adam, bana dik dik bakan adam olamazdı. "Bir tane de bira gönder bana."

Yüzüm asıldı. "Öğle vakti neyin içkisi bu?"

Korel bana cevap vermek yerine gözlerini devirdi, o sırada bizi karşılayan Yaşar amca elinde bira şişesiyle geldi. "Hazırda bekletiyordum, evlat."

"Eyvallah, amca," dedi ve önüne konulan biradan büyük bir yudum alarak yüzüme bakmayı reddetti.

Sonunda masada baş başa kaldığımızda bir şey söylelemek ile söylememek arasında kararsızdım. Birkaç gün öncesine kadar bana son derece mesafeli iken şimdi mesafesine rağmen benimle vakit geçiriyordu ve bunlar, dün benim yaşadığımı hissettiğim o morg odasından sonra oluyordu.

"Bana yardım eder misin?" diye sordum bir anda kısık sesle.

"Hangi konuda?" diye sorduğunda hâlâ yüzüme bakmıyordu. Gözleri, gökyüzü ile deniz arasında gidip geliyordu.

"Dün yaşananlar..." dediğimde bakışları beni uyarıyormuş gibi odaklandı. "Ya da yaşadığımı sandığım anılar," diyerek düzelttim. "O kadar gerçekti ki." Gözlerimi ellerime indirdim. "Hafızamla ve zihnimle ilgili ciddi problemlerim var, Korel. Dün her şey o kadar gerçekti ki. Sen. Senin beni o cesede doğru itmen. Duyduğum diğer sesler," ellerimi gözlerime yerleştirdim, "başka anılar. Bilemiyorum." Ellerimi gözlerimden çektim ve gözlerinin içine baktım. "Yalvarıyorum bana doğruyu söyle, dün gerçekten bir morg odasında değil miydik?"

Korel gözlerimin içine soluk almadan uzun bir film izliyormuş gibi baktığında denizin dalgasının sesi sanki gitgide yükseldi. Baktı. Sadece baktı ve baktığı gözlerimin sanki yağmur yağacakmış gibi dolduğunu hissettim. "Dün bir morg odasında değildik," dedi kelimelerin üzerine basarak. "Bir ceset yoktu. Ben yoktum. Anılar yoktu." Masanın üzerinden bana doğru eğildi. "Yalnızdın."

Şimşek çaktığında ışığın onun gözlerinin içini aydınlattığını gördüm; aydınlık sanki bu ışık dışında hiçbir şekilde gözlerine uğramayacakmış gibiydi. Gözlerimi sıkıca yumdum ve kendimi gerçekten derin bir okyanusun dibinde hissettim. Yalnızdım. Kimse yoktu. Her şey belki de zihnimin bana oynadığı bir oyundu.

"Deliriyor muyum?" diye sorduğumda kendi kendimle ko nuşuyor gibiydim. "Eğer deliriyorsam hatırlayamadığım anılarımı da istiyorum, Korel." Ona bir anda kalbimden gelerek içimi açmak istemem nasıl bir ahmaklıktı?

Kısa bir süre sessizlik oldu ve kapalı gözlerimin ardından bile olsa bakışlarımızın kesiştiğini hissettim. "Hatırlamadığın anılarına ulaşma şansın olsaydı hepsini geri almak için her şeyi yapar mıydın?" diye sordu.

Gözlerimi açtığımda bana doğru eğildiğini gördüm. Yüzü ile yüzüm arasında iki karışlık bir mesafe vardı. "Dürüst bir cevap mı istiyorsun?" dediğimde kafasını aşağı yukarı salladı. "Bilmiyorum," dedim omuzlarımı düşürerek. "Neyi hatırlamadığımı bilmiyorum ve bazen hatırlamadıklarımdan korkuyorum."

"Korkuyorsun," dedi söylediğimi tekrar ederek. "Pekâlâ, benden nasıl bir yardım istiyorsun?"

"Korkuyorum diye korkularımın üzerine gitmeyecek değilim," diyerek ben de ona doğru eğildim. "Kara bir çarşaf anılarımın üzerine örtülmüş gibi." Gözlerinin içinden tanıdık bir ifade geçti. "O çarşafın altındakileri görmem için ışığım olur musun?"

Yüzü ilk başta ciddiyetini korusa da sonrasında bakışlarına perde indi ve gözlerini benden kaçırarak çenesindeki yanık izini kaşıdı. "Tuhaflığın..." dedi kendi kendine. Büyük ihtimalle kelimeleri içinden devam ettirdi. "Cümlelerin..." dedi ardından. Kısa bir sessizlik oldu. Bir yabancıdan dileniyordum; dışarıdan görünen bu olmalıydı ve neden bunu yaptığım hakkında bile fikrim yoktu. Hiçbir şey söylemeden ona bakmaya devam ettim.

"Neden?" dedi en sonunda. "Neden benden istiyorsun bunu?"

Merkezdeki herkesin kaçtığı Korel. Kaçarken de merak ettikleri Korel. "O adam" diye nitelendirilen Korel. Korkutucu Korel. Soğuk Korel. Dikkat çekici Korel.

Bunların hepsinin dışında, benim karşımda oturup hayatımın tam ortasına dahil olan Korel.

"İçimden bir ses diyor ki," dedim gözlerinin içine bakarak. "Sen bana yardım edersin. Işığım olursun." Kaşları çatıldı. "Bakma öyle, o sesin neden böyle dediğini de sorgulama. İnan ben de bilmiyorum, Korel ama öyle işte... Sana bakınca ve yanımdayken böyle hissediyorum." Yüzüme bakmaya devam etti. "Tuhaf biri olduğumu düşünüyorsun, değil mi? Hatta gerçekten delirmiş..."

Lafımı sertçe böldü, ardından gözlerini denize çevirdi. "Ben o çarşafın altındakileri görmeni sağlasam bile ışığın olmam."

Yüzünün yüzüme yakınlığından olsa gerek, tekrar içimde o tanıdıklık hissi çoğaldı ve kendimi tutamadım, oldukça sakin bir hareketle işaretparmağımla çenesini iterek bana doğru dönmesini sağladım. Parmaklarımın dokunduğu yerler sızlıyormuş gibi olduğunda Korel de yaptığımdan rahatsız görünüyordu.

