Renkler, insanın ruhuna bulaşan izleri gizleyen bir kalkandı; her insanın ruhunun bir rengi vardı ve bu renk, doğdumuz zaman kaderimize çizilir, yolumuzu sadece o renkler aydınlatırdı. İnsan farkında olmadan o ışığın izinde ilerler ve umudu, ruhunun rengi olurdu.
Altı yaşındaki küçük erkek çocuğu, kaldırıma oturmuş, merakla etrafını izliyor ve çevresindeki diğer erkek çocuklarının neler yaptığını inceliyordu; her zamanki gibi anaokulundan kaçmış ve yakın bir yerlere gelmişti. Vakit öğleden sonraydı fakat mevsim yaz olduğu için hava çok sıcaktı.
Ara sokakta olan bu yerden nadiren araba geçiyordu; o vakitlerde çocuklar köşelere çekilerek homurdanıyor ve araba gittiğinde tekrar topu havaya atarak oynamaya başlıyorlardı.
Erkek çocuğu yakantop oynadıklarını biliyordu fakat kendisi hiçbir zaman oynamamıştı. Gittiği anaokulundan izlediği kadardı fakat bu ara sokaktaki çocuklar ondan iki üç yaş daha büyüktü ve anaokulundaki arkadaşlarından daha sert topu atıyorlar ve birbirlerinin canını yakıyorlardı. Erkek çocuğunun bu hoşuna gitmişti.
Altındaki kısa, kahverengi şortu ve üzerindeki beyaz tişörtü leke içindeydi; dengesini fazla sağlayamadığı için sürekli düşerdi ve kıyafetleri hep kir içinde olurdu. Elinde tuttuğu poşetteki bilyelere gözleri kaydı ve poşeti hafifçe salladı; bilyelerin birbirine çarptığında çıkardığı o ses çocuğun hoşuna gitti ve güldü.
Yakantop oynayan çocuklardan bir tanesi kaldırım kenarında oturan çocuğu fark etti ve yanındaki arkadaşını dürterek gösterdi; ikisinin de yüzünde çocukluğun verdiği şeytani bir gülümseme oluşurken yerde oturan erkek çocuğunun yanına doğru ilerlemeye başladılar.
Erkek çocuğu bilyelerinde olan gözlerini kaldırdı ve kendisine yaklaşan çocukları gördü; bilyeleri kucağına sakladı ve kaşlarını çatarak öne eğildi. Hayatında en değer verdiği şeylerin başında bilyeleri geliyordu; tek başına oynamaktan keyif alırdı ve rengârenk bilyelerinin bir tanesini bile henüz kaybetmemişti.
"Hey!" dedi yanına yaklaşan esmer çocuk; ondan iki yaş büyük gibi görünüyordu. "Sen kimsin?"
Erkek çocuğu, kucağına sakladığı bilyelerinin üzerine biraz daha eğilip, "Korel," dedi kısık bir sesle. Türkiye'ye ailesiyle temelli döneli uzun zaman olmuştu fakat tınısında hâlâ aksan vardı. "Siz kimsiniz?"
Esmer çocuk güldü. "Ben Murat," arkadaşını başıyla gösterdi, "o da Kemal." Tekrar güldü. "Seni daha önce hiç buralarda görmemiştim; yeni mi taşındınız, ailen kim?"
Korel omuzlarını kaldırıp indirdi. "İlerideki anaokulundayım," diye yanıtladı. "Kaçtım, buraya geldim."
Murat ve Kemal kısa bir an bakıştılar. "Bizi izlemekten zevk alıyor musun?"
Korel hızlıca başını salladı. "Evet, benim anaokulumdaki çocuklar sizin gibi topu sert atmıyorlar."
Murat böbürlenir gibi kafasını aşağı yukarı salladı ve kollarını önünde bağladı. "Biz ölümüne oynarız. Sen de oynamak ister misin?"
Korel'in kalbi heyecanla attı. "Ama siz eşsiniz," diye mırıldandı."Ben fazlalık olurum."
Murat, Korel'in yanına oturdu ve elini omzuna atarak onu hafifçe kendine çekti. O sırada Korel'in sakladığı bilyeleri ortaya çıktı. Murat çoktan gördüğü bilyeleri yeni görüyormuş gibi davrandı.
"Vay canına," diye bağırdı. "Bu kadar bilye senin mi?"
Korel'in kaşları çatıldı ve bilyeleri saklamak istermiş gibi arkasına götürdü. "Evet, hepsi benim ve paylaşmayı sevmem."
Murat Korel'i biraz daha kendine çekti. "Senin senin," diye homurdandı. "Ama oyun oynamak istiyorsan sadece bilyelerle oyun oynayabiliriz, diğer türlü biz eş olduğumuz için öylece izlersin."
Korel'in kaşları havaya kalktı ve tereddütle, "Daha önce hiç kimseyle oynamadım," diye itiraf etti."Nasıl oynayacağız ki?"
O sırada Kemal ıslık çaldı ve yolun ortasında oynayan arkadaşlarını el hareketiyle yanlarına çağırdı. Arkadaşları oynadıkları topu öfkeyle yolun köşesine bırakarak onların yanına yürümeye başladılar.
"Ben gösteririm," dedi Murat ayağa kalkarak ve elini öne uzattı. "Hadi kalk."
Korel karşı gelmeden hızlıca Murat'ın elini tuttu ve ayağa kalkarak ne yapacaklarını bekledi. Murat cebinden çıkardığı bir tebeşirle asfalt zemine çok da büyük olmayan bir daire çizdi ve dairenin içinden çıkarak Korel'in yüzüne baktı.
"Hepimize bir tane bilye vereceksin ve hepimiz aynı yükseklikten bilyeyi yere atacağız; dairenin içinde kalan bilye ya da bilyeler kazanmış olacak, diğerleri ise kaybedecek. İki kişi kalana kadar devam edeceğiz ve sonucunda o iki kişiden biri kazanacak."
Korel soğuk bir ifadeyle gülümsedi ve başını hızla aşağı yukarı salladı; daha önce tek başına oynadığı bir oyundu ve iyi olduğu söylenebilirdi. Korel'in arkadaşları olmazdı, yalnızlığı severdi.
Altı çocuk yerlerini aldığında Kemal hakem oldu ve dışarıya taşan bilyeleri poşete geri koymak için görevlendirildi. Herkes eline birer bilye aldı; Korel'in bilyesi simsiyahtı ve içinde kırmızı bir renk vardı, bu kırmızı renk sanki anne karnında bir cenin gibi görünüyordu.
Korel'in uğurlu bilyesiydi.
"Başlıyoruz!" diye bağırdı Murat. "Üç dediğimde herkes bilyesini atacak." Çocuklar heyecanla kafasını aşağı yukarı salladığında, "Bir!" diye bağırdı. Korel, işaretparmapıyla başparmağının arasına bilyesini yerleştirdi ve hedef almak için gözünü kıstı. Çocuklar tebeşirden dairenin etrafında geniş bir daire oluşturmuşlardı. "İki!" Murat ve Kemal bakıştı; Murat göz kırptığında, "Üç!" diye haykırdı ve çocuklar bilyelerini halkanın içine atarken Murat atmadı ve Kemal, Korel'in arkasına gelerek sertçe onu itekledi.
Korel'in ayakları birbirine dolanırken öne doğru düştü ve çenesi sertçe asfalt zemine çarptı; elinde tuttuğu uğurlu bilyesini ise bırakmadı fakat diğer elinde tuttuğu bilyeler her tarafa saçıldı.
Murat yüksek sesle kahkaha atarken diğer çocuklar geriye çekilip korkuyla Korel'e bakmaya başladılar. Korel ise sarsıntıyla beraber acı içinde inledi. "Bilyelerim!" diye bağırdı. Kemal yere düşen bilyeleri elindeki poşete doldururken, diğer çocuklar öylece bekliyorlardı.
"Hadi!" diye bağırdı Murat. "Doldurun bütün bilyeleri, hepsi bizim oldu."
Diğer çocuklar bir an bile düşünmeden bilyeleri ellerinin içine doldurmaya başladılar. Korel, "Hayır!" diye bağırsa da onu duymadılar. Düştüğü yerden kalkmaya çalıştı fakat Murat kafasından itekleyerek onun kalkmasını engelledi. "Cimri!" diye bağırdı Korel'e. "Bizimle oynayacak ama bilyelerini bile paylaşmayacaktı."
Diğer çocuklar da öfkelendiğinde hepsi ona döndü ve birkaç tanesi Korel'e vurmaya başladı. Korel acıyla inlerken avcunun içinde sımsıkı tuttuğu bilyesini bırakmıyordu. Karşılık vermedi, vermeye çalışsa bile yenik düşeceğini biliyordu.
Korel'in küçüklüğünde oluşan maya, ruhunun ışığını kaybettiğinde bozulacaktı.
Çocuklar yere saçılan bütün bilyeleri topladılar ve Korel'in üzerindeki baskıyı azaltıp bir tarafa dağıldılar. Sadece Murat ve Kemal yanında kaldığında, Korel'in aldığı nefesler canını yaksa da yattığı yerden onların yüzüne baktı.
"Ne oldu?" dedi Murat kaşlarını kaldırarak. "Bilyelerin artık bizim."
Korel zorlukla doğruldu ve kanayan dizlerini, dirseklerini, çenesini umursamadan ayağa kalktı.
Bu ilk yere düşüşü değildi, bu ilk kavgası değildi, bu canının ilk yanışı ya da canını ortaya serişi de değildi fakat unutamayacağı ilk çocukluk anısı olacaktı, bunu da biliyordu. Korel düşmeye alışıktı fakat kalktığı zamanlar, artık darbenin nereden geleceğini daha iyi öğrenmişti, öğrenmeye de devam edecekti. Onun için hayatının sonuna kadar bu önemli olacaktı; insanları düşerken tanıyor, kalktığı zamanlar alt ediyordu. Bu yüzden insanların onu düşürmesine ilk seferde daima izin verecekti, sonrasında ise dizlerinin üzerinde durmaktan hiçbir zaman rahatsız olmayacaktı; bu bir itaat değildi.
"Onları sizden alacağım," dedi Korel kısık bir sesle fakat canı fazlasıyla yanıyordu. Ağzının içinin kanadığını hissetti, düşerken yanağını ısırmıştı.
"Kolaysa al, bilye koleksiyonuma yenileri eklendi bile," dedi Murat ve elinde tuttuğu poşetteki bilyeleri havaya kaldırarak Korel'in yüzüne doğru salladı. "Hepsi burada, bana gücün yeterse al bakalım, ufaklık."
Korel kendi yaşıtlarına göre uzun boylu bir çocuktu fakat Murat ondan büyük olduğu için daha uzundu.
Korel hiçbir zaman normal bir çocuk gibi davranmazdı ve yine öyle davranmadı; sinirlenmedi, ağlamadı, öfkelenmedi, çırpınmadı ya da saldırmadı. Bir an sustu, Murat'ın yüzüne baktı ve ardından, "Şimdi değil," dedi fakat çenesi titriyordu. "Bir gün senden o bilyeleri alacağım hem de yenileriyle beraber."
Murat alayla güldü, Kemal de ona katıldı. Korel ise kendine o an, ilk defa bir söz verdi ve son bir kere Murat'ın elinde tuttuğu bilyelerine baktı.
Saldırabilirdi, çabalayabilirdi fakat faydasız olacağının farkındaydı; o yaşına rağmen zekâsı kendi yaşıtlarına göre daha yüksekti. "İnanmayın siz," dedi son kez. "Zamanı geldiğinde görürsünüz."
Korkak değildi zira korkak olsaydı kaçardı; o kaçmak yerine meydan okurdu ve ilk meydan okumaları zekâsıyla, sonrası gücüyle, en son ise ruhuyla olurdu.
Murat ve Kemal daha yüksek bir sesle gülmeye başladıklarında Korel çocuklara arkasını döndü ve bu ara sokağa bir daha uğramayacağını aklına not ederek dizlerinin acısıyla yürümeye başladı. Çocuklar onun peşinden gitmedi ve ellerindeki bilyelerle yeni oyunlar için planlar yapmaya başladılar.
Korel ara sokak ile anaokulu arasındaki beş dakikalık mesafeyi yirmi dakikada anca aştı ve bunun sebebi canının yanmasıydı
Anaokulu kapısının önünde ağabeyinin arabasını gördüğünde yürüyüşünü düzeltmeye çalıştı fakat beceremedi; kapıda bekleyen öğretmenleri Korel'i görünce ellerini kalplerine koyup onu doğru ilerlemeye başladılar, arkadaşları çoktan gitmişti, ağabeyinin bakışları ise dikiz aynasından Korel'i kesiyordu.
Arabadan inmedi, kardeşinin dizlerine bakmadı, çenesine bakmadı; Korel ise anaokulunun kapısından ona doğru koşan öğretmenlerini görmezden gelerek ağabeyinin arabasına yürüdü.
Avcunun içinde hâlâ uğurlu bilyesi vardı. Arabanın yolcu koltuğunun kapısını zorlukla açtı ve ona merakla bakan öğretmenlerine tamamen arkasını dönerek arabaya bindi. Ağabeyi arabaya binen Korel'in ardından onun üzerine doğru eğildi ve kapısını sertçe kapattı.
Arabanın gazını alevlendirdiğinde kardeşine bakmadan, "Yine kaçmışsın," diye mırıldandı. "Bu sefer başına ne geldi?"
Her kaçtığında başına bir şeyler geliyordu fakat bu sefer en kötüsüydü, bu çok belliydi. "Geçen sefer az kalsın araba çarpıyormuş," dedi ağabeyi hiddetle. "Şimdi çarptı mı?"
Kardeşinin yüzüne bakmamaya devam etti.
"Hayır," dedi Korel ve avcunun içinde sımsıkı tuttuğu bilyeye bakmak için parmaklarını gömdüğü yerden açtı. "Bu sefer beni dövdüler."
Ağabeyi direksiyonu çevirirken, "Neden?" diye sordu. "Kendini koruyamadın mı?"
Kardeşinin izlerine bir an bile bakmadı.
"Bilyelerim," dedi üzüntüyü tınısında hissettirerek. "Bilyelerimle oyun oynayacaklarını söyleyip beni kandırdılar, sonra döverek elimden aldılar. Bilyelerim artık yok." Ağabeyi bir şey söylemek yerine arabanın hızını artırdı ve bir süre sessiz kaldı. "Kızdın mı?" diye sordu Korel korkuyla. "O bilyelerin içinde senin bilyelerin de vardı."
"Ben oynamıyordum," dedi ağabeyi omzunu kaldırıp indirerek. "Bana alınmıştı ama hiç yüzlerine bakmamıştım. Onlar senindi; senin olana sahip çıkamadın mı? Bu kadar kolay kandırılacak kadar aptal mısın?"
"İnandım ama bir daha inanmayacağımı da öğrenmiş oldum. Şu an değil," dedi karşı gelerek. "Şu an onlara karşı gelebilecek gücüm yok ama bir gün o bilyeleri alacağım, hem de yenileriyle birlikte."
Ağabeyi alayla güldü. "O bilyeler kaybolmadan kalacak mı sanıyorsun?" diye sordu.
"Kalacak," dedi Korel direterek. Bakışları bulutlardaydı. "Hem de daha fazlası... Onları alacağım."
Ağabeyi arabayı sert bir fren darbesiyle durdurduğunda başka bir ara sokaktalardı. Bakışları kardeşine ilk defa döndüğünde yüzündeki ve dizlerindeki izleri gördü. Parmakları kardeşinin çenesini kavradı ve başını kendisine çevirmesini sağladı; çenesindeki kan izleri ağabeyinin parmaklarına bulaştı.
"Bana bak," dedi sert bir sesle. "Her düştüğünde kalktın ama daima kalkabileceksin diye bir şey yok; beni duydun mu? Kendini korumayı öğrenmen gerek. Yoksa bir gün seni öyle bir düşürecekler ki bir daha asla kalkamayacaksın."
Korel'in kaşları çatıldı. "Ben güçsüz biri değilim," diye homurdandı. "Sadece güçsüz numarası yapıyorum çünkü yenileceğimi biliyordum."
Ağabeyi kaşlarını kaldırdı ve Korel'in elinde tuttuğu son bilyeye baktı; sertçe Korel'in avcunun içinden o siyah bilyeyi aldı. Havaya kaldırdığında, Korel almak için uzandı fakat ağabeyi omzundan tutuyordu.