"Seni bir yerden tanıyor muyum?" dedim en sonunda, şüpheli bir tınıyla. "Sanki daha önce hayatıma girmiş gibisin." Kirpikleri güzel yüzüne gölge düşürdü ve elmacıkkemiklerini ortaya çıkararak nefesini tuttu. Bakışları sanki yıllardır tanıdığım bir tapınaktı ve ben o harelere tutsaktım. Sustu, cevap vermedi. "Belki de bu hislerin nedeni, güven geçmişimden geliyordur." Çenesi kasıldı, gözlerim çenesine indi. "Çenendeki iz," dedim, sonbahar rengi gözlerindeki derin kuyuları kazmaya çalışırken. "Nasıl oldu? O ize baktığımda sanki geçmişi de görüyorum, bu delilik mi?"

İrislerindeki yakıcı ton ateş aldı ve külleri dilinin üstünde yol alıyormuş gibi yutkundu.

"O 'iz' değil." Sustu, bakışları donuklaştı. Gözlerinin içi ışıksız bir oda, huzursuz bir cennet oldu. "Emare," dedi biçimli parmaklarını çenesindeki ize bastırarak. "Benim için armağan."

Geriye çekildi ve sandalyeyi sertçe itekledi. Masanın üzerindeki birasından birkaç büyük yudum aldı ve şişeyi bitirdikten sonra masanın üzerine attı. Söylediğim hiçbir şeye cevap vermeden bana bir baş hareketi yaptı, cebinden çıkardığı nakitleri masaya attı ve çardaktan çıkıp yürümeye başladı.

Emare.

Onun sesinden, onun aksanlı tınısıyla zihnimin içinde bana bu kelimeyi söylediğini ormanda duymuştum. Daha önce söylemediğine emindim ve şimdi, her şey bir déjà vu sahnesinden başka bir kesit gibiydi.

Emare.
Kelimeyi telaffuz edişinde her duygu vardı.

Nefret alev alev yanıyor, şefkati yanına çekiyordu. Nefret şef katle birleşebilir miydi? Korel bunu tek bir kelimeyi söylerken hissettirmişti.

Motosikletine ilerlerken bana doğru baktı ve bakışları saçlarıma takıldı. Yemek yerken saçlarımı gelişigüzel toplamıştım. "Saçlarını aç," dedi sert bir sesle ve motosikletinin önünde durdu. Cevap vermemi bile beklemeden eli saçlarıma yaklaştı. Gözlerim irileşirken, saçıma tutturduğum tel tokayı sökermiş gibi çekti ve saçlarım eline, ardından omuzlarıma düştü. Önüme düşen birkaç tutam saçı parmaklarının arasına aldı ve gözlerinin içini sıcak bir ifade kapladı. Saçlarıma öyle bir baktı ki sanki gökyüzü ve denizin o güzel manzarası benim saçlarımda gizliydi.

"Turuncu," dediğinde dudakları yukarıya kıvrıldı. "Böyle daha iyi."

Yutkundum ve kalbimin ritminin değiştiğini hissettiğimde, "Cevap vermeyecek misin?" diye sordum.

Yanaklarımın alevler içinde kaldığını hissettiğimde saçlarımdaki parmakları yanağıma tüy kadar hafif bir şekilde dokundu ve bakışları gözlerime odaklandı. "Kızarma," dediğinde sesi kısıktı ve oldukça içten geliyordu. "Kızardığında çillerin yok oluyor ve bu hiç hoş değil." Soruma cevap vermedi ama bu cümlesi bana da sorularımı unutturdu.

Küçüklüğümden beri çillerimden nefret ederken ilk defa ve belki de onun tarafından ikinci defa, çillerimi sevdiğini işitmiştim; onun ağzından hem de...

Bir senfoni kulaklarımda can buldu ve o senfonide huzur iliklerimde dans etti. Melodi bir ölüm senfonisi de olabilirdi, anlayamıyordum fakat cennetin ateşinde huzuru bulup arzuladığım gibi, ölümünün melodisini de susuyordum. Belki de dans bir yaşamdı ve ben ölüm senfonisinde yaşama huzur katmak için dans ediyordum.

Gülümsedim ve içten gülümseyişimi onun sonbaharı anımsatan kurumuş yaprak rengi gözlerinin içinde gördüm, en son ne zaman bu kadar içten gülümsediğimi bilmiyordum. Elini yüzümden ve saçlarımdan uzaklaştırdı, ardından motosikletine binerek benim de binmemi bekledi; gözleri denizin bulutlarla seviştiği noktaya odaklandığında uzun kirpiklerinin birleşecek kadar kısıldığını gördüm.

"Umut," dedi fısıldayarak. "Bulutları yıldızlara tercih etmenin sebebi bu, Turuncu. Bulutlar sana umudu hissettiriyor."

Motosikletinin arka tarafına oldukça rahat bir şekilde oturdum ve kollarımı beline sararak bulutlara baktım. Hissettiklerime tercüman olan Korel'i haklı çıkarmak istemiyordum. "Peki ya yıldızlar neden umudu hissettirmesin?" diye sorduğumda karşımızdaki küçük bir bulutu bebek yüzüne benzetmiştim.

"Yıldızlar ölür," dedi omzunun üzerinden bana bakarak. "Sen umutlarını öldürmek istemezsin."

Çenemi sırtına yasladım ve profilinden belirgin görünen uzun kirpiklerine odaklandım. "Sen," diye mırıldandım. "Sen de bulutları yıldızlara tercih ediyorsun, değil mi?"

Gülümsedi. Soluk bir tebessüm dudaklarına konduğunda o bebek yüzüne benzettiğim bulut parçası sanki keskin bir bıçağa dönüştü. "Umutları öldürmediğimi, yok etmediğimi, çaldırmadığımı nereden biliyorsun?"

"Umutlar çalınır mı?" diye sordum şaşkınlıkla. "Umutlar çalınamaz."

"Umutlar çalınır," dedi kendinden emin bir sesle. "Geriye ise kocaman bir boşluk kalır; geleceği sadece o boşluğu doldurmak için beklersin."

Hiçbir şey söyleyemedim, kelimelerin üzerine sanki çığlar devrildi. Korel yüzündeki gülümseme silinmeden başını çevirdi ve motosikletinin gazını alevlendirerek ona daha sıkı tutunmama sebep oldu.

Yolda ilerlerken artık ne manzara ne de bulunduğumuz durum ilgimi çekiyordu. Yanağımı Korel'in sırtına yaslamıştım, sırtı sanki dikenli tellerle çevriliymiş gibi geliyordu. Gözlerimi kapattım ve manzaradan, bulutlardan kendimi tamamen soyutladığımda Korel'in de keyfinin kalmadığını anlayabiliyordum. Her şeyi düzeltebilen kelimeler ve cümleler iken nasıl olur da her şeyi mahveden yine aynıları olabilirdi?

Uzun bir süre sonra motosiklet durduğunda gözlerimi araladım ve evimin arkasına geldiğimizi fark ettim. Yanağımı

Korel'in sırtından ayırdığımda omzunun üzerinden bana baktı. "İn bakalım, Bulut Kızı."

Gülümsemeye çalıştım fakat faydasızdı, içimden gülümsemek gelmiyordu. Motosikletinden yavaşça indiğimde bakışları benim üzerimdeydi.

"Teşekkür ederim," dedim yere bakarak. "Yani dün bana yardımcı olduğun için ve beni evine götürdüğün..." Kaşlarım kalktı ve bakışlarımı yerden kaldırdım. "Sahi, neden sende kaldım? Neden beni evime getirmediler?"

Korel kısa bir süre bana baktıktan sonra bakışlarını kaçırdı. "Bayıldığını sadece ben gördüm."

"Nasıl yani?" Önüme gelen saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım.

"Karakoldan çıkıp yürümeye başladın," dedi umursamaz bir tınıyla. "Bir sokağa girdin ve orada bayıldın."

İlk başta tekrar teşekkür etmek için dudaklarımı araladım fakat zihnim benden ayrı çalıştı ve aklıma gelen soruyu direkt yönelterek, "Karakolun orada ne işin vardı?" dedim.

Bakışlarıma yerleşen şüpheci ifadeyi fark eden Korel sonbahar gözlerini kıstı. "Seni merkezden almaya geldiler."

"Ve?" dedim istediğim cevabı alamadığımı belli ederek.

Kollarını önünde bağladı ve rahat bir duruş sergileyerek omuzlarını dikleştirdi. Tek kaşı havaya kalktığında, "Takip ettim," dedi ve ardından devam etti. "Azra Dinçer hakkında bilgi almak istiyordum."

Bakışlarında yalan söylediğini belli eden bir ifade vardı fakat bunu saklamak için hiçbir çaba sarf etmiyordu. Yalan söylediğini anlamamı istiyordu, istediğini eline verip vermeyeceğim konusunda kararsız kalırken gözlerimi uzakta görünen evime diktim. "Neden beni evime getirmedin?"

Korel sıkıca bağladığı kollarını kavrayan ellerini yumruk yaptı ve yüzü gergin bir hal aldı. Kaşları tek çizgi halini alırken, yüzüme yaklaştı. "Seninle bir anlaşma yapalım mı, Turuncu?" Yüzüme daha çok yaklaştı ve sert bir şekilde parmaklarının arasına çenemi alıp başımı kaldırdı. "Sen beni suçlamaktan vazgeç, ben de sana yardım edeyim."

Parmakları çenemi o kadar sıkı kavrıyordu ki gözlerim irileşti ve eline baktım. Korel ise bakışlarını gözlerimden çekmiyordu. "Seni suçlamıyorum," dedim fakat Korel çenemi daha sıkı kavradı. "Bunları bilmek hakkım."

"Hakkın?" dediğinde sesinde derin bir ima vardı. "O kara çarşafa ışık tutmayacak bu sorular."

Yakınımda duran yüzünü incelediğimde çiziklerle dolu olduğunu gördüm. Yüzü kusurlu olduğu kadar kusursuzdu da. Sanki o çizikler onu o yapan imzalarıydı. Gözlerim çenesindeki yanığına kaydığında sakallarının arasındaki iz yakından daha kötü görünüyordu. Yanık, çenesindeki kasları ve etleri germiş, altdudağının biraz sarkmasına sebep olmuştu. Yanık izi boynuna doğru devam ediyordu fakat dövmeler üzerini kapatmış gibiydi, yanık izi gitgide kalınlaşıyordu. Korel Erezli kusurlarının arasında bile gözlerime kusursuz görünmüştü. Bakışlarım gözlerine tırmandığında, bana onu inceleme fırsatını bilerek verdiğinin farkındaydım.

"Eğer ışık tutmayacaksan bana nasıl yardım edeceksin?" diye sordum fısıldayarak.

Korel çenemi kavrayan parmaklarını gevşetti ve yüzünü benden uzaklaştırdığında kendimi kötü hissettim, onu inceledikçe bitmeyeceğini düşünüyordum.

"Sen ışıklarla dolu olan bir yerde o kara çarşafa ışık tutmak istiyorsun, Turuncu Cüce." Başparmağını çenemde gezdirdiğinde gözlerinin içinde tanıdık bir ifade gördüm. Gözlerimden onu anlamadığımı belli eden bir ifade geçtiğinde parmağını uzaklaştırdı ve kendi çenesindeki yanık izine bastırdığında uzak bir ifadeyle yarım bir gülüşü bana bahşetti. "Ben ışıkları söndüreceğim ve gözlerin karanlığa alıştığında sen o çarşafın altına ışık tutan kişi olacaksın."

Elim istemsizce çeneme gittiğinde motosikletine yerleşti ve parmağını şıklattı. Bana "git" çağrısı olan bu hareketiyle kafamı aşağı yukarı salladım ve hiçbir şey söylemeden arkamı dönerek eve doğru ilerledim, beni izlediğini biliyordum fakat ona tekrar bakma cesareti gösteremedim.

***

Ayaz soğuğu yüzüme vurduğunda önüme gelen saçlarımı geriye ittim ve boş yola baktım, taksinin ne zaman geleceği hakkında bilgim yoktu. Üzerimdeki pantolon ve kazağa rağmen üşüdüğümü hissediyordum; sanki eylül bu sefer hiç olmadığı kadar soğuk gelmişti, kışı hissettiriyordu. Sonbaharın kışı hissettirmesi bana birinden tanıdık geliyordu.

Başımı çevirip arkamda kalan evime baktığımda çabucak taksinin gelmesi için içten bir şekilde dua ediyordum. Amcam gün boyu eve uğramamıştı, telefonla kısa bir görüşme yapmıştık, bu gece yine Büge'ye gitmem gerektiği konusunda bir yalan söylemiştim, inanmadığını biliyordum ama sorgulamamıştı. Sanırım bu aralar kafası hiç olmadığı kadar dalgındı.