"Sadece bu bile sana yettiği için ağlamıyorsun şu an, değil mi?" diye sordu.
"O benim uğurlu bilyem," dedi Korel. "Ve ben ağlamayı sevmiyorum."
"Bu benim bilyemdi," dedi ağabeyi ve avcunun içinde sıktı.
"Artık benim," dedi ve ağabeyinin eline uzandı. "Ver onu bana." Ağabeyi sıkıca tuttuğu bilyeyi bırakmadı ve kardeşine de vermedi; Korel'in ruhunu, Korel'in rengini, Korel'in umutlarını avcunun içinde sımsıkı tuttu.
"Hayır," dedi ağabeyi. "Bu bilye ne zaman senin olacak, biliyor musun?" Tek kaşını kaldırdı ve yüksekten kardeşine baktı. "Diğer kaybettiğin bilyeleri bana getirdiğin zaman."
Korel sustu, Korel'in dudakları titredi ve canı daha fazla yandı fakat karşı gelmedi, tepki vermedi, direnmedi. Bakışları ağabeyinin bakışlarına odaklandı.
"Karşı gelmeyecek misin?" diye sordu ağabeyi. "Karşı gel, diren, savaş, onu benden almaya çalış, koru kendini. Neden böylesin?"
"Hayır," dedi Korel ve kafasını iki yana salladı. "Bunu da şu an yapmayacağım."
"Ne zaman yapacaksın?" diye sordu ağabeyi.
"Diğer bilyelerle yanına geldiğim zaman," diye mırıldandı. "Yeni bilyelerle yanına geldiğim zaman sana öyle bir direneceğim ki, seninle öyle bir savaşacağım ki canın benim dizlerimden daha fazla yanacak ve bana inanacaksın."
Ağabeyi bir süre kardeşinin yüzüne baktı; Korel ise bakışlarını bulutlara çevirdi tekrar ve gözlerini kapattı. Korel'in ruhunun rengi artık yolunu aydınlatamayacaktı çünkü bir avcun içinde kafese kilitlenmişti fakat umudu daima o bilyede kalacaktı.
O an karar verdi, uğuru bütün bilyelerdi; umudu artık bulutları değildi.
Korel'in çocukluğu, rengi olmayan bir ruhtu.
***
Zaman bizden çaldığı her hatırayı yüzeyi kirlenmiş yoksul ruhumuza bıraktığında, derinlere gömülü acılarımız, zengin ruhlara ilaç oluyordu.
Benim zamanımdan çalınan her hatıra, kör bir kadın gibi hissetmeme sebebiyet veriyordu.
Güzel hatıralar biriktirdiğimi hissedebiliyordum fakat anımsayamıyordum. Zihnimin detaylarında gizli olan hisler, bazı günler hatta bazı kan kustuğum gecelerde yüzümü gülümsetebiliyordu.
Kendimi kör bir kadın gibi hissetmemin en büyük sebebi buydu. Kendimi, güzel kokulu bir çiçeği soluyormuş ama göremiyormuş gibi hissediyordum. Güzel hatıraların en derin duyguları yüzümü gülümsetebiliyordu fakat hatıranın ne olduğunu göremiyordum.
Doğuştan hislere gözleri açık ama hatıralara kör bir insan, iyileşemezdi.
Ben o çiçeği daha önce gördüğüme emindim, zihnimin uydurduğu bir yalan değildi fakat çiçeğin zehirli bir renkte mi yoksa iç ferahlatıcı bir tonda mı olduğuna karar veremiyordum; belki de dünyanın en zehirli çiçeğiydi fakat benim zihnim onu güzel hislerle özümseyip kendi içine hapsederken, beni yoksul bir ruha dönüştürüyordu.
Doğuştan kör müydüm? Eğer sonradan hatıralarıma kör kaldıysam, zengin ruhlar hislerimi acılarımdan tat almak için mi bırakmıştı?
Sessizlik etrafı kaplarken ve herkesin gözü benim üzerimdeyken tam anlamıyla hissettiğim, kör olduğum ve zamanın içinde yoksul ruhumu zengin ruhlara sunduğumdu.
Bakışlar bana dönüyordu, herkesin bakışları benim üzerim de geziniyordu, ne tarafa gideceğimi bilemiyordum ve olduğum yerde kaskatı kesilmiş bir şekilde kimseyle göz teması kurmamaya çalışıyordum. Arkamadan destek veriyormuş gibi beni tutan elin varlığını fark ettiğimde geriye baktım ve Büge'yle göz göze geldim, gözlerinde saf bir ifadesizlik vardı fakat hiçbir şeye anlam veremediğinin farkındaydım.
"Korktum," dedi Büge soluk bir sesle. "Yani sanırım korktum."
Gülümsedim, o kadar uzak bir gülümsemeydi ki kendimi delirmiş gibi hissettim, gülümsememe karşılık o da bana bakarak kaşlarını çattı ve yaptığım şeye anlam vermeye çalıştı.
Bakışlarım elime kaydığında titrediğini fark ettim, etrafa hâlâ ölümcül bir sessizlik hâkimdi. Yutkundum, yutkunduğum yerden çiçeğin zehri aktı. Ellerimde gizlenmiş sırlar olduğunu hissediyordum.
Bakışlarım tekrar etrafa kaydığında ilk olarak masanın üzerine devrilen Erdem'le göz göze geldim; yarı baygın bir şekilde, kapanmaya meyilli gözkapaklarının arasından bana bakıyordu, yüzüne belli belirsiz bir gülümseme hâkimdi.
Korel'in Erdem'in yüzüne attığı çizik, sağ gözünün altından üstdudağına uzanıyordu; çok derin bir kesik değildi ama silik bir iz kalabileceğini anlayabiliyordum.
"Yardım edin," dedi Erdem. Yüzünün sol tarafı masaya yapışmıştı ve aralık dudaklarından hafifçe fısıldıyordu, bakışları hâlâ benim üzerimdeydi; eminim benden başka kimse onu duyamıyordu.
Etrafa baktım, herkesin bakışları önce benim üzerimde sonra da Korel'de geziniyordu. İçimdeki dehşete aldırmadan bakışlarımı Korel'e çevirdim ve o saniye göz göze geldik. Az ileride duruyordu, bana bakarken yüzünde alaylı bir ifade vardı. Az önce yaşananların en büyük başrolü kendisi değilmiş gibiydi, her şey sanki onun dışında gelişmişti, ben kendimi her şeyin sorumlusu gibi hissetmeye başlamıştım.
"Yardım edin!" dedi Erdem daha yüksek bir sesle; olduğu yerden kalkmaya çalışsa da başı yeniden masaya düştü, birkaç kişi Erdem'e doğru ilerlediğinde Korel, üzerimdeki bakışlarını o kişilere çevirdi ve o kadar keskin bir ifadeyle baktı ki insanlar olduğu yerde kaldı.
"Kartal'ı..." Durdu, gülümsedi, gülümsemesi şeytana ait gibiydi. "Sıçan'ı sıçtığı yerde bırakın."
Homurdanmalar yükselirken Korel'in tarafındaki kişiler kahkaha atmaya başladı, Erdem'in olduğu taraftakiler ise ses çıkaramıyorlardı. Korel'in diğer tarafında duran Gürkan öne doğru çıktı ve içten bir gülümsemeyle, "Kaldırın kıçları," diye homurdandı. "Akbabalar birazdan gelir."
Sokak ağzına sahip adamlardı ve ben ne dediklerini anlamasam da birkaç kişi yine güldü. Gürkan'ın böyle bir adam olduğunu nasıl olmuştu da yeni anlamıştım, bilmiyordum. Aslında onun da bakışlarında bir tuhaflık vardı, kendi mesleğini sanki bir araç olarak kullanıyormuş gibi gelmeye başlamıştı.
"Sırtlan!" diye seslendi biri arkadan. "Bir şey yapmayacak mısın?"
Korel ona seslenen adama baktı. "Bilirsiniz," dedi ihtişamlı bir sesle. "Sırtlanlar avlarıyla oynamayı severler." Gözleri bana kaydığında, kendimi av gibi mi yoksa leş gibi mi hissetmem gerektiğini anlamadım.
"Canın yanacak," dedi masaya devrilen Erdem ve gülümsemeye çalıştı. Gözleri daha fazla kapanmaya başlamıştı ve kaşı da kanıyordu. Kimse ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. "Bir kartalı öldürmezsen, sırtlandan intikamını çok kötü alır."
"İntikam?" dedi Korel ve birden Erdem'e doğru yürümeye başladı, içimdeki korkuya yenilerek geriye bir adım attığımda Büge'ye çarptım. Korel geri geri gittiğimi gördü fakat görmezden geldi.
"İntikam," dedi Erdem kindar bir tınıyla. "Bu sefer sert kayaya çarptın!"
Korel sakin ve yavaş adımlarla Erdem'e yaklaşırken, yaprak sarısı gözlerinde sonbaharın soğuğu vardı. Gülümsedi, yine ifadesizliğini bırakmıyordu. "Kendini kartal sanan sıçana bakın," dedi Korel dalgayla. "Beni tehdit ediyor."
"Minel," dedi Büge oldukça kısık bir sesle. "Burası fena karışacak gibi görünüyor." İçten içe bu kaos ortamından hoşlandığını biliyordum. Hiçbir şey söylemedim ve Korel'i izlemeye devam ettim.
Sırtlan'ı.
"Ne değişti?" dedi Erdem ve gözleriyle beni işaret etti. "Küçük kızları korumayı sever oldun galiba."
"Küçük kız," dedi Korel ve yüzü gerildi, daha önce de bu iki kelime yan yana geldiği zaman gerildiğini hissetmiştim. Hiçbir şey söylemedi ve Erdem'in dibine gelerek üstten üstten ona baktı.
"Evet," dedi Erdem. "Yoksa beni öldürmeyi mi planlıyorsun?" Ne kadar da rahat sormuştu.
"Ben avlarımı öldürmem." Korel bu cümlesini o kadar net, o kadar kesin bir dille söylemişti ki ürperdiğimi hissettim. "Ama oynadığım çok olmuştur."
İnsanların arasında homurdanmalar yükselirken, Gürkan hızla Korel'in yanına gelip elini omzuna koydu. "Yeter bu kadar." Sesinde bir uyarı gizliydi. "Birazdan Akbabalar gelecek, yarışları iptal edelim."
Korel bir süre Erdem'in yüzüne bakmaya devam etti fakat Gürkan'ın dediğini onaylamayarak dilini şaklatıp bana baktı. "Yarışlar daha zevkli olacak gibi görünüyor."
Gözlerimi ondan kaçırarak Erdem'e baktım; gözleri kapanmıştı, bayıldığına emindim. Gürkan arkadaki birkaç kişiye göz işareti yaptığında insanlar Korel'den çekinerek Erdem'e yaklaştı fakat Korel umursamayıp bana bakmaya devam ederken Erdem'i omuzlarından tutup geriye çektiler ve oturduğu yerden indirip neredeyse sürükleyerek diğer tarafa götürdüler.
"Sırtlan!" diye seslendi yine aynı adam. "Kurallar aynı mı?" Korel bana bakmaya devam ediyordu, ürperdiğimi hissettim. "Ne yapıyor bu be?" dedi Büge ve önüme geçmek için arkamdan çıktı fakat o saniye Korel bakışlarını benden ayırarak ellerini birbirine çarptı.
"Yarışlar başlasın," dedi yüksek sesle. "Getirin malzemeleri."
İnsanlar dağıldıkları yerlerden tekrar toplanmaya başlayıp meydana yaklaştılar. Bense olduğum yerde durmaya devam ediyordum. Gürkan, "Tanju!" diye birine seslendiğinde sarışın bir adam öne doğru çıktı ve sırt çantasını yere koydu. "Getirdim."
"Güzel," dedi Korel, Gürkan'ın ne cevap vereceğini umursamayarak.
Gürkan kendi kendine bir şeyler homurdanarak Korel'e baktı, bu gece yarışların olmasını istemediği çok açıktı. Bakışlarım onun üzerinde gezinirken, hiçbir şeyin farkında olmayan yegâne kişilerin ben ve Büge olduğumuzu fark ettim.
"Ne artın var?" diye arkamdan bir kızın sesini duydum ve başımı çevirdiğimde az önce Erdem'le öpüşen kız olduğunu fark ettim. Bir şey söylemek yerine yüzüne bakmaya devam ettim, o ise beni alt eden bakışlarını üzerimde gezdiriyordu.
"Ne diyorsun?" dedi Büge olaya dahil olarak fakat ona o kadar kızgın bir ifadeyle baktım ki hiçbir şekilde konuşmaması gerektiğini o saniye anladı.
"Ne artın var?" dedi kız tekrar bana. "Dilini mi yuttun?"
"Neyden bahsediyorsun?" Dudaklarım kurumuştu, buz gibi suya ihtiyacım olduğunu hissediyordum. Beni esir alan korku muydu, heyecan mıydı, bilemiyordum.
"Sırtlanlar ve Kartallar burada karşıt iki gruptur," diye açıkladı. Sesi titriyormuş gibiydi. Çirkin bir kız değildi fakat gözlerini kaplayan öfke onu çirkin biri haline getirebilirdi. "Bu zamana kadar her oyun tam seyrine göre devam ederken senin yüzünden daha farklı kulvarlara göre hareket etti. Farkın ne?"
"Bir farkım yok," dedim içten gelen bir sesle. Elimi havaya kaldırdım. "Bir avın oyuna elini dahil ettiğini hiç görmedin mi? Farkım olsaydı bu yaşanmazdı." Av kelimesini söylerken sesimdeki tınıda hayal kırıklığı gizliydi.
Kız alaylı bir ifadeyle gülerek gözlerini devirdi. "Eğer sevgilime bir şey olursa senin için kötü olacak."
Sevgilisi diye bahsettiği kişinin Erdem olduğunu çok iyi biliyordum ama birbirlerini sahiplenmeleri beni şaşırtmıştı. "Derdin ne?" dedi Büge iç sesime ses olarak. "Sevgilim derken Korel Erezli'den mi bahsediyorsun?" Büge konuyu çok yanlış anlamıştı.
"Korel Erezli mi?" dedi ve gözlerini bu sefer daha büyük bir hiddetle devirdi. "Onu tanımıyor musunuz?" Büge'yle bakışlarımız kesişti ve kaşlarımızı çattık. Kız arkadaş canlısı mıydı yoksa düş man mıydı çözemiyordum ama ondan öğreneceğim birçok şey olabileceğinin farkındaydım.
"Hey!" diye seslendi Gürkan ve dikkatimiz o tarafa yöneldi. "Toplanın!" Gürkan bir dizi yerde olacak şekilde önündeki sırt çantasından bir şeyler çıkarıyordu. Adımlarım o tarafa yönelirken önünde Korel'in dikildiğini gördüm. Siyah çantanın fermuarını açarken, motosiklet yarışlarına katılacak kişiler de yavaş yavaş Gürkan'ın etrafını dolduruyordu. Kimsede motosiklet yarışlarında kullanılan koruyucu ekipmandan yoktu. Adımlarım hızlanırken, Büge de beni takip ediyordu. Az önce yanımızda duran kız yok olmuştu.
"Nasıl yani?" dedim biraz yüksek bir sesle. "Ekipmanları yok mu?"
Birkaç kişi bana inanamıyormuş gibi bakarken söylediğimde neyin tuhaf geldiğini anlamak için kaşlarımı çattım. "Ekipman mı?" dedi az önce Gürkan'a çantayı getiren sarışın adam, hatta on sekiz yaşından bile küçük olabilecek çocuk. "Bu yarışlara ilk defa mı geliyorsun?"
Kafamı aşağı yukarı salladım. Herkesin gözünde fazlasıyla saf göründüğümün farkındaydım. "Sağlıklı değil," diyerek kendi kendime söylenirken Gürkan'ın arkasına gelmiştim. Korel'in bakışları bana döndüğünde yanında dokuz kişi daha olduğunu fark ettim.
"Bu yarışta hiçbir şey sağlıklı değildir," dedi Korel dik bakışlarını üzerimde gezdirerek. "Oyun parkına geldiğini mi düşünüyorsun?"
Kimse eskisi kadar neşeli değildi hatta ortam eskisi kadar da kalabalık değildi. "Herkes kaçtı mı?" dedi Büge şaşkınlıkla.
Gürkan ters bir ifadeyle Büge'ye bakarken çantadan ambalajları henüz açılmamış olan şırıngaları çıkarıyordu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı, Büge'yle birbirimize baktık, ardından Korel'e döndüm. "Siz ne yapıyorsunuz?"
Korel dediğimi duymazdan gelerek arkasına baktı ve geniş bir şekilde sırıttı. "Kimse kalmamış."
"Biz varız Sırtlan," dedi yarışa katıldığını belli eden biri. "Kartal'ın yokluğunu aratmayız."
Korel umursamaz bir ifadeyle başını dalga geçiyormuş gibi salladı. "Dikkat edin de Kartal gibi sıçana dönüşmeyin."
"Bu gece yarışlar olmayabilir," dedi Gürkan tereddütle. Bir yandan da elindeki bir şırınganın ucuna iğneyi yerleştiriyordu. Sarışın çocuk ona yardım etmek için yanına eğildi ve çantanın başka bir gözünden ampul şeklindeki ilaçları çıkardı.
"Bu gece," dedi Korel kelimelerin üstüne basarak. "Yarışlar olacak."
Yarışa katılacak neredeyse herkes isteksiz görünüyordu; az önce yaşananlar inanılmaz derecede herkesi germişti, bunu fark edebiliyordum. Gürkan, Korel'e baktı ve sözünden döndüremeyeceğini fark edince, "Sıraya geçin," diyerek emir verdi.
"Kızlar," dedi esmer bir adam. "Yerlerinizi alın."
Kendimi hiç bu kadar, bir yerde fazlalıkmış gibi hissetmemiştim. Benim de yarışa dahil olup olmayacağımı bilmiyordum. Gözlerim Korel'in üzerinde gezinirken, bana bir şey söylemesini bekledim fakat o bana bakmak yerine Gürkan'la sözsüz bir bakışma yaşıyordu.
Beş ya da altı tane kız öne doğru çıktı; aralarında az önce benimle konuşan kız da vardı, sözü o aldı. "Kız sayımız yetersiz. Yetmeler de yarışa girecek."
Bakışlar bana ve Büge'ye döndüğünde yetme diye bahsedilen kişilerin biz olduğumuzu biliyordum. Zaten yeterince kirli olan yarışlara ne tarafından dahil olacağımı bilemediğim için kendi kendime geriye adım atmak istedim fakat Büge beni omuzlarımdan tutup öne doğru çıktı. "Biz varız." Ben yoktum.
Benim adıma konuşabilecek cesareti nereden, nasıl buluyordu? Kafamı iki yana salladığımda Korel'le göz göze geldik, Gürkan ise hâlâ Korel'e bakmaya devam ediyordu.
"Hayır," dedi Korel kesin bir tınıyla. "Yarıştan üç kişi dışarıya çıksın."
Zaten bunu bekleyen birkaç kişi geriye çekilmek için hareket etmeye başladığında, "Saçmalık," dedi kız. "Sen Kartal'la bu oyunu şu turuncu kafalı yeniyetme için oynamadın mı?"
"Sen benim işime mi karışıyorsun?" dedi Korel ve tehdit dolu sorusu tekrar ortamın gerilmesine sebep olacakmış gibi göründü. "Yarışın kurallarını bilmeyenler yarışa dahil olamaz." Bana baktı. "Yoksa kimse umurumda değil."
Bakışları tam aksini iddia etse de bana bakmayı sürdürmedi. Derin bir nefesi ciğerlerime doldurduğumda, konuşan kız kendi kendine homurdandı ve bir şey söylemedi.
Rahatlamıştım. "Saçmalık gerçekten," diye söze girmeye çalışan Büge'ye ters bir bakış attım.
"Kapa o çeneni," diye sessizce fısıldadım. "Buradan defolup gitmekten başka istediğim hiçbir şey yok." Büge'nin istediği tam anlamıyla yarışa dahil olmak hatta meydan okumaktı ama ne onu ne kendimi bu topa sokmak istiyordum. Yarışa katılacak üç kişi ufak bir tartışmayla ayrıldığında grupta altı kişi kaldı.
Kızlar yanlarında durmak istedikleri adamların yanına geçtiğinde Korel tek kaşını kaldırdı ve az önce konuşan kıza, "Ece!" diye seslenerek eliyle işaret etti. "Sen benimle oyuna giriyorsun."
"Ne?" diye inledi kız. "Bu da ne demek? Ben Kartal'ın tarafındayım." Yanında durduğu kişi sayesinde onun Kartal'ın bir adamı olduğunu fark ettim.
"Oyunu kazandım," dedi. "İstediğimi alırım. Sen benimlesin."
Gürkan, "Korel," diye mırıldandığında kız dehşetle etrafına bakıyordu. Birilerinin bir şey yapmasını bekliyordu fakat kimseden ses yoktu. Kartal'dan hâlâ intikam alıyordu, ne şekilde olursa olsun. "Yetmez mi bu kadar?"
"Ne istiyorsam o," dedi Korel ve Gürkan'a odaklandı. "İşime fazla karışmaya başladın, birader."
"İstemiyorum." Kızın gözlerinden korku okunurken herkese tek tek baktı, en son bakışları benimle kesişti. "Salak mısınız? Bir şeyler yapın. Kartal'ın kızını kendisiyle beraber yarışa dahil etmeye çalışıyor."
Anlayamıyordum, altı üstü bir motosiklet yarışı diye baktığım bu ortam şimdi bana cehennemin alt katmanlarından bir yermiş gibi gelmeye başlamıştı.
"Bir şeyler yapacak olan?" dedi Korel ve birkaç saniye sonra devam etti. "Yok. Başlasın artık, sıkılıyorum."
Eğer bir filmin, bir dizinin ya da bir kitabın içinde olsaydık ve başrolde oynasaydım, iyi kalpliliğimle kızı kurtarmak için oyuna dahil olmak istediğimi söylemem gerekirdi. Asla bunu yapmayacaktım çünkü başrolde değildim.
"Lanet olsun," dedi Ece ve dişlerini sıktı. "Hepiniz korkak götün tekisiniz. Erdem hiçbirinizi yaşatmayacak."
"Sıçan'ını sikeyim," dedi Korel ve yüzünü buruşturdu. "Sus artık yoksa her şey senin için daha zor olacak."
Ece ağzının içinde sinirli bir çığlık attı ve ayaklarını yere vurarak Korel'in arka tarafına doğru yürüdü. Diğer kızlar da yerini alırken, herkesin Gürkan'ın karşısında tek sıra halinde durduğunu gördüm.
En başta Korel vardı. Gürkan başını önüne eğip iki yana salladı ve bir ampul ilacı poşetinden çıkararak elindeki şırıngaya yavaşça doldurdu. "Bu da ne?" dedim Gürkan'a yaklaşarak.
Yüzüme bakmadı, ilacı oldukça yavaş bir şekilde şırınganın ucunu çekerek doldurmaya devam etti. "Epinefrin," dedi. "Adrenalin yani."
Kaşlarım havaya kalkarken, "Yani?" diye mırıldandım. "Anlamadım."
"Neyini anlamadın?" dedi Korel ve öne doğru çıktı.
Gürkan elindeki şırınganın iğnesini havaya tuttu ve plastik kısmına vurup iğnenin ucundan birazcık sıvı çıkması için şırıngaya baskı uyguladı. Sıvı iğnenin deliğinden dışarı çıkıp aşağı akarken yutkundum. Korel gülümsedi ve sağ bacağını Gürkan'a uzattı. Her şey zamanın yine ve yeniden bana meydan okuduğu o hızlı diliminde olurken, Gürkan elindeki şırıngayı sertçe Korel'in sağ bacağının üstüne sapladıktan sonra ucunu bastırırken sıvının gitgide yok oluşunu izledim.
"Hey!" diye inlediğimde bir adım öne çıktım ve Korel'in yanına geçtim. "Ne yapıyorsunuz?"
Korel'e dönüp baktığımda yüzünde acı çekiyormuş gibi bir ifade yoktu ama üstdudağı kıvrılmıştı; arkadan gelen kırmızı ışık yüzüne vurduğunda kurumuş yaprak rengi gözbebekleri büyüdü ve dudakları aralandı.
Gürkan şırıngayı yavaşça çektiğinde, Korel olduğu yerde öylece dikilip yutkundu, âdemelması aşağı doğru kavisli bir hareketi tamamladığında bakışlarımı gözlerinden ayıramıyordum.
Kurumuş yaprak rengi gözlerini kapatacak kadar büyüyen gözbebekleri, çürümüş bir ağaç kökünü anımsatıyordu.
"Tamamdır," dedi Gürkan ve Korel bir eliyle bacağını sıvazlayarak benim olduğum tarafa doğru geldi. Ece, Korel'in oldukça gerisinde onu takip ederken, yüzünde acı vardı.
"Bu iş gitgide hoşuma gitmeye başladı," diyen Büge'yi umursamadım ve Korel yanımdan geçip motosikletine ilerlerken onu takip ettim. "Bu da neydi?"
"Epinefrin," dedi Gürkan'ın dediğini tekrar ederek ve devam etti, "adrenalin yani."
"O kadarını duydum," dedim ve dehşet içinde Korel'in bacağına baktım. "Ne işe yarıyor?"
"Turuncu, Turuncu, Turuncu," dedi kafasını iki yana sallayarak. Motosikletinin önünde durdu ve bana döndü. "Bu yarışın ana maddesi adrenalindir. Sana çocuk parkında olmadığını söylemiştim."
Motosikletinin aynasını ayarlarken, Korel'in ellerinin titrediğini fark ettim. Dudaklarım şaşkınlıkla daha fazla aralanırken, tekrar Gürkan'ın olduğu tarafa baktım ve herkesin Korel gibi iğne vurdurduğunu gördüm. Büge büyük bir hayranlıkla izliyor, Gürkan'a sorular soruyordu.
"Anlayamıyorum," dedim. Korel'in elleri daha fazla titremeye başladı ve boynunu çıtlattı. Düzelttiği aynayı sertçe bırakıp bana döndü ve büyük bir adım attığında alnım göğsüne dokundu.
"Ne olduğunu bilmek mi istiyorsun?" Geriye doğru çekilmek istedim fakat Korel ensemden tutarak başımı sağa çevirdi ve kulağımı kalbine yasladı. "Dinle!" diye öfkeyle soludu. "Ne duyuyorsun?"
Etraftaki sesleri bastıran en yüksek ses, Korel'in ardı arkası kesilmeyen hızlı kalp atışlarıydı. O kadar hızlıydı ki ellerimi kalbinin üzerine koysam avuçlarımın içinde can bulacakmış gibiydi. Korel'in ensemi tutan eli saçlarımı sakince kavradığında dudaklarım aralandı. "Kalbin," diye fısıldadım. "Çok hızlı atıyor."
Korel hızla ensemden beni geri çekti ve aramıza belirgin bir mesafe koydu. "Bu oyunun sonu, pes edene kadardır."
Gözlerimi onun gözlerinden ayıramadım. Sırtlan lakabı, işte şimdi tam olarak onun büyüyen gözbebeklerinde gizli olan benliğine yakışıyordu. "Çok tehlikeli," diyebildim sadece. "Anlayamıyorum ama çok tehlikeli."
Korel'in dudakları yarım bir gülüşü ağırladı. "Tehlike tam karşında, Turuncu."
Korel'in alnı boncuk boncuk terlemeye başladığında kulağımda hâlâ hızlı kalp atışları vardı. Sanki bir damar sıkışmış gibiydi ve kan pompalanırken atışlarının şiddetini artırıyordu. Babamın kalp atışları kadar dingin değildi; Korel'in kalp atışları, ölümün son melodisini anımsatıyordu.
İğneyi yaptıran insanlar motosikletlerinin başına geçerken, herkesin bakışlarında Korel'inkiler gibi bir ifade vardı. Birkaç kişi üzerindeki tişörtü fırlatıp atarken, birkaç kişi de hızlı bir şekilde kafasını iki yana sallayarak kendine gelmeye çalışıyor gibiydi. Yerinde zıplayan ve ellerini birbirine çarpan bir adamla göz göze geldiğimde hemen bakışlarımı üzerinden çektim.
Gürkan, "Evet!" diye bağırdı ve eliyle ıslık çaldı. "Motosikletler sizi bekliyor. Kızlar yerlerine!"
Korel motosikletinin son hazırlıklarını yaptıktan sonra alnındaki teri elinin tersiyle sildi ve kazağının kollarını yukarı sıyırdı. Dövmeleri karanlığa rağmen gözüme çarparken, o gün gördüğüm bilekliğin de aynı yerinde durduğunu fark ettim.
"Çekil," dedi Ece arkamdan ve eliyle hafifçe itekledi. Gözlerim onunla buluştuğunda, göz bandının boynunda durduğunu fark ettim.
Kaşlarım çatıldı. Bu neydi Tanrı aşkına? Nereye düşmüştüm ben böyle?
Korel motosikletine binerken benimle bir daha göz teması kurmadı ve hiçbir şekilde tek bir kelime dahi etmedi. Yarışa katılacak hiç kimsede kask olmadığı gibi, Korel'de de yoktu. Bu çok korkutucuydu.
Geldiğimiz yer bir motosiklet yarışı olamazdı.
Diğerleri de motosikletlerine bindikten sonra arkalarına kızlar geçti ve yarışa katılmayan kızlar, motosiklete binen kızların yanına gitti.
Ece de Korel'in arkasına bindiğinde, "Acısı kötü çıkacak," diye fısıldadı fakat Korel umursamaz bir tavırla gülümsedi. Büge kendi kendine bir şeyler söylemeye başladı fakat hiçbir şekilde onu duyamıyordum, dinlemeyi ise tercih etmiyordum.
Ece'nin göğüsleri Korel'in sırtına yapıştığında sıkıca kollarını onun beline doladı. Korel ise titremeye devam eden ellerine bakıyor, direksiyonu tamamen kavramaya çalışıyordu. Ece'nin yanına bir kız yaklaştı ve onun göz bandına uzandı fakat o saniye Ece isteksiz bir tavırla kafasını geriye çekmeye çalıştı.
"Yerinde dur," dedi Korel fakat arkasına dönüp bakmadı. "Bana bu yarışı bilerek kaybettirirsen neler olacağını sen de çok iyi biliyorsun." Korel'in elleri o kadar çok titriyordu ki gözlerimi ellerinden zor ayırabildim.
Kız Ece'nin göz bandını kapattığında, Büge, "Buraya bayıldım," dedi kısık sesle. "Ben de istiyorum."
"Kes sesini artık," diye inledim. "Gerçek bir motosiklet yarışı izleyeceğini mi düşünüyorsun? Bu ölüm tuzağı."
"Doğru." Gürkan'ın sesiyle başımı ona çevirdiğimde kollarını önünde bağlamış, sağ tarafımda durduğunu fark ettim. Kafasını aşağı yukarı sallamaya başladı. Yüksek sesli bir hip-hop müzik meydanı doldururken, yanıp sönen ışıklar kapatıldı ve etrafı sadece kırmızı ışıklar kapladı. Karanlığa kucak açtık.
Motosikletler başlangıç noktasına doğru ilerlemeye başladı, motosikletin üzerindeki bir adam haykırdı. Sürücülerin arkasında aynı Ece gibi kızların oturduğunu fark ettim; hepsinde siyah göz bandı vardı.
"Bir kız bunu neden kendine yaptırır?" diye kendi kendime sorgulamaya başladım, yüksek sesle dile getirdiğimi ise Gürkan'ın gülmesinden anladım.
"Heyecan bazen her şeyi yaptırabilir." Bana baktı. "Sen heyecandan çok korkuyu hissedenlerdensin. Ayrıca buradaki insanların kafası iyiye çalışmaz."
"Çok saçma," dedim. "Normal motosiklet yarışı sanıyordum, bu ölüme kucak açmak gibi."
Önümüzde duran Korel motorunun gazını kökledi ve açıp kapattığı ellerini direksiyonuna yerleştirerek son bir kere bize dönüp baktı. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerinde o sonbahar yoktu, simsiyah görünüyordu.
"İyi şanslar!" diye bağırdı Gürkan, Korel'e doğru.
"Şansı götüne sok!" diye cevap verdi Korel ve ayaklarını motosikletinin kenarlarına yerleştirerek duruşunu dikleştirdi; kendini dik bir konuma getirdiği için Ece de hareket etmek zorunda kaldı. Önümüzden hızla geçtiğinde, rüzgârının kıyısında kül kokusunu aldım.