Korel hiçbir şekilde motosiklet yarışının olduğu yerin adresini bana vermemişti fakat öğrendiğimi biliyordu. Sırtıma asılı çantamdan telefonumu çıkardım ve Büge'nin attığı adrese bakarken çok da uzak olmadığını fark ettim, bu şaşırmama sebep oldu. Evimin patika yolunun sonundaki boş arazide yarışlar olduğunu çok önceden duymuştum fakat Korel'in o yarışlara katılan biri olduğunu öğrendiğimde neden şaşırdığımı anlayamadım.

Uzaktan bir taksi bana yaklaştığında derin bir nefes aldım ve elimi kaldırarak durdurdum, taksi selektör yakarak önümde durduğunda arka koltukta birinin oturduğunu gördüm.

Camı tıklattım ve yolcu penceresi aşağı kayarken, "Müşteri mi var?" diye sordum.

"Minik Kuş!" diye haykırdı arka koltukta oturan kişi. Bu ses. Büge'den başka kimseye ait değildi. "Atlasana. Yarışlara gidiyoruz." Şaşkınlıkla gözlerim irileştiğinde şoför kendi kendine homurdandı ve o saniye Büge'nin orta yaşlı taksi şoförüne çektirdiğini hissettim.

Arka koltuğun kapısını açtığımda, "Sen nereye gittiğini sanıyorsun?" diyerek onu azarladım. "Sorgulamayacağını söylemiştin." Kapıyı kapattığımda Büge taksi şoförüne yolun tarifini verdi ve yanağımdan makas aldı.

"Bensiz işler karıştıracağını mı düşünüyordun Min'im?" Ters bir ifadeyle ona baktığımda aslında sinirlenmediğimi hissedebiliyordum, sanki gittiğim yerde yanımda tanıdığım birilerinin olması bana da iyi gelecekti. "Motosiklet yarışları," dedi hayran bir tınıyla ve elleriyle gözlerini kapattı. "Mükemmel olacak."

"Aklından ne geçiyor Büge? Yine başımı belaya mı sokacaksın?" Yüzü yapmacık bir edayla düştü ve altdudağını sarkıttı. "Bakma bana öyle," diyerek homurdandım. "Seni tanıyorum. Saçma sapan hareketler yapmanı istemiyorum, anlaştık mı?"

Büge parmaklarını kaldırdı ve izci selamı vererek gülümsedi. "Söz veriyorum. Kendimi sana affettireceğim."

"Parantez içerisinde söylüyorum," dediğimde sırıttım. "Affettiremedi."

Büge kahkaha attı ve ensemden tutarak beni göğsüne çekti. "Bahsini Korel'den yana mı kullanacaksın?"

"Büge!" diyerek inledim fakat beni göğsüne bastırdığı için sesim çok az çıktı. "Bahis falan yok. Geride durup sadece izleyeceğiz."

Büge beni göğsünden ayırdı ve kaşlarını çatarak, "Ne?" diye mırıldandı. "Televizyondan da yarışları izliyorum ben, ufaklık. Gitmenin asıl sebebi nedir?"

Sorduğu soruyu bir süre düşündüm. Başımı yanımdaki pencereye çevirdiğimde Büge'nin gözlerinin üzerimde olduğunu biliyordum. Ne cevap vereceğimi ise bilmiyordum, dürüst olmak istediğimde kendime bile itiraf edemediğim şeyler söz konusuydu.

"Hım," dedi Büge neşeli bir tınıyla. "Cevap yok demek. Bu güzel."

"Bak Büge," dedim ters ters ona gözlerimi dikerek. "Sözümden çıkarsan seni asla affetmem. Duydun mu?"

Büge sıkıntıyla nefesini verdi ve sadece kafasını aşağı yukarı sallayarak taksi şoförüne biraz daha hızlı gitmesini söyledi. Yaklaşık on dakika sonra meşale ışıklarını ve fişekleri gördüğümde taksi yavaşladı; bizi araziden çok az uzakta indirdi. Taksiden indiğimde gözlerim büyülenmiş gibi karşıdaki araziye odaklanmıştı.

Gökyüzü kırmızı ve mavi ışıklarla renk değiştiriyordu, havada sülfür ve gaz kokusu vardı. Bir havai fişek neredeyse yüz metre ileriden yükseldi ve gökyüzünde yüksek bir ses çıkararak patladığında ışıkların yağmur gibi yağdığını hissettim.

Motosiklet sesleri boş arazide yankılanırken, kalabalığı net bir şekilde görebiliyordum; sesleri ve kahkahalarının yanı sıra yer bile sarsılıyormuş gibiydi.

Küçük adımlarla ilerlemeye başladığımda, "Oha!" diyen Büge'nin sesi beni kendime getirdi. "Büyülendim!"

Aynı şey benim için de geçerliydi fakat dile getirmeyecektim. İki tarafımızı saran ağaçların gölgesi kırmızı ışıklardan dolayı daha açık bir renkte görünüyordu. Adımlarım hızlanmaya başladığında içimdeki adrenalinin tırmanarak boğazıma sarıldığını ve kahkaha atma isteğimin yükseldiğini fark ettim, haykırarak kahkaha atmak ve kendi etrafımda dönmek istiyordum. Yarış alanına yaklaştıkça gözlerimin odağına ilk giren, yirmiye yakın motosiklet oldu. Kimi motosikletin üzerinde insanlar varken, kimisi köşede bir canavar gibi yarışa gireceği zamanı bekliyordu. İnsanlar dağılmıştı.

Ne tarafa bakacağımı şaşırdığımda, arkamızdan iki kız bizi itekleyerek yarış alanına doğru yürüdü. Ağzım açılırken Büge'ye baktım. İkisi de kısa şort giymişti. Üstlerinde büstiyer vardı ve saçları kabarıktı. Yüzlerindeki makyajı karanlığa rağmen görebiliyordum. O saniye boş araziye daha dikkatli baktığımda birçok kızın aynı şekilde olduğunu gördüm; hava ise oldukça soğuktu.

"Büge," diye mırıldandığımda kazağımın kollarıyla ellerimi kapattım. "Bir tek biz mi üşüyoruz acaba?"