Altı motosiklet başlangıç noktasında yan yana durduğunda ileriye baktım ve sert bir rüzgâr yüzüme çarptı, hava gitgide soğuyordu. Karanlık yolun sonu ormana ilerliyordu, zemin düzdü fakat sonunun nereye çıkacağı belli değildi. Görünürde ise başka bir yol yoktu.
"Varış noktası nerede?" diye sordum Gürkan'a.
"Varış noktası, pes etme noktası," diyerek beni yanıtladı. Kaşlarım çatılırken kollarımı daha sıkı bağlayıp ona baktım, anlamadığımı fark etti. "Epinefrine dayanma süresi fazla değildir," diye açıklamaya başladı. "Çarpıntı yapar ve gizli olan bütün stresi ortaya çıkarır. Terlersin, kalbinin atışı kulaklarını doldurur, bedenin titrer. Bazılarında mide bulantısı ve baş dönmesi yapar. Bazıları bayılır." Bana baktı. "Bazıları ölür."
"Ölür?" dedim yüksek sesle. "Çok düşünceli bir doktorsun," diyerek onu bozmaya çalıştım. "Bana dayanabildikleri yere kadar yarışacaklarını mı söylüyorsun?"
İlk dediğimi dikkate almayarak, "Evet," diye yanıtladı. "Çarpıntı gitgide artar, gözünün önünü adrenalinden göremeyecek duruma gelirsin ve ellerini durduramazsın. Ya ölüme sürersin ya geri çekilirsin." Motosikletini alevlendiren Korel'e baktı. "O hiç geri çekilmedi."
"Bu intihar."
"Bu muhteşem," dedi Büge ve hayranlıkla motosikletleri iz lemeyi sürdürdü.
"İntihar yarışları," diye mırıldandı Gürkan kendi kendine.
"Verdikleri isim bu. İntihar ya da cehennem yarışları." "Hep mi böyle?" diye sordu Büge.
"Hayır." Gürkan kaşlarını çatarak motosikletlere bakmaya başladı. "Bazen ilaçsız yarışlar da oluyor, onlara ben de katılıyorum. Bu en kirli olanı değil, daha kirlisinde hayatını kaybedenler olmuştu."
"Daha kirlisi?" Dehşet kaburgalarıma kadar beni sıkıştırıyordu. "Doktor, ne dediğinin farkında mısın? Şu an kalp atışlarına meydan okuyarak oynayan adamlar ve arkasında canlarını emanet eden gözleri kapalı kızlar var. Bundan daha kirli ne olabilir?"
"Bilemezsin," dedi hızlıca. "Arkalarında oturan kızlara da büyük iş düşüyor çünkü dengelerini sağlamayıp düşerlerse motosikleti süren kişi de kaybetmiş oluyor."
Gürkan'a ters bir bakış attım fakat yanıt vermedim.
Korel'in büyüyen gözbebekleri ve ardı arkası kesilmeyen kalp atışlarını unutamıyordum; onun kalp atışlarını ilk defa duyuyor olabilirdim ama defalarca dinleyip de ölüm melodisinde dans etmiş gibiydim.
"Başlıyor!" diye hafifçe inledi Büge ve ellerini birbirine çarptı. Koşarak kaçmamak ya da buradaki insanlara tepki vermemek için kendimi çok zor tutuyordum. Bu yarışa katılan insanlar aslında birbirlerine değil, kendilerine ve canlarına meydan okuyorlardı.
Altı motosiklet tamamen yan yana dizildiğinde bütün kızlar da yerlerini almıştı; motosikletin arkasına oturmuş bazı kızların yüzündeki gülümsemenin aksine Ece oldukça ifadesiz görünüyordu.
"Onun ne suçu vardı?" diye sordum Gürkan'a, Ece'yi göstererek.
"Eğer oyunu Erdem alsaydı şu an burada duramazdın." Gürkan'ın verdiği cevaptan ne demek istediğini anladım ve bu konu hakkında bir daha soru sormamam gerektiğini fark ettim. Eğer Erdem şu an oyunu kazanmış olsaydı –bu duruma ihtimal veremiyordum çünkü gerçekten Korel bıçağı ustalıkla kullanıyordu– ben Erdem'in arkasında gözlerim kapalı oturacaktım.
"Teşekkür mü etmeliyim?" diye mırıldandım ağzımın içinde.
"Çok fazla teşekkür ettiğinin farkında mısın?" diye sordu Gürkan; bu sorunun üzerine Büge başını onaylıyormuş gibi aşağı yukarı salladı ve dudaklarıma fermuar çekmeme sebep oldular.
Korel bir ayağıyla gazı alevlendirirken, hayalimdeki motosiklet yarışlarının aksine, bikinili bir kadın yerine Tanju motosikletlerin karşısına geçti.
"Evet!" diye bağırdı. "Atışların sonsuzluğuna!" Lanet olsun.
"Üç!" Herkes hep bir ağızdan geriye doğru saymaya başladığında Büge de onlara eşlik ediyordu. "İki!" Tek akıllı ben miyim diye düşünmek istedim fakat hâlâ durup izlemem, bu düşüncemin de aksi yönde çıkmasına sebep oldu. "Bir!"
Tanju ellerini havaya kaldırdı ve ikisini birden indirdiğinde bütün motosikletliler harekete geçmek için gaz kollarına güçlerini verdi. "Başla!" diye bağırdı ve motosikletler rüzgârdan bile daha hızlı hareket ettiklerinde burnuma asfaltın kokusu geldi. O kadar hızlılardı ki karanlık yola doğru sürdüklerinde gözden kaybolmaları an meselesi oldu, sadece sesleri geliyordu.
"Nasıl göreceğiz?" diye sordum öne doğru çıkarak. "Yolun sonu nereye varıyor?"
"Birazdan görürsün," dedi Gürkan ve büyük bir ciddiyetle kaşlarını çatıp tam karşısına baktı.
Etrafı aydınlatan kırmızı loş ışıklar gitgide yok oluyormuş gibi geliyordu ya da benim gözlerim artık görüntülere alışmıştı ve soluk görmeme sebep oluyordu. Bir elim alnıma gitti, uzaktan gelen motosiklet seslerine kulak vermemeye çalışsam da zihnimin içinde başka sesler duymama sebep olan bu gürültü, aslında hoşuma giden bir durumun ortaya çıkmasına sebep oldu:
Heyecanı sevdiğimi fark ettim.
Hız tutkusu olan biri değildim ama kendimi kötü hissetmek zorunda da değildim; o motosikletleri izlemenin bana zevk vereceğini biliyordum, nereden bildiğimin bir önemi tabii ki yoktu. Bunu yine hatıralara kör ama hislere gözleri açık tarafım söylü yordu.
Uzaktan bir motosiklet göründüğünde, arkasından diğer motosikletler de geldi ve yüzümde ister istemez bir gülümseme oluştu.
"Hey!" diye bağırdı Büge. "Görüyorum, oradalar."
Gürkan, "Şimdi daha göz önünde olacaklar," dediğinde onun da bu yarışlardan zevk aldığını fark ettim.
"Merkezdeki adamdan çok farklısın, Doktor," diyerek laflamaya çalıştım. "Daha otoriter birisin sanıyordum."
Gürkan başını çevirip bana baktı; gözlerindeki ifadenin altında yatan sırları çözemesem de oldukça sevecen bir gülümsemeyle, "Otoriter değilimdir," diye cevap verdi. "Otoriter olmak zorundayım."
"Neden?" dediğimde motosikletler bizim bulunduğumuz yere yaklaşıyorlardı.
"Sence?" dedi sorgular gibi, gözlerinde hâlâ o sır dolu ifade vardı. Sanki cevabını benim de bildiğim bir soruyu soruyormuş gibiydi fakat ne düşünmem ya da ne söylemem gerektiği hakkında ufacık bir fikrim bile yoktu. Öylece yüzüne baktım ve altdudağımı bükerek bir cevap veremeyeceğimi belirtmeye çalıştım. Gürkan ise bana daha fazla bakmayarak memnuniyetsiz bir şekilde kafasını salladı ve yüzündeki gülümsemeyi çabucak sildi.
Motosikletler gitgide yaklaşırken, gürültüleri ve dumanlar etrafı sardı. Tekerleklerin asfaltta yaptıkları o sert darbeler, gözlerimizin önünün dumanlarla kaplanmasına sebep oluyordu. O kadar hızlılardı ki gerçekten yarışın kurallarını bilmeyen birisi bile ölümle yarıştıklarını söyleyebilirdi. Kızların heyecandan attığı çığlıkların sesi içimde güzel bir his oluşturdu, hoşuma gitti.
Gözlerim motosikletlerin üzerinde gezinirken, Korel'i ve koyu gri motosikletini gördüm. İkinci sıradaydı, öne doğru eğilmişti ve tam karşısına bakıyordu, elleri sıkı bir şekilde direksiyonu tutarken, saçlarının önü rüzgârdan havalanıyordu. Bedeni biraz daha öne çıktığında dişlerini sıktığını gördüm, ardından hırladı ve biraz daha gaza basarak önündeki motosikletin yanına geçti.
Ece Korel'le birlikte hareket etmek zorunda olduğu için kalçası hafif kalkmıştı ve çenesi Korel'in sırtına yaslıydı. Uzaktan oldukça çekici görünüyorlardı, bu tuhaftı.
Korel yanına geçtiği motosikletin sahibine baktı ve yüzündeki şeytani gülümsemeyle beraber motosikletini sağa kırdı. Direksiyon öne doğru atılırken Korel duruşunu dikleştirdi. Motosikletinin arka tekerleği yanındaki motosikletin ön tekerleğine değdi, omzuyla adamı itekledi ve aynı anda motosikletiyle sert bir dönüş yaptığında Korel'in motosikleti adamın motosikletine çarptı, adam dengesini kaybetti.
Orta yaşlı adam direksiyon hâkimiyetini sağlamaya çalışırken yana devrilmemek için hızını yavaşlattı, Korel ise onu çoktan geçti. Devrilmemeye çalışan adama bakışlarım kilitlenirken düşeceğini hissettim ve o saniye arkadan gelen bir motosiklet ona çok da hızlı olmayan bir şekilde çarptı ve iki motosiklet de yere devrildi. Üzerindeki adamlar kendilerini olabildiğince ileriye doğru atarken, arka taraflarındaki kızlar çığlık çığlığa onlarla yere düştü. Geçen motosikletler onların düşmesini umursamıyordu.
"Aferin," dedi Gürkan ve zafer kazanmış bir ifadeyle gülümsedi.
"Helal olsun!" diye bağırdı Büge ve olduğu yerde zıplamaya başladı. "Helal olsun Sırtlan!"
Gözlerim yere düşen adamlardaydı, kızlar çığlık atıyorlardı. Korel'in nerede olduğu hakkında bir fikrim yoktu. Bir adam yavaşça dizini tutarak yerden kalkmaya çalıştığında arkasında duran kadını kolundan tuttu ve ona yardımcı olmaya çalıştı, diğer adamla kız ise yoldan sürünerek çekildi. Elini kalbine koydu; kimse yanlarına gitmiyordu.
"Geri zekâlı mısın, Büge?" dedim. "Sus."
"Sırtlan be!" dedi eliyle havaya boşa yumruk sallayarak. "Ne güzel devirdi ama."
"Gaza gelme," dedi Gürkan fakat ikisi de epey zevk alıyordu. "Belki de kalp atışları ona engel olur. Şuna bakın," dedi ve ilerideki kırmızı motosikleti gösterdi. "Oradaki adam zorlanıyor."
Gözlerimi kıstım ve ileride diğerlerine göre daha yavaş gelen motosiklete kilitlendim. Üzerindeki adamın bir eli kalbinin üzerindeydi ve zorlukla nefes alıyormuş gibiydi. Bir eliyle direksiyon hâkimiyetini sağlamaya çalıştığı için o da dengede dura mıyordu.
"Çarpıntı," dedi Gürkan. "Beş saniye sonra devrilecek."
İçimden geriye doğru saymaya başladım fakat adam zaten üçüncü saniyede motosikletini köşeye çekti ve altıncı saniyede arka tarafında olan kadını umursamadan yere yan yattı; eli kalbinin üzerinde dururken nefes almakta zorlandığı o kadar çok belliydi ki, "Bir şey yapmayacak mısın?" diye sordum Gürkan'a.
"Tercihler," dedi Gürkan. "Yaptığı tercihin sonucunun bu olacağını biliyordu."
İçimden Gürkan için gerçek bir doktor mu, yoksa değil mi diye sorguladım. Soğukkanlı olduğu kadar umursamazdı; bir doktora göre fazla umursamazdı.
"Üç motosiklet kaldı," dedi Büge ve seslere kulak verdik.
"Neredeler?"
"Korel sıkıştırıyordur," dedi Gürkan böbürleniyormuş gibi.
"Belki de onu sıkıştırıyorlardır."
"Korel'i mi?" dedi Gürkan ve kulaklarına inanamıyormuş gibi bana baktı. "Bilirsin, o yarışlarda çok iyidir ve senelerdir bu işte."
İlk başta dediğine karşı çıkacaktım fakat daha sonradan, "Bilirsin mi?" diye sordum. "Nereden bilebilirim? İlk defa geliyorum."
Gürkan yüzüme bakmadan tam karşıya bakmaya devam etti, gözleri kısıldı, yutkundu. "Muhabbet etmişsinizdir diye düşündüm." Bir cevap vermemi beklemeden işaretparmağını havaya kaldırdı. "İşte geliyor!"
Bir süre daha ona baktım fakat bana bakmamak konusunda kararlı gibiydi bu yüzden bakışlarımı ikisinin de kilitlendiği noktaya çevirdim. Korel'in motosikleti iki motosikletin arasında kalmıştı. Sağındaki motosiklet, Korel'inkine göre daha yavaştı ve o motosikleti kullanan kişinin de zorlandığı belliydi. Solunda kalan açık yeşil motosiklet ise Korel'le aynı hızdaydı, ikisinin de yüzünde şeytani bir ifade vardı. O saniye kendimi Ece'nin yerine koydum ve onun heyecanını hissetmek istedim. Sanırım tek değiştireceğim şey, gözlerimin açık olmasını istememdi; bütün heyecanı gözlerimin içine kadar vuran rüzgârda hissetmek isterdim.
Hava çok soğuk değildi, rüzgârın ılık olması kan akışımı daha fazla hızlandırabilirdi. Hissettim.
Ece'nin yerinde benim olmam gerektiğini hissettim.
Sağındaki motosikletin sürücüsü de bir elini kalbine koydu, ardından kalbine koyduğu elini havaya kaldırarak benden bu kadar dermiş gibi bir hareket yaptı ve yavaşça motosikletini durdurdu. Sanırım en acısız son veren oydu, motosikletinin üzerinde oturmaya devam ederken, elini tekrar kalbine koydu ve kafasını direksiyona yasladı.
"Çok mu hızlı atıyor kalpleri?" diye sordum fakat hemen sonra tekrar kulaklarımda atışlarını dinlediğim Korel'in o hızlı kalbi çınladı.
Gürkan kafasını aşağı yukarı salladı fakat benimle pek ilgileniyor gibi görünmüyordu. "Hadi be Korel, hadi be." Elini aşağıda yumruk yapmıştı ve hırsla izliyordu. O saniye, geriye kalan herkesin de izlediğini fark ettim. Arkamız kalabalıktı, Sırtlan'ı tutanların yüzünde heyecan, Kartal'ı tutanların yüzünde hırs vardı; Korel'e karşı olan hırsları...
Açık yeşil motosiklet ve Korel'in koyu gri motosikleti aynı hızda tam karşımızdan geliyordu. İkisinin de hızı eşit olduğu gibi yüzlerinin aldığı şekil de aynıydı, fazla dirençli görünüyorlardı. İkisi de çenesini sıkmıştı, dudaklarının arasından hırlıyorlardı ve birbirlerine arada bakarak öne eğiliyorlardı.
Korel öne biraz daha eğildiğinde Ece çığlık attı ve kalçası tamamen havaya kalktı; Korel umursamadı. Sert bir sağ dönüş yaptığında geriye doğru sürmeye başladı. "Ters yöne gidiyor!" diye bağırdım ve öne doğru çıktım.
"Hayır," dedi Gürkan. "Bu yarışta varış noktası yok, pes noktası var. Yarışın asıl amacı birbirini devirmek ve bunu motosikleti kullanırken yapmak. Herkes devrildikten sonra ayakta kalan kazanır."