Açık alana çıktığımızda ikimiz de aynı anda durduk ve ben dehşet içinde, Büge ise hayranlıkla etrafa baktı. Yolun iki tarafına şeritler çekilmişti, motosikletlerin hepsi yolun ortasında duruyordu. İnsanların çoğu kendi aralarında gruplara ayrılmıştı. Her yer bira kutularıyla doluydu, yerlere oturan insanların bazılarının gözleri kör olmuş gibi bakıyordu.

Hemen arka tarafımda bir fişek patladığında olduğum yerden sıçradım ve arkaya döndüğümde uzun boylu, kumral bir adamın bana bakarak sırıttığını gördüm. Diğer tarafa bakışlarımı çevirdiğimde bir kızın adamın kucağında sürtündüğünü ve dudaklarının aç bir şekilde ayrılmadan öpüştüklerini gördüm. Diğer taraftaki adam ise kızın kalçasını sıkıyor, arada vurup elindeki biradan büyük yudumlar alıyordu.

Kızların hepsi ama hepsi uzun ve zayıftı. Ayaklarına giydikleri topuklular ve kıyafetleri mevsimi umursamıyordu. İlerideki bir kız elinde duran bira şişesini boynundan aşağıya döktüğünde, fişeği patlatan adam arkamdan bağırarak, "Ece!" diyerek kahkaha attı ve ona yaklaştı. "Bu gece yarışta soyunacağından emin gibisin."

Adam bana çarparak adının Ece olduğunu öğrendiğim kıza doğru ilerlediğinde kız da kahkaha attı ve biranın ağız tarafında dilini gezdirerek, "Bakalım kim için soyunacağım?" diye sordu ve göz kırptı. Adam kızı yakasından çekti ve dudağına yapıştıktan sonra altdudağını dişleyerek çekiştirdi. Elinde duran bira şişesini ikisinin başından aşağı döktüğünde güldüler ve adam elini kızın büstiyerinden içeriye soktuğunda bakışlarımı onlardan ayırdım.

"Gelmekle büyük hata ettim," dedim kendi kendime mırıldanarak. "Rezil olacağız."

Yan taraftaki kız, genç bir çocuğu kovalarken, "Hapımı ver lan!" diyerek bağırıyor, önüne geleni itekliyordu. "Kesinlikle rezil olacağız," dedim bu sefer net bir sesle. Büge'ye döndüğümde benden daha ileride durduğunu gördüm. Yüzünde geniş bir gülümseme vardı.

"Minel," dedi, gözleri hiç olmadığı kadar çok parlıyordu. "Kızım burası cennet."

"Bu ne be?" dedi yan tarafımda duran iki kız bana bakarak. "Ayıcığı nerede bunun?" Yüzlerinde büyük bir dehşet vardı.

Kızlara kaşlarımı çatarak bakarken arkamdan biri beni omzumdan dürttü. Gözlerim Korel'in gözleriyle kesiştiğinde hemen yanında Doktor Gürkan vardı.

"Gelmişsin," dedi fakat boş arazide yüksek sesle çalan rap şarkısından dolayı onu zor duyuyor, sadece dudaklarını okuyordum. Kafamı aşağı yukarı sallamakla yetindim ve başka hiçbir şey söyleyemedim.

Bakışlarım Gürkan'a döndüğünde neden şaşırdığımı bilmiyordum. Merkezdeki o ciddi ifadesinden eser yoktu. Üzerinde beyaz, yarım kollu bir tişört, altında siyah bir pantolon vardı. Korel ise onun aksine yine kazak giymişti fakat bu sefer üzerindeki gri kazağı V yakaydı; göğsüne doğru devam eden dövmeleri görebiliyordum.

Gürkan'ın saçları dağınıktı; bu haliyle Korel'le arkadaş olmak için daha uygun gibi görünüyordu. Ona bakarak gülümsedim. Hemen arka tarafından Büge çıkarak, "Merhaba!" diye haykırdı ve benim yanıma gelerek koluma girdi. "Bana burayı kim dolaştırmak ister?"

Korel'in ve Gürkan'ın yüzünü büyük bir şaşkınlık kaplarken, yüzümü buruşturdum ve özür dileyen bir ifadeyle Korel'e baktım. Gürkan bir bana bir Korel'e bakarken ne olduğunu çözemiyordu. En son Büge'ye baktığında yüzünde tiksinen bir ifade vardı. "Sen o meşhur Büge misin?"

Büge kahkaha attı ve kolumdan ayrılarak Gürkan'ın koluna girdi; dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken neden bu kadar rahat olduğunu anlayamıyordum. "Namım yürümüş gitmiş," dedi bana göz kırparak. "Evet, o Büge benim. Bana şimdi burayı gezdirecek misin yoksa kolundan sürükleyerek seni rezil mi edeyim? Bir bira istiyorum."

Gürkan'ın gözleri şaşkınlıkla irileşirken ne diyeceğini bilemedi ve bakışları bana döndü. "Tanıştırayım," dedim utançla. "Büge. Yakın arkadaşım."

Korel düz bir ifadeyle olanları izlerken Gürkan'a baş hareketi yaptı. Ne anlama geldiğini tahmin ettiğimde Büge daha geniş sırıttı. "Hadi bakalım doktor, gezdir beni. Büyülendim."

Gürkan kolunu Büge'nin kolundan kurtardığında Korel'e ters bir bakış attı ve yürümeye başladı; Büge de arkasından ilerlediğinde bana göz kırptı, öpücüğünü atmayı ihmal etmedi.

Arkalarından öylece bakarken nedense kendimi gülmemek için zor tutuyordum.

"Ee?" dedi Korel tek kaşını kaldırarak ve karşıma geçti. Ellerini kot pantolonun cebine yerleştirdiğinde gözlerinin altının çöktüğünü gördüm, buram buram içki kokusu ondan geliyordu. "Ne düşünüyorsun? İstediğin oldu ve geldin."

Baygın bakıyordu, gözkapaklarının yarısı gözlerini örtmüştü, gözlerinin içi kızarmıştı. Hiç iyi görünmüyordu, içkinin bu kadar etki etmesi kaşlarımı çatmama sebep oldu. Daha farklı bir şeyler olduğunu düşündüren sesimi hızlıca susturdum.

"Evet," dedim düz bir sesle. "Ve fark ettim ki burası bana göre değilmiş."

Korel geniş bir şekilde sırıttı ve gözlerini yıldızsız gökyüzüne çevirerek yutkundu. Âdemelması hareket ettiğinde, gözlerim köprücükkemiğinin görünen kısmındaki dövmeye takıldı. Bir kibrit çöpüydü. Kibrit çöpünün ucu sol köprücükkemiğinde yanmıyorken, sağ köprücükkemiğinde alev alevdi.