Bir boks maçı gibiydi, her an çarpışma yaşayacak gibilerdi ve motosikletleri paramparça olurken kendileri sağ bir şekilde ayağa kalkıp yürüyeceklerdi.
"Sırtlan hiç kaybetti mi?" diye sordu Büge. "Ve kazanana ödül var mı?"
"Evet." Gürkan bize baktı. "Direncinin kırıldığı zamanları oldu, onun dışında buradaki bütün Sıçanlardan iyidir."
"Direnci kırıldı," diye mırıldandım. "Yani kalp atışlarına dayanamadı."
"Gibi..." diye yanıtladı Gürkan ama net bir cevap vermedi. Daha farklı bir şeyler olduğunu o saniye fark ettim. "Ödül her oyun için değişir, bugün kazanana verilecek ödül bambaşka ama bunu sizinle paylaşmam."
Sorgulamadan tekrar Korel'e baktım.
Açık yeşil motosiklet Korel'in arkasından gitti ve neredeyse bir ringde gibi birbirlerinin etrafında dönmeye başladılar; çıkan yüksek ses bulunduğum yerde bile kalp atışlarımın hızlanmasına sebep oluyormuş gibiydi. Heyecan gitgide göğsümü sıkıştırırken gülümsedim; gerçekten Ece'nin yerinde olmak istiyordum.
"Evet!" diye bağırdı Büge. "Hadi Sırtlan!"
Bu sesten feyiz alan birkaç kişi daha, "Sırtlan!" diye bağırdığında motosikletler bizim olduğumuz tarafa yaklaştı ve etraf daha fazla tozla kaplandı. Kırmızı ışık daha da loş oldu; soluk renk, içimin rengini aldı.
"Kartal ulan!" diye bağırdı bir adam ve ayağa kalktı. "Al Kartal'ımızın intikamını!"
"Kartal'ın tarafı ve Sırtlan'ın tarafı." Bu cümleyi söylerken bile Sırtlan kelimesinde dudaklarım kavislenmişti. "Hadi Sırtlan," dedim sessizce. "Hadi Korel."
Korel sanki sesimi duymuş gibi duruşunu dikleştirdi ve Ece de yerine yerleşmiş oldu. Korel bir elini havaya kaldırarak açık yeşil motosiklete doğru sürmeye başladığında diğer motosiklet geriye çekildi ve Korel tam Kartal'ın tarafındaki adamın yüzüne vuracağı sırada adam başını eğdi.
"Hadi Kartallar!" diye bağırdı biri ve oturduğu yerden ayaklananlar oldu. Bir elim kalbime gittiğinde atışlarının hızlandığını fark ettim. "Hadi Mert!"
Açık yeşil motosiklette oturan adamın ismi Mert'ti. "Hadi Korel," dedim bu sefer daha yüksek bir sesle. Bunu duyan Büge kahkaha attı. "Sırtlan!" diye bağırdı. "Hadi be! Hadi!"
Bir anda etraftan, "Sırtlan," sesleri yükselirken, diğer taraftan, "Kartal," sesi yükseldi ve herkes olduğu yerden ayaklanarak yerinde durmamaya başladı. Oyundan çekilenler bile yarı açık gözlerle yarışı izliyorlardı.
Mert, Korel'e doğru motosikletini sürdü ve arka tekerleğiyle Korel'in ön tekerleğine vurdu; dengesini kaybeden Korel'in bir eli direksiyondan kayarken motosiklet sağa yattı. İstemsizce, "Hayır,
Korel!" diye bağırdım ve biraz daha öne çıktım. "Hadi Sırtlan!" Sırtlan.
Bu kelime ağzımdan çıktığında Korel'in bakışlarının benimle kesiştiğini gördüm ve tek eliyle tutmaya çalıştığı direksiyonun hâkimiyetini kurtararak diğer eliyle destek verdi; sağa yatan motosikleti düz bir konuma getirmek üzereyken Mert arkadan ona yaklaştı. "Dikkat et!" diye bağırdım ve neredeyse bulundukları yere doğru koştum. "Sen yaparsın!"
"Minel!" diye bağırdı Büge. "Gel bu tarafa!"
İnsanlar da benim olduğum yere doğru yürümeye başladı ve yarış yaptıkları yer gitgide daraldı. Büyük bir daire motosikletlerin etrafını çevrelediğinde neredeyse yüz metrelik bir alan onlara kalmıştı. Korel arkadan yaklaşan Mert'e baktı ve motosikletini hiç beklenmedik bir anda dik konuma getirerek önünü Mert'in motosikletine doğru döndü. Helin ve diğer kızın çığlıkları şu an kimsenin zerre umurunda değildi.
Ben de dahil.
Korel ve Mert karşı karşıya geldi; Mert gülümsedi, Korel öksürdü ve o saniye, "Siktir," diye fısıldadı Gürkan. "Direnci..."
"Hayır!" dedim Gürkan'ın dediğini duymazdan gelerek ve ellerimi dudaklarımın kenarına koyarak Korel'e seslendim. "Sen kaybedemezsin Korel!" Korel kısık gözlerle bizim olduğumuz tarafa doğru baktı.
"Vay," dedi Büge fakat duymazdan geldim.
"Sırtlan!" diye o kadar yüksek bir sesle bağırdım ki neredeyse bütün sesleri bastırdığımı hissettim. "Sen kaybedemezsin, hadi Korel!"
Korel'in direncinin bittiğini fark eden Mert, her açıdan Korel'e vurmaya çalışıyordu; Korel ise sadece kaçıyordu. Gözleri kısıktı, buradan bile alnındaki ter damlacıklarını görebiliyordum.
Saçları alnına yapışmıştı, nefes almak için dudakları aralıklıydı. "Eline bak," dedi Gürkan. "Dayanamayacak." Direksiyonu tutan sağ eli o kadar çok titriyordu ki neredeyse bütün parmakları işlevini kaybetmiş gibiydi; tek yaptığı, Mert'in vuruşlarından kaçmaktı.
"Hayır, hayır, hayır," diye inledim ve biraz daha öne çıktım. "Korel! Beni duyuyor musun?" Saçmalıyordum, umurumda değildi. "Beni duy! Kazanacaksın, sana güveniyorum!"
Gürkan'ın gözlerini üzerimde hissedebiliyordum fakat bu umurumda bile değildi. Korel'in bakışları bir an bana kaydı, yüzünde büyük bir şaşkınlık ifadesi olduğunu fark ettim; bu da umurumda değildi. "Kaybetmeyeceksin!" diye bağırdım bir daha. "Gücünü göster!"
Korel kısık gözlerini araladı ve ona atak yapan Mert'e göz ucuyla baktı. Her şey birkaç saniye içerisinde olurken, Mert Korel'e yumruk atmak için elini kaldırdı fakat Korel Mert'in elini o kadar hızlı ve o kadar güçlü bir şekilde titreyen eliyle yakaladı ki nefesimin kesildiğini hissettim.
Havada yakaladığı yumruğu geriye savurdu ve tekrar elleriyle direksiyonu tutarak büyük bir ihtişamla, sanki bir atı şaha kaldırıyormuş gibi motosikletinin ön kısmını havaya kaldırdı ki dudaklarımdan şen bir kahkaha koptu.
Korel'in motosikleti havaya kalktığında etrafı büyük bir sessizlik kapladı, ardından Korel titreyen elini yumruk yapıp Mert'in yüzüne öyle bir indirdi ki kemiklerinin kırılma sesini duyar gibi oldum. Sersemleşen Mert'in yüzü sağa doğru kayarken, Korel öne kaldırdığı motosikletinin tekerleğiyle Mert'in tekerleğinin önüne çarptı. Açık yeşil motosiklet büyük bir hızla kayarken Mert ve kız yere o kadar sert yapıştı ki kızın çığlığı gökyüzüne gök gürültüsü gibi düştü. Açık yeşil motosiklet bir tarafa, Mert ve kız başka bir tarafa savrulurken, Korel motosikletinin önünü yavaşça aşağı indirdi.
Etrafı ölüm sessizliği kapladı, gözlerim aydınlandı, Korel'le göz göze geldik; titreyen elini yumruk yapıp havaya kaldırdı; o saniye öyle bir çığlık attım ki bütün Sırtlan taraftarları bana eşlik etti. Korel'in yumruğu havada asılı kalırken, Gürkan Korel'in yanına koştu ve ben olduğum yerde havaya yumruklar savurarak, "İşte bu!" diye bağırmaya başladım.
Büge kolumdan çekip bana sarıldığında heyecandan ve mutluluktan damarlarımın şiştiğinin farkındaydım; umurumda değildi. Bir şekilde galibiyeti ben almışım gibi hissediyordum, eğer kaybetseydi dizlerimin üzerine düşmek yerine burayı terk edebilirdim.
Büge'yle yerimizde zıplamaya başladık, sonra beni kucaklayıp çevirdi; o ara Büge'nin omzunun üzerinden Korel'e baktım, bakışları üzerimdeydi.
Gülümsedim, gülümsedi.
Evet, Korel Erezli bana gülümsedi. İlk defa içten, yüreğinden kopan ve dudaklarına bir armağan gibi yapışan güzel bir tebessümle bana karşılık verdi.
Büge beni yere indirdiğinde Korel'in olduğu tarafa yürümeye başladım; birkaç kız Ece'nin yanına gidiyordu, Ece ise kendi kendine bir şeyler homurdanıyordu ama onu duymak bile istemiyordum, hızlıca motosikletten inip Korel'in yanından uzaklaştı.
Korel motosikletinden indiği gibi bir elini kalbinin üzerine koyarak yere oturdu. Bacaklarını aralayıp başını önüne eğdi ve nefesini düzene sokmaya çalıştı. Gürkan'ın ise yüzünde büyük bir heyecan vardı, Korel'in ensesinden tuttu. "Helal olsun sana," diye mırıldandı. Bu dediğini sadece ben duymuştum. Korel başını kaldırıp Gürkan'a baktı, bakışlarında samimiyet vardı. İkisinin dostluklarının derinliğinden o an emin oldum; ikisi de birbirinin çıkış noktası gibiydi.
Korel'in yanına vardığımızda içim içime sığmıyordu. Büge hiç beklemediğim bir anda Gürkan'ın omzuna atlayıp, "Kazandık be!" diye bağırdı, Gürkan ise kaskatı kesildi.
Korel bana baktığında, onun gibi çöküp dizlerimi yere koydum. "Kazandık," diye fısıldadım. "Çok heyecanlıydı ama ben sana güveniyordum."
Karanlığa alışan gözlerim Korel'in yüzüne ışık vurduğu anda gerçekleri tekrar görmeye başladı.
Gözbebekleri gözünün rengini gösteremeyecek kadar büyümüştü, ter içindeydi ve kalbinin üzerine koyduğu eli o kadar çok titriyordu ki hiç ummadığım bir hareketle elinin üzerine elimi koydum; kalp atışlarını hissederken damarlarındaki kanın hızlı akışına bile şahit oluyordum. Teni sıcacıktı, teni bir ateş kadar sıcacıktı.
Korel temasımın ardından kaşlarını kaldırdı; şaşkın ya da sinirli değildi, bakışlarında daha farklı bir şeyler vardı.
"Bir, iki, üç," dedim kalp atışlarını sayarak ve az önce oyuna dahil olduğum elimle elini sıktım. "Bir, iki, üç. Kalbin kazandım dermiş gibi atıyor."
"Kalbim ölecekmiş gibi atıyor," diye nefes nefese karşılık verdi. Elini çekmedi, sıcaklığını benden almadı. Avuçlarımın içine ateşiyle bir paragraf yazılmış gibi hissettim, sanki kalbi konuşsaydı ateşinin sıcaklığıyla paragraflar yazardı ellerime.
Tereddüde düştüm. "Çok mu kötü?" Bu sefer elimi onun elinin altına koydum ve tamamen kalp atışlarını hissettim. Avuçlarıma ateşle yazılar yazıldı, kan akmadı; mürekkep gözbebeklerinde gizli gibiydi.
Eli elimin üzerinde kalırken bana bakmayı sürdürdü. "Çok kötü değil," dedi bakışlarını benden ayırmadan. "Daha kötüsü olmuştu."
Sanki bahsettiği kalp atışları değil gibiydi, anlamak için bir çaba gösteremiyordum.
"Çok kötü terliyorsun," deyip elimi alnına götürmek için hamle yaptığımda başını sağa çevirdi ve ona dokunmama izin vermedi.
"Geçecek." Elini elimin üzerinden çektiğinde geriye kalan sadece kalbi ve benim elim oldu. Yavaşça ve kırgınlık içinde elimi kalbinin üzerinden çektiğimde, Gürkan yere çöküp Korel'e baktı.
"Nasıl hissediyorsun kardeşim?" Birbirlerine baktılar, aralarında yine o bilindik sözsüz bakışma geçti.
"Sorun yok," dedi. "Daha kötüsü de olmuştu."
Gürkan kafasını aşağı yukarı salladı ve ayağa kalkarak Korel'e elini uzattı, Korel ise bir an bile tereddüt etmeden Gürkan'ın elini tutup ayağa kalktı. Gözlerim dirseklerine kadar sıvadığı kazağının gerisindeki dövmelerine kaydığında dikkatlice inceledim. Sağ kolunun iç tarafında düz bir çizgi, düz çizginin üzerinde ise bir çöp adam vardı. Yolun başını Korel'in damarları oluşturuyordu, yolun sonunda ise renkli bir dövme vardı; ince yolun sonu, bir cehennem çukuru kadar derin bir karanlık yuvarlağı gizliyordu. Altında anlayamadığım dilde bir şeyler yazıyordu. Korel kazağın kollarını indirdiğinde bakışlarımız kesişti, başımı hızla başka tarafa çevirdim.
"Bunu kutluyoruz o zaman," dedi Gürkan ve Korel'in cevap vermesini bile beklemeden, "Millet!" diye bağırdı. "Kutlamaya gidiyoruz!"
Geriye kalan herkes Sırtlan'ın tarafındaydı; insanlar tek tek gelip Korel'i tebrik ederken, ben ve Büge biraz daha geride durduk.
"Bendeyiz o zaman," dedi Gürkan. "Kutlama sırası bendeydi."
"Sonunda," dedi genç bir kız büyük bir cilveyle ve Gürkan'a doğru yürüdü. "Evini merak ediyorduk."
Gürkan yapmacık bir ifadeyle gülümseyip başını çevirdi. Korel ise öylece durmuştu, nereye çekilse oraya gidecekmiş gibiydi; iyi olmadığının farkındaydım.
***
Neredeyse herkes Gürkan'ın evine kutlama için gidiyordu; kimisi taksiye binmişti, kimisi motosikletiyle yola devam edecekti. Kendini kötü hissedenler dışında eğlenceye katılmayan yoktu.
"Siz?" dedi Gürkan bana bakarak fakat Büge benim cevap vermemi bile beklemeden, "Elbette geliyoruz!" diye bağırıp Gürkan'a doğru atıldı. "Motosikletine at beni."
Gürkan geriye çekilerek bana bakmayı sürdürdü; Büge'yi çok ciddiye almaması gerektiğinin farkındaydı. Gitmek istiyordum. Korel'le göz göze geldik ve karşı çıkmasını bekledim, o ise omzunu silkip bir cevap vermemi bekledi.
"Bilemiyorum," dedim kendi kendime söylenerek. "Çok sırıtır mıyız?"
"Minel!" diye bağırdı Büge büyük bir hayal kırıklığıyla. "Sikerler sırıtmasını, ben gitmek istiyorum."
"Sırıtacağınız bir durum yok," dedi Gürkan. "Sadece eğlence, başka bir şey yok."
Elimin içine tırnaklarımı batırmaya ve yere bir şeyler yazmaya başladım; karar veremiyordum. Korel'in gözlerine baktığım zaman yine büyük ve kalın bir duvarla karşılaşıyordum; bunun adı ifadesizlik duvarıydı.
"Lütfen!" diye bağırdı Büge ve ellerini birleştirerek bana baktı. "Lütfen gidelim!"
Altdudağımı dişlerimin arasına alarak gözlerimi kapattım. Gitmeyi gerçekten çok istiyordum fakat bir ses, sanki gittiğimde hissetmemem gereken şeyleri hissedeceğimi söylüyordu.
"Neyin kararını veriyorsun, Turuncu?" dedi Korel ve gözlerimi açtım. "Geliyor musun, gelmiyor musun?"
Bu sorusu bile içimdeki sorgunun üzerini tek bir kalemle çizerken, "Pekâlâ," diye mırıldandım. "Geliyorum."
"İşte bu!" diye bağırdı Büge ve boynuma atlayarak sıkıca sarıldı. "Hayatımıza renk geliyor."
Korel ve Gürkan ise aynı anda gözlerini devirdi.
***
Ben, Büge ve Korel bir taksinin içindeydik. Korel motosiklet kullanmak istememişti; bu yüzden Gürkan Korel'in motosikletine binmişti ve Gürkan'ın motosikletini de başka biri kullanıyordu. Korel Gürkan'dan başka kimseye motosikletini emanet etmeyeceği konusunda oldukça kararlıydı.
Bu noktada Korel'in bazı şeylere değer verebildiğini görmüştüm; bir motosiklet gibi. Değer verdiği başka bir eşyası da sürekli bileğine taktığı o bilekliği olabilir miydi?
Yol Büge'nin boş konuşmaları dışında oldukça sessiz geçti; ne ben ne Korel konuşmak istiyorduk. Korel yolcu koltuğunda oturuyordu, ben ve Büge ise arka koltuktaydık.
"O Ece'nin yüzü görülmeye değerdi," dedi Büge yine başka bir boş muhabbet açarak. Yarıştan çok etkilenmişti. "Hem sevgilisi oyunu kaybetti hem sevgilisinin oyunu kaybetmesine sebep olacak kişiyle beraber yarışı kazandı. Bok gibi durum."
"Öyle," diye mırıldandım geçiştirmeye çalışarak. "Ama yine de ona üzüldüm."
Korel'in ön taraftan gülüyormuş gibi bir ses çıkardığını duydum. "Eğer o Sıçan'la oynadığım oyunu kazanmasaydım şu an bir taksinin arka koltuğunda değil hâlâ onun sürdüğü motosikletin arkasında olurdun."
Açık ve net cümleleri kaşlarımı çatmama sebep olurken, Büge de ağzını kocaman açarak bana baktı, bir cevap verip vermeyeceğimi merak ediyordu. Taksi şoförü dikiz aynasından göz ucuyla bana baktığında utançla başımı cama yasladım ve sessizliğe gömüldüm.
Yaklaşık yirmi dakika sonra taksi bir villanın önünde durdu ve Korel parayı ödeyip arabadan indi; bize ise hiçbir şey söylemedi. Bembeyaz villaya bakarak taksiden indiğimde Büge de beni takip etti.
İki katlıydı ve oldukça lüks görünüyordu; kapının önünde yani garaj tarafında iki tane son model araba vardı. Önümüzde yürüyen Korel'e yaklaşmak için hızlı yürüdüm; evin neredeyse bütün ışıkları yanıyordu. Sanırım bizim dışımızda herkes gelmişti.
"Gürkan burada mı yaşıyor?" dedim Korel'e yetiştiğimde. Sadece başını aşağı yukarı salladı ve dış demir kapıyı itekleyerek evin geniş bahçesine girdi. Bir köpek kulübesinde uyuklayan Terrier cinsi köpeğe gülümseyerek baktım.
"Vay..." dedi Büge. "Bu adam zenginmiş be."
"Büge," dedim utançla ve uyarıcı bir tınıyla. "Sus artık."
"Öyle," dedi Korel ve evin açık kapısına doğru yürümeye devam etti. Gürültülü müziğin ve insanların kahkahalarıyla karışık içki kadehlerinin sesini duyabiliyordum. Herkes yerini almış olmalıydı, Gürkan kapının önüne çıktığında Korel'e gülümsedi ve omzundan tutarak yanına çekti. İkisi eve girdiğinde biz de yavaşça kapıdan içeriye girdik.
Karşımıza ilk çıkan, geniş bir salon olmuştu. Düzenli yerleştirilmiş mobilyalar bir erkek evine göre oldukça renkli ve Gürkan'a göre çok sıcaktı. Duvarlar bembeyazdı, yerdeki halılar bile oldukça antika ve pahalı duruyordu. İnsanlar ise bu eve göre çok ucuz bir şekilde dağılmışlardı. Kimisi merdivendeydi, kimisi kırmızı koltukların üzerinde yayılmıştı, kimisi ise yerlerdeydi.
Herkesin elinde ya bir içki şişesi ya da bir içki kadehi vardı; birbirini ellemeye ve öpmeye doyamayan o insanlar geri dönmüşlerdi. Duvarlardaki tablolar bile milyonlukken, bu evi böyle kullanmaya benim bile gönlüm elvermemişti.
"Hoş geldiniz," dedi Gürkan bize yaklaşarak. Gözlerim Korel'i aradı fakat ortalarda yoktu.
"Burası senin evin mi be zengin herif?" dedi Büge gülerek.
Gürkan da güldü ama gülmesinde daha çok alay vardı. "Keyfinize bakın, içki isterseniz mutfakta var."
Büge kafasını aşağı yukarı salladı ve yerinde duramayarak Gürkan'ın mutfak diye gösterdiği yöne doğru yürümeye başladı; öylece tek başıma koca salonun ortasında kaldığımda kendimi tek başıma hissetmemin sebebi ya Korel'in şu an ortalıklarda görünmemesi ya da insanlara baktığım zaman kendimi onlardan ayrı tutmamdı.
Yavaş adımlarla sağımda kalan duvara doğru yürüdüğümde çerçevelerle dolu olduğunu gördüm, çerçevelerin içindeki fotoğraflar ben yaklaştıkça netleşiyordu. Gözüme ilk takılan fotoğraf karesinde orta yaşlı bir adam vardı, adamın saçının önü açılmıştı fakat bir iş insanı karizmasına sahipti. Adamı tanıyormuşum gibi hissettim. Sanki bir gazetede ya da bir haber programında görmüştüm, bilemiyordum.
"Bir şeyler içmiyor musun?" diye bir ses duyduğumda arkama baktım ve neredeyse benimle aynı boyda olan bir kızın bana yaklaştığını gördüm. Yarışlarda dikkat etmediğim bu kız diğerlerinden daha farklı duruyordu; bir şekilde ona doğru sebepsiz yere çekildiğimi hissettim.
Saçları benimki gibi turuncuydu, çilleri yanaklarında dans ediyordu ve gözleri yeşildi. Kızı bir noktada kendime benzettim.
Yanımda durdu, benimle fotoğraflara baktı ve elinde tuttuğu içkiden –muhtemelen viskiydi– bir yudum aldı.
"Hayır," diye yanıtladım onu ve tekrar fotoğraflara döndüm. Kızın bana bakışlarında tarif edemeyeceğim bir gizem vardı; Korel hayatıma girdikten sonra gizemi herkeste hissetmeye başlamış olmalıydım.
"İlk defa mı yarışlara geldin?" diye sordu kız. Sorusunda gizli bir eğlenme vardı sanki ama yüzüne baktığım zaman dalga geçen bir ifade göremedim.
"Evet." Lafı değiştirmek için karşımdaki fotoğraf karelerinden bir tanesini gösterdim. "Sanırım Doktor Gürkan'ın babası?" Bana baktı ve yüzünü buruşturarak, "Ne babası?" diye sordu.
"Gürkan'ın," diyerek ben de ona dik bir cevap verdim. "Bu fotoğraftakinin bir yabancı olma ihtimali yok ya?" diyerek ona terslendiğimde kız daha fazla dehşete düştü. "Bu adamı tanımıyor musun?"
"Tanımam mı gerekiyor?" diye sorusuna soruyla karşılık verdim.
"İstanbul'un ileri gelen iş insanlarından biridir," dedi düz bir sesle.
"Bunu merak etmemiştim," diyerek gözlerimi devirdim ve tekrar sormak istemedim.
"Ben Özge," dedi elini uzatarak. Başımı çevirmeden elini gelişigüzel sıktım. "Minel," diyerek kendimi tanıttım.
"Minel," dedi kısık sesle ve bana yaklaştı. Kulağıma eğildiğini fark ettiğimde geriye çekilmek istedim ama sesinin titrediğini fark ettim. "Beni sahiden hatırlamıyor musun yoksa rol mü yapıyorsun?"
Yüzüne baktığımda bir yerlerden tanıyıp tanımadığımı düşünmeye başladım fakat gözleri açık hislerim bile bana yanıt vermiyordu. Evet, bakışlarında tuhaf bir şeyler vardı.
"Hatırlamam mı gerekiyor?" dedim bu sefer de. Kız hayal kırıklığıyla gözlerini gözlerimden ayırmadı ve elindeki bardaktan koca bir yudum aldı.
"Gerçekten hatırlamıyorsun." Zihnim sessizce kendi kendine emanet aldığı zehirleri kulaklarıma fısıldayarak doldurduğunda, karşımdaki kızın sesini bir şarkının dizelerinde duyar gibi oldum.
"Hey," diye inledim. "Ne yapıyorsun?" Bir şekilde onun büyücü ya da insanların zihnine girebilecek kadar üstün yetenekli biri olduğunu düşündüren neydi?
"Ne yapıyorum?" diye sordu.
"Sen kimsin?" diyebildim sadece fakat güzel sesi, güzel bir şarkıyı zihnimin içinde söylemeye devam ediyordu. Görüntüler yoktu, sadece kızın sesi vardı.
"Ben Korhan'ın kız arkadaşıyım," dedi gülümsemeye çalışarak. "Korel'in ağabeyinin kız arkadaşı yani."
Ense kökümden saç diplerime kadar bir ürperti nefesimi kesecek kadar beni titrettiğinde, "Özge," diye bir ses duydum ve Korel yanımıza geldi.
Elinde her zamanki gibi bira şişesi vardı, üzerindeki kazağını değiştirip kahverengi başka bir uzun kollu kazak giymişti. Saçları ıslak gibiydi, büyük ihtimalle duş almıştı. Gözleri normale dönmüş gibi görünüyordu veya ben onun bu bakışlarına alışmıştım.
"Ben," diye kekeledi kız ve Korel'in yüzüne bakmadan, "Gideyim," dedi. Yanımızdan o kadar hızlı uzaklaştı ki yürürken elindeki bardağı birilerine çarptı ve içkisini yerlere döktü. Yüksek sesli müzik, zihnimin içinde dönen kızın o şeffaf sesini örtemiyordu.
"O abinin kız arkadaşı mı?" diye sordum Korel'e, Özge'nin arkasından bakarak. Dış kapıdan çıktı fakat ben gittiği yöne bakmaya devam ettim. "Hoş kız."
"Sana bunu o mu söyledi?" diye sordu Korel. "Başka ne söyledi?" Sesinde bir tedirginlik mi vardı? "Onu hatırlayıp hatırlamadığımı sordu," dedim imalı bir sesle. "Tuhaf. Sanki bir yerlerden tanıyor gibiyim."
Korel kollarını önünde bağladı ve tam karşıma geçerek fotoğraf çerçevelerini kapattı. Sakallarını biraz kestiğini fark ettim, yanık izi daha fazla ortaya çıkmıştı.
"Özge hep sarhoştur ve ayık kafayla onu göremezsin," dedi Korel kaşlarını çatarak. "Saçmalayıp durur, aldırış etme."
Kurcalamamı istemeyen bir bakış vardı gözlerinde. Diretmemek için omuzlarımı silktim. "Aynısını düşünmüştüm zaten." Korel'e artık bir şeyleri belli etmemem gerektiğini anlayacak kadar onu tanımıştım.
Birasından yudumladı. "Ne yapıyorsun burada?" diye sordu. Elimle çerçeveleri gösterdim. "Fotoğraflara bakıyordum, Gürkan'ın babasına yani. Oldukça başarılı bir adam gibi görünüyor."
Korel kaşlarını kaldırdı ve önüne geçtiği çerçeveleri görmek için arkasını döndü. O an eliyle ağzını kapattı ve kısık sesle kahkaha attı. "Kimin babası?"
Başımı eğerek ona bakıp, "Lanet olsun," diye inledim. "Bunu söylediğim herkes neden ya gülüyor ya şaşırıyor. Ne var bunda?" Korel tekrar kısık sesle kahkaha attığında sonbahar rengindeki gözleri kısıldı ve gözlerinin etrafında çizgiler oluştu. Gülerken o kadar içten ve o kadar benden biriymiş gibi görünüyordu ki sadece onu izlemek istedim.
"Gürkan'ın babası," dedi kısık kahkahasının arasından. "Anladım."
"Kafayı yemişsiniz," diye inlediğimde ayaklarımı yere çarpmak istiyorum. "Çerçeveler boş olsaydı kafana atardım ama fotoğraflar değerli."
Korel gülümserken yavaşça ciddileşti ve kaşlarını çattı. Yüzüme bir süre bakmaya devam ederken bakışları donuklaştı. Kaşları tek çizgi halini aldığında gözlerindeki saf nefreti gördüm. Kafamı iki yana sallayarak ne olduğunu anlamaya çalıştım ama kilitlenmiş bir şekilde bakmaya devam etti.
"Korel," dedim elimi yüzüne sallayarak. "Bu sefer neyle dalga geçeceksin?"
Bakmayı sürdürdü; gözlerine tırmandım, gözlerinin gökyüzüne tırmandım. Gözlerine karlar yağsa bile kalın duvarına rağmen ona ulaşamadım. Karlar yerlere düşmedi.
"Korel," dedim tekrar ve kolunu tuttum. "Ne oldu, yanlış bir şey mi söyledim?"
Nefes bile almıyor gibiydi, bir şeyler ya eksikti ya tamdı, bilemiyordum ama Korel nefes dahi almayı unutmuştu. O an korku bütün benliğimi esir aldı ve elimi hızla kalbine koydum. "Direncin mi?" diye sorabildim. Kalbi az önceki gibi çok hızlı atmıyordu ama tam olarak da düzelmiş değildi.
"Korel." Sesim endişeli bir ton almıştı. "İyi misin?" Bakmayı sürdürdü ama baktığı sanki ben değildim, daha geride bir şeylerdi. Baktığı geçmiş, geleceğin önüne siper olmuş gibiydi.
İki kolunu birden sımsıkı tutarak onu hafifçe sarstım; tepkisiz kalması canımı sıkarken, bakışlarının kadrajından çıkmama rağmen hâlâ aynı noktaya bakıyordu. Evet, daldığı ben değildim. Sanki derin bir okyanusun içinde yüzüyor, o okyanusta nefes almamak için direniyordu.
Bir kulağımı kalbine yasladım, atışlarını dinlemek istedim. Kesinlikle az önceki kadar kötü değildi. Kül kokusu burnuma dolduğunda derin bir nefes aldım ve kendimi bir yangının içinde hissettim; göğüs kafesi alev alev yanıyordu.
"Boş çerçeveler," dedi sadece. Sesi geriden ve aksanlı geliyordu. Tok sesinde gizli olan vurgular bir geçmişi uyandırdı. Sesi göğsündeki boşluktan kulaklarıma dolduğunda kalbimin hızlandığını hissettim.
"Anlamadım," dedim geriye çekilerek. Korel tam karşıya bakmaya devam ederken ellerini yumruk yaptı. Yumruklarını daha da sıktıktan sonra birbirine vurmaya başladı. "Bunu neden yaptın?"
Vuruşları sertleşirken geriye bir adım attı. Anlamadığım dilde kendi kendine hızlı hızlı bir şeyler söylemeye başladığında kaskatı kesilmiş bir şekilde ona bakmayı sürdürdüm. O kadar hızlı, o kadar aksanlı konuşuyordu ki dilini anlayamıyordum.
Duvara yaslandı ve derin bir nefes alarak, "Seni öldüreceğim," diye hırladı. Ardından tekrar anlamadığım dilde bir şeyler söylemeye başladı ve bana baktı. Kurumuş yaprak rengi gözlerinin beyazlarında damarlar patlamıştı, ateş onun gözlerinin içine ulaşmış gibiydi.
"Anlamıyorum," dedim yutkunarak ve elimi boğazıma sardım. "Şaka mı yapıyorsun?"
Bana bakmayı sürdürdü ve geniş bir adım atarak beni omuzlarımdan tuttu. Aksanını anlamadığım dilde yüksek sesle bir şeyler söylemeye başladığında beni omuzlarımdan o kadar sert sarstı ki başımın kopacağını hissetmiştim.