Korel yan taraftan geçen genç çocuğun elinden birasını sertçe aldı. Çocuk ona baktığında, omzundan itekleyerek, "İlerle!" diye emir verdi. Çocuk sadece başını eğdi ve korku içinde hızla ilerledi. "Merakını giderdiğine göre," diye homurdandı. "Hadi çocuklar evlerine."

"Sen söylemesen de ben gidecektim zaten," dedim sert bir sesle. "Büge'nin gelmesini bekliyorum."

"Hım," dedi ve bana yaklaşarak elindeki birasını su içiyormuş gibi yudumladı. "Tabii ki gideceksin. İşin yok burada." Bir şeyler olmuştu ve yine o sert adama dönmüştü. Belki de alkoldendi. Bir yanım Korel'in sadece alkol tüketmediğini de söylüyordu.

İntihar bazen yavaş yavaş ve acısız da gerçekleşirdi, Korel'in yapmaya çalıştığı bu olabilir miydi?

Sinirlendiğimi hissettim ve ona bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladığımda arka taraftan bir adamın, "Sırtlan!" diye bağırdığını duydum. Bu kelimeyi önemsememe sebep olan, Korel'in bu seslenmeden sonra adama dönüp bakmasıydı.

Az önce benim arkamda fişek patlatan ve Ece adındaki kızla öpüşen adamdı. Kumral saçları dağınıktı ve omuzlarına düşüyordu, altındaki açık renk pantolonu yırtılmıştı ve motosikletinin yağının lekeleri vardı. Tişörtü gelişigüzeldi. Eleştirmek istemesem de yüzü o kadar ruhsuz, o kadar soluktu ki bakışlarımı ondan kaçırmak zorunda kaldım.

Yanımıza yaklaştığında Korel'in yüzündeki ifadenin değişmediğini gördüm. "Abin Korhan nerede?" dedi Korel'in gözlerinin içine bakarak. "Onu tekrar görmek istiyoruz buralarda." Korel'in bir abisi mi vardı?

Sert bir tepki vermesini bekledim fakat Korel sadece sırıttı. "Kafa izninde," dedi derin bir imayla.

Adamın gözleri benimle buluştu. "Şuna da bir bakın," diyerek bağırdı. "Az önceki küçük kız meğersem bizim Sırtlan'ın kızıymış."

Yüzüne bakmak istemedim fakat bir şeyler ona bakmam için sanki beni itiyordu. Eli bana yaklaştığında geriye bir adım attım ve Korel'e baktım, Korel ise aynı düz ifadeyle adama bakıyordu. Tanrı aşkına, hiçbir şeye tepki vermez miydi bu adam?

"Ben Erdem," dedi sırıtarak. "Kartal derler. Senin adın ne, söyle bana?"

Hiçbir şey söylemedim ve yüzüne bakmaya devam ettim, Korel belli etmese de gerilimin ağır olduğunu ve bir şeylerin yolunda gitmediğini anladım. Korel'e o saniye tutunmak istedim.

"Cevap da vermiyor," dediğinde bana yaklaşıp yüzüme baktı. "Kaç yaşındasın sen? On mu?" Korel'e baktı. "Sırtlan artık on yaşındaki bebelerden mi hoşlanıyor?"

Korel hâlâ sessizliğini koruyordu ve bakmaktan başka hiçbir şey yapmıyordu; büyük ihtimalle bunun sebebi beni umursamamasıydı.

"On dokuz," dedim fakat sesim titreyerek çıktığında Korel aniden bana baktı ve kaşlarını çatarak gözlerinin içindeki sonbaharı alev alev yaktı.

Erdem yüksek sesle kahkaha atıp, "On dokuz diyor lan bu," diye bağırdı ve etraftaki birçok insanın dikkatini çekti. "Sevdim bu kızı, Sırtlan."

Gürkan, Erdem'in arkasından Büge'yle belirdiğinde, "Ne oluyor burada?" diye sordu ve bakışları direkt Korel'e yöneldi. "Sorun mu var?"

Korel omuzlarını kaldırıp indirdi ve gözlerinden öyle bir ifade geçti ki bir insanın hiddetinden değil sakinliğinden korkmamız gerektiğini hissettim.

"Millet!" diye bağırdı Erdem ve herkesin ona bakmasına sebep oldu. "Müziği kesin. Sürprizim var."

Erdem ve Korel'in bakışları gerçekten iki hayvan gibi kesişiyordu. Tek fark, Erdem'in gözlerindeki nefret okunuyorken, Korel karanlık bir perdenin ardında gibiydi. Müzik kesildi, herkesin bakışları Korel ve Erdem'e yöneldi. O saniye, bu yarışın iki liderinden birinin Korel, diğerinin Erdem olduğunu anladım.

"Sırtlan'ımız artık sübyancılığa başlamış," dedi kahkaha atarak. "Bakın şu minik kıza. Sırtlan'ın kızı."

Yutkunmakta zorlandım ve dudaklarını bir şey söylemek için aralayan Büge'ye uyarıcı bir bakış attım. Büge yanıma geldi, hatta beni korumak için birazcık önüme geçti. Kimseden ses çıkmıyordu, Korel asla cevap vermiyordu.

"İşine bak, Erdem," dedi Gürkan sert bir sesle. "Olay çıkarsa eğlencemiz biter."

Erdem, Gürkan'ın dediğini duymazdan gelerek Korel'in gözlerinin içine baktı. "Ben de sübyandan hoşlanırım, Sırtlan. Paylaşalım mı?"

Gürkan öne doğru çıktığında, Korel sakince Gürkan'ın omzunu tuttu ve onu geriye çekerken Erdem'e bakarak gülümsedi. "Mıknatıs gibisin," kendini işaret etti, "sürekli belayı çekiyorsun."

Erdem alkış tuttu, arka taraftan da birkaç kişi alkışlayıp ıslık çaldığında gözleri benimle buluştu. "Sırtlan bu kızı koruyor. Bak sen şu işe."

"Kimseyi korumuyorum," dedi Korel, sesi oldukça dürüst geliyordu. "Kızı mı istiyorsun?" Bana baktı ve başıyla işaret etti. "Al öyleyse."