"Korel!" diye inledim fakat durmadı, devam etti. Ellerinin baskısı omuzlarımı yaktı. Boyu benden santimlerce uzundu fakat o keskin bakışları sanki tam yüzümün karşısında gibiydi.
"Boş çerçeveler," diye hırladı. Bana bakıyordu, gözleri öfkeyle titriyordu fakat perde gözlerinin önüne perde inmiş gibiydi. Gözlerinin önüne inen perde, geçmişin ışığıydı. "Boş çerçeveler hiçbir zaman dolmayacak."
Beni çevirip arkamdaki duvara yasladı; bir eli kolumu tutmaya devam ederken, diğer eli çenemi kavradı. "Boş çerçevelere fotoğraf koyulmayacak."
"Korel," diye inledim şaşkınlıkla. "Neler oluyor?"
Eli çenemden ayrılıp boynuma gittiğinde o bakışlarında artık bambaşka bir adam olduğunu fark ettim. "Korel," dedim zorlukla fakat parmakları sanki boğazımı sıkacak gibiydi. "Dur, ne yapıyorsun?"
"Bunu bilerek yapıyorsun, değil mi?" dedi ve bu sefer boğazımı sıkmasını beklerken elini kalbime doğru indirdi. Bu kez onun avcu göğüs kafesime yaslandı. Kolumu tutan eli ise yavaşça yanağıma doğru çıkarken, beni tamamen duvarla arasına hapsedip yüzüme yaklaştı. Aldığı derin nefesler duraksadı ve sakinleştiğini hissettim fakat gözlerinde hâlâ o ifade vardı; şeytani bir gülümseme dudaklarında can bulduğunda korku içimde filizleniyordu. "Benimle oynuyorsun."
Uzun ve hasarlı parmakları yüzümde gezinirken, gözleri gözlerimin içine baksa da beni görmediğini biliyordum. "Beni görüyor musun?" diye sordu. Nefesi yüzüme çarptı, o kül kokusunu yakınımda soludum. Gözlerim yüzünde gezindiğinde hasarlarını daha yakından gördüm. Evet, onu görüyordum; o şu an bambaşka biriydi.
"Korel," diye mırıldandım ve yutkundum. "Seninle oynamıyorum." Parmağı burnumun çevresindeki çillerin üzerinde gezindi. "Fakat sen benimle oynuyorsun şu an, değil mi?"
Düşündüğüm gibi değildi. Korel'in parmaklarının ucunda yetimler yoktu, parmaklarının ucunda acı vardı; acısı kalbimin üzerinden geçerken daha hızlı atmasına sebep oldu.
"Oyun oynuyorsun," dedi ezberden okuyormuş gibi. Sanki başka birinin cümlelerini dile getiriyordu. "Yine benimle oyun oynuyorsun."
"Korel," dedim tekrar. "Ne demek istediğini anlamıyorum."
Beni duymuyordu, o kadar emindim ki. Gözleri bana baksa da uzaklardaydı. Bir eli kalbimin üzerindeyken parmaklarını kıvırdı ve diğer eliyle aşağıda sallanan, boşta kalan elimi bileğinden tuttu. Havaya kaldırıp yüzüne götürdü; yanık izine dokunmayı bekliyordum ama avcumu yanağına yasladığında gözlerini gözlerimden ayırmadı. Teni alev alev yanıyordu ve benim hem korkudan hem heyecandan dizlerim titriyordu. "Yandım ben," dedi kısık sesle. "Bak, yaktılar beni." Yanağında duran elim de titremeye başladığında ses tonunda keder aradım ama öfke ve kin vardı.
"Korel," dedim titreyen bir sesle. Yüzüyle yüzüm arasında o kadar kısa bir mesafe vardı ki içtiği biranın nefesi dudaklarımın arasında gibiydi. Çenesindeki yanık izinden yanağındaki diğer izlere kadar her zerresine yalvarıyormuş gibi baktım; bana bunu yapmamalıydı. Her ne yapıyorsa vazgeçmeliydi.
Gözlerinin içi kıpkırmızıydı ve siyah perdeler vardı. O gözlerinde kendi yansımamı gördüğümde sonbahardan o an nefret ettim. Korel'in gözlerinin içinde korku dolu bir kız çocuğu vardı, o kız çocuğu sonbaharın ortasında çırılçıplak kalmıştı.
O kız çocuğu bendim.
Kaçmaya alışık olan Minel'dim ama o an kaçamadım. Ne elimi yüzünden çekebildim ne de koşarak oradan uzaklaşabildim. Sadece yabancı bakan gözlerinin içine odaklanarak, "Korel," dedim bir kez daha, ona ulaşmayacağından emin olarak. "Lütfen," diye fısıldadım. "Beni korkutuyorsun."
Gözleri gözlerimi arşınlarken cevap vermesini bile beklemiyordum ama eli bileğimi bıraktığında avcum hâlâ yanağına yaslı kaldı. "Yüzüm mü?" diye sordu. "Yüzüm mü korkutuyor seni?"
Hayır, demem gerekiyordu. Beni korkutan bakışlarıydı ama bunu söyleyemedim. Titreyen dizlerimle ayakta bile durmakta zorlanırken, "Lütfen," diye fısıldayabildiğim sadece. "Lütfen." Fakat elimi de çekemedim yüzünden. O da diğer elini kalbimden çekmedi.
Ona her nasıl bakıyorsam, kaşlarını havaya kaldırdı ve birkaç saniye sonra geriye doğru bir adım attı. Elim aşağıya düştü, sırtım soğuk duvarda titremeye devam etti; Korel ise arkasını dönüp yürümeye başladı.
Gözlerim onun bıraktığı boşluktan ayrılmazken, en sonunda duvara sürtünerek yere çöktüm ve son gördüğüm, uzakta bizi izleyen ve Korhan'ın kız arkadaşı olduğunu söyleyen kişinin beni izlediğiydi.
Ellerimle yüzümü kapatıp dizlerimi karnıma çektiğimde dışarıdan nasıl göründüğümü o an umursayamadım, herkesin zaten fazlasıyla tuhaf olduğu bir evin içinde benim bu hareketim de başkalarına batmazdı, bunu biliyordum.
İçimden saniyeleri saydım, ağlamamak ve en çok sakinleşmek için. Bayılma, dedim kendime, ve kalk ayağa, ardından koş. Kaç buradan, Minel. Kaçmalısın, ondan da kaçmalısın. O sana iyi gelmiyor.
Büge'nin, "Minik Kuş!" diye seslendiğini işittim.
Kendimi konuşacak kadar iyi hissedemiyordum, dilimin üzerine kor gibi ateşler dökülmüştü sanki. Hissettiğim tek nefes benim nefesim iken, sanki hâlâ Korel'in nefesini ve parmağının ucundaki ateşi anımsıyordum. Ne kadar süre böyle durdum, bilmiyordum.
"Çok mu içtin, geri zekâlı?" diye sordu Büge, ardından hızla başımdan tutarak beni geriye çekti ve gözlerim avuçlarımın içindeki o karanlıktan odanın aydınlığına kavuştuğunda altdudağımın titrediğini fark ettim. Demek uzaktan sarhoş biri gibi görünüyordum. "Lan sana ne oldu?" dedi Büge kaşlarını çatarak. "Ne içtin, aptal?"
"Korel," dedim yutkunarak ve korkuyla. "O nerede?"
"Bak," dedi eliyle çaprazı göstererek. "Orada oturuyor işte."
Gösterdiği yöne baktığım zaman kocaman bir hayal kırıklığı üzerime çığ gibi devrildi ve nefes alamadığımı hissettim. Bacağında bir kadın oturuyordu ve başını koltuğun başlığına yaslamıştı; kadın ise bir şeyler anlatıyor, ara ara Korel'in saçlarına dokunarak kahkahalar atıyordu.
"Buradan gitmek istiyorum," diye fısıldadım. "Midem bulanıyor."
"Geri zekâlısın kızım sen," dedi Büge ve kolumu tuttu. "Ne içtin?"
"Gitmek istiyorum Büge," dedim elimle ağzımı kapatarak. "Beni buradan götür, ne olursun, götür." Büge başını aşağı yukarı salladı ve beni kolumdan tutarak kaldırdı. Bir eli belimi tutarken, diğer eli kolumu kavramıştı. "Sarhoş değilim," dedim. "Sadece midem bulanıyor."
Büge beni koklamak için yaklaştı ve derin derin nefesler aldı, ardından tek kaşını kaldırdı. "Alkol de kokmuyorsun aslında." Gözleri irileşti. "Yoksa hap filan mı attın?"
"Büge, hayır," dedim gözlerimi kısarak. "Hiçbir şey yapmadım, içmedim, yutmadım. Gitmek istiyorum sadece."
Korel Erezli benimle ve ruhumla oyun oynuyordu; Korel Erezli beni bir satranç masasına yatırmıştı ve o satranç masasının iki sandalyesinde de kendisi vardı, ben sadece önemsiz bir piyondum.
Tekrar Korel'e baktığımda göz göze geldik ve beni izlediğini fark ettim; gözlerimi ondan kaçırmak istemiyordum, gözlerimi onun üzerinden çekmek bile istemiyordum.
"Lanet olsun," diye fısıldadım. "Ondan iğreniyorum."
Büge baktığım yöne baktı ve benimle yürümeye devam etti. "Kıskanıyor musun yoksa?"
"Saçmalamayı kes." Kesinlikle hissettiğim kıskançlık değildi, onu kıskanacak durumda değildim. Korel Erezli'nin hiçbir oyununa artık dahil olmak istemiyordum.
"Gidiyor musunuz?" Arka taraftan gelen Gürkan'ın sesine karşılık Büge sadece kafasını salladı. "Bırakabilirim sizi," dedi büyük bir ilgiyle.
"Senin bırakmana ihtiyacımız yok," diye Gürkan'a çıkıştığımda boğazımın acıdığını hissettim. "Ona ne yaptım bilmiyorum ama bu kadarını hak etmemiştim, bunu ona söyle."
Korel Erezli'nin benimle alıp veremediği ne var, bilmiyordum. En başından beri, bakışlarındaki nefretin kokusundan bu geceye kadar bir şeyler onun bana doğru yüzdürdüğü zehirli nehirden ibaretti.
"Ne oldu?" diye sordu Gürkan ve Korel'e baktı. Korel de bizim olduğumuz tarafa bakıyordu, eskisi kadar rahat bir konumda değildi. En azından artık bacağında oturan bir kadın yoktu.
"Yeter," diye fısıldadım ve kolumu tutan Büge'nin kolunu silkeledim. "Benimle derdi ne?"
Gürkan bir şey söylemek yerine Korel'e bakmayı sürdürdü. Tekrar, "Ne oldu?" diye sorduğunda Korel'in yerinden kalkıp bize doğru yürüdüğünü fark ettim, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamıştı; gizlenip korkacağımı düşünüyor olabilirdi fakat ben bir oyuncak değildim, bunu bilmesi gerekiyordu.
"Ne oluyor?" dedi Korel yanımıza gelerek ve elini Gürkan'ın omzuna yerleştirdi.
"Senin benimle derdin ne?" diye sordum Korel'e fakat gözlerinin içine bakmaya cesaretim yoktu. "Neden benimle oynuyorsun?"
Gürkan ve Korel kısa bir an bakıştılar, Korel'in ilk defa tedirgin olduğunu hissettim. Yutkundu, âdemelması yanık izine bakmama sebep oldu. Gözlerinin içine bakmak yerine yanık izine odaklandım.
"Oyun oynamak?.." dedi Korel fakat onu köşeye sıkıştırdığımın farkındaydım.
"Her şeyin farkındayım," dedim sinirle ve dişlerimi kenetledim. "Benimle oynamayı bırak artık."
Korel kısa bir an bana baktığında, aslında farklı konulardan bahsediyor olabileceğimizi düşündüm fakat o kadar çabuk kendini toparladı ki hiçbir şey düşünemedim. Yanık izine öyle büyük bir nefretle bakıyordum ki Korel baktığım yönü fark etti ve belki de ilk defa ona kendini kötü hissettirdim ya da hissettirdiğimi sandım. Bir eliyle hızla yanık izini kaşıyormuş gibi kapattı ve başını çevirdi, boşluğa bakarken, "Ve?" diye mırıldandı.
"Ve mi?.." dedim nefretle. "Bana o duvarın dibinde ne yaptığını asla unutmayacağım, Korel Erezli. Benimle oynamayı kes artık."
"Ne yaptı?" dedi Gürkan hemen. Korel hızla başını çevirdi. "Neyden bahsediyorsun?" diye sordu.
"Yeter!" diye âdeta hırladım. "Benimle oynamayı bırakın artık."
"Neyden bahsediyorsun?" diye sordu tekrar Korel ve bakışları bir Sırtlan kadar keskinleşti.
"Sen çok iğrenç bir adamsın," diye üzerine yürüdüğümde, Gürkan ikimizin arasına girdi.
"Minel," dedi rica ediyormuş gibi. "Uzatma artık."
"Neyden bahsediyorsun?" diye bir daha sorduğunda Korel, sinir damarlarımın içinde çalkalanıyordu.
"Bu iki oldu," dedim tiksinerek. "İkinci kez beni salak yerine koyup oyun oynayışın. Üçüncü olmayacak."
"Minel," dedi Büge kolumu tutarak fakat onu hafifçe itekledim. Gürkan bana öyle bir bakıyordu ki sanki susmam için bütün sırları ortaya dökebilecekmiş gibiydi.
Gürkan'ın elindeki bardağı aldım ve ne olduğunu bile bilmeden yeşil sıvıyı kafaya o kadar hızlı diktim ki onun, "Yavaş!" diye bağırmasına fırsat bile bırakmadım. Alkol o kadar sertti ki beynimin içinde kasırgalar oluştu ve büyük bir sıcaklık bütün bedenimi kapladı. Elimdeki bardağı sertçe Korel'e fırlattığımda göğsüne çarptı, oradan da yere düşüp parçalara ayrıldı. Gözleri kocaman açıldığında, sert alkolün acı tadı boğazımdaydı.
Korel'le birbirimize büyük bir kinle bakarken, "Ne yaptığını sanıyorsun?" diye sordu dehşetle. Herkesin bakışları artık bizim üzerimizdeydi.
Dişlerimi sıkarken, "Bana bir adım daha atarsan," dedim ve yerdeki cam parçalarını gösterdim. "Bir parçayı alır, senin boynuna geçiririm. Beni duydun mu?"
Kin duygusunun yanına şaşkınlık otururken, dudaklarını araladığında polis sireni duyuldu. Gürkan'ın bakışları hızla kapıya döndüğünde, "Siktir!" diye hırladı ve beni hafifçe itekleyerek pencereye koştu. "Sikeyim!" Hemen müzik kapatılırken, salonu büyük bir kargaşa kapladı ve herkes bir taraflara koşmaya başladı. Ben ve Büge dışında herkes bir şeylere koşturuyordu. Korel bile Gürkan'ın yanına, pencere kenarına gitmişti.
"Siktir!" diye bağırdı Gürkan. "Polisler geliyor!"
"Amına koyayım böyle işin," diye hırladı Korel ve önünde duran koltuğa tekme attı. "Biri şikâyet etmiş. Sıçan'ın işi bu."
"Ne oluyor be?" dedi Büge ve o an kafamın içinde her şey yerli yerine oturdu. Bakışlarım direkt çerçevelerin olduğu yere döndüğünde adamı nereden tanıdığımı hatırladım.
"Sıçtık Büge," dedim elimle ağzımı kapatarak. Midem bulanıyordu. Alkolün bu kadar sert ve hızlı etkisi beni şaşırtmıştı. "Bu ev Gürkan'ın evi değil." Bu kişi bilindik bir iş insanıydı ve aynı şekilde bir partinin milletvekiliydi.
Büge, "Ne?" diye bağırırken, herkes dış kapıdan kaçmaya başladı.
Etrafı çığlıklar sararken salonun ortasında öylece kaldım. Siren sesleri gitgide yaklaşıyordu. Korel hızla merdivenlerden yukarıya çıktı ve Gürkan insanların kapıdan çıkması için yardım etti. Her şey dakikalar içerisinde olurken, Büge beni beklemeden hatta bana dönüp bakmadan dış kapıya koştu. Ayaklarımın altındaki zeminin kaydığını hisseder gibi olduğumda bir yere tutunma ihtiyacıyla yavaşça hareket ettim ve etrafımdaki kargaşaya rağmen, sakince koltuğun kenarına tutundum.