Büyük bir korkuyla Korel'e doğru baktığımda, Büge, "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye bağırdı ve beni kendine çekti. "Minel, neler oluyor?"

Bakışlarım Korel'den ayrılmıyordu. Bu kadarını hak edecek ne yaptığımı bilmiyordum fakat kalbimin üzerinde kemik varmış ve o kemikler kırılmış gibi hissettim. Erdem'in yüzündeki zafer kazanan ifade solduğunda artık bana eskisi kadar dikkatini çekiyormuşum gibi bakmıyordu. Arka taraftan bir adam, "Böyle olmaz, kurallara aykırı," diye bağırdı. "Bıçak oyununu oynayacaksınız, kim kazanırsa kızı alacak."

"Kurallar?" dedi Büge elini omzuma atarken. "Ne kuralından bahsediyorsunuz siz?"

Gürkan kafasını iki yana sallarken Korel'e öyle bir bakıyordu ki tedirginliğini hissettim. Korel de Gürkan'a döndü; aralarında bir bakışma geçtiğinde Gürkan'ın yüzündeki gerginlik uzaklaşırken, kimsenin görmeyeceği şekilde gülümsedi. Korel'in gözlerine baktığımda ben sadece bir perde görürken, Gürkan nasıl olur da ne demeye çalıştığını anlayabilirdi?

"Tamam," dedi Korel omuzlarını silkerek. "Her şey kuralına göre. Oynayalım bakalım."

Erdem'i korku kapladığını görür gibi oldum, artık keyif alıyormuş gibi bir ifadesi yoktu. Bu sefer keyif alan taraf Korel gibiydi. Az ileride duran masayı insanlar hızla boşaltırken, Korel beni kolumdan tuttu ve Büge'nin güvenli kollarından çekerek yürüttü. Gürkan ve Büge arkamızdan geldi; Büge kendi kendine bağırıyor, Korel'e cümleler savuruyordu fakat Korel duymuyor gibiydi.

Masanın önüne geldiğimizde Erdem, Korel'in karşısına geçti ve sandalyeye oturarak alttan alttan Korel'e baktı. Bir grup bizim arkamıza, bir grup Erdem'in arkasına geçti.

Bir anda alkışlar ve ıslıklar çoğaldığında kimisi Kartal diye bağırıyor, kimisi Sırtlan diyerek kendi safını belli ediyordu. Herkesten yükselen sesler kulaklarımı uğuldatırken, Korel kolumu bırakıp önümdeki sandalyeye oturduğunda bana döndü. "Arkamdan ayrılma," diyerek emir verdi.

"Ne bu?" diye sorduğunu duydum Büge'nin Gürkan'a.

"Bizim motosiklet yarışlarının kurallarından biri," dedi, sesi umursamaz geliyordu. "Eğer bir kızı iki kişi isterse bıçak oyunu oynarlar ve kazanan kızı yanına alıp yarışa katılır."

"Bıçak oyunu?" dedi Büge dehşetle ya da ben dehşete düşmesini istediğim için. "Hem sen neden bu kadar rahatsın, Doktor? Arkadaşın neden bu kadar rahat?"

Arkamı dönüp Gürkan'a baktım. Bakışlarımı fark eden Gürkan gözlerimin içine bakarak, "Çünkü Korel'e güveniyorum," dedi beni de rahatlatmaya çalışıyormuş gibi.

Islıklar gitgide çoğalmıştı, insanların gözleri benim üzerimden ayrılmıyordu.

"Kızı önemsiyorsun," dedi Erdem, Korel'e eğilerek. "İlk defa bir kız için bu masaya oturuyorsun."

"Kuralları biz koyduk, o kuralları da çiğneyen biz olursak adalet sağlanmaz," dedi Korel sırtını sandalyeye yaslayarak.

Erdem, "Sen kural adamı değilsin; ayrıca o kızı istemesen bu masaya oturmaz, direkt bana verirdin," dediğinde dizlerimin korkudan titrediğini hissediyordum. Bir eşyaymışım gibi üzerimden iddiaya girilmişti. Burası gerçekten de bana göre değildi, şu an açıkça bunu görebiliyordum.

Korel cevap vermek yerine elini cebine attı ve bıçağını çıkararak masaya fırlattı. Metalin tahtada bıraktığı ses etrafa sessizliğin hâkim olmasını sağladığında gözlerimi kapatmak, olduğum yerden uzaklaşmak istedim. "Başla," dedi Korel bıçağı göstererek. "On tur."

Korel'in son söylediğinin ardından etrafta yüksek bir bağırtı ve alkışlar koptu; birkaç kişi Erdem'in arkasından Korel'in arkasına doğru geldi. "Sırtlan!" diye bağıranların arasında kızlar da vardı. Herkes nefesini tutmuştu.

Erdem bir elini masaya koydu ve parmaklarını ayırarak, "Yirmi tur!" diye bağırdığında etraftan daha yüksek sesler çıkmaya başladı.

Gözlerim Büge'yi bulduğunda belki de ilk defa bana karşı bir acıma duygusu hissettiğini düşündüm, bana öyle bir bakıyordu ki ona sığınmak istedim. Korel kafasını sadece bir kere aşağı yukarı salladığında, Erdem bıçağın keskin tarafını kilidinden ayırdı ve masaya yatırdığı parmaklarını daha fazla ayırarak bıçağı masanın üzerinde dik tuttu.

Korel elini üç yaparak havaya kaldırdığında insanlardan, "Üç!" sesi yükseldi ve arka taraftan bir tane fişek patladı. "İki!" Arka tarafımda duran kız olduğu yerde zıpladı. "Bir!" Bir fişek daha patladığında Erdem bıçağı bir kere masaya sapladı ve ardından masadan ayırarak parmaklarının arasına bıçağı saplamaya başladı. Tahtayı delen bıçağın çıkardığı ses, parmaklarının arasında dans ederken o kadar hızlıydı ki gözümü kırpmadan ve nefesimi tutmuş, Erdem'in bıçağı saplayan eline bakıyordum. Her parmağının arasına bıçağı saplayıp çekip geri başa döndüğünde turunu tamamlamış oluyordu.

Erdem yüksek sesle, "Beş!" diye bağırdığında altıncı tura geçmişti. İnsanlar da ona eşlik ederken turlarını ardı arkası kesilmeden devam ettiriyordu. Tek bir bıçak darbesi bile parmağına dokunmuyordu; bazen Korel'in gözlerinin içine bakıyor, ardından bıçağı izleyerek sırıtıyordu.

"On dokuz!" diye herkesle beraber bağırdığında bakışları bana döndü ve yirminci turunu tamamlarken iğrenç bir ifadeyle sırıttı. "Yirmi!" diye bağırdı kalabalık ve Erdem bıçağı masaya sertçe sapladı. İnsanlar alkışlamaya ve "Kartal!" diye bağırmaya başladığında, Korel kollarını önünde bağlamış öylece izliyordu.

"Kartal! Adamsın!" seslerinin ardı arkası kesilmiyordu, insanların alkışlamaktan elleri kızarmıştı. Herkesin bakışları bana döndüğünde, "Yuh!" diye bağıranlar, yere tükürenler bile vardı.

Erdem'in arka tarafında bir çocuk havai fişek patlattı. "Büyüksün Kartal!" diye bağırdığında Erdem'in çok umurunda değil gibiydi, Korel'den bakışlarını ayırmıyordu. Korel'in arkasındakiler ise sessizdi.

"Tekrar söylüyorum," dedi Erdem beni göstererek. "Kızı önemsiyorsun."

Korel sırtını sandalyeden ayırdı ve duruşunu dik bir konuma getirerek Erdem'in masaya sapladığı bıçağı sertçe yerinden çıkarıp eline aldı; bakışları ilk önce bana döndü, ardından tekrar Erdem'e baktı. "Demek kızı önemsiyorum?"

Erdem başını salladığında Korel'in yüzünü şeytani bir gülümseme kapladı ve her şey zamanın onda biri gibi bir sürede olurken, Korel hiç beklemediğim bir anda elimi çekti ve masaya yerleştirerek bıçağın arkasıyla parmaklarımı ayırdı. Küçük elimin parmakları zorlukla ayrılırken etrafı ölümcül bir sessizlik kapladı. Bir eli bileğimi öyle bir tutuyordu ki damarlarım patlayacak sandım.

Korel bıçağın ucunu masaya sapladı, ardından bıçağı çıkararak parmaklarımın arasına o kadar hızlı bir şekilde saplayıp çekti ki metali tenimde hissetmesem bile serinliği etimi kesiyor gibiydi.

Oyunu benim elimle oynuyordu.

Turları ardı arkası kesilmeden sürdüren Korel'in bakışları hiçbir şekilde elime dokunmuyor, sadece Erdem'in gözlerinin içinde geziniyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordum ve ağzımı açıp çığlık bile atabileceğimi düşünemüyordum. Büge'nin bir şeyler bağırdığını duyabiliyor fakat algılayamıyordum, dehşetten ve korkudan kulaklarım uğulduyordu.

"On!" dedi Korel, turunu tamamladığında fakat kimse onunla tekrar etmedi. Etraftaki sessizliği bölen tek ses Büge'nin bağırmalarıydı. Herkesin yüzünde şaşkınlık vardı. Erdem'in gözlerinin içine baktığımda bana baktığını gördüm; o kadar değersiz hissettim ki kendimi, bıçağın elime saplanmasını istedim.

"On beş!" diye bağırdı Korel ve birkaç kişi alkışlamaya başladığında bıçağın hızı daha da arttı. Parmaklarımın arasında âdeta dans eden bıçak ve bileğimi sertçe kavrayan Korel'in parmakları, beni büyük bir kasırganın içine sürüklüyordu. O saniye bıçak parmaklarımı paramparça etse bile umurumda olmazdı, elimden o gece nefret ettim. Parmaklarıma isabet etmeyen bıçağa baktığımda parlak kısmında o kadar hızına rağmen yüzümü gördüm, korku vardı.

Korku ve hayal kırıklığı. Bıçağın diğer yüzü ise Korel'in yüzünü gösteriyordu, nefret ve kin vardı.

Hayal kırıklığı korkuyu, nefret kini doğururdu.

"On dokuz," dedi Korel, yirminci turunu tamamlarken ayağa kalktı ve serçeparmağımla yüzük parmağımın arasına bıçağı sapladıktan sonra yavaşça yerinden çıkardı ve sessizce, "Yirmi," dedi. "Ve yirmi bir!"

Erdem'in gözlerine öfkeyle bakan Korel bileğimi bıraktı ve masanın üzerine tükürdü. Elindeki bıçakla kimsenin beklemediği bir anda Erdem'in yüzüne hızla çizik attı ve hemen arkasına geçerek Erdem'in inlemesini umursamadan ensesini kavradı.

Erdem'in kafasını tükürdüğü yere çarparken, "Üçlemeyi yapalım mı?" diye sordu ürkütücü bir tınıyla. "Bilirsin, severim." Derin bir nefes aldı. "Birincisi," kafasını daha sert çarptı, "sen kendini kartal sanan serçeden başka hiçbir şey değilsin."

Tekrar başını çarptığında Erdem'in yanağı kanıyordu, bıçak derin bir iz bırakmıştı. "İkincisi, abim üzerinden bir daha benimle dalga geçersen senin şerefini sikerim." Erdem'in saçını kavradı, geriye çekerken gözlerinin içine baktı ve sırıtarak bu sefer o kadar ağır bir şekilde kafasını masaya çarptı ki olduğum yerden sıçradım. Korel'in bakışları benimle kesişti, ardından Erdem'in kulağına eğildi.

"Üçüncüsü ve en önemlisi... Ne olursa olsun bir Sırtlan'ın avına göz koyma." Ellerimle ağzımı kapatırken kanımın çekildiğini hissediyordum. Av olarak bahsettiği bendim, Sırtlan kendisiydi.

Her şeyin, hiçbir şeyden ibaret olduğunu hissettiğim bir andı.

Korel Erdem'in kafasını bıraktığında, Erdem masaya devrildi ve yarı açık gözlerle bana baktı.

O saniye Korel masada duran bıçağı aldı, elinde ters çevirerek hızla döndü ve arkaya fırlattı. Bıçak bir motosikletin tekerleğine isabet ettiğinde herkesin geri geri yürümeye başladığını gördüm.

Bıçağı attığı tekerlek yüksek bir sesle patladığında Korel ellerini silkeledi ve masum bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak, "Sırtlan'ın en sevdiği oyuncağı bıçağı," diye mırıldandı. Erdem'in motosikletinin tekerini patlattığını anladım. "Şov bittiğine göre eğlence devam etsin, yarışlar başlasın."