"Çık Minel!" diye bağırdı Gürkan fakat başım şiddetli bir şekilde dönmeye başlamıştı, kendimi salonun içinde bile hissedemiyordum. "Hadi! Yaklaştılar! Birkaç dakikamız var sadece!"
Bakmayı sürdürdüm, hareket edecek durumda değildim. Büge çoktan gitmişti ve gerisinde beni bırakıp bırakmadığı umurunda bile değildi.
Salondaki herkes çıktığında sadece ben ve Gürkan kaldık, Korel'in nerede olduğu hakkında ufacık bir fikrim bile yoktu. "Hadi!" diye bağırdı Gürkan bir daha. Siren sesleri sabit bir yerde durduğunda, Gürkan bir dış kapıya, bir bana baktı. "Minel," dedi kısık bir sesle. "Ben gidiyorum, yürü."
Gürkan'ı çift görmeye başladığımda gözlerim kısıldı. "İyi hissetmiyorum," diye mırıldandım fakat Gürkan beni duymadı. Polis arabalarının kapılarının kapandığını duydum. Gürkan bir daha bana dönüp bakmadan kapıdan çıktı ve koca salonda tek başıma kaldım. Polislerin adım sesleri asfaltta duyulurken, "Dur!" diye birine bağırdılar ve bağırdıkları kişinin Gürkan olduğunu anladım.
Merdivenlerden ses duyduğumda Korel'in indiğini gördüm, elinde siyah deri bir çanta vardı ve kafasına siyah bir bere geçirmişti.
"Siktir!" dedi bana bakarak. "Ne yapıyorsun ulan hâlâ burada?" Ona bakmayı sürdürürken polislerin adım sesleri yaklaşıyordu. "Geliyorlar," diye fısıldadı ve hareket etmemi beklemeden bana yaklaştı. Adımları hızlı ama sessizdi, o kadar profesyonelce hareket ediyordu ki o an onu tebrik bile edebileceğimi düşündüm.
"Başım dönüyor," diye fısıldadım ve ayaklarımın altında zemini tamamen hissetmediğimde Korel'in beni omzuna attığını fark ettim. Başım onun sırtına denk gelirken, bir eliyle beni tutuyordu. Diğer elinde ise hâlâ çanta vardı.
"Korel," dedim inleyerek. "Zemin kayıyor."
"Sus Turuncu, sus," dedi fısıldayarak ve içerideki odalardan birine doğru hızlıca yürüdü. "Nasıl bir belasın sen?"
"Bela değilim ben," dedim ve kafamı iki yana salladım. Karanlık bir odaya girdiğinde polislerin, insanların çıktığı kapıdan girdiğini duyabiliyordum.
Korel karanlıkta bir süre duraksadı, ardından, "Dolaba mı gireceğim amına koyayım?" diyerek homurdandı. "Film mi çekiyoruz?"
Salondan birkaç adım sesi gelirken, Korel bir pencereyi açtı ve soğuk hava kalçama çarptı. "Ne yapıyorsun?" diye inledim.
"Kes sesini," dedi Korel ve bir yere tırmandı, ardından sert bir zemine ayaklarını sağlam bir şekilde koydu, daha sonra yavaşça oturdu. Beni omzundan indirip kucağına oturtarak ağzımı kapattı. Bacaklarım aşağı sarkık şekilde bir pencere kenarında oturduğumuzu fark ettiğimde gözlerimi kocaman açtım ve kafamı iki yana salladım.
Pencerenin pervazında oturuyorduk, çok yüksek değildi. Bizi örten tek şey, beyaz bir perdeydi. Pencereyi kapattıklarında bile yere düşeceğimizi biliyordum.
"Sus," dedi Korel yüzüme yaklaşarak. "Yoksa seni yem olarak atarım içeri."
Kaşlarım çatıldı fakat tepki vermeyi kestim, Korel ise elini ağzımdan çekmedi.
Girdiğimiz odanın kapısı açıldı, biri içeriye girdi. Korel'in gözlerinin içine iri gözlerle baktım, o ise bana düz bir ifadeyle bakmayı sürdürdü. Başına geçirdiği bere, uzun kirpiklerini daha fazla ortaya çıkarmıştı.
"Temiz burası," dedi bir polis memuru fakat adım sesleri durmadı.
"Nefes bile alma," diye fısıldadı Korel ve tek kaşını kaldırdı. Nefesimi tutarken dudaklarımı öne doğru çıkardım. Korel kaşlarını çatıp hâlâ ağzımı kapattığı eline baktı. "Tamam, al," dedi. "Al Turuncu."
Nefesimi tutmaya devam ettim ve Korel başımı kavrayarak beni göğsüne doğru çekti. Elini ağzımdan çektiğinde diğer eliyle de belimi sarıp beni tamamen sakladı. Gözüm pencerenin ucuna bakarken, polis memuru perdeyi aralayıp dışarıya baktı; heyecan kan akışımı hızlandırırken, Korel başımı daha sıkı tuttu. Belime sarılı olan elindeki çantanın içinde ne olduğunu merak ediyordum.
Polis memuru eğer perdeyi biraz daha açarsa yakalanacaktık, her şey son bulacaktı fakat filmlerde böyle olmazdı, esas adam ve esas kadın asla yakalanmazdı derken, polis memuru perdeyi tamamen açtı ve o saniye polisle göz göze gelen sadece ben oldum. Karanlıktan birbirimizi tam göremesek de bizi fark edince, "Buradalar!" diye bağırdı.
Her şey saniyenin onda biri gibi bir sürede olurken, Korel çantayı yere attı ve polis memurunu sırtıyla itekleyip, "Bacaklarını dola," diye fısıldadı; dediğini yaptığımda, hiç beklemediğim bir anda aşağı atladı. Yükseklik fazla olmadığı için yere sabit basabilmişti fakat atlarken çığlığıma engel olamamıştım.
Korel beni kucağından indirmek istediğinde hareket edebileceğimi sanmıyordum. "Hayır!" diye inledim ve boynuna sarılarak atladığımız pencereye baktım. Odanın ışığı açılınca Korel koşmaya başladı.
"Durun!" diye bağırdı polis memuru ve bir el ateş sesi duydum, sanırım korkutmak için havaya ateş etmişti fakat Korel'in tabii ki durmaya niyeti yoktu.
Korel'in hızını kestiğimi fark ettiğimde, "İndir," diyerek omzuna vurdum. "Koşabilirim."
Korel diretmedi ve beni kucağından indirdi. Bir elinde çantayı tutarken, diğer eliyle bileğimi kavradı ve beni koşturmaya başladı. Neredeyse arkasında sürüklensem bile umurumda değildi; elimden geldiği kadar koşmaya çalıştım, başım ise kör edecek kadar hızlı dönüyordu.
"Peşimizdeler mi?" dedim nefes nefese fakat Korel cevap vermek yerine karanlık bir ara sokağa girdi. "Siren sesi gelmiyor."
"Ne siren sesi, kızım?" dedi Korel hızını artırarak. "Biz geliyoruz mesajı vermek için sirenin sesini mi duyuracaklar? Filmlerde olur o."
"Filmlere göre yakalanmamamız gerekirdi ama yakalandık," dedim sert bir sesle. Kafası karışmış bir ifadeyle bana baktı ama cevap vermedi çünkü haklıydım.
Ara sokaktan başka bir caddeye döndüğünde daha işlek bir yer olduğunu fark ettim. Korel koşmaya devam ediyor ve herkes bize bakıyordu. Kaldırımdakiler bize yer açarken insanlara çarpıyor ve karşıdan karşıya geçerken neredeyse arabaların altında eziliyorduk.
Beş dakika kadar bir süre koştuktan sonra Korel yavaşladı ve arkasına baktı. Sahile gelmiştik; o kadar kalabalıktı ki polisler buraya gelse bile bizi tanıyana kadar tekrar kaçmış olurduk. Etrafa iyice baktı, ardından elindeki çantayı yere bıraktı ve kendisini de yere attı. Aynı şekilde zaten hissedemediğim bacaklarımla ben de kendimi yere attım ve tamamen çimenlere uzanarak ellerimi kalbimin üzerine koydum. Nefes almakta o kadar çok zorlanıyordum ki öksürmeye başladım ve elimle ağzımı kapattım.
Korel de benim gibi tamamen uzandı ve derin nefesler almaya başladı.
"Sanırım kalbim, motosiklet yarışlarındaki kalbin gibi atıyor," dedim yutkunurken zorlukla konuşarak. "Polisler adrenalin demekmiş."
Korel beklemediğim bir anda güldü ve kafasını iki yana salladı. Geceydi ama gökyüzünde o kadar çok yıldız vardı ki havayı aydınlattığı gibi Korel'in de yüzünü aydınlatıyordu. Korel ise geceden daha karanlıktı. Birkaç dakika ikimiz de soluklanmaya çalıştık. İlk kendine gelen Korel olurken, yattığı yerden kalktı ve oturur pozisyona geçti. Kafasındaki bereyi çıkardığında saçlarının dağıldığını fark ettim. Yattığım yerden, "Bu da bir oyun muydu yoksa?" diye sordum.
Korel eliyle saçlarını karıştırırken duraksadığını fark ettim, bakışları bana döndü. "Ne oyunundan bahsediyorsun sen?"
Gerileceğimizi hissettim. Ben de onun gibi oturdum ve kaşlarımı çattım. "Birincisi, olan şeyleri olmuyormuş gibi göstermen," dedim keskin bir tınıyla. "İkincisi, bu gece bana duvar dibinde yaptığın," diye fısıldadım. "Benimle bu şekilde oynayamazsın."
Korel anlamsız anlamsız bana baktı. Gerçekten bakışlarında hiçbir şey anlamıyormuş gibi bir masumiyet vardı, evet ama Korel Erezli harika rol yapabilecek bir adamdı, bunun da farkındaydım.
"Rahatsızlığın paranoid bozukluk mu?" diye sordu büyük bir ciddiyetle. Dalga mı geçiyor diye içimden geçirsem de oldukça ciddi olduğunun farkındaydım.
"Biliyor musun?" diye fısıldadım. "İğrençsin, bir de dalga geçiyorsun."
"Ben ciddiydim," dedi soluk bir sesle. "Günlerdir tek gösterdiğin belirti, bu rahatsızlığın belirtisi."
Bir an, gerçekten sadece bir an, aklıma acaba öyle olabilir miyim diye şüphe düştü fakat Korel Erezli'nin nefesini hâlâ saçlarımda, yüzümde, dudaklarımda hissedebiliyordum; hiçbir şey gerçek olamazdı ama onun nefesi gerçekti, onun nefesini ben hissetmiştim.
Evden çaldığı siyah deri çantaya göz ucuyla baktım. "Hırsızın tekisin," diyerek onu azarladım. "Paranı bu şekilde mi kazanıyorsun?" Cevap vermesini bile beklemeden çantayı hızlıca çektim ve fevri bir hareketle fermuarı açtım.
O saniye içindekileri ilk başta anlayamasam da sonrasında elimi çantanın içine attım ve avuçlarıma dolan o misketlere şaşkınlıkla bakarak, "Bu da nedir?" diye fısıldadım.
Korel'e döndüğümde, oldukça uzak ve duru bir ifadeyle çantanın içine baktığını fark ettim. "Misket," dedi kısık bir sesle. Üzülmüş müydü? Sesinin akislerine vuran bu tınıda neden küçük bir adam sesi duyuyordum? "Misketlerim yani."
"Senin mi bunların hepsi?" dedim şaşkınlıkla. Bir çanta dolusu renkli misketler vardı ve hepsi birbirinden güzel görünüyordu.
Korel onaylayarak başını salladı ve bakışlarını çantadan çekip gökyüzüne baktı. İçimde bir yerlerin acıdığını, titrediğini, ezildiğini, büküldüğünü hissettim.
Korel Erezli'nin misketleri...
"Çok güzeller," dedim büyülenmiş bir sesle. "Senin misketlerinin o evde ne işi vardı?" Korel cevap vermedi, tek bir mimiğini bile oynatmadı ve gökyüzünü, yıldızları izlemeye devam etti.
"Korel," dedim içten bir sesle. "Gerçekten çok güzeller." Kafasını aşağı yukarı salladı fakat bana yine bakmadı. "Ben bilmiyorum," diyerek çocuk gibi homurdandım. "Yani hiç bilyelerle oynamadım."
Bir evden bir adam neden bir çanta dolusu misket çalardı, hiçbir fikrim yoktu ama Korel'in çocukluğunu sanki şu an avuçlarımda tutuyormuş gibi hissediyordum. Birbirinden güzel bilyeleri avcumun içine topladım ve tekrar uzanarak hepsine tek tek baktım, onu sorgulamak istemiyordum; onun çocukluğunu sorgulamak demek, bu bilyeleri tek tek denize atmak demekti.
Dikkatini çekmek için tek tek bilyelerin rengini söylemeye başladım. Korel ise bana sırtı dönük bir şekilde duruyor, hâlâ gökyüzünü izliyordu. "Mavi," dedim sessizce. "Bu kırmızı, bu sarı, bu türkuvaz, bu da kırmızı, bu yeşil."
"Zümrüt." Korel'e baktığımda beni izlediğini fark ettim. "Onun rengi, gece zümrüdü rengi," diyerek beni düzeltti ve o da benim gibi uzandı. Kafamı aşağı yukarı salladım ve belli etmemeye çalışarak tekrar renkleri saymaya devam ettim. Ara ara beni düzeltiyor, gerçek renklerini söylüyordu.
Simsiyah bir bilyeyi elimde tuttuğumda, "Gece," dedi sessizce. "Gece rengi bu da." Elimden bilyeyi aldı ve tek gözünü kapatarak bilyeyi gökyüzüne tuttu. "Karanlığa doğru tutunca rengi açılıyor."
Ona yaklaştım ve elinde tuttuğu bilyeye tek gözümü kapatarak baktım. "Evet," dedim büyülenmiş bir tınıyla. "Sanki içinde bulutlar varmış gibi görünüyor."
"Bulutlar," dedi ve bilyeye bakmaya devam etti. "Gecenin bulutları, Bulut Kızı."
Bulut Kızı. Gülümsedim, gülümsedi ve bakışlarımız kesişti.
"En sevdiğin bu mu?" diye sordum merakla. "Gerçekten çok güzel görünüyor."
Korel düşünceli bir tınıyla, "En sevdiğim, bu çantanın içinde değil," diye mırıldandı. "Ama onu da kurtarmama az kaldı.''
Bilyelerine bu kadar önem vermesi ve kurtarılacak bir canlıymış gibi bakması kalbimin ısınmasına neden olmuştu.
"Tanrı," dedi düz bir sesle ve hiç beklemediğim bir anda. "Bir tuvali boyar gibi yıldızların üzerine yağlıboya fırçasıyla bulutları serpiştirip onları yok etmiyor mu?" Ona bakmayı sürdürdüm. "Bulutların umut olduğunu düşünürdüm," diye mırıldandı. "Bulutlarım, bilyelerimdi. Bulutlar kayboldu, umutlar yok oldu." "Umutlar bak burada," dedim avcumun içindeki bilyeleri göstererek. "Hem de renkli renkli bulutlar, umutlar."
Yattığım yerden kalktım ve onu da kolundan çekerek oturmasını sağladım. İki avcumu çantanın içine soktum ve ellerimi bilyelerle doldurdum. "İşte şimdi tam zamanı."
Gözlerimin içine baktı. Bir avcumun içindeki bilyeleri onun avcunun içine bıraktım. "Al eline fırçayı, kendi gökyüzünü aydınlığa boya," dedim ve ardından elimdeki bilyeleri havaya attım. Renkli bilyeler her tarafa dağıldığında yüksek sesle kahkaha atıp gökyüzüne baktım. "Sana ait yıldızlar yeryüzüne düştüğünde bulutlar gülümseyecek."
Bekledim, Korel'in bulutlarını gülümsetmesi ve umutlarını canlandırması için bilyeleri havaya atmasını bekledim fakat atmadı, durdu, baktı, ardından fısıldadı.
"Sana bilyelerle nasıl oyun oynanacağını öğreteyim mi Turuncu?"
Déjà vu ruhumu kemirdi ve geçmişim benden önce sorusunu yanıtladı:
"Bana bilyelerle nasıl oyun oynayacağımı öğret, Korel." Bu an da daha önce yaşanmıştı.
Paragraf Yorumları